Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 1/4 123 ... SonSon
33 sonuçtan 1 ile 10 arası
  1. #1

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 1

    SIDK-DOĞRULUK
    Doğruluk, peygamberliğin mihveridir. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberin ağzından çıkan her şey tasdik edalıdır. Çünkü onlar, hilâf-ı vâki hiçbir beyânda bulunmazlar. Kur’ân-ı Kerîm bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder:
    “Kitabda İbrahim’i de an. O dosdoğru (Sıddîk) bir nebîydi” (Meryem, 19/41).
    Yani sen o büyük peygamber olan İbrahim (as)’i Levh-i mahfuzda veya onun sabit hakikatı ve istinsahı olan Kur’ân’da hatırla ki, o, özü sözü, davranışları, düşüncesi dosdoğru bir nebîydi.
    “Kitapta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve nebîydi” (Meryem, 19/54).
    “Kitapta İdris’i de an. O dosdoğru bir nebîydi. Onu yüksek makamlara yücelttik” (Meryem, 19/56-57).
    Hz. Yusuf (as)’a hapishane arkadaşının hitabını Kur’ân naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir: “Ey özü sözü doğru Yusuf!” (Yusuf, 12/46).
    Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (cc) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’ân’da doğru olanları tebcîl ediyor:
    “Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119).
    “Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Resûlü’ne îman eden, O’ndan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır” (Hucurât, 49/15).
    Sadıklar Övgüye Layıktır
    Ve sözünün eri sadıklar Kur’ân’da tebcîl edilir:
    “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 33/23).
    Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum:
    Enes b. Mâlik -ki Allah Resulü’nün hizmetkârıdır. Efendimiz Medine’ye teşrif edince, annesi, henüz on yaşlarında olan Enes’in elinden tutup onu Allah Resûlü’ne getirmiş ve “Ya Resûlallah! Oğlum hayatı boyunca sana hizmet etsin” demiş ve Enes’i orada bırakıp gitmişti 69 -“Bu âyette kastedilen şahıs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir” der.
    Enes b. Nadr, Akabe’de Allah Resûlü’nü görünce O’na büyülenmiş gibi bağlanmış ve delicesine sevmişti. Fakat her nasılsa Bedir’de bulunamamıştı. Halbuki Bedr’in ayrı bir yeri vardı. Hatta Bedir’de bulunanlar ashab arasında nasıl seçkinse, Bedir’e iştirak eden melekler de gök ehli tarafından öyle seçkin görülürdü. Bu, Bedir’de bizzat bulunmuş ve meleklere kumandanlık yapmış Cibrîl’in sözüydü70. Gel gör ki Enes b. Nadr bu fırsatı kaçırmıştı ve yanıp yakılıyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi derdini Allah Resulü’ne şerh etti: “Ya Resulallah, eğer bir daha onlarla karşılaşmak nasip olursa, işte o zaman kafirlerin benden çekecekleri var.” Enes’in bu içten duâsı kabul olmuş ve Uhud’da küffarla karşı karşıya gelmişti...
    Uhud.. Uhud deyince insanın içi burkulur. Çünkü orada yetmiş sahâbe şehid edilmiştir. Kimbilir belki de Uhud’daki bu acı hatıradan ötürü ona bir isnatta bulunuruz diye, Allah Resûlü bir gerçeği ifadenin yanında, önlem almış ve birgün Uhud’un yanından geçerken: “Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever biz de onu severiz” buyurmuştur.71
    Uhud sarp bir dağdır. Fakat Uhud savaşı o dağdan da sarp cereyan etmiştir. Her nasılsa sahâbe geçici olarak nöbet yerini istenen şekilde koruyamamış, hatta mevziini değiştirmiş ve böylece Allah Resûlü’nün gösterdiği tabyanın dışına çıkmıştı. Evet, bu sadece bir strateji ve bir tabye aramaydı. Bu itibarla da buna bozgun demek doğru değildir. Bizim sahâbeye karşı olan saygı anlayışımız da bu çizgidedir.
    Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmış, mübarek dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmış ve vücudu kan revan içinde kalmıştı. Ama her şeye rağmen O mağfiret ve Rahmet Peygamberi, ellerini açmış, duâ duâ yalvarmış ve: “Allah’ım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar” buyurmuştu.72
    Enes b. Nadr oradan oraya koşuyor ve bir sene önce Allah Resulü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyordu. Çalışıyordu ama, o da çokları gibi sona doğru bir noktada dolaşıyordu. Evet, vücudu delik deşik olmuş, son anlarını yaşıyordu. Dudaklarında son tebessüm, yanına yaklaşan Sa’d b. Muaz’a şu sözleri söylüyordu: “Resulullah’a benden selâm söyle. Vallahi şu anda Uhud’un arkasından cennet kokularını duyuyorum.”
    O gün nice şehitleri tanımak mümkün olmamıştı. Hamza tanınamamış, Mus’ab b. Umeyr bilinememiş, Abdullah b. Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince ancak hakkında “O’dur” diye hüküm verilebilmişti. Enes b. Nadr da aynı durumdaydı. Kızkardeşi gelmiş, kılıcı tutan eline -ki ihtimal tek oradan yara almamıştı- bakıp onu tanımış ve gözleri dolu dolu, “Bu Enes b. Nadr, Ya Resulallah!” diyebilmişti.73
    İşte âyet bu civanmerdi anlatıyordu. O verdiği sözde durdu.“ Ölesiye savaşacağım” dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancı çıkaramadı.
    Âyetin onu anlatması, onun, inananlara da bir örnek olması içindir. Evet “Lâilâheillallah” dedikten sonra, her ferd bu denli o kelimenin muhtevasına sadık kalmalıdır ki, din harap, îman serâb, şeair de payimal olmasın...
    Enes b. Nadr ve Enes b. Nadırlar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoğru olduklarını isbatladılar. Çünkü onlar derslerini, kâinatın efendisi Muhammedü’l-Emin’den almışlardı. O nasıl doğru ve emindi, dostları da aynı şekilde doğru ve emindiler...
    Cahiliye O’nu “Emin” Tanımıştı
    Mekkeli O’na mücerred adıyla değil, ismine “el-Emin” sıfatını ekliyor ve öyle hitap ediyordu.. evet, O bu sıfatıyla meşhurdu. Ne mutlu bizlere ki, bizler de sabah akşam söylenmesi müstahsen olan bir virdde O’nu böyle anıyor ve : diyoruz.
    Kâ’be tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in (Biz Es’ad: Mutlu Taş diyelim) tekrar eski yerine konulması büyük bir mes’ele haline gelmişti. Kabileler kılıçlarını yarıya kadar sıyırmış ve herkes bu şerefin kendine ait olmasını istiyordu. Sonunda şöyle bir karara vardılar. Kâ’be’ye ilk girenin hakemliğini kabul edeceklerdir. Herkes merakla bekliyordu.. ve tabii, Allah Resulü’nün hiçbir şeyden haberi yoktu. O’nun dosta-düşmana güven telkin eden gül yüzü görününce, oradakiler sevinçlerinden havaya zıplayıp “Emin” geliyor, dediler ve O’nun hükmüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler... 74
    Zira O’na güvenleri tamdı. Allah Resûlü o gün henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti ama, herkesin itimat edeceği bir insandı ve bir peygambere ait bütün vasıfları üzerinde taşıyordu.
    Evet, fazîlet odur ki, düşmanlar dahi kabul ve tasdik etsin. İşte, -o güne göre- Efendimiz (sav)’in en azılı düşmanı Ebu Süfyan’ın, O’nun doğruluğunu tasdiki:
    Allah Resulü etraftaki hükümdarlara nâmeler gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de, Roma imparatoru Hirakl’e (Hireklius) göndermişti. Hirakl, mektubu baştan sona okudu. O sırada Şam bölgesinde bulunan Ebu Süfyan’ı çağırttı ve aralarında şu şekilde bir muhâvere cereyan etti:
    -O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi fakirler mi?
    -Fakirler.
    -Hiç O’na inananlardan dönenler oldu mu?
    -Şimdiye kadar hayır.
    -Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?
    -Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar.
    -Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?
    -Hayır, O’nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadık.
    Ve işte mektubun tesirinden sonra, henüz müslümanların en amansız düşmanı olan Ebu Süfyan’dan aldığı bu cevaplarla çarpılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:
    -Bir insanın bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a karşı yalan söylemesi düşünülemez.75
    Sadece mevzumuzla alâkalı yönünü aktarmak için çok kısa temas ettiğimiz bu hâdisede, Allah Resûlü’nün doğruluğuna iki delil vardır. Birincisi, Bizans İmparatoru Hirakl’dir ki, yukarıda kaydettiğimiz sözü söylemiştir. İkincisi ise, o gün için henüz İslâm’la şereflenmemiş Ebu Süfyan’ın verdiği cevaptır ki, Allah Resûlü’nün doğruluğunu kabullenip tasdik etmiştir. Ne var ki, Hirakl, makam ve mansıp sevdasını aşıp, ayağının dibine kadar gelmiş bir hakikî ve ebedî mülkü elde edememiş; müslüman olup bahtiyarlar zümresine girememişti. Buna rağmen Allah Resûlü’nün risaletini kabul edip saygılı davranması, onun namına bir basiret jesti, bizim hesabımıza da sevindirici bir itiraf olmuştur.. Resûlullah’ın sadakatını itiraf.
    Esasen, Hirakl’in söyledikleri çok derindir. Evet, kırk yaşına kadar sıradan insanlara karşı dahi, şakacıktan olsun yalan söylemeyen bir insan, ölüm koridoruna girdiği bir devrede, hem de Allah’a karşı yalan söylemesi nasıl mümkün görülebilir ki..?
    Yâsir henüz Müslüman olmamıştı. Oğlu Ammar’a nereye gittiğini sordu. Ammar:
    - Muhammed (sav)’in yanına.
    Bu cevap Yâsir’e yetmişti.
    - O Emin bir insandır. Mekkeli O’nu böyle tanır. Eğer O, peygamber olduğunu söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’nun yalan söylediğini kimse duymamıştır...
    Bu sözler, bu kabullenmeler, sadece birkaç kişiye mahsus değildi.. ışık çağı ve ona tekaddüm eden yıllarda, O’nu tanıyan hemen herkes, hem de ittifakla O’nun doğruluğunu tasdik ediyordu.
    Hep Doğruluk Tavsiye Etmişti
    O hep doğru olarak yaşadığı gibi ümmetine de dâima doğruluğu tavsiye etmiştir. Teberrüken bunlardan birkaçını burada zikretmek istiyorum:
    “Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim:
    - Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
    - Va’dettiğiniz zaman yerine getirin!
    - Emanette ‘emin’ olun!
    - Apış aranızı koruyun!
    - Gözlerinizi harama yumun!
    - Ellerinizi haramdan uzak tutun.” 76
    Evet, O hep ok gibi doğru yaşamış, doğruluğu tavsiye buyurmuş ve O kendine has doğrulukla âdetâ imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Öyle bir noktaya ki, onun ötesinde sadece ve sadece Allah sıdkı vardır. Yani Allah Resûlü, doğrulukta da (Necm, 53/9) ufkunda seyrediyordu. Evet O, bir yönüyle imkân dairesindeydi; ancak bir başka yönüyle imkân âlemini aşmıştı. Mi’râc münasebetiyle Kâdı İyâz’ın dediği gibi O, bir yere geldi ki, ayağını nereye basacağını şaşırdı. O’na “bir ayağını diğerinin üzerine koy” dendi. Elbette O, her hususta bir beşerdi. Fakat doğruluk O’nu işte böyle bir seviyeye yükseltmişti. O, bize de aynı tavsiyede bulunmakta ve: “Doğru söylemeye söz verin, hayatınıza yalan karıştırmayın, ben de size cenneti söz vereyim” demektedir.
    Başka bir hadîslerinde de şöyle buyururlar : “İçinde kuşku uyaran şeyleri bırak, terket (kuşkusuz bir iklimde yaşa). Doğruluk insanın içinde itmi’nân ve oturaklaşma hasıl eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantıdır.” 77
    Yine buyuruyor: “Daima doğruluğu araştırın! Doğrulukta helakinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluşunuz vardır.” 78
    Başka bir hadîste de şöyle ferman eder:
    “Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr’e, o da sizi cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa Allah katında sıddıklardan yazılır.
    Yalandan sakının. Yalan insanı fücura (günaha) o da cehenneme götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.” 79
    Kurtuluş ve necat doğruluktadır. İnsan doğrulukla ölse bile bir kere ölür; halbuki her yalan ayrı bir ölümdür.
    Ka’b b. Mâlik (ra): “Ben doğruluğumla kurtuldum” der. Evet, doğruluk deyince O’nu hatırlamamak mümkün değildir.
    Ka’b b. Mâlik, kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şairdi. Şiirleriyle kafirlerin moral dünyalarını alt-üst edebilirdi..
    Akabe’de gelip Allah Resûlü’ne biat etmişti. Dolayısıyla da Medine’nin ilklerindendi. Fakat Tebuk seferine katılamamıştı. Tebuk zorlu bir savaştı. Bu savaşta bir avuç insan koskoca Roma imparatorluğunun ordularıyla yaka-paça olacaktı. Hem de çölün o kavurucu ve bitirici sıcağında. O düşünceyle gidildi.. o civanmertlik gösterildi.. o sevap alındı ama o korkunç muharebe sadece düşüncelerde kaldı.
    Allah Resulü, bütün askerî harekatlarını gizli tutarken bu defa açık gitmiş ve herkesi açıktan da’vet etmişti. İşte, böyle açık bir da’vete rağmen Ka’b, bu sefere iştirak edememişti.
    Şimdi siyer kitaplarına kendi serencamesini kendi ağzından icmal ederek anlatalım:
    “Herkes muharebeye da’vet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktı. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldı. Böyle olacağı bildirilmiş veya bildirilmemişti ama, Allah Resûlü bu muharebeye ayrı bir ehemmiyet veriyordu.
    Herkes gibi ben de hazırlıklarımı tamamladım. Hatta o güne kadar hiç bir harbe bu kadar iyi hazırlanmamıştım. İki Cihan Serveri hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasıl olsa onlara yetişirim, diye beraber çıkmadım. Hiç de bir işim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alıkoyuyordu. Bugün-yarın-öbürgün, derken günler gelip geçiverdi. Artık Allah Resûlü’ne yetişmem mümkün değildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saatı günler süren bir bekleyişle bekledim.
    Nihayet, Allah Resûlü’nün seferden dönüşü her yandan duyulmaya başladı. Zaten her defasında öyle olurdu. Medine, O’nun dönüşüne yakın yeniden bir kere daha canlanırdı. İşte şimdi yine herkesin yüzünde bir beşâşet vardı; Allah Resulü dönüyordu...
    Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine’ye avdet etti. Efendimiz de mutâdı olduğu üzere evvela mescide uğrayıp iki rekat namaz kılmış ve halkla görüşmeye başlamıştı. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iştirak etmeyenler de özür beyanında bulunuyorlardı. Benim durumumda olanlardan da çoğu mazeret bildirmiş ve Allah Resûlü tarafından mazeretleri kabul edilmişti. Ben de aynı şeyi yapabilirdim. Zira, içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama, nasıl olur da hiçbir mazaretim olmadığı halde Allah Resûlü’ne yalan söyleyebilirdim. Yapmadım, yapamadım. Karşılaştığımızda, İki Cihan Serveri kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karşıladı beni. Ve ‘neredeydin?’ dedi. Durumumu olduğu gibi eksiksiz anlattım. Başını çevirdi ve dil ucuyla: ‘Kalk git” dedi.
    Dışarı çıktım. Kavmim etrafımı sardı: ‘Sen de bir mazeret söyle, kurtul’ dediler. Dedikleri bir aralık kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: Benim durumumda olan başkaları var mı? ‘Var’ dediler ve iki isim söylediler. İkisi de Bedir’e iştirak etmiş namlı, şanlı sahâbeler arasında bulunuyorlardı: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doğruyu söylemişler ve benim durumuma düşmüşlerdi. -Estağfirullah- İntizar koridoruna girmişlerdi. Benim için kendilerine ittiba edilecek insanlardı ikisi de.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim.
    Üçümüz hakkında bir emir yayınlandı. Artık hiçbir Müslüman bizimle görüşüp, konuşmayacaktı. Diğer iki arkadaşım evlerine kapanıp, durmadan gece gündüz ağlıyorlardı. Ben, aralarında en genç ve kuvvetli olandım. Sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuşmuyordu. Vaktimin çoğunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü’nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediğim oluyordu.. heyhat ki, hergün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakıp tebessüm etmemişti. Selâm veriyordum; acaba dudakları kımıldayacak mı diye gözlerimi dudaklarına dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kımıldama olmuyordu.
    Çok defa namaz kılarken gözümün ucuyla O’na bakıyordum. Namaza başladığımda bana bakıyordu. Fakat namazımı bitirince hemen benden gözünü kaçırıyordu. Tam elli gün böyle geçecekti. Bütün insanlar ve bulunduğum yer bana öylesine yabancılaşmıştı ki, kendimi yabancı bir ülkede zannetmeye başladım.
    Bir gün Ebu Katâde -ki amcamın oğluydu. Onu çok severdim. O da beni canı kadar severdi- onun bahçesinin duvarından atlayarak yanına sokuldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Sordum: Allah için söyle, benim Allah ve Resûlü’nü sevdiğime inanmıyor musun? O hiç cevap vermedi. Sözümü üç defa tekrar ettim. Üçüncüsünde de: ‘Allah ve Resûlü bilir’ dedi ve yanımdan ayrıldı. Dünya başıma yıkılmıştı. Ebu Katâde’den bu sözü hiç beklemiyordum. Gözlerim doldu ve hıçkıra hıçkıra ağladım.
    Yine bir gün Medine sokaklarında yapayalnız dolaşırken; sokaklarda bir adamın beni soruşturduğunu duydum. Sorduğu şahıslar işaretle beni göstermişlerdi. Adam yanıma geldi elindede bir mektup vardı. Mektup bana aitti. Gassân melikinden geliyordu. Melik beni, kendi memleketine da’vet ediyordu. Mektubunda: ‘İşittim ki sahibin seni yalnız bırakmış.. bize gel; senin gibilerin bizim nezdimizde kadri yüksektir...’ gibi sözler ediyordu. “Bu da bir imtihan”, dedim ve mektubu yırtarak ateşe attım.
    Kırkıncı gündü. Allah Resûlü bir adam göndermişti. Gelen şahıs bizim hanımlarımızdan uzak durmamız gerektiğini söylüyordu. Boşayayım mı, ne yapayım? dedim. -Ah vefasına kurban olduğum insan!- ‘Sadece uzak dur’, dedi ve gitti. Hanımıma kendi evlerine gitmesini söyledim. Bu arada Hilâl’in hanımı gidip, hizmet etmek kaydıyla izin istemişti. Hilâl yaşlı bir insandı. Kendi işini göremiyordu. Ve Allah Resûlü onun hanımına izin vermişti. Bazıları benim de aynı şekilde izin almamı istediler. Fakat kabul etmedim. Zira, Allah Resûlü’nün böyle bir teklifi nasıl karşılayacağını bilemiyordum.
    Derken bir müddet de böyle geçmiş ve tam elli gün dolmuştu. Artık dayanamaz hale gelmiştim. Dünyam kararmış ve kabir kadar daralmıştı. Her zaman yaptığım gibi evimin damında sabah namazını kılmış, oturuyordum. Birisinin yüksek sesle ismimi söylediğini duydum. Ses: ‘Müjde Ka’b!’ diyordu. İşi anlamıştım. Hemen secdeye kapandım. O gün sabah namazından sonra Allah Resulü affımızı ilân etmişti. Mescide koştum, herkes ayağa kalkmış beni tebrik ediyordu. Talha boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öpüyordu. Sanki yeniden bir Akebe yaşıyordum. Allah Resulü’nün huzuruna gelip elini tuttum. O da benim elimi tutmuştu. -O anda cennetle müjdelenseydi dahi zannediyorum bu kadar sevinmeyecekti- Allah Resulü: ‘Allah sizi affetti’ buyurdular. Ve hakkımızda inen şu âyeti okudular:
    “Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet yine Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb’tır Rahîmdir” (Tevbe, 9/118).
    O bu âyeti okuduktan sonra Resûlullah’a hitaben, Ya Resûlallah! Ben doğrulukla kurtuldum.. bundan böyle ömrüm oldukça da doğrudan başka bir şey söylemeyeceğime, söz veriyorum dedim.”80
    Evet, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Her peygamber doğru söyler. Ve öyle olması da zaruridir. Zira, gayb âleminden emirler getirerek insanlığa tebliğ eden bu şahıslardan herhangi birinde küçücük bir yanılma veya yanlışlık olsa, her şey alt-üst olur. İnsanlık adına öğrenmemiz gerekli olan bütün hakikatler, bize onlar vasıtasıyla intikal etmektedir. Bu ise zerre kadar yanılgıya tahammülü olmayan çok hassas bir konudur. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk, bu mevzuda şöyle buyurur :
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32928
    “Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kuvvetle yakalar; sonra da O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık) sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdı” (Hakka, 69/44-47).
    O, ilâhî emir ve nehiyler karşısında gassalın elinde bir meyyit gibiydi. Vahiy, O’nu istediği tarafa evirir-çevirir, O da hep o istikameti kollardı. Kurbiyet kazanıp en son noktayı elde ettiği anda dahi O, bu hassasiyetinden hiçbir şey kaybetmemişti.. kaybetmek bir yana daha da derinleşmiş ve âdetâ erişilmez bir duyarlılık kazanmıştı.
    Sözünün Eriydi
    Kırk yaşına kadar O’nun hilâf-ı vâki bir söz söylediğini veya sözünde durmadığını bir kimse, ne görmüş ne de duymuştu. Daha sonra sahâbe olma şerefine eren bir zat diyor ki: “Cahiliye devrinde Allah Resûlü’yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık.” -Yukarıda da arzettim. Cahiliye yaşadığı devrin adıdır. Yoksa O gönlü apaydın insan hiçbir zaman cahiliye devri yaşamamıştır. O hep resûllere has bir hayat çizgisi takip etmiştir. Fakat, diyor bu sahâbe: “Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığım yere gittim.. baktım ki Allah Resûlü orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece: “Ey genç! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum” dedi.81

  2. #2

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 2

    SÖYLEDİKLERİ O’NU TASDİK ETMEKTEDİR
    O, doğuştan Hz. Muhammed Mustafa (sav) idi. O’nun için, peygamberliğinden sonra da ne dediyse herkes gönülden inandı ve tasdik etti. Evet, topyekün cihan O’na: “Doğru söylüyorsun ya Resûlallah”, diye tasdike koştu. Değil sadece insanlar, mu’cizeler diliyle, herbir nev’i kendi adına temsilci gönderdi. Âdetâ O’na biat etti.
    Burada bir parantez açıp şunları söylemekte fayda mülahaza ediyorum: Kur’ân’ın ve Efendimiz’in nurlu beyanları, Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfat ve esması arasındaki münasebete riayet keyfiyetiyle öyle bir üstün dereceye sahiptir ki, ne felsefecilerin akıl yoluyla, ne evliyânın kalb ayağıyla, ne de asfiyânın ruh buuduyla o seviyede bir anlayış ve beyâna ulaşmaları mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da.
    Ancak, bu müterakkî ruhların, melekleşmeye doğru tırmanışlerı, neticede hep şunu göstermiş ve göstereciktir ki, onlar gidecek, gidecek ve gittikleri yerin sonunda hep Kur’ân’ın ve Allah Resûlü’nün beyânlarının doğruluk ve hakkâniyetini anlayacak.. Resûlullah’ın söylediklerini keşif ve müşahede ile zevk edeceklerdir.
    Evet, bugün O’nun, ulûhiyete ait söylediği bütün sözler, o mevzunun ehilleri tarafından da tasdik görmekte ve birer esas olarak kabul edilmektedir. Hatta ulûhiyete, haşr u neşir ve kadere dair incelerden ince öyle mes’elelerden söz etmiştir ki, -hem de mevzûlar arası muvazeneyi koruyarak- değil öncekiler ve sonrakilerin akıllarının ermesi; O’nun aydınlık beyânlarını “yok” farzettiğimiz takdirde, bu hususlarda bir tek kelime söylemeleri mümkün olmayacaktır.
    Hz. Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü sabah namazından sonra minbere çıktı. Konuştu, konuştu, konuştu... Öğle ezanı okundu namazı kıldırıp tekrar çıktı ve ikindi oluncaya kadar konuştu. İkindi namazını eda ettikten sonra konuşmaya başladı, konuşması akşama kadar sürdü. Neler konuştu, neler anlattı? Hepsini ihata zor ama, o güne kadar söylenmeyen her mes’eleye temas etmişti denebilir. Evet, ilk hilkattan başlamış, varlığın bağrına ilk hilkat tohumunun atılışını anlatmış, kâinatın teşekkülünden, insanın yaratılmasına kadar bütün yaratılışa ait devreleri bir bir sıralamış.. ve daha sonra da kıyâmete kadar insanların başına gelecek hâdiseleri teker teker nakletmişti.82
    Evet, mazinin derinliklerine dalmış ve Hz. Âdem’e kadar bütün enbiyâyı hem de şemâili ile anlatmış, istikbâle nazarını çevirip mahşere, cennet ve cehenneme kadar her şeyi göz önüne sermişti.
    Halbuki O, ne bir kitap okumuş ne birinin ders halkasına katılmıştı. Öyleyse bütün bunları nasıl bilebilirdi? Evet, O’na bütün bunları öğreten biri vardı; O da, hiç şüphesiz, her şeyi bilen Hz. Allah’tı...
    O’nun, arştan ferşe, oradan yerin derinliklerine kadar anlattığı bütün mes’eleleri O’na Mütekellim-i Ezelî’si öğretiyordu. Bunların başka şekilde öğrenilemeyeceği bugünün insanları tarafından da tasdik edilmektedir ki, bu da Allah Resulü’nün sıdkına ayrı bir delildir.
    Evet O, peygamberlerden bahsediyor.. onların tarifini yapıyor; yüz hatlarıyla onları tablolaştırıyor ve o günün Ehl-i Kitabı, bütün bunların hiçbirine itiraz etmeden hepsini kabul edip: “Evet, kitaplarımızda, onları bahsettiğiniz şekliyle buluyoruz” diyorlardı83. Tevrat, İncil veya başka bir kitap okumamış bir insanın, oralarda zikredilen veya edilmeyen keyfiyetleriyle bütün kendinden evvel gelmiş-geçmiş peygamberleri hem de böyle tafsilatıyla anlatması ve bu işi bilenlerin de onu tasdik etmeleri, Allah Resûlü’nün sıdkına ve da’vasında doğruluğuna şahit ve delil değil midir!?
    Bir parantez içinde arzetmeye çalıştığımız bu hususların takdimi, benim takatımın çok üzerindedir. Esasen hâli hâlime denk okuyucunun durumu da bundan daha farklı olmasa gerek. Bu gibi mes’eleleri anlayıp anlatabilmek için, insanın onları tasdik edebilecek seviyeyi kazanması gerektir. Ancak biz, bu seviyeleri ihraz ettiğine inandığımız şahısların sözlerine itimaden diyoruz ki, mertebe mertebe yükseliş kaydeden yüzbinlerce evliyâ, asfiyâ ve kafasını ilimle aydınlatan filozof ve bilgelerin, Efendimiz’e ait beyânlarını gördükçe, sürekli o mevzûnun zirvesinde, O’na ait beyânın bulunduğunu kabul etmeleri, O’nun sıdk ve doğruluğunun ayrı bir buudunu teşkil etmektedir. Evet, en seçkin insanların bu tasdikleri de göstermektedir ki, O, hiçbir sözünde hilâf-ı vâki konuşmamıştır. Zaten O’nun konuştukları kendinden değildir ki.. O, hep ilâhî mesajlarla konuşmuş, vahyin tercümanlığını yapmış, onun için de bütün zamanların ve mekanların Söz Sultanı olmuştur...84
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32929
    Bizim, burada daha çok üzerinde duracağımız husus, ondört asır evvel O’nun geleceğe ait söylediği bazı hâdiselerin vakti gelince aynen zuhur etmesinin, O’nun sıdk ve doğruluğuna birer delil olması yönüdür. Ancak mevzuya girmeden önce, bir mes’elenin açıklanmasında fayda mülahaza ediyoruz ki, o da “gayb” ile alâkalı değişik mütâlaâlardır. Evet, bu mes’ele de dikkatle takip edilmesi gereken ince mes’elelerdendir:

  3. #3

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 3

    GAYB MESELESİ ÜZERİNE
    “Gayb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde değişik şekilleriyle ele alınır :
    “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitap’tadır” (En’âm, 6/59).
    Bu âyette, “gayb”ın tamamen Allah (cc)’ın nezd-i ulûhiye-tinde olduğu dile getirilmekte ve O’ndan başkasının -Hz. Muhammed (sav) de dahil- gaybı bilemeyeceği söylenmektedir.
    Ve, zaten Allah (cc) Efendimiz’i şöyle konuşturmuyor mu?
    “De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam. ‘De ki: Körle gören bir olur mu?’ Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50).
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32930
    “De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka, kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim; bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanabilecek bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (Â’râf, 7/188).
    Cin sûresinde ise şöyle denmektedir:
    “O bütün gaybı bilir. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak dilediği peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki, böylece onların (peygamberlerin) Rabblerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş) tir” (Cin, 72/26-27).
    Şimdi bu âyetlerin ışığı altında şöyle bir tahlil yapabiliriz: “Allah Resulü, mutlak olarak gaybı biliyordu”, demek bir ifrat; “bilmiyordu” demek de bir tefrittir. O kendi olarak gaybı bilmezdi. Ancak Allah’ın bildirmesiyle öyle bir bilirdi ve bilmişti ki, bir ekranın başında durmuş da, kıyamete kadar zuhur edecek bütün hâdiseleri, ana hatlarıyla ve temel esaslarıyla şerh edip insanlığın gözünün önüne sermişti. Bizim üzerinde hassasiyetle durmak istediğimiz mes’ele de işte budur. O, kendiliğinden birşey söylemiyordu; söyledikleri hep vahiy ve Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleriydi. Bildiren, Allah (cc) olduktan sonra sadece peygamberler ve Peygamberimiz değil, ümmet arasında bir kısım yetişkin kimseler dahi, keramet olarak gayba muttali olabilirler. Nitekim Allah Resulü: “Benim ümmetim arasında bir kısım mülhemun vardır” 85 buyururlar ki, Allah (cc)’ın ilhamına mazhar insanlar, demektir. Bu cümleden olarak; minberde hutbe okurken, günlerce uzaklıktaki bir mesafede savaşan İslâm Ordusu’nun, dağ tarafından düşman askerlerince kuşatıldığını gören Hz. Ömer, ordu kumandanı Sâriye’ye hitaben: “Ya Sâriye! Dağ tarafına” diye üç defa bağırması, Sâriye’nin de bu sesi duyarak kuşatmayı yarması... 86 Muhyiddîn b. Arabî gibi zâtların, asırlarca sonra olacak hâdiselere aynen işaretlerde bulunması.. Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Müştak Efendi gibi yüzlerce zâtın gelecekle alâkalı ihbarda bulunması bulunurken de Allah Resulü’ne yürekten bağlılık göstermeleri ve mazhar oldukları bütün vâridâtın Mişkat-ı Muhammedî’den süzülüp geldiğini itirafları, O zâtın -Allah’ın izniyle- ne kadar gaybe açık olduğunu gösterir. Evet, O’nun yetiştirdikleri, böyle ilhamlara mazhar ve ilâhî esintilerle hüşyâr olur da bu çapta gayba muttali kılınırlarsa, bütün ümmeti bir kefeye konsa hepsine birden ağır basacak olan İki Cihan Serveri’nin bir mu’cize olarak gayba muttali olması niçin uzak görülsün ki?.. 87
    Mu’teber hadîs kitaplarında zikredilen, bu kabîl Efendimiz’in, üçyüze yakın mu’cizesi var ki, verdiği gaybî haberlerin büyük bir kısmı, aynen çıkmış, diğerleri de çıkma vaktini beklemektedir. Biz burada bunların hepsini nakledecek değiliz. Sadece, fikir verme bakımından birkaç misâlle iktifa etmeyi düşünüyoruz ki; bu misâlleri de üç ana grupta toplamak mümkündür:
    Birincisi: Kendi devrine ait verdiği gaybî haberler.
    İkincisi: Uzak ve yakın istikbâle ait söylediği sözler.
    Üçüncüsü: Sehl-i müntenî üslupla ifade buyurduğu; ancak ilimlerin inkişafıyla daha sonra hakikatı anlaşılabilen mu’cizevî beyânlar...

  4. #4

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    GAYBÎ HABERLER
    Kendi Devrine Ait Olanlar
    1. Başta Buhârî, Müslim bütün hadîs kitapları ittifakla şu hususları naklediyorlar: Birgün Allah Resulü (sav) minbere çıkmış.. nazarı gaybî âlemler ufkunda ve öfke şeklinde tezahür eden celâlî tecellîler arasında, cemaatine demet demet vâridât sunuyordu. Bir ara: “Bugün bana her istediğinizi sorun!” buyurdu. Herkes soruyor, O da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı: “Benim babam kim ya Resulallah?” dedi. Herhalde, az da olsa babası hakkında dedikodu vardı. Böyle bir şayiâ ise genci tedirgin ediyordu. O gün bir fırsat bulmuş ve her zaman -Hakk’ın izniyle- gayba gözleri açık Allah Resulü’ne babasının kim olduğunu sormuştu. Efendimiz cevap verdi: “Senin baban Hüzâfe’dir.” Genç artık müsterihti; zira aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da aksine ihtimal verilmeyecek şekilde bir babaya nisbet edilecek ve kendisine Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî denecekti. İşte böyle, herkesin bir şeyler sorduğu esnada Allah Resulü’nün o andaki ruh hâletini çok iyi kavrayan biri, evet o koca Ömer (ra) birden ayağa fırladı ve: “Biz, Rabb olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak da Hz. Muhammed (sav)’den razıyız” dedi. Onun bu ince, mânidar karşılığı Allah Resulü’nün sînesinde esen itmi’nân esintilerinin tezahür menfezlerini araladı. Derken celâlî tecellîler yerlerini üns esintilerine bıraktılar.
    Bu hâdise o gün mescidi dolduran sahâbeler huzurunda cereyan etmişti. Bütün sahâbe, Allah Resulü’nün dediklerini tasdik ediyor ve âdetâ sükutlarıyla “Sadakte” diyorlardı.88
    2. Müslim naklediyor: Hadîsin ravisi ise Hz. Ömer (ra) buyuruyor ki: “Bedir’de bulunuyorduk. Allah Resulü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş ve kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara yine gözleri aralanan gaybî perdelerin verasında ve bakışları istikbâl ufkunda eliyle bazı yerleri işaret ederek: ‘Burası Ebu Cehil’in öldürüleceği yer; şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer...’ Ve, daha birçok isim saydı.” Muharebeden sonra Hz. Ömer kasem ile diyor ki; “Allah Resûlü nereyi ve kim için işaret etmişse, hepsini o yerlerde ölü olarak bulduk”89. Evet, hayatlarında Allah Resûlü’nü dilleriyle tasdik etmeyen bu insanlar, şimdi murdar cesetleriyle O’nun sıdkına ve doğruluğuna şehadette bulunuyorlardı. Zira O haber veriyor ve verdiği haberler, santim şaşmadan aynen tahakkuk ediyordu.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32931
    3. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, şöyle bir hâdisenin nakledildiğini görüyoruz:
    Allah Resulü, ashabıyla beraber mescitte oturuyordu. Bir aralık: “Biraz sonra buraya nasiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek, şu kapıdan içeriye girecek. O, Yemen’in en hayırlılarındandır ve alnında, meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır” dedi. Bir müddet sonra aynen, Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöktü ve müslüman olduğunu ilân etti. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edep âbidesi bu insan Cerîr b. Abdillah el-Becelî’den başkası değildi. 90
    4. Beyhakî’nin Delâilü’n-Nübüvve’sinde şu hâdise naklediliyor:
    Ebu Sufyan, Mekke’nin fethi esnasında müslüman olmuş, ancak îman gönlüne tam oturmamıştı. Allah Resûlü, Kâ’be’yi tavaf ederken, Ebu Sufyan da orada dolaşıyordu. Bir ara aklından geçti: “Acaba, yeniden bir ordu toplayıp şunun karşısına çıksam nasıl olur?” Tam o esnada Allah Resûlü, Ebu Süfyan’ın yanına sokuldu ve kulağına eğilerek: “O zaman yine seni mağlup ederiz” buyurdu. Ebu Süfyan, işi anlamıştı. O ana kadar kalbinde titrek duran îman, birden oturaklaştı.. olduğu yerde havaya zıplayarak: “Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum” dedi91. Ebu Süfyan’ın bir anlık aklından geçenleri, Allah Resûlü’ne kim haber vermişti? İşte Ebu Süfyan, bu davranışıyla gösteriyordu ki, O, Allah’ın Resûlü’ydü ve doğru söylüyordu...
    5. Yine mu’teber hadîs kitaplarında şu hâdise naklediliyor: Umeyr b. Vehb ki o sahâbe arasında “Ruhbanü’l-İslâm” diye anılırdı. Halbuki cahiliye devrinde adı “şeytan adam”dı92. Safvân b. Ümeyye ile oturup anlaştılar. Umeyr b. Vehb müslüman gibi görünecek, Medine’ye gidecek ve Allah Resûlü’nü öldürecekti. Buna karşılık da Safvân b. Ümeyye ona belli miktarda deve verecekti.
    Umeyr, kılıcını biledi ve yola koyuldu. Medine’ye geldiğinde ise müslüman olduğunu, Allah Resûlü’ne biat etmek istediğini söyledi. Alıp mescide getirdiler. Fakat sahâbenin Umeyr’e hiç itimadı yoktu. Onun için de, kimse onu Allah Re-sûlü’yle yalnız bırakmaya razı değildi. Hepsi etten, kemikten kale gibi Allah Resûlü’nün etrafına dizilmiş onu gözetliyorlardı. Umeyr mescide girince, Allah Resûlü, niçin geldiğini sordu. Umeyr, bir sürü yalan söyledi; fakat hiç birine de Allah Resûlü’nü inandıramadı. Sonunda İki Cihan Serveri şöyle buyurdu: “Madem ki sen doğruyu söylemiyorsun, o halde ben söyleyeyim: Sen Safvân ile şurada şöyle şöyle konuştun ve beni öldürmek için geldin. Buna karşılık da Safvân’dan şu kadar deve alacaktın.”
    Umeyr, beyninden vurulmuşa döndü, derhal Allah Resu-lü’nün ellerine sarılarak müslüman oldu.93 Ve daha sonra kendini öyle ibadete verdi ki, ona sahâbe arasında “ruhban” deniyordu.
    Umeyr ile Safvân arasında geçen bu konuşmayı Allah Resûlü nereden duymuştu? Arada bunca mesafe varken, bu haberi O’na kim ulaştırmıştı?
    İnanan-inanmayan herkes bu ve benzeri vak’aları heceleye dursun, biz diğer fasla geçelim...

  5. #5

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    İstikbâle Ait Olanlar
    Yakın Zamanda
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32932
    1. Buhârî ve Müslim, Hz. Üsâme’den naklediyor: (Üsâme, Zeyd b. Harise’nin oğludur. Allah Resûlü, Üsâme’yi çok sever ve yanından ayırmazdı. Hz. Hasan veya Hüseyin’i bir dizine oturtursa, çok defa öbür dizine de Üsâme’yi oturturdu94. Bir defasında hepsini birden kasdederek: “Allah’ım! Bunlara merhamet et. Çünkü ben de bunlara şefkat ediyorum” diye duâ etmişti).95 Hayat-ı seniyelerinin sonuna doğru Bizans’a karşı hazırladığı ordunun başına onu kumandan tayin etmiş ve senelerce önce babasının şehit düştüğü o topraklarda, Allah düşmanlarına hadlerini bildirme vazifesini ona tevdi’ ediyordu. Ancak, Efendimiz’in sıhhî durumunun ağırlaştığını gören Üsâme, orduyu durdurmuş ve Allah Resûlü’nün vefatına kadar hareket ettirmemişti.96 İşte bu Üsâme (ra) diyor ki: “Birgün Allah Resûlü’yle beraber bulunuyordum. O gün Efendiler Efendisi, Medine’nin yüksek binalarından birinin damına çıkmış, etrafı seyrediyordu. Bir ara: “Şu anda evlerinizin arasında yağmur gibi fitnelerin dökülmekte olduğunu görüyorum” buyurdular.97
    O böyle deyip aramızdan ayrıldı.. O’nun arkasından sokaklar fitne seylâplarıyla inledi. Evet, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anhüm), hep bu fitnelerin kurbanı olarak şehit edildiler. Sanki fitneler de belâ ve musîbetlerin diliyle Allah Resûlü’ne “sadakte” diyorlardı...

  6. #6

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    GAYB MESELESİ ÜZERİNE
    “Gayb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde değişik şekilleriyle ele alınır :
    “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitap’tadır” (En’âm, 6/59).
    Bu âyette, “gayb”ın tamamen Allah (cc)’ın nezd-i ulûhiye-tinde olduğu dile getirilmekte ve O’ndan başkasının -Hz. Muhammed (sav) de dahil- gaybı bilemeyeceği söylenmektedir.
    Ve, zaten Allah (cc) Efendimiz’i şöyle konuşturmuyor mu?
    “De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam. ‘De ki: Körle gören bir olur mu?’ Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50).
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32933
    “De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka, kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim; bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanabilecek bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (Â’râf, 7/188).
    Cin sûresinde ise şöyle denmektedir:
    “O bütün gaybı bilir. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak dilediği peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki, böylece onların (peygamberlerin) Rabblerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş) tir” (Cin, 72/26-27).
    Şimdi bu âyetlerin ışığı altında şöyle bir tahlil yapabiliriz: “Allah Resulü, mutlak olarak gaybı biliyordu”, demek bir ifrat; “bilmiyordu” demek de bir tefrittir. O kendi olarak gaybı bilmezdi. Ancak Allah’ın bildirmesiyle öyle bir bilirdi ve bilmişti ki, bir ekranın başında durmuş da, kıyamete kadar zuhur edecek bütün hâdiseleri, ana hatlarıyla ve temel esaslarıyla şerh edip insanlığın gözünün önüne sermişti. Bizim üzerinde hassasiyetle durmak istediğimiz mes’ele de işte budur. O, kendiliğinden birşey söylemiyordu; söyledikleri hep vahiy ve Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleriydi. Bildiren, Allah (cc) olduktan sonra sadece peygamberler ve Peygamberimiz değil, ümmet arasında bir kısım yetişkin kimseler dahi, keramet olarak gayba muttali olabilirler. Nitekim Allah Resulü: “Benim ümmetim arasında bir kısım mülhemun vardır” 85 buyururlar ki, Allah (cc)’ın ilhamına mazhar insanlar, demektir. Bu cümleden olarak; minberde hutbe okurken, günlerce uzaklıktaki bir mesafede savaşan İslâm Ordusu’nun, dağ tarafından düşman askerlerince kuşatıldığını gören Hz. Ömer, ordu kumandanı Sâriye’ye hitaben: “Ya Sâriye! Dağ tarafına” diye üç defa bağırması, Sâriye’nin de bu sesi duyarak kuşatmayı yarması... 86 Muhyiddîn b. Arabî gibi zâtların, asırlarca sonra olacak hâdiselere aynen işaretlerde bulunması.. Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Müştak Efendi gibi yüzlerce zâtın gelecekle alâkalı ihbarda bulunması bulunurken de Allah Resulü’ne yürekten bağlılık göstermeleri ve mazhar oldukları bütün vâridâtın Mişkat-ı Muhammedî’den süzülüp geldiğini itirafları, O zâtın -Allah’ın izniyle- ne kadar gaybe açık olduğunu gösterir. Evet, O’nun yetiştirdikleri, böyle ilhamlara mazhar ve ilâhî esintilerle hüşyâr olur da bu çapta gayba muttali kılınırlarsa, bütün ümmeti bir kefeye konsa hepsine birden ağır basacak olan İki Cihan Serveri’nin bir mu’cize olarak gayba muttali olması niçin uzak görülsün ki?.. 87
    Mu’teber hadîs kitaplarında zikredilen, bu kabîl Efendimiz’in, üçyüze yakın mu’cizesi var ki, verdiği gaybî haberlerin büyük bir kısmı, aynen çıkmış, diğerleri de çıkma vaktini beklemektedir. Biz burada bunların hepsini nakledecek değiliz. Sadece, fikir verme bakımından birkaç misâlle iktifa etmeyi düşünüyoruz ki; bu misâlleri de üç ana grupta toplamak mümkündür:
    Birincisi: Kendi devrine ait verdiği gaybî haberler.
    İkincisi: Uzak ve yakın istikbâle ait söylediği sözler.
    Üçüncüsü: Sehl-i müntenî üslupla ifade buyurduğu; ancak ilimlerin inkişafıyla daha sonra hakikatı anlaşılabilen mu’cizevî beyânlar...
    Hz. Ömer (ra), hayatında hep bu fitnelerin zuhurundan korkuyordu. Bir defasında mescidde kalabalık bir insan topluluğu ile otururken sordu: “Allah Resûlü’nün haber verdiği fitneleri duyup da, haber verecek biri var mı?” Huzeyfe: “Ben varım” deyince, Hz. Ömer: “Sen cesur bir adamsın, söyle” dedi ve o da: “Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bunlara da oruç, namaz, sadaka, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker keffaret olur” dedi. Ömer: “Hayır, ben bunları sormuyorum. Deniz dalgaları gibi dalgalanacak fitneleri soruyorum” dedi.
    Huzeyfe: “Ya Ömer! Onların seninle hiçbir alâkası yok. Seninle onlar arasında kapalı bir kapı var” dedi. Hz. Ömer daha sonra: “Bu kapı açılacak mı, kırılacak mı?” diye sordu. Huzeyfe: “Kırılacak” dedi. Hz. Ömer sarsıldı, dudaklarından titrek bir sesle şu cümleler döküldü: “Öyleyse bu kapı, bir daha kapanmayacak.”98
    Daha sonra sahâbe sordu: “Acaba Ömer bu kapının kendisi olduğunu biliyor muydu?” Huzeyfe cevap verdi: “Evet, dünkü geceyi bildiği gibi biliyordu.” Evet, biliyordu ki, ben gidince Ümmet-i Muhammed’in vahdetiyle alâkalı kapalı bulunan kapılar açılacak, fitne ve fesat alıp yürüyecek.. ümmet içinde çeşitli anlayışlar, muhtelif akım ve cereyanlar zuhur edecek...
    Ömer, bunu biliyordu; çünkü bu olacakları haber veren sâdık ve masdûk olan İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ydı.
    Ve günü gelince denilenler aynen zuhûr etti. Ömer, hain bir İranlı tarafından hançerlendi. Ömer’in hançerlendiği aynı gün, İslâm vahdeti de bağrından derin bir yara aldı. Hasım dünya hedefini çok iyi seçmiş ve insafsız avcı okunu tam hedefine isabet ettirmişti. Evet, onun vefatıyla fitneler âdetâ sel oldu aktı ve İslâm âlemini istilâ etti. Elbette bu, bir yönüyle hicrandı, ızdıraptı, fakat diğer yönüyle de hâdiseler diliyle tıpkı gökte, yıldızlardan “Lâilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah” yazmak derecesinde bir delil ve bürhandı...

  7. #7

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    Muzafferiyet
    2. Buhârî ve Ebû Dâvud’un Sünen’inde de Habbâb b. Eret (ra)’in anlattığı şu hâdiseye şahid oluyoruz. Şimdi ondan dinlediklerimizi hülasâ edelim:
    “Sıkıntılı bir dönemde Allah Resûlü örtüsünü, başına almış Kâ’be’nin gölgesinde oturuyordu. Kimbilir yine hangi hakarete maruz kalmıştı.? O öyle bir dönemdi ki, bütün cahiliye âdetleri birer silah gibi müslümanların aleyhine kullanılıyordu. Ben, o devrede henüz hürriyetine kavuşamamış bir insandım. Sahibimin ve diğer Mekke büyüklerinin bana reva gördükleri cefa ve işkence artık dayanamayacağım kerteye ulaşmıştı. Allah Resûlü’nü böyle yalnız görünce yanına yaklaştım ve: Ya Resûlallah! Duâ edip Cenâb-ı Hakk’tan nusret ve yardım dilemez misin? dedim.” -Allah Resûlü’nün hemen ellerini açıp duâ edeceğini düşünüyordu.. bir de Kureyş’e bedduâ etse diye bekliyordu.. fakat Resûlullah, ona şunları söyledi: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkence gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Birgün gelecek, bir kadın Hîre’den Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.” - Ve Habbâb yemin ediyor: “Allah Resûlü’nün dedikleri aynen çıktı; ben bütün bunları bizzat gözlerimle gördüm.”99
    “İlk Kavuşan Sen Olacaksın”
    3. Efendimiz (sav), irtihaline sebeb olan rahatsızlık günlerinden birinde, incelerden ince, oturuşu-kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen kendisine benzeyen Hz. Fâtıma Anamız (r.anha)’ı yanına çağırdı ve eğilip onun kulağına birşeyler fısıldadı. Hz. Fâtıma öyle ağladı, öyle figân etti ki, onun feryadının şiddetinden herkes irkildi. Biraz sonra yine Allah Resûlü, onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu görenler kendisine cennetin bütün kapılarından girme da’vetiyesi geldi zannederdi.. aslında ona göre öyleydi de. Evet, böyle bir beşâşet ve sürur izhar etmişti.
    Bu hâdise Hz. Âişe (r. anha) Validemiz’in gözünden kaçmadı. Biraz sonra ona bunun sebebini sordu; fakat Fâtıma Validemiz; “bu Allah Resulü’ne ait bir sırdır” dedi ve birşey söylemedi. Hz. Âişe, Efendimiz’in vefatından sonra tekrar sorunca, Fâtıma Anamız şöyle cevap verdi: “Birinci defada kendisinin vefat edeceğini söylemiş; onun için ağlamıştım. (Evet öyle ağladı, vefat-ı Nebî onu öyle feryada boğdu ki, o gün dudaklarından dökülen şu mısralar cihanı ağlatacak kadar rikkat vericidir:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32934
    ‘Hz. Muhammed’in mezarının toprağını koklayan bir insana, başka koku aramaya ne lüzum var? Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, eğer onlar günler üzerine dökülseydi, günler hep gece olurdu.’100)
    İkinci defa ise bana, ailesi içinde kendisine en erken kavuşacak insanın ben olacağımı müjde etti.. ve işte onun için de sevindim.”101
    Altı ay sonra o da babasına kavuşmuştu..102 ve Hz. Fâtıma’nın bu vefatı da Allah Resûlü’nü tasdik ediyor ve sanki O’na “sadakte” diyordu.
    Sulh
    4. Kütüb-i Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadîste Allah Resûlü birgün hutbede Hz. Hasan’a işaretle şöyle demişti: “Bu benim evladım Hasan, o seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaatı birbiriyle sulh ettirecektir.” 103
    Evet O, kerîm oğlu kerîmdir. Allah Resûlü’nün evladıdır.. efendidir. Birgün kendisine tevdi’ edilen hilafet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkedecek ve nasıl bir seyyid oğlu seyyid olduğunu gösterecektir. Aradan yirmibeş-otuz sene geçmemişti ki, Allah Resûlü’nün dedikleri bir bir zuhur etti.. Hz. Ali’den sonra Emevîler karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bu sulh ve sükûn insanı, bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunun arasını sulha bağladı ve korkunç bir fitneyi muvakkaten dahi olsa önledi 104. Şair ne güzel söyler:
    “O (Hasan) kerîmoğlu kerîmdir.” Nasıl olmasın ki, onun dedesi insanların en hayırlısı ve varlığın mabihi’l-iftiharıdır.
    Efendimiz, ona ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, Hz. Hasan, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü’nün nelere işaret ettiğini dahi anlamamıştı. Yani o, Allah Resûlü, böyle söyledi diye bu işi yapmış değildi. Belki Allah Resûlü, onun öyle yapacağını bildiği için bu sözü söylemişti. Evet, Hz. Hasan da, dedesini tasdik ediyor ve seneler sonra O’na: “Sen doğru söylüyorsun” ma’nâsına “sadakte” diyordu.
    Bir Asır Yaşayacak
    5. Abdullah b. Büsr’ün başına mübarek ellerini koyarak: “Bu çocuk tam bir asır yaşayacak” buyuruyor ve ilave ediyorlar: “Yüzündeki şu sevimsiz siğiller de gidecek.”
    Sahâbe diyor ki: “O zât, tam yüz sene yaşadı ve yüzündeki siğiller de kaybolmuştu.”105
    Allah Resulü nasıl ki sırrınca 106 her an bir evvelki halinden daha mükemmele doğru yükseliyor ve daima bir sonraki haline göre bir önceki durumunu eksik buluyor ve bundan dolayı da günde yüz defa istiğfar ediyordu;107 aynen öyle de, her geçen gün ümmeti, O’nu anlama ve tanımada bir adım daha ilerliyor ve O’nun istikbâle ait verdiği haberlerin tahakkuk edişi karşısında îmanı biraz daha artıyor ve O’na hitaben “Sen Resûlullahsın” diyordu.

  8. #8

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    Yakın İstikbâl
    Zamanlama açısından yukarıda verdiğimiz misâllerden Allah Resûlü’nün yaşadığı devreye daha uzak ve bizim yaşadığımız devrelere daha yakın, hatta içinde bulunduğumuz asra bakan ve bizden sonraki asırlarda tahakkuk etmesi beklenen nice misâller var ki, şimdi de bir nebze onlar üzerinde duralım:
    Hendek’te Verdiği Haberler
    1. Hemen hemen bütün hadîs ve siyer kitapları sahâbeden şu hâdiseyi naklederler: “Hendek kazılıyordu. Büyükçe bir kaya vardı ki bütün gayretimize rağmen bir türlü onu yerinden sökmeye muvaffak olamamıştık. Efendimiz de bizimle beraber, hendek kazıyordu. Hatta bizlerin kuvve-i manevîyesini takviye için ara sıra:
    “Allahım âhiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirini bağışla” 108 diyor; ve sahâbe, O’nun bu sözleriyle coşuyor:
    “Allahım, Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekat veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma” diyerek mukabele ediyorlardı.109
    Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Resûlü’ne söylerlerdi. Bu büyük kayanın durumunu da O’na haber verdiler. Manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını taşa indirdikçe ondan kıvılcımlar çıkıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Resûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta şunları söylüyordu: “Bana şu anda Bizans'ın anahtarları verildi. Sâsanî surlarının yıkıldığını görüyorum. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşahede ediyorum...” 110
    Aradan birkaç sene geçiyor; Allah (cc), Sa’d b. Ebi Vakkas ve Halid b. Velid gibi büyük kumandanların kılıcıyla oraların fethini müslümanlara müyesser kılıyor ve bütün bu yerlerin anahtarları Allah Resûlü’nün şahs-ı manevîsine teslim ediliyor. Bu da, O’nun doğruluğunu ayrı bir tasdiktir. Zaten tasdik etmemeleri de mümkün değildi; zira O, doğruluğu temsil için gelmişti. Farz-ı muhal, eğer böyle “olacak” dediği şeyler, aslında vuku’ bulmayacak dahi olsalardı, Allah (cc), Habibini yalancı çıkarmamak için onları yine olduracaktı. Nasıl olmasın ki, sahâbenin meşhurlarından Berâ (ra) için bile “Eğer herhangi bir mes’elede yemin etse, Allah, onu, yemininde yalancı çıkarmaz” denilmişti 111. Yani Berâ Hazretleri eğer hiç olmayacak bir şey’e, olsun diye yemin etseydi, Allah onu olduracaktı. Hakikaten de, sahâbe her muharebede onu öne sürüyor ve âdetâ onunla galibiyetlerini garantilemeye çalışıyorlardı 112. Şimdi, sahâbeden birine Cenâb-ı Hakk böyle bir hususiyet verir de Habîbine vermez mi? Şu kadar varki O, görüpte söylüyordu. Zira Allah (cc), O’na bildiriyor, O da biliyordu....
    Emniyet ve Zenginlik Müjdesi
    2. Adiy b. Hâtem anlatıyor. (Adiy, Hâtem-i Tâi’nin oğludur. Önceleri Hristiyan’dı. Aradı ve Allah Resûlü’nü buldu; buldu ve kurtuldu). Bu şanlı sahâbe şöyle diyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün huzurunda fakirlikten, yoksulluktan ve eşkıyanın talanından bahsediliyordu. Buyurdular ki: ‘Gün gelecek Hîre’den Hadramût’a kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır.’
    -Adiy diyor ki-: Bunları dinlerken; hayret içindeydim. ‘Tây kabilesinin eşkıyaları varken’ diyordum kendi kendime, bu nasıl mümkün olabilecek? Devam ettiler: ‘Bir gün gelecek Kisra’nın hazineleri sizin aranızda pay edilecek.’ Sordum: Ya Resûlallah! İran Kisra’sının hazineleri mi? ‘Evet, İran Kisra’sının hazineleri’ buyurdular. Hayretim daha da artmıştı. Çünkü bu sözlerin söylendiği devrede İran, en debdebeli günlerini yaşıyordu.. ve yine devam ettiler: ‘Öyle bir gün gelecek ki, o gün insan elinde zekatıyla dolaşacak da zekatını verecek kimse bulamayacak..’
    Ben, diyor Adiy: Bunların ilk ikisini gördüm, ömrüm olursa üçüncüyü de göreceğim.”113
    Adiy, bu üçüncü devri göremeyecekti. Fakat gün geldi, o devri görenler de oldu: Ömer b. Abdülaziz devrinde, Allah Resûlü’nün dediği hakikat aynen yaşandı. Şu anda Türkiye hudutları gibi otuz ülkeyi içine alan o büyük devlet, gelir dağılımı bakımından öyle bir düzeye çıkmıştı ki, fakir denen tek bir fert kalmamıştı. Zannediyorum bugün “Amerika ve bazı batı ülkelerinde mevcut hayat standardı, o devreyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düşüktür” desek mübalağa etmiş olmayız. Hem bugünkü devletlerin zengin olanlarında gelir dağılımı o kadar dengesizdir ki, çok müreffeh hayat yaşayan fertlerin yanında, izbelerde yaşayanlar da vardır. Halbuki o dönemde de böyle bir dengesizlik de ortadan kaldırılmıştı.114
    Ammar’ın Şehadeti
    3. Mescid-i Nebî yapılıyor. Herkes harıl harıl çalışıyor. Kimi kerpiç yapıyor, kimi de taşıyordu.. tabii Allah Resûlü de çalışanlar arasında.. evet O da sırtında kerpiç taşıyor. Ammâr, bir aralık Allah Resûlü’nün yanına geldi.. sırtında da iki kerpiç vardı.. herhalde naz makamında “Ya Resûlallah! Bana iki kerpiç yüklediler” dedi. Allah Resûlü, tebessüm buyurdu ve onun yüzündeki tozu-toprağı mübarek elleriyle silerken de tam otuz sene sonra başına gelecek bir ciğersûz hâdiseyi 115 veya 116 diyerek, Hz. Ali’ye başkaldıran bir bâgî cemaat tarafından şehit edileceğini haber verdi ve onu uyardı. Evet, Sıffîn’de Ammâr, Hz. Ali tarafındaydı ve o savaşta bu büyük sahâbi şehit düşmüştü. Hatta Hz. Ali taraftarları, bunu karşı tarafın haksızlığına delil getirerek onlara “siz bâgîsiniz” demişlerdi 117. Evet, gerçi Sıffîn’de Hz. Ammâr’ın kanı dökülüyordu; ancak yere düşen her bir kan damlası âdetâ, Allah Resûlü’ne hitaben “Sadakte” doğru söyledin, diyordu.
    Evet, aziz okuyucu! Allah bildirmezse, insan bunları nasıl bilebilir? Bugün kurgu filmlerde bazı kehanetlerde bulunuyorlar. Bunlar o kadar zor değil, çünkü mukaddimeleri, başlangıçları var.. biraz hâdiseleri terkip etme kabiliyetiyle, bu türlü mes’elelerde tahmin yürütülebilir. Halbuki Efendimiz’in gaybtan haber verdiği hususların hiçbirinde başlangıç ve mukaddimât adına bir nokta dahi mevcut değildi. Bu itibarla O’nun söylediklerinin onda birini bile, deha çapında müthiş bir karîhaya sahip herhangi bir insanın söylemesi imkansızdır. Zira bu gibi mes’eleler aklın hudutlarını ve bizleri aşan mes’elelerdir.. yani gayb gözü açık olmadan veya vahiyle müeyyed bulunmadan, bu gibi hususları bilmenin imkânı yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü kendiliğinden değil; Allah’ın bildirmesiyle biliyor, söyledikleri de hep doğru çıkıyordu...

  9. #9

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    Din Adına Dinsiz Bir Kavim
    4. Birgün ganimeti taksim etmiş, orada duruyordu ki, birden, burnu basık, gözleri çukur ve elmacık kemikleri çıkık bir adam çıkageldi. Tipi tam bir Moğol tipini andırıyordu. Belki de ileride çıkacak bir topluluğu, o gün için o zat temsil ediyordu. Edebsizce Allah Resulü’ne şöyle hitap etti: “Bu taksim adaletli olmadı, âdil ol!” Evet, belki de münafıktı, münafıktı ki, Allah Resulü’ne böyle hitap edebiliyordu. Allah Resulü : “Ben de adaletli davranmazsam kim adaletli davranabilir ki? Eğer âdil olmazsam haybet ve hüsrana uğradım, demektir” buyurdu 118. Cümledeki “Te” harflerini muhatap sıgasına göre okursak; o zaman da: “Siz, haybet ve hüsrana uğradınız, demektir” ma’nâsına gelir. Bununla Allah Resulü şunu anlatmak istemektedir: Eğer bir peygamber âdil değilse o insanlar adaleti kimden öğrenecekler? Adaletin olmadığı bir zeminde ise insanlar, haybet ve hüsrandadır. Öyle ise siz de haybet ve hüsrandasınız demektir. Bir de, eğer ben âdil değilsem, kaybetmiş sayılırım. Halbuki Allah (cc) beni peygamber olarak gönderdi. Demek ki ben kaybetmedim.. o halde ben âdilim.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32936
    Hz. Ömer (ra), Allah Resulü’ne karşı nasıl konuşulacağını bilmeyen bu küstaha haddini bildirmek için izin ister: “Bırak şu münafığın kellesini uçurayım” der. Ancak Allah Resulü müsâade etmez ve orada mübarek dudaklarından gayba ait şu sözler dökülür:
    “İleride bir kavim zuhur edecek. Ablak yüzlü, basık burunlu ve çekik gözleri çukuruna girmiş bu kavim, Kur’ân okuduğunda kendi okuyuşunuzu küçük görürsünüz. Ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya inmez. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar, hatta, bunlardan birinin kolunda büyükçe bir et beni vardır.” 119
    Seneler hızla geçer. Sanki Allah Resûlü’nü tasdik için günler birbiriyle yarışmaktadır: Nehrivan’da Hz. Ali bütün Haricîleri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resûlü’nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali’ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır 120. Zayıf bir hadîste Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Ben Kur’ân’ın tenzili için savaştım, sen de te’vili için kavga vereceksin” 121 buyurmuştur. Yani Kur’ân nazil olmaya başlayınca bütün insanlar, bana karşı koydu; ben de bunlarla mücadele ettim. Ve bir gün gelecek, Kur’ân’ı yanlış te’vil ve tefsîr edenler olacak, sen de onlara karşı kavga vereceksin. Mevsimi gelince o da olmuş, Hz. Ali (ra) Haricîlere karşı kavga vermiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur. Evet, sanki bu burnu basık, elmacık kemikleri çıkık adam, Allah Resûlü’nü tasdik için yaratılmış gibiydi. Öyle ki, onun bu menfî hali, müsbet ma’nâda Allah Resûlü’nü doğruluyordu. Tabii, şeytanın bir mü’mine, musallat olmasıyla, mü’minin ona karşı verdiği kavgada onun sevap kazanmasına mukabil, şeytanın hayır adına birşey kazanmaması gibi, bu adam da o şekilde öldürülüp Allah Resûlü’nü tasdike vesile olmakla beraber, hiçbir şey elde edemeyecektir. Evet gerçi biz, onun o çirkin sima kitabında, Allah Resûlü’nün doğruluğunu okumaktayız; ama bu ona hiçbir şey kazandırmamakta. Zira o bu mevzuda sadece talihsiz bir vasıta...
    Gemilerle Sefer ve Ümmü Harâm
    5. Ümmü Harâm binti Milhan, bir rivayete göre Allah Resûlü’nün sütten teyzesi, diğer bir rivayete göre ise, annesinin yakın akrabası olması sebebiyle teyzesi mesabesindedir. Allah Resûlü onun evine teklifsiz girer çıkar ve bazen de orada istirahat buyururlardı. Bir defasında yine istirahat için yatmışlardı. Tebessümle kalktılar; Ümmü Harâm binti Milhan sordu: “Ya Resûlallah niçin tebessüm ediyorsunuz?” Buyurdular ki, “Ümmetimden bir topluluğun melikler gibi gemilerle cihada çıktıklarını gördüm.” Kadın, “duâ etmez misin, ben de onlardan olayım” deyince, Allah Resûlü: “Sen onlardansın” ferman ettiler. Tekrar istirahata çekildiler. Biraz sonra yine aynı şekilde tebessüm ederek uyanıp Ümmü Haram’a aynı sözleri söylediler. O da yine: “Duâ etmez misiniz onlardan olayım” dedi. Efendimiz: “Sen evvelkiler arasında olacaksın” dediler.122
    Seneler geçer. Ümmü Harâm, kocası Ubâde b. Sâmit ile beraber Kıbrıs seferine çıkar ve orada hastalanarak vefat eder.123 O günden bu güne de müslümanlar, onların kabirlerini ziyaret ediyor, başlarında göz yaşı döküyor. Tabii dökülen her damla göz yaşı, aynı zamanda Allah Resûlü’nü tasdik ma’nâsını taşıyor. Çünkü Allah Resûlü gaybî bir haberde bulunmuş ve bu haber milimi milimine doğru çıkmıştır. Bu doğruluğa Kıbrıs, Kıbrıs tarihi ve onların oradaki merkadi tekzip edilmez bir şahittir.
    Evet, Allah Resûlü’nün dedikleri, mevsimi gelince bir bir zuhur ediyor, biz de bunları tarih aynasında müşahede ile O’na şehadetimizi yeniliyor ve her defasında da, vücudumuzu meydana getiren atomlar sayısınca “Doğru söyledin Ya Resûlallah” diyoruz. Evet, belki bizim ifadelerimiz, bunu anlatmaya yeterli değil; fakat her mü’minin vicdanında duyduğu ses, öyle gürül gürül ki, duymazdan gelmek, bu sesi inkâr etmek imkânsız gibi...
    Benû Kantûrâ
    6. İslâm âlemine musallat olacak bir milletten bahisle de Allah Resûlü şöyle buyurur : “Ahir zamanda Benû Kantûra zuhûr edecektir. Ablak yüzlü, küçük gözlü ve basık burunludurlar.” 124
    Tarih kitapları, bunların Moğollar olduğunu söyler. Zaten Allah Resûlü’nün tarifi içinde İslâm Âlemi’nin başına gelen iki büyük ve dehşetli tasallut vardır: Bunlardan biri Endülüs’te, Ferdinand tasallutudur ki, bu her yönüyle tam batı barbarlığı içinde cereyan etmiş; insanlar öldürülmüş, kütübhaneler tahrip edilmiş ve kitaplar da yakılmıştır. İkincisi ise Moğol felaketidir. Onlar da Mısır, Suriye ve Anadolu’da ne kadar kültür merkezi varsa hepsini yerle bir etmiş, her tarafı harabeye çevirmiş, sonra da çekip gitmişlerdir.
    Allah Resûlü ümmetinin kaderiyle çok alâkadar olduğundan bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve adetâ diyordu ki; Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (cc), onlara karşı te’dip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde payidar olmaz; ancak evvela Allah (cc) bu zalimleri müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır. İşte böyle bir su-i akibetten sakınmaları için, o şefkat âbidesi Allah Resûlü, ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedici hareketlerden kaçınmalarını tavsiye sadedinde başlarına gelecek bela ve musibetleri, hem de o hâdiselerin tasvirini yaparak haber veriyor.. evet, verdiği bu haberler, kendisinden tam altı-yedi asır sonra meydana gelmekle O’nun hak resûl olduğunu ilân etmektedir...
    İstanbul’un Fethi
    7. İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla “Konstantiniye” muhakkak müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek’inde Allah Resûlü’nün bu haberini naklederken, bu mu’ciznûma ihbarı: “Konstantiniye elbet birgün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır” cümleleriyle verir.125
    Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de tâ sahâbe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebu Eyyûb el-Ensârî de o gelip dönenlerden geriye kalmış İstanbul’un bağrında, İstanbul’un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin ma’lûmu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir-iki hususu arzetmeden geçemeyeceğim:
    İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderunda yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih’in ders arkadaşıydı.
    O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de Cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.
    Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı, son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih’i hayrete düşürmüştü. Sordu: “Niçin tebessüm ediyorsun?” Cevap verdi: “Biraz evvel buraları Allah Resûlü teftiş ediyordu. O’nun gül cemalini gördüm. Sürûrum bundandır..”
    Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: “Üç-dört kişi dahi olsa, samimi bir kalple, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü’nün ruhâniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir.
    İşte, İstanbul’un fethi de sıdkın diğer şahitleri misüllü Allah Resûlü’nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyûb el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu.. ve onun içindi ki, tâ Medine’den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul’a defnedilmesini vasiyet etmişti.126

  10. #10

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4

    Uzak İstikbâl
    Vehn (Dünya Sevgisi - Ölümden Korkma)
    1. Efendimiz (sav) günümüze çok yakın hâdiselerden de haber vermişti. İşte bunlardan biri: “Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya da’vet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize da’vet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Allah Resûlü: “Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak” dedi. Yine birisi sordu:“Ey Allah’ın Resûlü vehn nedir?” Cevap verdi: “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi!” 127
    Bu ifadelerden, ilk bakışta şu ma’nâları anlıyoruz: Birgün gelecek, milletler yığın yığın üzerimize çullanacaklar. Sofrada yemeği taksim eder gibi, yer altı-yer üstü servetimizi aralarında paylaşacaklar. Evet, bütün yer altı ve yer üstü servetlerimize el koyacak ve gözümüzün içine baka baka âdetâ sofralarımızı yağmalayacaklar. Evet biz, lokmayı hazırlayıp önlerine koyacağız, onlar da doymak bilmeyen bir iştiha ile önlerine konan şeyleri yutacaklar. Bütün bunlar niçin olacak? Çünkü o zaman biz, artık köklü bir ağaç değiliz de ondan. Hatta, selin sürüklediği çer çöp gibiyiz de onun için. Evet, bizim mizaçlar, meşrepler, hizipler ve anlayış farklılığı ile birbirimizi yiyip bitirmemize karşılık, onlar dünyevî hasis menfaatler etrafında birleşti, bütünleşti ve bizleri sindirdiler. Önceleri onlar bizden korkuyorlardı. Çünkü biz, onların ölümden kaçtıkları gibi ölümün üzerine gidiyor ve dünyayı istihkâr ediyorduk. Halbuki şimdi biz, ölümden kaçıyor ve dünyayı da onlardan daha çok seviyoruz. Onlar da bizim bu zaafımızı işleterek, bizi en can alıcı yerimizden vuruyorlar.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a.html#post32938
    İlk bakışta haçlı seferlerini hatırlatan bu hadîs, biraz daha derin düşünülürse, çok daha yakın bir tarihte cereyan eden hâdiselere de işaret ettiği açıkça görülecektir.
    Raif Karadağ “Petrol Fırtınası” adında bir kitap yazdı. Daha sonra o fırtınayı çıkaranlar tarafından da öldürüldü. Çünkü o kitapta 19. ve 20. asır Türk insanının ma’kûs talihi ve gadr-u efganı, mütecavizlerin de “hay-huyu” vardı.
    Devlet-i Âliye’nin -ben ona imparatorluk denmesinin karşısındayım. Çünkü o devlet bir imparatorluk değildi. Sahâbe ve tabiin devrinden sonra, gelmiş geçmiş en muhteşem bir devletti ki, dense dense ona “Devlet-i Âliye” denir- üzerine nasıl bir sofra gibi üşüşülmüştü.! Bütün dertleri, bu geniş ve bâkir toprakların yer altı-yer üstü zenginliklerini elde edebilmekten ibaretti. Tarih boyu cereyan eden açık haçlı hareketlerinin en ağırı, bu kapalı salîb tecavüzü yanında yine hafif kalırdı. Evet, birbirlerini bir sofraya çağırır gibi çağırmış ve bir ülkenin bütün varlığını aralarında paylaşmışlardı...
    Hz. Osman ve Hz. Ali’yi (r. anhüma) o devrin hıyanet çarkını çeviren bir zihniyet arkadan vurmuş, Asr-ı Saadeti kana boyamıştı; Âl-i Osman’ı da onların torunları arkadan vurdu ve İslâm dünyasını başsız bıraktılar.
    Hazırlanmış ve donatılmış bir sofraya koşuyor gibi üzerimize üşüştü ve Akif’in ifadesiyle: “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” bir araya gelerek Devlet-i Âliye’yi talan ettiler...
    Haçlı, bir zamanlar bize belli bir zihniyetle saldırmıştı ve bu o günün saf ve aptal Avrupalısının saldırısıydı. İğfal edilmiş bu aptal yığınlar, akıllarınca Hz. Meryem’in merkadini kurtarmaya geliyorlardı. Halbuki bizim nazarımızda Hz. Meryem onların düşündüklerinden de, inandıklarından da daha faziletliydi. Çünkü biz onun, cennette Efendimiz’e zevce olacağına inanıyor ve ona mü’minlerin anası gözüyle bakıyorduk128. Aynı zamanda eğer, Hz. Meryem hayatta olsaydı, onu da rahatsız edecek olan, onların bâtıl ve köhne düşüncelerine karşı onun gerçek hakikatının müdafiileriydik...
    Demek istediğim şudur: Allah Resûlü’nün mevzua esas aldığımız hadîslerinde, işaret buyurdukları bu köhne zihniyetin neticesi, hazırlanan haçlı seferleri değildir; belki yakın tarihte bütün dehşetiyle gördüğümüz ve hâlâ görmekte olduğumuz, korkunç bir batı ittifakıdır ki, henüz İslâm âlemi onlara sofra olmaktan kurtulabilmiş değildir. Görüldüğü gibi, on dört asır evvel söylenenler, bugün, kelimesi kelimesine tahakkuk etmekte, görülmekte ve yaşanmaktadır.
    Komünizm Fitnesi
    2. İbn-i Ömer anlatıyor: “Allah Resûlü, birgün şark tarafına dönerek”: “Dikkat edin fitne bu taraftan, şeytan çağının yayıldığı yerden zuhûr edecektir” buyurdular.129
    Çok kuvvetli bir ihtimal ile bu hadîsleriyle Efendimiz, günümüzde, Avrupa’nın zalim ve kâfirlerine alternatif olarak şarkta zuhûr edecek olan fitneye işaret buyurmaktadırlar.
    Metinde geçen “Karn” kelimesi boynuz ma’nâsına geldiği gibi çağ ve asır ma’nâsına da gelir. Onun için bu kelimeye “boynuz” ma’nâsından ziyade “çağ” ve “asır” ma’nâlarını vermek daha muvafıktır. “Şeytan Çağı” demektir ki Asr-ı Saadetin mukabilidir. İnkâr-ı ulûhiyet esası üzerine kurulmuş ateist, ibahîyeci ve dünden bugüne, şeytanın, nefs-i emmare vasıtasıyla insana fısıldamaya çalıştığı bütün fenalıkların birden hayata geçirilmesi sistemi. Kapitalizmin nesebi gayr-i sahih evladı bu ürpertici sistem, günümüzde can çekişiyor olmasına rağmen hâlâ yeryüzünde, din, diyânet, mukaddesât, tarih ve hatta demokrasi düşmanlığının rakip kabul etmez şampiyonluğunu sürdürmekte ve bir korkulu rüya olmaya devam etmektedir ki; zannediyorum Allah Resûlü de bütün efradı içinde, bilhassa bu sistemin hakim olduğu döneme “Şeytan Çağı” diyor. Ve bu çağla gelen cihanşümûl krizlere karşı ümmetini uyarıyor.
    Fıtrat’taki Hazine
    3. Yine buyuruyor :
    “İhtimal Fırat’ın suyu çekilir; ve altın’dan bir dağ zuhûr eder. Kim orada bulunursa birşey almasın.” 130
    Bugüne dek Fırat’ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat’a yakın yerde Irak ve İran katliamı oldu. 1958’de yine Fırat’a yakın bir yerde çok ciddî kıyım yapılarak Allah Resûlü’nün torunları katledildi.. gerçi onlar da Devlet-i Âliye’yi arkadan vurmuşlardı (Men dakka dukka). Ancak, yukarıdaki hadîsten, bu iki hâdiseyi çıkarmak uygun olmasa gerek. Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hâdiselere işaret aramak daha uygun olur: Meselâ: Fırat’ın suyu, altın değerinde olacak bir devreye, mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de “altın” sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat’ın suyu tamamen çekilerek, altında çok büyük altın ve petrol yataklarının çıkacağı da bildirilmiş olabilir. Ayrıca, toprak çökmeleri neticesinde böyle bir madenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslâm âleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur. Bunlar bugün zuhûr etmiş şeyler değil; ileride zuhûr edecek hâdiselerdir.. ve o günleri gören insanlar, Allah Resûlü’ne bir kere daha bütün kalpleriyle “sadakte: doğru söyledin” diyecek ve îmanlarını yenileyeceklerdir.
    İseviyetin Tasaffisi
    4. İki Cihan Serveri, İseviyetin tasaffi ederek Muhammedî ruhla bütünleşeceğini söylemektedir131. Evet, o gün, inkârın temsilcileri, inananları derdest ettikleri esnada, gök kuvvetini elinde tutanlar, Allah’ın yardımıyla müslümanların ma’kûs talihini bir kere daha değiştirecek ve ilhadın burnu bir kere daha kırılacak.. cihanşümûl bu boğuşmada her taraf cenazelerle dolacak ve yeryüzünü dolduran bu cenazeleri de kartallar taşıyacaktır. Bu kartalların belli bir müesseseye işareti ne kadar manidardır!
    Tarımdaki Islahlar
    5. Tarım sahasında ıslahat yapılacak. Yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecek. Yine buğday taneleri de, o denli büyük olacak. Bunlar bizim şu anda görmediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek hususlardır. Bunlar görülecek ve: “Sen Allah’ın Resûlü’sün” denilerek Allah Resû-lü’ne olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü, asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.132
    Bizler meşime’nden doğacak ferdâya hayranız. O öyle bir ferdâdır ki, O’ndan başka ışık yok..! O bir sönse, hayat artık ebedî leyl-i yeldâdır. Akif ruhun şad olsun!
    Günümüzdeki Dengesizlikler
    6. Biz yine günümüze bakan işaretlere dönelim. Allah Resulü buyuruyor :
    “Kıyamete yakın hususi selamlaşma(yani selam vermede şahıs belirleme) olur, ticaret revaç bulur. O kadar ki kadın kocasına ticarette yardımcı olur. Sıla-i rahim kesilir. Yalan yere şahitlik yapılırken hak yere şehadet ketmedilir. Kalem teşvik görür.” 133
    Bu hadîs, hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutulmadan günümüzü bütün çıplaklığı ile ele vermektedir.
    Ticaret revaç bulur. Öyle revaç bulur ki, milyarlık, trilyonluk yatırımlar yapılır. Sadece reklam için milyonlar, milyarlar harcanır. Ve çoğu kere kadın, ticarette reklam aracı olarak kullanılır. Bazen de kadın doğrudan ticaretin içine girer ve çarşıda-pazarda, panayırda-fuarda, reklamı kendilerinden reklamcılar olarak dolaşır. Bu sözlerimizle sakın ticaretin aleyhinde bulunduğum zannedilmesin; ben sadece Efendimiz’in verdiği haberin doğruluğuna işaret etmek istiyorum.
    Sıla-i rahim koparılacak. Anne-baba ve yakın akraba hakları ayaklar altına alınıp çiğnenecek. Ana-baba yaşlanıp işe yaramaz hâle gelince, yani tam şefkat ve ilgiye muhtaç oldukları bir devrede, huzur evlerine gönderilecek ve bu yaşlı insanlar evlerinde yitirdikleri huzuru, orada bulmaya çalışacak.. Cenâb-ı Hakk kendinden sonra en büyük hakkı onlara vermesine rağmen134 O’nun bu emri dinlenmeyecek ve onlara karşı, en vahşi barbarlara rahmet okutacak en küstahça muameleler reva görülecek. (Anlatılanlar, günümüze uyuyor mu, uymuyor mu bunu sizin idrakinize ve irfanınıza havale etmekle yetineceğim.)
    Kalem teşvik görecek, matbaalar harıl harıl çalışacak; gazete, dergi ve kitaplar basacak. Kitap ve yayın evleri, durmadan kitap ve ansiklopedi neşredecekler, kütüphanelerin rafları binlerce çeşit kitapla dolup taşacak. Yazmak, bir meslek haline gelecek ve yazarlık revaç bulacak.
    Yalan yere şehâdet, ortalığı saracak ve doğru şahitliğe kimse yanaşmayacak. Cemiyet, âdetâ bir yalan fabrikası haline gelecek ve hayat büyük ölçüde yalan, hıyanet ve aldatma yörüngeli olacak...
    Mes’ele o kadar açık ve seçik olarak ifade ediliyor ki, burada bazılarının aklına “acaba bu sözler hakikaten Efendimiz’e ait midir?” diye bir tereddüt gelebilir.
    Cevap, gayet basittir: Bu sözler en az, on üç asır evvel tedvin edilmiş olan hadîs kitaplarında mevcuttur. Eğer bu sözleri Allah Resûlü söylemediyse, ya kim söylemiştir? Kendisinden bu kadar asır sonra meydana gelecek hâdiseleri, gözle görürcesine kim ifade edebilir? Hem, eğer bu sözler Efendimiz’e ait değilse, bu sözlerin sahibinde de, en az Efendimiz kadar bir nurlu bakış olması gerekmez mi? Tarihte Allah Resûlü’ne denk bir ikinci insan var mıdır ki, bu sözler ona isnad edilsin. Hayır; gaybe ait bu ifadeler, Allah Resûlü’ne aittir. Rabb’i, O’na öğretmiş, O da bize haber vermiştir. Evet, günümüzde zuhûr eden bu hâdiseler, Allah Resûlü’nün, sözlerinde ne kadar doğru olduğunu apaçık göstermektedir.

Sayfa 1/4 123 ... SonSon

Benzer Konular

  1. sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN ÖZELLİKLERİ 1
    By akin_2546 in forum Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:28
  2. sonsuz nurdan - peygamberlirin gönderiliş gayesi
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:14
  3. sonsuz nurdan - yolculukları
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:07
  4. sonsuz nurdan - karanlık devre
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:05
  5. sonsuz nurdan - BEKLENEN ŞAFAK
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:04

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.