Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon
33 sonuçtan 11 ile 20 arası
  1. #11

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    İlmin Yaygınlaşması
    7. Bir hadîs-i kudsîde Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir buyruğunu şöyle intikal ettirir: “Ahir zamanda ilmi öyle bir neşredeceğim ki, erkek de öğrenecek kadın da. Hür de öğrenecek, köle de. Küçük de öğrenecek büyük de.” 135
    Her seviyede açılan okullarda, her sınıf insan, ilmi öğrenecek ve âdetâ bu mevzuda birbirleriyle yarışır hale gelecekler. Günümüzde açılan bunca okul, kurulan bunca üniversite ve dünya çapında yaygınlaştırılan ilim ve iletişim araçlarını bu mevzuda seferber edilmesi gösteriyor ki; Allah Resûlü, Rabb’inden rivayetle söylediği bu sözünde, ilim ve bilim çağına işaret buyurmakta ve bu mevzudaki gelişmeler de O’nu doğrulamaktadır. Sanki kurulan her ilim müessesesi hal diliyle, Allah Resûlü’ne hitaben: “Sen doğru sözlüsün” demektedir. Zaten ilim asıl mecrasına döndürülebildiğinde, ilimler bunu bizzat söyleyecektir..!
    Kur’ân’dan Kaçış
    8. Ve, yine Allah Resûlü günümüze tam uyan bir hadîslerinde: “Kur’ân bir utanma mevzûu ve İslâm da garip olmadıkça kıyamet kopmaz” buyuruyorlar.136
    Kâfir küfrünü açıkça ilan ederken, müslüman müslümanlığını sanki utanılacak birşeymiş gibi utanarak, sıkılarak söyleyecektir. Onlar, kendi düşünce ve kendi neşriyatlarını otobüste, uçakta ve daha başka yerlerde açıkça reklam etmelerine karşılık, müslümanlar, Kur’ân’ını açıp okuyamayacaklar. Öyle bir psikolojik baskı altında kalacaklar ki, zahiren bir yasak konulmasa da o baskı altında Kur’ân yanlısı olmayı ar edip saklayacaklar. Şimdi bu gerçeği inkar etmeye imkân var mı? Evet, günümüzde müslümanın yaşadığı dramlardan birisi de bu değil mi? İslâm, her şeyiyle garib hale gelmedi mi?
    Acınacak durumumuzun tasvirini, daha fazla uzatmadan noktalayalım. Bütün bunları Allah Resûlü, hem de asırlarca evvel aynen olacağı şekliyle haber verdi.. ve verilen haberler de, mevsimi gelince, en küçük teferruatına kadar vuku’ bulup Allah Resûlü’nü tasdik etti. Bilmem, bütün bunlar, dönüp yeniden O Zat’a biat etmemize yetmiyor mu..?
    Zaman Mefhumu
    9. Başka bir hadîslerinde de, kıyamet alâmeti olarak, Kur’ân’ın utanılacak bir mevzu haline getirileceğini anlattığı yerde Allah Resulü, hadîsin devamında: “Zaman ve mesafelerde yaklaşma olmadıkça kıyamet kopmaz” buyurmaktadır.137
    Hadîste geçen “tekârüb” kelimesi, iki şeyin birbirine yaklaşması, demektir. Bununla da Allah Resulü, hem zamanın izafiliğine, hem de o devreye göre çok uzun zamanda yapılan şeylerin, daha kısa zamanda yapılabileceğine işarette bulunmuştur. Sanayi ve teknolojideki inkılâplarla, hemen her sahada korkunç sür’at çağına girildiği artık çocukların bile bedîhî saydığı şeylerdendir. İşte, hadîs-i şerifte buna işaret buyurulduğu gibi, bugünün -artık mesafeleri iyice kısaltan- sür’atli vasıtalarına da işaret edilmektedir. Ayrıca, astronomi ve astrofizikle meşgul olanların anlayabileceği bir mes’eleye de burada parmak basılmaktadır. Yeryüzü, zamanla elips şeklini almaktadır. Bu değişiklik, zaman üzerine de tesir edecek ve biz farkına varmadan, saatlerimizde, dünyanın durumunda değişikliğe tesirli olabilecektir! Benim bu hadîsten anladığım bir başka ma’nâ daha var; o da şudur: Zamanın itibarî bir vücudu vardır. Fakat nerede olursa olsun zaman yine zamandır. Meselâ, Boğa burcuna gidiniz. Ve oradan kırk milyon ışık hızı ötede, saniyede yüz elli bin kilometre hızla uzaklaşan bir nebüloza bakınız; çok farklı zamanlara şahit olacaksınız. Işık hızının yarısı sür’atinde uzaklaşan bir nebülozda da bu birim bir zaman ölçüsüdür; nisbetler mahfuz, daha aşağıdaki seviyedekiler için de...
    Evet, birgün beşer güneş sisteminin dışına çıkma imkânı bulursa, herhalde şu andaki zaman anlayışı orada tamamen alt üst olacaktır.
    İşte sırlı ve sihirli iki kelime ile, ilerde bizim zaman anlayışımızla ve çok daha başka zaman ölçülerinin hepsine birden Allah Resûlü “takarebe’z-zaman” ifadesiyle işaret ediyor.
    Şimdi soruyoruz. Acaba bu sözler, bir beşer sözü olabilir mi? Zaman ve mekan, kudret elinde evrilip çevrilen Zattan başka bu hakikatları kim bilebilir? Rica ederim, bunlar, ümmî bir Zat’ın, ümmî bir devirde bilebileceği şeyler midir? Elbette hayır. Fakat O’na, bütün bunları bildiren Allah’tır. O, sadece Cenâb-ı Hakk’ın kendine bildirdiklerini haber vermiştir.
    Günler, aylar, yıllar ve asırlar geçiyor. İlim ve teknik, dev adımlarla ilerliyor. Ve neticede varılan hedefte, Allah Resû-lü’nün o mes’eleyle alâkalı asırlarca önce görüp bildirdiği hakikate ulaşıyor ve ilim adamı, bu mevzuda hayranlığını gizleyemiyor, bütün gönlünün coşkunluğuyla Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen doğrunun tâ kendisisin ya Resûlallah!” diyor.
    Faizin Yaygınlaşması
    10. Bir gün, faiz sistemi alabildiğine yaygınlaşacak ve bizzat faiz yemeyene dahi onun tozu toprağı bulaşacaktır. İşte günümüzün en büyük illetlerinden biri olan ve hergün o korkunç buutlarıyla daha da yaygınlaşan bu maraza, Allah Resûlü şu hadîsleriyle işaret buyurmaktadır : “İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene dahi tozu toprağı bulaşacak.” 138
    Hadîste iki hususa dikkat çekiliyor:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32939
    Birincisi: Devletin bütün parası, faiz çanağı içinde kaynadığından, bankalarla, banka olmayan müesseseler müşterek hareket ettiğinden; insan ne kadar hassas davranırsa davransın, muhakkak hayatı kuşatan bu sârî illetten nasibini alacaktır. Yani onun üzerine de birşeyler sıçrayacaktır. Ancak bu durumda insan, sadece niyetiyle kurtulabilecek ve niyeti, onun sığınağı olacaktır.
    İkincisi: Arapça’da toza toprağa bulanmanın ayrı bir ma’nâsı daha vardır. Bir kısım kimseler, faiz yiyecekler, yemeyenler de onun tozuna toprağına maruz kalacaklardır. Kapitalist zümre, faizle servetlerini nemalandırıp, inkişaf ettirirken, proletarya sınıfını da aynı seviyede sefilleştirecek ve bu iki sınıf arasındaki amansız bir mücadele, cemiyeti toza toprağa, yani kargaşaya boğacak ve birgün herkesi rahatsız edecek seviyeye ulaşacaktır. Zannediyorum bunların hepsi olmuştur ve olmaktadır. Günümüz insanı her iki yönüyle de hadîsin işaret ettiği bu hususları bütün çirkinliğiyle müşahede etmektedir. Ve yine günümüzde artık, faize -dolaylı ve direkt- bulaşmayan bir ticarî kuruluş yok gibidir. Dünya çapında bütün ticaret, bu anlayışın çarkları arasında dönüp durmaktadır ve bütün dünyada faiz muamelesi tıpkı bir mal mübadelesi, bir para alış verişi gibi kabul edilmektedir.
    İki Cihan Serveri, günümüz insanının maruz kaldığı faiz krizine çok önceden ümmetinin dikkatini çekmiş ve uyanık davranmalarını, faiz bataklığına düşmemelerini tembih etmişti ama, gel gör ki, bugün bütün İslâm âlemi gırtlağına kadar faiz bataklığı içinde çırpınıp duruyor ve henüz bu çirkef içinden sıyrılıp çıkma mevzuunda da herhangi bir gayreti yok gibi... Halbuki İslâm, faize karşı harp ilan eden bir dindir.139
    Keşke müslümanlar, Kur’ân’ın bu mevzudaki tehditkâr ifadelerinin, hiç olmazsa bir kısmını anlayabilselerdi, bugün birer faizzede olarak dünyanın en derbeder milletleri arasında bulunmayacaklardı!..

  2. #12

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    Mü’minin Gizleneceği Zaman
    11. Yine günümüzü tablolaştıran bir başka hadîs : Yani :“ İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o günün mü’-mini, onların arasında gizlenecek, aynen, bugün münafığın sizin içinizde gizlendiği gibi...” 140
    O devrede münafık nasıl davranıyordu? Kendisini hissettirmemek için hangi çarelere başvuruyordu; aynen mü’min de onun gibi davranacak, kendini gizleyecek, ibadetlerini gizli gizli yapacak ve bulunduğu yeri korumaya çalışacak.. yoksa onu iflah etmeyeceklerdir. Bu şerr-i mütegallibe, onu ve onun gibi olanları bağrında barındırmak istemeyecektir. İş yerleri ve devlet kademelerinin bazı kesimleri, onlara tamamen kapalı tutulacak ve onlar cemiyet içinde hor ve hakir görülecektir.
    Başka bir hadîs de aynı hususu takviye eder mahiyettedir: “Fitneler olacak. O gün kişi namazından dolayı ayıplanacak. Aynen zina eden bir kadının bugün ayıplandığı gibi.”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32940
    Tabii ki hadîste zina eden kadının ayıplanmasına teşbih, o günün anlayışı baz alınarak yapılmıştır. Halbuki günümüzde, hususiyle de bazı yörelerde o bir meslek sayılmaktadır.
    Evet, eğer belli bir dönemde gelip geçenler sayılmazsa, namazından dolayı insanların horlandığı, ayıp bir iş yapmış gibi suçlandığı ve şer güçlerin hakimiyeti altında inim inim inlediği günler de gelecek ve mü’min, bu afeti de, gizlenmek suretiyle geçiştirecektir.
    Tâlekan’da Petrol
    12. Allah Resûlü buyuruyor:
    Arapçada “Veyh” buruk bir tebessüme benzer müjdeler için kullanılır. Hz. Ammâr’ın şehid edileceğini bildirdiği zaman da, Allah Resûlü aynı tabiri kullanmış ve demişti.141
    “Tâlekan” ise, Kazvin’de petrol yatakları bol bir mıntıkanın adıdır. Hadîste, Efendimiz meâl olarak: “Müjde Tâlekan’a! Orada Allah’ın gümüş ve altın cinsinden olmayan hazineleri var” demişlerdir.142
    İleride oralarda daha başka madenler de bulunabilir. Bulunan şey, uranyum veya elmas yatakları da olabilir. Ve bunlar neticeyi değiştirmez. Efendimiz, altın ve gümüş cinsinden olmayan bir hazineden bahsetmektedir.. ve günümüzde bunlar ortaya çıkmış durumdadır. Demek ki Tâlekan’da çıkan petrol dahi, Allah Resûlü’nü tasdik etmekte ve O’nun doğruluğunu haykırmakta...
    Ehl-i Kitaba İttiba
    13. İslâm âlemi, kendinden evvelki ümmetleri, yani Hristiyan ve Yahudileri, adım adım, karış karış takip ve taklit edecek; hatta onlardan biri başını bir keler deliğine soksa müslümanlar da onları aynen takip edip başlarını oraya sokacaklar. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz bu hususu, şu veciz ifadeleriyle beyan buyurmaktadırlar:
    “Sizden evvelkileri öyle takip ve taklit edeceksiniz ki, karış karış, kulaç kulaç onların ardından gideceksiniz. Hatta onlar başlarını bir keler deliğine soksalar siz de aynı şeyi yapacaksınız.” 143
    Sahâbe “Sizden evvelkiler” cümlesinden kasdolunanın Hristiyan ve Yahudiler mi olduğunu soruyor. Allah Resûlü: “Başka kim olabilir ki” ma’nâsına ( ) buyuruyorlar.
    Bugün bizim ve bütün İslâm dünyasının durumu meydanda.. hemen hepimiz şahsiyetini kaybetmiş ve bir kimlik bunalımıyla inlemekteyiz. Halimiz, hadîsin ifadesiyle, iki sürü arasında gelip giden şaşkın koyundan farksız. Bir zaman başka devletleri yıkan, bitiren ve tüketen bütün olumsuz şeyler, bugün, ahtapot gibi dört bir yandan bizi sarmış durumda. Biz de taklit sersemliği ile bu ölüm ağını, yenilik ve medeniyetin turnikeleri sanıyoruz. Evet, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir millet, bizim batıyı taklidimiz ölçüsünde, taklidi bir tutku haline getirmemiştir. Bugün batı dünyasında meydana gelen her yenilik hiç parola sorulmadan bizde aynen kabul görüyor ve kabul ediş sür’-atinde birçok batılı ülkeyi bile geride bırakıyoruz. Halbuki Allah Resûlü, en küçük hususlarda ve teferruat gibi görünen mes’elelerde dahi onlara muhalefet ediyordu.144
    Ne var ki konu o olmadığı için o kapıyı açmak istemiyoruz.
    Şimdi bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bütün bu olacak hâdiseleri Allah Resulü’nün hem de asırlarca önce haber vermesi ve mevsimi gelince de bunların zuhurudur. Evet, her hâdise, O’nun dilinde bir tebşir ve inzar şeklinde tecelli eder. Vakt-i merhunu (belirlenmiş zaman) gelince de fasih bir lisan kesilir ve O’nun sıdkına şahâdet eder.

  3. #13

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 5

    ÇEŞİTLİ İLİM DALLARI
    Bu bölümde Allah Resulü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı mes’eleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehâdeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.
    O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bu güne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sâdık’ın beyanı, herbiri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsa ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resulü’-nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.
    Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfürû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “sadakte” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir.
    Bu cümleden olarak, mes’elenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misâli takdim etmeye çalışalım:
    Her Hastalığa Çare
    1. Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîslerinde şöyle buyururlar: “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!” 145. Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (cc) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümûllü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, birgün bütün hastalıklara -tabii Allah’ın tevfik ve inayetiyle- mutlaka şifa bulunabilecektir.
    Ebu Dâvûd’un rivayetinde “Her derde deva vardır,” buyrulur.146
    Başka bir hadîs-i şerifte: “Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.” 147
    Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine, beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur... Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak, bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun...
    İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya da’vet ediyor.
    Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın!
    Zaten, Kur’ân-ı Kerîm de hep bu mes’eleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mu’cizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mu’cizelerle idealleştirmiş. Evet, nasılki enbiyâ, ruhânî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selametli sahile çıkarmışlardır; öyle de müsbet ilimlerde de, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki, beşer, bütün maddî-manevî terakkinin anahtarlarını enbiyadan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mu’cizelerin anlatılması, o mu’cizelerin, ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir.
    Meselâ, Hz. Mesih, -Allah’ın izniyle- ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü, âdiyât orada bitiyor ve ondan öte, harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan takatı ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mu’cize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, Enbiyâ-ı İzâm’ın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mu’cizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır.
    İşte, Hz. Mesih’in mu’cizesiyle, Kur’ân, teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları tâ ölüm sınırına kadar açık... Hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..!
    Ve, meselâ; Hz. Musa (as)’nın eliyle beşere takdim edilen mu’cizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki âsayı atıp ta onu hakiki bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir.
    Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şâirâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyânlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebid gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyânda o bir mu’cizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir.
    Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için -temas kabilinden dahi olsa- dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız.
    Peygamberlerin mu’cizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdetâ belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.148
    Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mu’cizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır.
    Beşer, tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakkî kaydetmesi, mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah (cc)’ın yaratmasıyla var olan bir mahluktur : (Mülk, 67/2) âyeti de buna işaret etmektedir.
    Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah (cc)’ın emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır.
    Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik”denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır; ve bu, oldukça da kolaydır; hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki, Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir.
    Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabibler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamiyle riayet edilmesiydi.
    Allah Resûlü, bir taraftan kalp ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdetâ tabiblik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de manevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.
    Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhûr buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün veba da o idi. Vebaya karşı sahâbe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama, askerî harekatla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizansın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahâbe şehit olmuştu.149
    O gün, ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrâh da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebu Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebu Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim” diyecektir.150
    Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “kalk bunlarla git” demişti151. Evet O, ümmetin emini ve Cennetle müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahâbe de vebanın insanları kasıp kavurduğu bir yerde bulunuyordu.
    Hz. Ömer (ra)’in hilafet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebu Ubeyde, önüne dikildi: “Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” dedi152. Bu da, Ömer’in bir ferasetiydi.
    Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadîsi nakletti: “Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhûr etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.” 153
    Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “El-hak, doğru söyledin” diyor.
    Cüzzam ve Karantina
    2. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz şöyle buyuruyorlar : “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!” 154
    Bu hadîs-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok mes’elede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resulü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir. Burada tavsiye edilen kaçma mes’elesi, ayakkabıları alıp firar etmek ma’nâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadîsleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşîdâttır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resulü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlara, ancak çok ciddi gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.
    Köpeğin Ağzı Değince
    3. İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor: “Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır!” 155
    O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvela sterilize edilmesini emretmiş oluyordu.
    Bundan başka, hadîs-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir. Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir.
    İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir... Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdetâ mümkün değildir. Onun için sterilize çok önemlidir.
    Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu haline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyânı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir.
    Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir156. Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.” 157
    Bunun ma’nâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât ve cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriye’ye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır...
    Bu son durum itibariyle Efendimiz’in mes’eleye yaklaşması da ayrı bir mu’cize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizâm veya ekolojik denge, tâ o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resulü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir mes’eleyi hatırlatıyordu.
    Evet, Allah (cc) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkîl eden unsurlar arasında umûmî bir denge meydana getirmiştir ki: “O, bir mizan va’zetti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız” (Rahmân, 55/7,8) âyeti de bu genel prensibini ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tesbit edebildiğimiz birkaç mu’cizevî yön var ki, ileride aynı cümle kimbilir daha nice hakikatlara ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibariyle, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Halbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım:
    Kesin bir dille ve hiçbir tereddüde yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da, aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar...
    Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32943
    4. Tirmizî ve Ebu Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadîste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.” 158
    Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız; ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız!
    Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas va’zediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu mes’elenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?..
    Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvela o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insan, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyân eden159 Allah Resûlü, bilhassa el temizliğini nazara verip üzerinde, tahşîdât üstüne tahşîdât yapmaktadır.
    Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı?
    O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır; bunların hiçbiri yoktu; ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı. O da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüvv” veya “gayr-ı metlüvv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine ta’lim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilaf-ı vaki herhangi bir beyân bulmak mümkün değildi.

  4. #14

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 5

    Ağız ve Diş Temizliği (Misvak)
    5. Kütüb-ü Sitte’nin (Altı Hadîs Kitabı) ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırk’a yakın sahâbenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadîslerinde de Allah Resûlü: “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim” buyuruyorlar.160
    Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı, böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa, misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes, her yerde misvak bulamayabilirdi...
    Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mes’ele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte -İnşaallah- onları da okuyacaksınız...
    Sivaklama, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği birşey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir.
    Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah (cc)’tır. Efendimiz, O’nun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi, günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Halbuki Efendimiz’in -en azından- günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı161. Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, birşey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resulü’nün misvak kullandığına yani, dişlerini temizlediğine şahit oluruz.
    Yemede Ölçü
    6. Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gadap ettiği kab, dolu bir midedir.” 162
    Bu hadîsi takviye eden başka hadîsler de vardır: Bunlardan birinde Allah Resulü şöyle buyurur: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.” 163
    Hadîste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murakebesiz, muhasebesiz ve gâfilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hasıl olmayacaktır... Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır. Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa, sözlerinde hilaf-ı vaki bir beyânın bulunmadığına şahit olacaksınız...
    Sürme
    7. Şimdi de başka bir hadîse intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resulü buyuruyor: “Gözlerinizi sürmeyle tedavi ediniz. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.” 164
    Kalbi ve kafası münevver tabiblerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır165. Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.
    Çörek Otu
    8. Buhârî’de, Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadîsde de şöyle buyurulmaktadır: “Şu habbe-i sevda, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.” 166
    “Her dert” tabiri, Arapçada kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tabi tutulsa ve üzerinde ciddi araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır.
    Hadîs-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor:
    Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü.
    İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı.
    Biz, yine mes’elenin ilmî plânda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir-iki hususu kayda almaya çalışalım.
    Hastalıkta, bilhassa nekâhet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde, hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin.
    Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misâl var ki, saymakla bitmez... Bu demektir ki, Allah Resulü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vaki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.
    Sinek
    9. Yine bir Buhârî hadîsiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resulü buyuruyor :
    “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına, sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır. ” 167
    Evvela, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten, yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini de birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacak.
    İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikropun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır.
    Bu mes’elenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sineğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.
    İç Kanama
    10. Hz. Âişe Validemiz (r.anha), anlatıyor: “Birgün Fâtıma binti Ebi Hubeyş, Allah Resulü’ne gelerek: ‘Ya Resulallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terkedeyim mi?’ dedi.” Allah Resulü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.” 168
    Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihaze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tesbit edilebilen bu mes’eleyi acaba Allah Resûlü (sav), o devirde nasıl bilebilmişti. Tabiî ki Rabb’inin bildirmesiyle.. evet Rabb’i O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, O Söz Cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi, ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebî olabilir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32944
    İçkide Deva Yoktur
    11. Târık b. Süveyd (ra) anlatıyor: “Bir hastalığım vardı. İçki yasak edilmeden evvel, o hastalığımın tedavisinde içki kullanırdım. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumumu arz ettim. Ve benim için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum.‘Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz’ ma’nâsına: 169 buyurdular.
    Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.
    Sünnet Olmak
    12. Allah Resûlü, on şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.170
    Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı; sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir.
    Görülen odur ki, bu mevzuda da batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda.
    Sözün burasında, tedâyi ile hatırladığım çağın devasa tanığına ait şu tesbiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı birgün, bir İslâm evladı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir batılı doğuracaktır.” 171
    Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evladın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte -inşaallah- duyulacaktır..!
    Buraya kadar, Allah Resulü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatta doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Halbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara cennete giden şehrâhı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk ma’nâsı tecessüm ve tecessüd etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemailleri zuhûr edecekti...
    Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyid edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki mes’elenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri, hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır.
    Zaten ahiret denen âlem de Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun zât, sıfat ve esma hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, cennet, cehennem, hûri, gılmân hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte” diyeceklerdir...

  5. #15

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 6

    EMANET-EMİN OLMAK
    Peygamberlere ait ikinci sıfat, emanet sıfatıdır. Bu kelime Arapça olup, îman ile aynı kökten gelir. “Mü’min” inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Peygamberler, mü’min olarak zirve insan oldukları gibi, emin olma, emniyet telkin etmede de en baştadırlar. Kur’ân-ı Kerîm, onların bu sıfatlarına birçok âyette işaret eder. Şimdi bunlardan birkaçını arz edelim:
    “Nuh kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Nuh, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin” (Şuarâ, 26/105-108).
    Nuh, kavmine şöyle diyor: Hâlâ ittikâ edip sakınmayacak mısınız? Ben emniyet telkin eden, emanet sıfatı olan, hiyanete tenezzül etmeyen bir elçiyim. İşte bu âyette bir peygamberin dilinden, peygamberliğe ait bu “emanet” sıfatı dile getirilmektedir. Keza:
    “Âd kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/123-125). Ve:
    “Semûd (kavmi) de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Salih, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/141-143). Keza:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32945
    “Lût kavmi de, peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Lût, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/160-162).
    Konuyla alâkalı âyetleri çoğaltmak mümkündür. Bu arada işârî ma’nâsıyla emniyet ve emaneti anlatan daha birçok âyet vardır ki, biz, bir fikir vermek için zikrettiklerimizle yetinmek istiyoruz.
    “Mü’min”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri olduğu gibi, aynı zamanda O’na inananların da en önemli isimlerindendir. Allah (cc)’a niçin mü’min denir? Çünkü O, güven kaynağıdır. Bize güveni veren de O’dur. Bize, damla damla veya şelâleler halinde güven, hep O’ndan gelir. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve îman dediğimiz mes’ele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi, Hâlık-mahlûk münasebetine götürür. Bütün bu ma’nâlar, emanet kelimesinin iştikakında mevcut olan ma’nâlardır ve zaten mevzunun bir önemli yönü de, bu münasebeti kavramaktır.
    Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in en önemli sıfatı, emanet olduğu gibi, Cibrîl-i Emîn’in de en önemli vasfı yine emanettir. Kur’ân O’nu bize şöyle anlatır: “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir” (Tekvir, 81/21). Evet, Cibrîl, Allah (cc)’a itaatkâr ve O’nun nezdinde ihraz ettiği vazife itibariyle de güvenilir bir elçidir. İşte, Kur’ân da bize bu güvenilirler kaynağından gelmiştir. Allah, “Mü’min”dir. O’nun beyanı emniyet telkin eden bir beyandır. Kur’ân, Allah’ın emin dediği Cibrîl vasıtasıyla gelmiştir. Ve yine bu Kur’ân, O Emin Peygamber’e ve O’nun emniyeti ihraz etmeye namzet kudsiler topluluğu ümmetine indirilmiştir.
    Kur’ân-ı Kerîm’den herkes derecesine göre mutlaka istifade etmiştir. Cibrîl de bu istifade edenler arasındadır. Birgün kendisi Allah Resûlü’ne şöyle demiştir: “Allah (cc) Kur’ân’ında benim için “Emîn” ifadesini kullanıncaya kadar akibetimden endişe içindeydim. Bu ifadeyi duyduktan sonra iliklerime kadar emniyetle doldum...”

  6. #16

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7

    PEYGAMBER EFENDİMİZDE EMNİYET
    Efendimiz, evvela Allah’tan aldığı mesajlara karşı emîndir.. O’nun zerre kadar emanete ihaneti düşünülemez. Sonra bütün mahlûkata karşı emîndir. Herkes O’na itimat eder. Çünkü, evvela, O herkese karşı emniyetini göstermiş, emniyet ve güven telkin etmiştir. Daha sonra da bize, emniyet ve güvenin ne kadar lüzumlu olduğunu anlatmış ve bizi ona inandırmıştı. İsterseniz, şimdi de sırasıyla bu hususlar üzerinde bir duralım:
    Risalet vazifesine karşı emniyeti
    Allah (cc), Resulü’nü emanete riayet eden bir insan olarak seçmiş ve O da bunun, heyecan ve helecanını bütün hayatı boyunca yaşamıştır. Öyle ki, vahiy geldiğinde, olur da bir kelime kaçırırım diye heyecanlanıyor ve daha Cibrîl bitirmeden O, söylenenleri hıfzetmek için durmadan tekrar ediyordu. Hatta bu mevzuda o kadar çok tehâlük gösteriyordu ki, birgün Kur’ân O’na şöyle diyecekti:
    “(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphe etme ki onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Bize aittir. O halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da Bize aittir” (Kıyame, 75/16-19).
    Kur’ân, O’na bir emanet olarak tevdi’ edilmişti.. O da bu kudsî emanette emîn olamamaktan korkuyor ve tir tir titriyordu. Onun için de Allah (cc), O’nu teselli ediyor ve Resulü’nü emanette emîn kılacağı teminâtını veriyordu.
    Allah Resulü, ömrünü hep aynı heyecanlar içinde geçiriyor, emanette emîn olmaya, herkesten daha çok gayret ediyor ve üzerine aldığı bu ağır yükün sıkletini olanca ağırlığıyla sırtında hissediyordu. Onun içindir ki, ümmetine veda ettiği hac ma’nâsına “Veda Haccı”nda Güneş gurûba yaslanırken O da hayat-ı seniyelerinin gurûba meylettiği şuuruyla, sadık arkadaşlarına, o derin sorumluluğunu bir kere daha solukluyor ve sesini yükseltiyordu: “Yakında beni sizden soracaklar.” Yani o sorudan evvel ben soruyorum, “Vazifemi tebliğ ettim mi?” Orada bulunanların hepsi birden hem de yeri-göğü çınlatırcasına gürlediler: “Evet, Sen vazifeni hakkıyla tebliğ ettin ve onu kusursuz yerine getirdin!” Bu sözler üzerine İki Cihan Serveri, ellerini kaldırıyor ve “Allahım şahit ol!” diyordu.172
    Evet, emanette emîn olma, bizzat Cenâb-ı Hakk’ta başlamış, Cibrîl’e uğramış ve Allah Resûlü’nde ârâm eylemiş, daha sonra da ümmete intikal etmişti... Ve Veda Hacc’ında tekrar ümmetten bir şehadetle yeniden Allah’a gidip dayandı.
    En mu’teber hadîs kitaplarının naklettiğine göre, Allah Resûlü’nün emanet düşüncesiyle alâkalı olarak Âişe Validemiz (r.anha) şöyle buyurur: “Eğer Allah Resûlü kendisine inen âyetlerden herhangi birini -farz-ı muhâl- gizleyecek olsaydı muhakkak şu âyeti gizlerdi:
    (Ahzâb, 33/37);173
    Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Allah Resulü, yanında büyüttüğü âzatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile halasının kızı Zeyneb binti Cahş’ı evlendirmişti. Ancak bu evlilik, istenilen şekilde huzurlu gitmiyordu. Zeyneb Validemiz (r.anha), sırf Allah Resulü’nün emrine ittibâ için, bu evliliği kabullenmişti. Evlilik tâ baştan isteksizliğe bina edildiği için de kocasına karşı gerekli olan hürmet ve saygıyı göstermiyordu. Zaten Cenâb-ı Hakk onun Zeyd’den boşanıp Ezvâc-ı Tahirât arasına katılmasını çoktan murad buyurmuştu bile. Ancak, o güne kadar, Araplar arasında cereyan eden bir âdete göre, bir insanın “evladım” dediği biri, onun öz evladı kabul edilirdi. Dolayısıyla da onun hanımı diğerinin gelini durumunda olurdu. Zeyneb, daha önce annesi tarafından Allah Resulü’ne teklif edilmişti; ancak Allah Resulü, bu teklifi kabul etmemişti. Şimdi bu evliliği doğrudan doğruya Allah (cc) emrediyordu. Zeyneb’le evlilik İki Cihan Serveri’ne çok, ama çok ağır gelmişti. Ne var ki, emir yukarıdandı. İşte Âişe Validemiz (r.anha), bu hususa işaretle diyor ki: “Eğer Allah Resulü, kendisine gelen vahiyden herhangi bir âyeti gizleyecek olsaydı, bu izdivacı ihtiva eden âyetleri gizlerdi.” Ancak O, kendisine gelen vahye karşı gayet emindi. Onun için en küçük bir mes’eleyi dahi gizlemesi söz konusu olamazdı. Âyet meâlen şöyle diyordu: “Habibim! Allah’ın nimet verdiği senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork!’ diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulmaya layık olan, Allah’tır” (Ahzâb, 33/37).
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32947
    Evet, eğer bir âyet ketmetseydi, o âyet işte bu âyet olurdu; fakat O, emanette emindi.. ve bir şey ketmetmesi asla söz konusu olamazdı.
    O’nun emanet düşüncesiyle alâkalı diğer bir vak’a: Bedir’de kâfirler esir alınmıştı. Allah Resulü, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le istişare etti. Hz. Ebu Bekir (ra), esirleri fidye karşılığında salıverilmesi re’yini ileri sürdü. Hz. Ömer (ra) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesinden yanaydı. Hatta o, herkesin kendi yakınını öldürmesini istemişti. Allah Resulü (sav), Hz. Ebu Bekr’in re’yine meylederek esirleri fidye karşılığında salıvermişti. Şimdi gerisini hep beraber Hz. Ömer’den dinleyelim:
    “Bir yere gidip dönmüştüm. Allah Resulü ve Hz. Ebu Bekr’i ağlar buldum. Evet, ikisi de başlarını yere eğmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Sebebini sordum; fakat her ikisinde de bana cevap verecek derman yoktu. Israr ettim: Ne olur söyleyin, ağlanacak bir şey var ise ben de sizinle beraber ağlayayım, dedim. Nihayet Allah Resulü ağlayarak biraz evvel şu âyetin nazil olduğunu söyledi174. Allah (cc) bu âyette şöyle buyuruyordu:
    “Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esir bulundurması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedî olan) ahireti istiyor. Allah Azîz’dir, Hâkim’dir” (Enfâl, 8/67).
    Eğer, Allah Resûlü’nün, herhangi bir âyeti ketmetmesi düşünülseydi, herhalde ikinci olarak gizlenmesi gereken âyet bu olurdu. Fakat Allah Resûlü, vahye karşı tam bir emniyet insanıydı. Biz, her iki âyeti, ileride Efendimiz’in ismetini anlatırken tekrar ele alacak ve tafsilatıyla, o mevzu ile alâkalı yönünü de arzetmeye çalışacağız.
    Bütün Varlığa Karşı Emin Olması
    Allah Resûlü, nasıl risalet vazifesinde Rabb’inin gönderdiği mesajlara karşı emindi, öyle de O’nun emniyeti ruhunda öyle kök salmıştı ki, bütün varlığa karşı sürekli emniyet solukluyordu:
    İtikafta olduğu bir gün, Safiyye Validemiz (r.anha) kendisini ziyarete gelmişti. Biraz oturduktan sonra da kendi hanesine gitmek üzere müsaade istemişti. Allah Resûlü de hanımını uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmış ve henüz birkaç adım bile yürümemişlerdi ki, o esnada bir-iki sahabe hiç duraklamadan yanlarından uzaklaştılar. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurdu, sonra da Safiyye Validemiz’in yüzünü açarak: “Bakın, bu benim hanımım Safiyye’dir” dedi. Sahâbe beyninden vurulmuş gibiydi. “Maazallah, Yâ Resûlallah! Senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir ki?” dediler. Ancak, Allah Resûlü, her davranışıyla olduğu gibi bu davranışıyla da bir ders vermek istiyordu. Buyurdular ki: “Şeytan, sürekli insanın kan damarlarında dolaşır durur” 175. Şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre onun kafasına çok şey atabilir. Şimdi eğer, binde, hatta milyonda bir ihtimal dahi olsa, insanın aklına; “Acaba Allah Resûlü’nün yanındaki kadın kimdi?” şeklinde bir şüphe ve tereddüt arız olsa, -hafızanallah- o şahsın ebedî hayatını mahvedip îman nurunu söndürür. İşte, bundan dolayı O şefkat abidesi Yüce Nebî, derhal duruma müdahale ediyor, hem kendi emniyetini gösteriyor hem de cemaatının îmanını korumuş oluyordu.
    İşte O, emniyet ve güvenilirliğe bu kadar önem veriyordu. Zaten O’nun, daha peygamber olmadan evvel de ismi “Emin” değil miydi?176 Daha sonra kendisinin amansız düşmanı olanlar bile O’nu hep böyle tanımıyorlar mıydı? O, o kadar emin kabul ediliyordu ki; zannediyorum Ebu Cehil’e gidilip, ırz ve namusu dahil, en kıymetli şeylerini kime emanet edebileceği sorulsaydı, herhalde “el-Emîn”e diyecekti. Evet, ilk aklına gelen insan, Muhammedü’l-Emîn -aleyhi ekmeluttehâyâ- olacaktı. Evet öyleydi.. ve Allah Resûlü, bütün hayatını böyle bir emniyet ruhuyla geçirmişti.
    O, öyle bir emindi ki, bir kadının çocuğunu çağırırken, “gel, bak sana ne vereceğim”, demesi üzerine, derhal atılıp: “Ne vereceksin?” demişti. Kadın da “birkaç hurma verecektim Ya Resûlallah”, deyince: “Eğer ona hiçbir şey vermeyecek olsaydın, yalan söylemiş olacaktın” buyurmuşlardı.
    Zira Allah Resûlü, yalanı nifak alâmeti sayıyor ve ondan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yalan, münafığın üç alâmetinden biriydi. Diğer ikisi ise, verdiği sözde durmama ve emanete ihanet etme günah ve inhiraflarıydı177. Nifak, Allah Resûlü’nden nasıl ve ne kadar uzaksa, emanete ihanet etmek de o derece uzaktı...
    Allah Resûlü’nün emniyet ruhu ve emniyet anlayışı sadece insanlara karşı değildi. O’nun emniyet kuşağına bütün bir varlık giriyordu. Bir sahâbinin, atını yanına getirmek için, sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu öyle rahatsız etmişti ki, bu sahâbiyi çağırdı ve azarladı. Evet O, hayvanlara karşı dahi olsa emîn olmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyordu.178
    Yine bir defasında harpten dönülüyordu. Sahâbeden bir-ikisi, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Tam o esnada ana kuş geldi. Yavrularını yuvada göremeyince çırpınmaya başladı. Durmadan gelip-gidiyor ve sağa-sola uçup duruyordu. Allah Resûlü, durumdan haberdar olunca derhal yavruların yerine konulmasını, ana kuşa eziyet edilmemesini emretti. Sanki O, yapılan bu hareketin, yeryüzünde emniyetin temsilcileri olma durumundaki insanlara yakışmayacağını ifade buyurdu ... 179
    O’ndan akseden nurlarla nurlanmış, o ışıktan halesi ashabı da böyleydi. İşte, onlardan biri olan ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrah!. Hz. Ömer döneminde Şam’da vali bulunuyordu. Heraklius, ordusuyla gelip, Şam’ı tekrar istirdât teşebbüsünde bulunduğu sırada; Ebu Ubeyde’nin yanında az bir insan vardı. Bu itibarla da şehri savunmaları da mümkün değildi. Hemen Şam ahalisini bir araya topladı. Ve şunları söyledi: “Sizden cizye topladık. Bu cizyeye mukabil sizi korumamız gerekiyordu. Ancak şimdi o güçte değiliz. Dolayısıyla sizi koruyamayacağız; aldığımız cizyenin hepsini tekrar size iade edeceğiz. Zira bunu haksız yere yanımızda alıkoymamız caiz değildir..”
    Bunun üzerine, toplanan cizyeler sahiplerine dağıtılır. Bu müthiş manzara karşısında şaşkına dönen ruhban ve papazlar, kiliselere dolar ve müslümanları başlarından eksik etmesin diye Cenab-ı Hakk’a duâ duâ yalvarırlar. Müslümanları uğurlarken de “İnşaallah geri gelir ve bizi Heraklius’un zulmünden kurtarırsınız”, derler.180
    Ebu Ubeyde, emniyet telkin etmiş, emanet sıfatıyla yaşamış ve hristiyanların dahi gönlüne taht kurmuş bir rabbâniydi. Bugün batı, bizi dinlemiyorsa ve Avrupa’ya gönderdiğimiz insanların mesajlarına kulak asmıyorlarsa, bu tamamen bize ait bir eksiklikten kaynaklanmaktadır. Hiç şüphe yok ki, bizde eksik olan en önemli mes’ele ise üzerinde durduğumuz, emniyet ve güven hususudur. Biz, bu hasleti yeniden yakalayabildiğimiz gün, topyekün insanlık güvenebileceği bir milleti bulmuş olacak. Biz de devletler muvazenesinde yerimizi istirdât adına, en çalımlı adımı atmış sayılacağız.
    Osmanlı’nın cihan hakimiyetinde de, aynı emniyet atmosferinin tesirini görmek mümkündür.. harbe giderken geçtikleri bağ ve bahçeden yedikleri meyvelerin parasını, meyveyi kopardıkları dala asan ve öyle giden bu emniyet temsilcisi asîl ve necîp insanlar, ülkeleri kılıçla fethetmeden evvel, gösterdikleri bu emniyet ruhu ve civanmertlikle gönülleri fethetmişlerdi. Yoksa, ne o korkunç haçlı zihniyeti karşısında Avrupa’ya girebilirlerdi; ne de orada mevcudiyetlerini devam ettirebilirlerdi. Şam’da yaşayan Ebu Ubeyde misâli, tam dört asır bütün Balkanlarda ve Avrupa içlerinde yaşamıştı. Bundan dolayı da, o şanlı i’tila döneminde çok az zayiatla tâ Viyana kapılarına gidilmiş.. ve asırlar boyu da gidilen yerlerde emniyet ve huzurun temsilciliği yapılmıştı. Zannediyorum, cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde emniyetin tesisi için dökülen kan, beş asır, hem de yabancı uyruklar arasında asâyiş temini adına dökülmemişti... Evet, yapılan araştırmalar ve istatistikler, altı yüz senelik Osmanlı dönemindeki, bütün müsademelerde ölenlerin sayısının, son yarım asırda ölenlerin sayısından daha az olduğunu göstermektedir. Öyleyse, Osmanlı fetihlerinin sırf kaba kuvvete dayandığını iddia etmek kat’iyen doğru değildir. Diğer taraftan, o günkü nakil vasıtaları nazara alınacak olursa, o kadar geniş toprağa dağılmış bir devleti idare etmenin, sadece devlet otoritesiyle ve askerî güçle mümkün olamayacağı bedîhîdir.
    Evet, onların kalp ve gönülleri fethetmelerindendir ki, çeşitli ırka mensup insanları, aynı devletin çatısı altında hem de uzun bir süre ve ciddî hiçbir problem çıkarmadan idare edebilmişlerdir. Devrimizin muhabbet fedailerine düşen de, yine aynı usul ve aynı metod olsa gerek...

  7. #17

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7

    Ümmetini Emniyete Daveti
    Nebîler Sultanı, Allah’tan gelen mesajları emniyet içinde muhafaza ediyor ve bu emniyet atmosferini de, bütün varlığı içine alacak kadar geniş tutuyordu. Ümmetini de aynı ahlâkla ahlâklanmaya çağırıyor ve onlara, bütün insanlar arasında emîn olarak yaşamalarını tavsiye ediyordu. O’nun yanında hıyanetin en küçüğü düşünülemez ve tek bir mü’minin dahi gıybeti yapılamazdı. O, hemen karşısındakini ikaz eder ve ruhuna gıybet gubârının konmasına asla müsaade etmezdi.
    “Falan kadının boynu ne kadar uzun” diyen Hz. Âişe Validemiz (r.anha)’e: “Onun gıybetini yaptın ve etini dişledin” demesi181; Mâiz’in arkasından konuşan bir başka sahâbiye de aynı şekilde karşılık vermesi182; hep O’nun emîn olmasından ve emniyet hâlesi bir atmosferin, ruhlarda hasıl edeceği itmi’nânı bilmesinden kaynaklanıyordu.
    Kendisi daima şu duâyı okur ve ümmetine de tavsiye ederdi:
    “Allah’ım açlıktan Sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de Sana sığınırım; o ne kötü sırdaştır.” 183
    Emanete riayet etmek önemli olduğu kadar, hıyanete girmemek de, o derece önemlidir ve zaten bunlar, birbirinin lazımı hasletlerdir.
    Ahde vefa göstermeyen ve böylece hıyanette bulunan insanlar hakkında söylenen şu ürpertici ifade de, yine Allah Resûlü’ne aittir
    “Allah, kıyamet gününde, evvel-âhir bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek; ve: ‘İşte falan oğlu falanın vefasızlığı budur’ denilecektir.” 184
    Allah Resûlü’nün bütün fenalıklara karşı kapanmış, mühürlenmiş bir ruhu vardı. İyiliğin en küçüğüne hatta teferruat kabul edilenine de alabildiğine sînesini açar ve hep iyilik duygusuyla oturur-kalkardı. O, hayatını hep güven atmosferinde geçirdi. İnsanlık da, O’na güvendi, itimat etti. Halbuki O’na sırt çevirenler, aldandı ve yollarda kaldılar. Ancak O, her zaman bir koruyucu melek gibi ümmetinin üzerine titredi. Kim, ne zaman ve hangi şartlarda O’nun kapısını çaldıysa O’ndan Lebbeyk sesini duydu.
    O, nasıl güvenilir bir insandı, kendisi de Allah’a öyle güveniyor ve itimat ediyordu. O’nun, Allah’a güvenip itimat etmesi, emanet sıfatının, nebîden Allah’a urûcu ve yükselmesi demektir. Emanet Allah’tan nüzûlü ile peygamberde emniyet ve itmi’nân halinde zuhûr eder. Bu iki kavsiyenin ucu birleştiğinde de umûmî emniyet ve itimat hasıl olur.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32948
    Her peygamber Allah’a itimatla serfiraz kılınmıştır. Bu, onların ayrılmaz hususiyetlerinden ve yüce sıfatlarından biridir. Kur’ân, bize bunu şu âyetleriyle çok net şekilde anlatır:
    “Onlara Nûh’un haberini oku. Hani O, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla toplanıp yapacağınızı kararlaştırınız, sonra içinizde ukde, dert olmasın, bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin” (Yunus, 10/71).
    Hz. Nuh (as), Rabb’ine güveniyor, itimat ediyor ve karşısına aldığı bütün bir küfür cemaatına: “Eğer içinizde bulunuşum, duruşum, mevkîim ve emri tebliğ edişim size ağır geliyorsa, hazmedemiyorsanız dilediğinizi yapınız.. ben bulunduğum durum itibariyle Allah (cc)’a güvenip dayandım; işte siz, işte ben. Sizler yığınla insan, ben ise tek başımayım. Fakat bilin ki, Allah (cc), beni size karşı zayi etmeyecektir. Siz şimdi, bir araya gelin, kafa kafaya verin, meşveretler yapın ve benim aleyhime çeşitli plânlar kurun; bunu yaparken de bütün şeriklerinizi, ortaklarınızı ve yardımınıza koşacak herkesi bir araya toplayın. Toplayın ki, sonra içinizde bir ukde kalmasın; ‘keşke şunu da yapsaydık’ demeyin ve yapmanız mümkün olan her şeyi yapın, düşündüklerinizin hepsini tatbik edin! Şimdi ben, sizden gelebilecek her şeyi bekliyorum, gelsin!” diyor ve onlara meydan okuyordu. Hz. Nuh (as), bunları söylerken, Allah’a fevkalâde bir güven ve itimat içinde söylüyordu. O, kat’iyen biliyordu ki, Rabb’i, O’nu koruyup, muhafaza edecektir. Sefinesine kaç insan bindi, bilemiyoruz; fakat biliyoruz ki -Hz. İbrahim (as) dahil- nice peygamberler, hep O’nun soyundan gelmiştir.
    Çünkü Kur’ân, Hz. İbrahim’i O’nun milletinden sayıyor ve şöyle diyordu: “Şüphesiz İbrahim de Nûh’-un milletindendi” (Sâffat, 37/83).
    “Ben sırf Allah’a şahâdet ederim.. ve şahid olun ki, ben sizin şirk koşageldiğiniz şeylerden berîyim.. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin, (elinizden geleni yapın). Ben, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz olan Allah’a dayandım. Çünkü, yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu, O’nun elindedir). Şüphesiz Rabb’-im, doğru bir yol üzerindedir” (Hûd, 11/54-56).
    Hz. İbrahim (as)’in durumu, teslimiyeti ve tevekkülü ise şu şekilde dile getirilir:
    “İbrahim’de ve Onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi söylemeye gücüm yetmez’ demesi hariç. Rabb’imiz, Sana dayandık, Sana yöneldik ve dönüş ancak Sanadır dediler” (Mümtehine, 60/4).
    Evet, İbrahim ve yanında bulunanlar da, küfre karşı baş kaldırıyor ve kâfirlere meydan okuyorlardı. “Biz” diyorlardı; “sizin Allah’tan başka taptığınız her şeyden, fersah fersah uzağız. Biz, sizi ve bütün tağutlarınızı inkâr ettik. Aramızdaki düşmanlık ise geliştikçe gelişti.” Zaten bu düşmanlık, Hz. Adem’den günümüze kadar devam edegelmiştir. Îman ve küfür, ilk gününden beri birbirinin düşmanıdır. Aynı yer ve mekânı paylaşmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, elbette küfür, îmana çelme atmak isteyecek ve ondan rahatsız olacaktır. “Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan”, gözleri ışığa alışmadığından dolayı onlar, yarasalar gibi îman ve nübüvvet ışığından rahatsızlık duyacaklardır. Evet, siz de, bizim gibi Allah’a îman ve itimat etmedikçe aramızdaki düşmanlık hiçbir zaman kesilmeyecektir.
    Çünkü küfrün mahiyetinde sapıklık ve bürûdet vardır. Kâfir, bütün eşyaya düşman nazarıyla bakar. Mü’minin ruhunda ise, mürüvvet ve insanlık vardır. O, bütün kâinata bir kardeşlik beşiği olarak bakar. Herkesle bir birleşme çizgisi ve herkesle bir diyalog yolu araştırır. Mü’min böyle olurken, kâfir herkesle dalaşmaktan zevk alır. Halbuki, herkes Allah’a îman edip O’na yürekten inandığı zaman, umûmî bir sulh ve sükûn hasıl olacaktır. Bu sulhu, kâfirden ve küfürden beklemek ise tamamen gaflet ve safderûnluk olur. Çünkü küfrün, milletleri birbirleriyle boğuşturmakdan başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur.
    Bu itibarla kâfirle mü’min arasında hakiki ma’nâda diyalog olamaz. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in babasına söylediklerini bir istisna olarak zikretmektedir. Hz. İbrahim’in söylediği ise, sadece bir temenniydi ve Onun aşırı re’fet ve şefkatinden kaynaklanıyordu. Ancak, O da, Allah katında babasına karşı elinden birşey gelmeyeceğini açıkça ifade ediyordu. Ve sonra Hz. İbrahim: “Sana dayandık, Sana yöneldik” diyerek, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güven, itimat ve tevekkülünü dile getiriyordu. Zaten bütün peygamberlerin hayatı tetkîk ve tahkîk edilse, onlarda Allah’a tevekkül ve itimadın çok ağır bastığı müşahede edilecektir. Onların tevekkülleri sıradan insanların, tevekkül ve itimatları gibi değildir. Hele bu tevekkül, Peygamberler Sultanının tevekkülü ise. Evet, İki Cihan Serverinin tevekkül ve itimadı bütün peygamberlerin itimat ve tevekkülünden daha çaplı ve daha derince idi...
    Allah (cc), O’na bir kere “Hasbiyallah” demesini öğretmişti. Allah Resûlü de bütün hayatını O’na itimat, tevekkül ve emniyet içinde geçirmişti. Düşünmeli ki, Hz. Ali (ra) gibi haydar-ı kerrâr, kahraman ve şecaatlı bir insan, şöyle demektedir: “Biz harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman, derhal Allah Resûlü’nün arkasına sığınır, itmi’nân ve emniyete kavuşurduk.”185

  8. #18

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7

    Hicretteki Emniyeti
    Hicret edeceği zaman, evinin dört bir yanı, kendisini öldürmek için can atan insanlarla kuşatıldığında, O: “Biz onların önlerine de, arkalarına da sed koyduk” (Yâsin, 36/9) âyetini okumuş, onların yüzlerine bir avuç toprak saçmış ve hiçbir endişe emaresi göstermeden aralarından yürüyüp gitmişti186. Evet işte, o kadar fütursuz ve o kadar da korkusuzdu. Daha sonra yolu, Sevr Mağarasına uğruyor.. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri bir zirvede bulunuyordu. İşte O, tam elli üçüncü yaşında bu zirveye tırmanmıştı. Zaten bütün hayatı, çile ve ızdırapla geçmişti; bu da bir sonuncusuydu. Şimdi de bu talihli mağaranın kendi diliyle ettiği da’vete icabet ediyor, orada birkaç gün misafir kalıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü şereflendiriyordu...
    Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında bekleşiyorlardı. Arada, bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu; ve Hz. Ebu Bekir (ra), telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Resulü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve: “Eğer bu emaneti yerine ulaştıramadan O’na bir şey olursa...” diye endişe ediyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Halbuki Allah Resulü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itmi’nân ve emniyet insanı, dostu Hz. Ebu Bekr’i teselli ederek: “Korkma! Allah bizimle beraberdir” diyordu. Ve tekrar ediyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” 187
    Muharebe Meydanındaki Emniyeti
    Huneyn’in başında İslâm ordusunda bir dağılma baş gösterir. Öyle ki, bütün sahâbe, âdeta sağa-sola kaçışır; akibetin yenilgi ve mağlubiyet olduğu herkesçe bir kanaat haline gelmiştir. İşte tam o esnada beklenmedik bir hâdise olur. Allah Resulü (sav), Hz. Abbas’ın durdurmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atılır. O, gür ve mehâbet dolu sesiyle şöyle haykırır: “Ben Allah’ın Resulüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in torunuyum, bunda da yalan yok!” 188
    O’nun bu davranış ve şecaatıdır ki, kısa zamanda İslâm ordusunun derlenip, toparlanmasını sağlar. Ve ma’kûs talih yenilerek, idbâr ikbâle döner.
    Baş Döndüren Teslimiyet
    Bir ağacın altında istirahat etmektedir. Tam o esnada Gavres isminde bir kâfir, O’nun uykusundan istifade ederek, dala asılı kılıcını alır ve âdetâ gırtlağına dayar. Müstehzî bir eda ile de: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Buna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermez. Çünkü O’nun, Allah (cc) ’a itimadı tamdır. Kendinden emin bir şekilde “Allah” diye bağırır. O’nun bu gürleyişi âdetâ kâfirin ödünü koparmıştır; kılıcı elinden düşer ve olduğu yerde kalakalır. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam, sıtmalı gibi titremeye başlar. O esnada, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar da oraya gelmişlerdir. Gördükleri manzara, onları da hayrete sevkeder. Daha sonra, olup bitenleri öğrenince, Allah’a karşı îman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada gördüğü güvenle “el-Emîn”e güven sözü verir ve oradan ayrılır.189
    Batılı meşhur mütefekkir Bernard Shaw diyor ki: “Hz. Muhammed çeşitli yönleriyle insanın başını döndürecek üstünlükleri olan bir insandır. Bu sır insanı, tam ma’nâsıyla anlamak mümkün değildir. Bilhassa O’nun anlaşılamayacak üstünlükte bir yanı vardır ki, o da Allah’a olan güven ve itimadıdır.” Shaw doğru söylüyordu..
    O, Allah’a öyle bir itimad ve teslimiyet içindeydi ki, O’nu bildiğimiz kıstaslarla, ne ölçmemiz ne de değerlendirmemiz mümkün değildir. Ve, O’nun Allah indindeki yeri, değeri, nazı da Allah’a güveni ve itimadı ölçüsündedir. Yerinde O’nun isteme, dileme ve iltimasıyla geceler gündüze döner, zulmetler nur olur, kömür elmasa inkılâp eder ve dilencilere sultanlık mülkü bağışlanır. Bu münasebetle Hasan Basrî Hazretlerine müsned bir hâdiseyi nakletmek istiyorum. Efendimiz’le irtibatlı olmanın ehemmiyeti açısından, bence oldukça mühim bir hâdise sayılır. Vak’anın, hadîs kriterleri açısından tenkidi yapılabilir ama; benzeri vak’alar o kadar çoktur ki, adiyattan sayılabilir ve naklinde hiçbir mahzur yoktur. Hâdise şudur: Basralı bir genç, yaşlı babasıyla Hacc’a niyetlenir. Mekke’ye giderken yolda babası vefat eder.. eder ama adam, meshe uğramış ve şeklen sevimsiz bir mahlûka benzemiştir. Bu durum zavallı gence o kadar dokunur ki, şaşkına döner ve ne yapacağını bilemez: Şimdi, kimi çağırıp da bu cenazeyi ona gösterecek ve yardım isteyecektir! Bu dertle kıvranırken, aniden üzerine bir ağırlık çöker.. ve uyku ile uyanıklık arası bir halde iken çadır kapısının açıldığını ve güneş yüzlü birisinin içeriye girdiğini görür. Bu gökçek yüzlü zat, babasının cenazesi başında durur, eliyle onun bütün vücudunu sıvazlar, derken, elinin değdiği her yer eski haline döner ve babasının cenazesi pırıl pırıl nûrânî bir insan haline gelir. Genç, hayret içinde ve kendinden geçmiştir. Gelen zat, tam çadırdan çıkacağı sırada genç ileriye atılır: “Allah aşkına söyle, sen kimsin?” der. “Sen beni tanımadın mı? Ben Muhammed’im.” Bunu duyan genç, sevinçten uçacak hale gelir. “Ya Resûlallah bu olanlar nedir? Niçin babamın şekli değişmişti?” Allah Resûlü: “O, devamlı içki içiyordu. Mesholmasının sebebi buydu” der. Genç: “Teşrifinizin sebebi?” diye sorunca da, Allah Resûlü şu cevabı verir: “Çünkü senin baban, ne zaman benim adım anılsa, bana salavat getirirdi...”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32949
    İşte, bu adamın bu kadarcık irtibatı, karşılıksız kalmıyor ve Allah Resûlü, en muhtaç olduğu bir anda onu şefaatle kucaklıyor. Öldüğünü haber alınca ruhâniyeti, Allah’ın izniyle hemen orada hazır oluyor.
    Allah Resûlü, insanlar arasında en çok güvenilecek ve kendisine itimat edilecek bir şahsiyettir. Ümmeti de aynı itimada layık olmalıdır. Onun içindir ki, bir âyette şöyle buyrulur:
    “Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah, her şeyi işitici ve her şeyi görücüdür” (Nisâ, 4/58).
    Bu âyetin nüzul sebebini Hz. Ali (ra) şöyle anlatıyor: “Mekke fethedilince Efendimiz, Ka’be’nin anahtarlarını, o gün müslüman olmamış olan Osman b. Talhâ’dan alıp, Ka’be’yi bizzat kendisi açtı. Derken, Hz. Abbas gelip anahtarları taleb etti. İhtimal, istikbâlin büyük mü’mini o emanete daha layıktı. Ve aynı zamanda anahtarların ona verilmesi onun gönlünü de açacaktı. Ve öyle de oldu. Evet, bu âyet nâzil olunca Ka’be’nin anahtarları tekrar Osman b. Talhâ’ya verildi. Ve az sonra bu büyük zat müslüman oldu.190 Ancak âyetteki hüküm umumîdir. Zira, Allah Resulü, emanetin ortadan kalkmasını, kıyamet alâmeti olarak saymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin!” Sahâbe sorar: “Ya Resulallah! Emanet nasıl zayi olur?” Cevab verir: “İş, ehli olmayana verildiği zaman!” 191
    Evet, emanet çok önemlidir. İşi ehline vermek, bir emanettir, bu da, dünya nizamını ayakta tutacak en mühim âmillerden biridir. Emanetin zayi olması, umûmî dengenin ve nizamın ortadan kalkmasıyla aynı ma’nâya gelir. Böyle bir dünyanın ise, varlığı ile yokluğu müsâvidir. Başka bir hadîslerinde bu hususla alâkalı Allah Resûlü şöyle buyurur:
    “ Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl-ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mes’ûldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mes’ûldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur.” 192
    Bu geniş perspektifle anlatılmak istenen şudur ki, burada herkes birbirine emanettir. Varlık, bütünüyle Allah’a emanettir. Kur’ân evvela Cibrîl’e, sonra da Hz. Muhammed Aleyhisselâma emanettir. Kur’ân hakikatleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın da’va-yı nübüvveti, ümmete emanettir. Ardından da yine bütün ümmet Allah (cc)’a emanettir.
    Hayatı meydana getiren ve toplum hayatına hayat olan bütün unsurlar, birbiri içine girmiş daireler gibidir. Bunlardan birinde meydana gelecek en küçük bir arıza, katlanarak diğer dairelere de sirayet edecektir. Zannediyorum bunda kimsenin şüphesi yoktur. Fert plânında bir arıza var ve bu arıza derhal giderilmiyorsa, kısa bir zaman sonra onun tedavi edilmez bir kangrene dönüşeceğinden şüphe edilmemelidir. Öyle ise her daire, kendi uhdesine aldığı emaneti hakkıyla yerine getirmelidir ki, muhtemel bütün arızaların önü alınabilmiş olsun.
    İşte hadîs-i şerifte de bu irtibata ve bu bütünlüğe işaret edilmektedir. Bu işaret çerçevesinde, kapıcıdan devlet reisine kadar milleti meydana getiren bütün fertler, emanet mevzuunda kendi sorumluluklarının şuurunda olurlarsa, insanlık ütopyalarda aradığını bu “emin”ler topluluğunda bulacaktır.
    Emanetin bu her şey sayılan ehemmiyetindendir ki, Allah Resulü şöyle buyurur: “Emaneti olmayanın îmanı da yoktur” 193. Elinin altında bulunan emanete riayet etmeyen ve emanetin hakkını görüp gözetmeyen kimsenin îmanı da, tam ve kâmil değildir.
    Yani, bir cihetten îmanla emanet, birbirine sebep ve netice gibidirler: Emanete riayet etmeyen bir insan, kâmil mü’min sayılamayacağı gibi, kâmil mü’minlerin dışında da sağlam bir emanet düşüncesi bulmak zordur. Evet, eğer insan kâmil bir mü’min ise o, emanette de emin olacaktır; eğer emanette emin olamıyorsa, îmanı da kâmil değil demektir.
    Başka bir hadîslerinde, Allah Resulü, mü’minin tarifini yaparken şöyle buyururlar: “Hakiki mü’min odur ki, insanlar malları ve canları hususunda ona karşı emniyet içindedirler.” 194
    Efendimiz’in sıdkını anlatırken arz ettiğim bir hadîsi -meâl olarak- mevzumuzla alâkalı gördüğüm için tekrar etmek istiyorum. Allah Resûlü meâlen şöyle buyururlar: “Siz bana altı mes’elede söz verin; ben de size cenneti tekeffül edeyim.”
    1. “Konuşurken dosdoğru konuşun!” Evet, davranış ve beyânlarınız dosdoğru olsun.. ve sizler bu mevzuda âdeta birer oka benzeyin!
    2. “Va’dettiğinizi yerine getirin!” Zaten bunun aksi münafıklık alametidir ki, yukarıda bir nebze bahsedilmişti.
    3. “Emanette emin olun!” Bir yerde emin bilindiğinizden dolayı size birşey emanet edilmişse, sakın sizi böyle zannedeni, zannında yalancı çıkarmayın! Hatta, onların hüsn-ü zanlarını ahirette dahi yalan çıkarmamaya bakın!
    4. “İffetli olun!” Irz ve namusunuzu koruyun; başkalarının ırz ve namusunu aynen kendi namusunuz gibi muhafaza edin! (Bu bahsi ileride iffet bahsini işlerken tafsilatıyla ele alacağız).
    5.“Gözlerinizi harama karşı kapayın!” Size ait olmayan şeylere bakmayın ve istifadesine mezun olmadığınız şeylere göz dikmeyin!
    Harama bakmak, kalbi ifsad eder. Bir kudsî hadîste şöyle buyrulur:
    “Harama bakmak şeytanın zehirli oklarından bir oktur. (Sizin irade yayınızdan çıkar ve kalbinize saplanır. Veya şeytana ait bu yay, sizin irade elinizdedir). Kim bana saygısından dolayı o bakışı terkederse, onun kalbine öyle bir îman salarım ki, onun zevkini bütün kalbinde hisseder.” 195
    6. “Elinizi başkalarına zarar vermekten uzak tutun! ” Hiç kimseye ve hiçbir şekilde kötülük yapmayın!196
    İşte, bir bakıma emniyet insanı olmanın şartları sayılan bu maddelere riayet eden bir insan, emin olarak yaşar, ahiretini de bu şekilde emniyet ve garanti altına almış olur. Zaten bu mevzûda, Allah Resûlü’ne söz verene, O da Cennet sözü vermektedir.
    Evet, yeryüzünün güven içinde devamı, emin insanların söz sahibi olmalarına bağlıdır. Eğer topyekün İslâm âlemi, kendine tevdi’ edilen emanete sahip çıkar, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi haline gelebilirse, dünya da yeniden muvazene ve dengeye kavuşacaktır. Yoksa şu anda, sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın hali yürekler acısıdır. Bu tabloyu Akif, şu mısralarla ne güzel dile getirir:
    Haya sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
    Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!
    Vefa yok ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;
    Yalan raiç hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
    Ne tüyler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş!
    Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman turâb olmuş

  9. #19

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7

    Ey ümit tomurcukları!
    Din hakikatını yeniden yeryüzüne getirip ikame edecek sizlersiniz. Siz öyle bir kökün sürgünleri ve öyle bir ışık kaynağının hüzmelerisiniz ki, onlar, tarihin karanlık bir döneminde cihanları ışığa boğdu ve bir “şecere-i tûba” gibi dal, yaprak ve çiçekleriyle her yana yayıldılar. Ve işte o dönemde soylu milletimiz, devletlerarası görüşmelerde, her sözü emir kabul edilen hâkim bir devlet haline gelmişti. -İnşaallah- içinde bulunduğumuz karanlık günleri -ki çok çabuk geçeceğine inanıyorum- atlatarak o aydınlık çağları yine sizler ihyâ edeceksiniz. Yerin altındakiler de, üstündekiler de sizden bunu beklemekte.. ve bilhassa, ruhaniyatıyla her zaman aranızda dolaşan.. bazen siz hissetmeseniz, görmeseniz de başınızı okşayıp, sırtınızı sıvazlayan Hz. Muhammed Aleyhisselâm da, o ümit dolu bakışlarıyla, her çizgisi şefkat bûsesi tebessümleriyle sizden bunu beklemektedir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32950
    Siz, emin insanlar olarak istikametten ayrılmaz ve çevrenize hep emniyet ve itmi’nân mesajları sunabilirseniz.. evet, bunu başarabildiğiniz zaman topyekün insanlığın kalp kapıları, ardına kadar size açılacak ve ilkler gibi siz de, o kalblerde tahtlar kuracaksınız. Unutmayın ki, bu neticeye, daha doğrusu bu zirveye ulaşabilmenin en önemli şartı da emanette emin olmaktır.
    Eğer, dünya muvazenesinde yeniden denge unsuru olmak; ve dünyanın kaderiyle alâkalı kararlar alınırken gözünün içine bakılır bir millet haline gelmek istiyorsak -ki, buna mecburuz- o zaman, hakkın, adaletin, istikamet ve güvenin temsilcileri olmalıyız...

  10. #20

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 8

    TEBLİĞ
    Peygamberlerin üçüncü sıfatı tebliğdir. İsterseniz siz buna İslâm hakikatını anlatma veya “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker” de diyebilirsiniz. Netice değişmez; peygamberliğe ait bu yüce sıfatı anlatmış olursunuz.
    Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Tebliğ olmasaydı, peygamberlerin gönderilişi de ma’nâsız ve abes olurdu. Allah (cc) insanlara olan lütûf ve keremini, peygamberlerle canlandırmış ve onların hayatlarıyla rahmâniyet ve rahîmiyetini tecelli ettirmiştir. Bunun diğer insanlara aksetmesi ise, ancak tebliğ ile olacaktır.
    Nasıl ki, Allah (cc) şu hergün bize tebessüm eden güneşi semamıza perçinlemekle bize, rahmâniyetinin bir cilvesini gösteriyor... O güneş ki, ısınacak şeyler için bir soba, pişecek şeyler için bir ocak ve rengarenk güzelliklerin çehresinde âdeta bir fırça vazifesi görmektedir. Aynen öyle de, peygamberan-ı izâm tıpkı güneş gibi Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetini gösterirler. Onlar ve bilhassa, hakkında “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 27/107) denilen Hz. Muhammed Mustafa (sav) insanlar için de Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin temsilcisidir.. yani, O gelmeseydi ve diğer peygamberlerin da’vasını yenilemeseydi bizim Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine mazhariyetimiz hiç mi hiç söz konusu olmayacaktı. Cehaletin, küfrün ve dalâletin vahşi çöllerinde, hep kimsesiz, şaşkın ve hayret içinde kalacaktık da ondan.
    İnsanlık vahşet içinde kıvranırken, Peygamberimiz ve O’nun soluklarında diğer peygamberlerin hayat veren nefeslerini duydu. O nefesleri duyuncadır ki kendini, binbir baharın cilveleştiği bir cennet bahçesinde buluverdi. Yoksa, vahşetten, kimsesizlikten çıldırıp ölecekti...
    Evet, biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Bu müthiş sorular, sürekli bir matkap gibi beynimizi delecekti. Delecekti ve biz, bir cevap bulamayacak ve bu sancıyı bir ömür boyu çekmek zorunda kalacaktık. Hele kabirdeki sadefleşmiş kemikler.. onları hayalen gördükçe ürperecek ve içimizi kapkaranlık korkular saracaktı.. ve bunlardan da öte, yokluk, yok olma düşüncesi ve her geçen dakikanın bizi yok olmaya yaklaştırdığı endişesi, yaşadığımız hayatı bize zehir edecekti.
    Peygamberler gelip bize hayatın gayesini ve ölümün hakikatını anlattılar. Bu sayede anladık ki, dünyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Ölüm, yokluk ve hiçlik değil, o sadece bir mekan değiş-tirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret âlemine açılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz, peygamberlerden bunları duyunca vahşetimiz dağıldı, her şey ünsiyete kalb oldu. Kalbimizi ve kafamızı dolduran bütün endişeler ve korkular silinip gitti, yerine ünsiyet ve neşe geldi...
    İşte, peygamberler, bizlere bu ve benzeri mesajları getirmişlerdir. Ve bu mesajları bize duyurmaları, onların varlık gayeleridir. Biz, tebliğ vazifesini, bir hak ve bir vecîbe olarak görür ve yerine getiririz. Peygamberler ise onu, hayata geliş gaye ve hikmet şuuru içinde yaparlar. Ve derler ki: “Bizim dünyaya gelişimizde, başka hiçbir gaye yoktur. Allah, bizi şu insanlara gönderdi ki, onların sağ-sol, ön-arka, alt ve üstlerini değişik karanlıklara karşı aydınlatalım.. onlar da böyle bir aydınlık yolda sapmadan yürüyebilsinler. Öyle ki, şeytan hiçbir yönden yol bulup onların ruhuna giremesin ve onlar da bu uzun yolculukta yolda takılıp kalmasınlar...”
    Evet, yine tekrar ediyorum: Biz, tebliği bir vazife olarak yaparız; peygamberler ise, yaratılışlarının gayesi olarak bu vazifeyi yerine getirirler.

Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN ÖZELLİKLERİ 1
    By akin_2546 in forum Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:28
  2. sonsuz nurdan - peygamberlirin gönderiliş gayesi
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:14
  3. sonsuz nurdan - yolculukları
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:07
  4. sonsuz nurdan - karanlık devre
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:05
  5. sonsuz nurdan - BEKLENEN ŞAFAK
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:04

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.