Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
33 sonuçtan 21 ile 30 arası
  1. #21

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 9

    TEBLİĞDE ÜÇ ESAS
    Nebinin, mesaj getirmesi, getirdiği mesajları başkalarına ulaştırması, elbette diğer insanlardan çok farklıdır. Zaten mesaj getirme bakımından bir başkasının nebilere benzerliği de söz konusu değildir. Onlar tebliğde bulunurken, bize tebliğ yapmanın ne demek olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini de öğretirler. Bu da onlara ait tebliğin ayrı bir yönünü teşkil etmektedir. Şimdi isterseniz, bu mevzuyu üç ana esas üzerine oturtarak arzedelim:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32952
    1. Bütünlük: Nebi, Allah’tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca, usulünce o işin uzmanı olarak yapar. O, insanı bir bütün olarak ele alır ve götüreceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim eder. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalp, gönül, his ve duygulardan hiçbiri kat’iyen terke uğramaz ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmaz... Zira her nebi vahye karşı gassalın elindeki bir meyyit gibidir. Vahiy onları evirir-çevirir ve istediği yöne döndürerek onlara istikamet verir. Öyle ki onlar, en küçük ve en teferruat gibi görünen meselelerde dahi, Cenâb-ı Hakk’ın istediği ne ise, ona muvafık hareket ederler. Zaten bu, onlar için bir mecburiyettir. Böyle olunca da, peygamberler buna fevkalade bir hassasiyetle riayet ederler...
    Bu itibarla da, tebliği, nebilerin tebliğine muvafık düşmeyenler, kat’iyen irşatta muvaffak olamazlar. Meselâ, akıl ihmal edildiğinde tebliğ istenen neticeyi vermez. His ve duyguları terk etmek de, aynı menfi neticeyi doğurur. Hele vahyin sınırları dışına çıkanlar kat’iyen hedefe varamazlar. İşte vahyin dışında yol almak isteyen beşerî sistemlerin, hal ve durumu ve işte aldıkları mesafeler. Bir zamanlar, aldatılmış, sefalet ve sefahata itilmiş kitleleri, yığınları arkasından sürükleyen ve birçok fakir ülkelerde gaye-i hayal haline gelen komünizm, defalarca revizyona tabi tutulmasına rağmen, yine de yıkılmaktan kurtulamamıştır. Halbuki bu sistem ve benzerlerinin kurucuları, bir zamanlar, yalancı birer peygamber gibi arz-ı endam etmişlerdi. Şimdi ise onların yalancı ümmetleri şöyle demektedirler:
    “Eyvah bu bâzicede bizler yine yandık,
    Zira ki ziyan oldu, bilmem ne kazandık!” (Z.P.)

    Beşerî sistemleri tatbikte direnen ve diretenlerin, neticede diyecekleri hep aynı şeyler olacaktır. Evet, onlar da birgün mutlaka, aldandıklarını ilan etmek mecburiyetinde kalacaklardır!
    Nebinin tebliğinde akıl, mantık ve hisler omuz omuza ve iç içedir. O, sadece kitlelerin hissiyatlarından yararlanarak; insanları sokaklara dökmeyi düşünmediği gibi, bütünüyle bir nazariyeci kesilip, onları aksiyon ve hamleden mahrum birer uzlet insanı haline de getirmez.
    Ve yine Nebi, insanları sokağa döküp, birer anarşist haline getirmediği gibi, onları sadece his ve duygularıyla yakalayıp yoz ve bodur hale de getirmez. O, Allah’tan gelen mesajları insanların gönlüne salar, onlarda aksiyon ruhu uyarır ve onları insanlığın semasına yükseltir, meleklerle diz dize, yüz yüze getirir.
    Kur’ân-ı Kerim, bu hususu anlatırken, Allah Rasûlü’ne şöyle seslenir: “De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz” (Yûsuf, 12/108).
    Bu yol, nebilik yoludur. Aklın, mantığın, muhakemenin.. his, kalp ve vicdanın da içinde yerlerini aldıkları ve hiçbirinin ihmale uğramadığı bir yoldur.. bu yol ki Nebi ve Nebiye tâbi olanlar, arkalarındakilerini işte böyle bir basiret üzere, hakka davet ederler.
    2. Karşılık Beklememek: Nebi, tebliğ karşılığında hiçbir şey beklemez. O, tebliğini sadece ve sadece bir vazife olarak yapar. Zaten bütün peygamberler, “Benim ücretim ancak ve ancak Allah’a aittir” diyerek bu hakikata işaret etmişlerdir.197
    3. Neticeyi Allah’a Bırakmak: Nebi, tebliğin neticesini ve hüsn-ü kabulü Allah’a bırakır ve hiçbir zaman neticeye karışmaz. Zira bilir ki, onun vazifesi yalnız tebliğdir; netice ise tamamen Cenâb-ı Hakk’a aittir.
    Bu üç husus mahfuz; şimdi de, tebliğin peygamberliğe ait nasıl bir sıfat olduğunu ve her devirde bu vazifeyi yerine getiren insanların, hangi usul ve metodla tebliğde bulunduklarını ve bulunmaları gerektiğini arzetmeye çalışalım. Bütün arzumuz, Rabbimizin bize de tebliğ vazifesini, rızasına uygun şekilde gördürmesinden ibarettir. İçimize tebliğ şevki salacak da, neticede bizi muvaffak edecek de sadece Cenâb-ı Hakk’tır. O’na güveniyor ve O’na dayanıyoruz...

  2. #22

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10

    TEBLİĞDE METOD
    Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır198. Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?..
    Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Rasûlü’ne hitaben şöyle demektedir: “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder” (Kasas, 28/56). Bu itibarla, nebinin mesajı, husûsiyet arzeder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kal-malarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir. İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdetâ mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebîlerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.
    Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Rasûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebu Ubeyde bunları, Allah Rasûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur199. Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir: “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!” 200(Bilmiyorlar, şayet Benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Rasûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Rasûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikayet ma’nâsına, ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.
    “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
    Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”

    Evet; her nebi, âdetâ böyle der: “Ağyar ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem” der ve yoluna devam eder.
    Hz. Nûh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim” (A’raf, 7/61).
    Hz. Nûh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine isnat ettiği sapıklık isnadıydı. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” diyorlardı (A’raf, 7/60). Bugün de değişen birşey yoktur. Denilenler hep aynı ma’nâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..
    Devamındaki âyette, Hz. Nûh kavmine şöyle seslenir : “ Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum” (Araf, 7/62).
    Bende dalalet olmadığı gibi, sizi dalalet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum...
    Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hûd, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor :
    “Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm” (A’raf, 7/67-68).
    Değişen birşey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı ma’-nâya gelen sözler, cümleler..
    Diğer peygamberleri böyle umûmî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:
    Allah (cc) O’na hitaben şöyle buyuruyor: “Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt” (Müddessir, 74/1-3).
    “Ey örtünüp bürünen (Rasulüm)! Geceyi tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4).
    Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
    Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Sen’in Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur..
    Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyara gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
    İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. İşte, bir ilahî ferman: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz” (İsra, 17/15).
    Ve bir başka beyan:
    “Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Zâten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” (Kasas, 28/59).
    Demek ki, Allah (cc) evvela peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp ve insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (cc) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hakk, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı halde, temerrüdünde devam edenler, işte cezaya hak kazanmış onlardır.
    Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metodlarını kullanarak irşatta bulunmuştur. Hz. Nûh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
    “Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır..” (Nûh, 71/5-10).
    Hz. Nûh: “Rabbim, cemaatımı gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüd ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdetâ hep yeni yeni usûller buldular. Bazan kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazan da elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”
    O’nda Tebliğ Cibilliydi
    İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet halindeydi. O, bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. ve âdetâ yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazan günlerce üst üste oruç tutardı201. Bazan da ölmeyecek kadar yerdi202. Sanki tebliğ sancısı, onda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sav) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: “Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdetâ kendine kıyacaksın” (Şuara, 26/3).
    Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder: “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin” (Kehf, 18/6).
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32953
    Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdetâ bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.
    Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz.. işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi! Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir: “ Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!” Evet, işte Nebi ve Nebiye varis olanların hâli! Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.
    Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır. Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hakk da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş... Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der: “Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, “Neden? Niçin?” diye soracaksın. Anlatayım: “Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Halbuki o, müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.”
    Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim...

  3. #23

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10

    Tebliğde Hırs
    Allah Rasûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatlar anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehalükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hali!
    Ebû Tâlib’i Daveti
    Ebu Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Rasûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebu Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Rasûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi. Allah Rasûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebu Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Rasûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâilâhe illallah” demesini ister ve: “De ki, âhirette sana şefaat edeyim” der. Ancak o esnada Ebu Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mani olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine” der ve -Allah bilir- gemiyi kaçırır. Allah Rasûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve “Men edilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim” der203. Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan onu men eder. O artık, Ebu Talip için istiğfar da edemeyecektir; zira âyet şöyle demektedir: “(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara” (Tevbe, 9/113).
    O’nun, Ebu Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebu Bekir’dir. Mekke fethinde Allah Rasûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebu Kuhâfe’yi İki Cihan Serverinin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebu Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir:“Ya Rasûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (cc) ona bu hidayeti nasib etti. Ancak ben, Ebu Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”204
    Allah Rasûlü, nasıl amcası Ebu Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu. İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü:
    Vahşî’yi Daveti
    Allah Rasulü, amcasının kâtili Vahşi’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir. Mektupda aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:
    “Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyâmet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır” (Furkan, 25/68).
    Vahşi, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de müslüman olayım?
    Allah Rasulü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar :
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32954
    “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” (Nisa, 4/48).
    Vahşi, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşiet-i ilahiye bırakıldığını Rasulullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır:
    “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir” (Zümer, 39/53).
    Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Rasulü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “ra” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın katiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşi, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu.205 Bu yönüyle talihliydi.. ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
    Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Rasûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibariyle Allah Rasûlü’ne sütkardeşlik payesiyle de serfirazdı206. O, İslâm’a gireceği ana kadar müslümanlar korku içindeydi. Hamza müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşi, bu Hamza’nın kanına girmiş.. Uhud’da elinde taşıdığı talihsiz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye “ ” (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir “ ” meydana getiriyor ve yere bir “ ” gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Rasûlü, onu uzuvları paramparça halde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehidler yıkanmazdı; ancak Allah Rasûlü Hamza’yı yıkadı ve âdetâ su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı... Evet, Allah Rasûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin katili Vahşi, Allah Rasûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Rasûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşi’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşi’yi bizzat kendisi davet etmişti.207
    Vahşi, iman ettikten sonra Allah Rasulü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, talihsizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”
    Vahşi, bir sahabi şuuru içinde Allah Rasulü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Rasulü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı. Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Rasulü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Rasulü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “acaba”, diyordu, birgün gelir de bana: “Artık görünebilirsin”, der mi? Vahşi, o mutlu günü bekleye dursun, birgün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Rasulü, gurub edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşi, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
    Vahşi’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşi’nin vicdanı, o günahın tesiriyle cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseyleme’nin halledilmesi. Vahşi, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseyleme ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseyleme, nöbet bekleyen bir sahabî tarafından görüldü. Onu gören sahabî, Vahşi’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor” dedi. Bunu duyan Vahşi, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseyleme’nin bağrına sapladı. Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı208. Gözyaşları içinde âdetâ Allah Rasulü’nün ruhaniyatına hitaben: “Artık gelebilir miyim, Yâ Rasulallah!” der gibiydi... Biz, Allah Rasulü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Rasulü’nün ruhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşi’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşi’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin”, demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir, buud meselesidir. Bizim, bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Rasulü’-nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi...
    Evet, görüyoruz ki, Allah Rasulü, en az babası kadar sevdiği ve yine, en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun katili için dahi, bir rahmet oluyor. Vahşi’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşi gibi bir insandan dahi bir sahabî çıkarıyordu. Acaba, O’nda tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası haline gelmemiş olsaydı, Allah Rasûlü’nün Vahşi gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehalükünde, tebliğin Nebiye ait bir sıfat olma hakikatı saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.
    İkrime’yi Daveti
    İkrime’nin düşmanlığı, Vahşi’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neşet ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebu Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdetâ gayya haline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya marûz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.
    İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir. Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği halde o hâlâ temerrüd ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husûmeti, devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı...
    Ümmü’l-Hakem, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemene kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Rasûlü’ne revâ görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Rasûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşi’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.
    İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde, Allah Rasûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben: “Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi. İslâmî ma’nâda hicret bitmişti; ancak, Allah Rasûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti. Allah Rasûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi: “Dua et, Yâ Rasûlallah!. Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi. Allah Rasûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Rasûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Ya Rasûlallah!” dedi, “bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.
    İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “ağlama” der, “ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hişam girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi.” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi” der ve Allah Rasû-lü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Ya Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de : âyetini okur ve ruhunu Allah’a teslim eder209. Âyet meal olarak şöyle demektedir: “Rabbim beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!” (Yusuf, 13/101).
    Evet, Allah Rasûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı. O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.

  4. #24

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10

    Tebliğ Sancısı Uykularını Kaçırırdı
    Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet: “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı”, sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnad edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.
    Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Rasûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazan bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32955
    “En yakın akrabanı inzar et”, mealindeki “ ”210 âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi: “Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için birşey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim.”
    O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Rasulü’ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı-: “Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?” demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti.211
    Hz. Hatice’nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişdi. Allah Rasûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada “acaba birkaç kelime birşey anlatabilir miyim” diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır: “Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Rasûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: “Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?” dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Rasûlü’nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Rasûlallah!’ dedim. Allah Rasûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı.” 212
    Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Rasulü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O’na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da kalb sahibi insan bulmak, sanıldığı kadar kolay olmadı. Taif’te taşlandı, alaya alındı213. Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu214. Ne varki, O’ndaki bu ciddi talep O’nu bir sürprizler âlemine çekiyor gibiydi ve öyle de oldu. Kader O’nu Akabe’ye sürükledi ve bir kısım temiz insanlarla buluşturdu. Bu ilk Aka-be’de altı kişiyle tanıştı. Bunlar ertesi sene Akabe’ye yetmiş insan olarak geldiler. Allah Rasulü, onlara bazı hususları tebliğ etti. Kendisine inanacaklarsa bu şartlar dahilinde inanmalıydılar... Onlar da Allah Rasulü’nün bütün tekliflerini tereddütsüz kabul ettiler. Bu arada, Hz. Abbas, onlara düşünerek karar vermelerini tavsiye etti. Ve böyle bir teklifi kabul etmenin, bütün cihanı karşılarına almak olduğunu onlara tafsilatıyla anlattı. İçlerinde dönen olmadı. En ağır şartlarda dahi Allah Rasulü’nü kendilerine tercih edeceklerine söz vererek biat ettiler. İki Cihan Serveri, onlarla beraber Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab onlara dinlerini öğretecekti.215
    Sahabede Tebliğ Aşkı
    Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi.216 Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.217
    İşte Allah Rasûlü’nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine’ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine’de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine’de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdetâ karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es’ad b. Zürâre (ra) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es’ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına rağmen ve daha Allah Rasûlü de Medine’yi şereflendirmemişti ki, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namı kıldırmıştı.218
    Medine’de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus’ab’ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa’d b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine’de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. zira ona, Mus’ab’ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus’ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle birşeyler anlatıyordu. Sa’d, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus’ab, ona şu teminatı verdi: “Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim.” Bu sözler Sa’d b. Muaz’ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa’d b. Muaz, Mus’ab b. Umeyr’in önünde diz çökmüş ve müslüman olmuştu219. O günün Medine’sinde , Ömer’in Mekke’de müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa’d b. Muâz’ın müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
    Görüldüğü gibi, Allah Rasûlü, durmadan, dinlenmeden hak ve hakikatın neşrini yaptığı gibi, O’nun, sadık çırak ve tilmizleri de aynı şekilde, cihanın dört bir yanına dağılmış ve hakkı neşretme vazifesini en seviyeli şekilde edâ etmeye çalışmışlardı. Cihan, bu meşalelerin tutuşturduğu nurlu kalplerle apaydın olacaktı. Zaten Mus’ab’ı Medine’ye, Talha’yı Dûmetü’l-Cendel’e ve daha sonraki yıllarda, Berâ ve Halid’i Yemen’e sevk eden aynı duygu ve düşünce değil miydi?
    Bazen bir sahabi gittiği yerde muvaffak olamazsa, Allah Rasûlü, onların yerlerini değiştiriyor ve bu değişiklik de muhakkak surette, müsbet ma’nâda tesirini gösteriyordu. Meselâ, Halid b. Velid, irşad adına gönderildiği Yemen’de çok muvaffak olamadı. Allah Rasûlü, daha sonra oraya Hz. Ali’yi gönderdi. Halid’i de Necran’da Hristiyanların bulunduğu bölgeye tayin etti.
    Berâ b. Azib, bu hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
    “Halid’le günlerce Yemen’de kaldık; Ali gelinceye kadar kimse bize inanmadı ve saflarımıza dahil olmadı. Ancak Hz. Ali’nin gelişiyle her şey birdenbire değişiverdi. İnsanlar, bölük bölük İslâm’a girmeye ve müslüman olmaya başladılar.”220
    Evet, Yemen’de Hz. Ali muvaffak olmuştu. Zira O’nun Allah Rasulü’yle uzun bir geçmişi vardı. Ayrıca O, Hz. Hasan ve Hüseyin’den gelen altın halka ve kıyamete kadar gelecek bütün kutupların, mukarrebinin, evliya ve asfiyanın babaları durumundaydı. Bugün dahi, hak ve hakikat onların himaye kanatları altında temsil edilmektedir. Ve işte bu Hz. Ali, bütün Yemen’i, yürekleri eriten sözleriyle fethediyordu ki, gün gelip Mekke fethedilince bunların hepsi gelerek İslam’a iltihak edeceklerdi.221

  5. #25

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 11

    DEVLET REİSLERİNE NÂMELER
    Allah Rasûlü, bir taraftan böyle değişik istidatları etrafa gönderip irşad vazifesini sürdürürken, diğer taraftan da devlet reislerine ve meliklere gönderdiği nâmelerle, onları hak dine davet ediyordu. Bu da tebliğin ayrı bir buuduydu.
    Necâşi
    Necaşi, Habeş hükümdarıydı. Allah Rasulü’nü göremediği için sahabî değildi; fakat çok büyük bir insandı. Allah Rasulü, ona Amr b. Ümeyye’yi göndermişti. Necaşi’ye gönderilen mektupta İki Cihan Serveri şöyle diyordu:
    Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Habeş Necâşisi (hükümdarı) Asham’a;
    Selam sana! Ben, senin vesilenle, Melik, Kuddûs, Mü’-min ve Müheymin olan Allah’a hamdederim. Ve şehadet ederim ki, İsâ, Ruhullah ve Allah’ın iffetli, tertemiz, pâk ve bâkire Meryem’e ilkâ ettiği kelimesidir... Seni şeriki olmayan Bir Allah’a davet ediyorum.” 222
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32956
    İki Cihan Serveri, evvela Necaşi’ye hitaben, doğrudan doğruya “Selam sana” demekle, onda bir şeyler gördüğünü îmâ ediyordu. Evet, sanki, Allah Rasûlü, onun hidayete ereceğini gayb-âşina gözüyle görmüştü ki, ona böyle hitap etmişti. İkinci olarak, kullanılan ifade ve üslûb, gayet hârikadır. Zira, Allah Rasûlü, meseleye yaklaşırken, Necaşi’nin gözünde çok büyük ve saygıdeğer olan Hz. Meryem’le yaklaşmıştır. Zaten bizler için de, Hz. Meryem o denli büyüktür. Çünkü Hz. Meryem, büyük bir peygamberi dünyaya getiren kadındır ve ilhama mazhardır.
    Dikkat edilmesi gereken olan önemli bir husus, Necâşi bir hristiyandır ve Allah Rasulü, ona hitap ettiği mektubuna malzeme olarak, Kur’ân’ın o mevzu ile alakalı âyetlerini kulanmıştır. Bu, Necaşi’nin ruhuna girmek için en müessir ve en sâlim yoldur. Nitekim de öyle olmuştur.
    Necaşî, mektubu almak için tahtından inmiş, öpüp başına koymuş, mektubun okunması biter bitmez de davete icabet ederek müslüman olduğunu ilan etmiş ve hiç vakit geçirmeden kâtiplerine şu mektubu dikte etmiştir:
    “Allah’ın Rasûlü Muhammed’e, Habeş hükümdarı Necaşi’den,
    Ben şehadet ediyorum ki, sen Allah’ın Rasulü’sün... Eğer emredersen, hemen oraya gelirim. Ancak ben, sadece kendime sahibim. Şu anda teb’ama hâkim değilim. Yine şehadet ederim ki, Senin dediklerinin hepsi de doğrudur.” 223
    Necâşi, imanının şuurunda bir insandır. Birgün yakınlarına şöyle demiştir: “Keşke şu saltanata bedel, Hz. Muhammed (sav)’in hizmetkârı olsaydım.”
    Ve aradan bir müddet geçer. Bir gün Allah Rasulü, mescide gelir orada bulunanlara, “Kalkın!” der, “kardeşimiz Necaşi’ye cenaze namazı kılacağız.” 224
    Fukahâ arasında, gaybe cenaze namazı ihtilaflıdır. Hanefi mezhebi dışında kalan mezhep imamları, böyle namazı tecviz ederken, Hanefi mezhebi imamları aksini söylerler. Çünkü onlara göre, bir mucize eseri olarak, Necaşi’nin tabutu Allah Rasûlü’nün önünde hazır bulundurulmuş ve kılınan namaz, bu şekilde hâzır’a kılınmıştır. Bu fıkhî bir mevzudur ve tafsil edilmesinin yeri de burası değildir... 225
    Hirakl
    Allah Rasûlü, ikinci mektubunu Dihyetu’l-Kelbî ile Hirakl’e gönderdi. Hirakl, Roma İmparatoru idi. Hirakl’e gönderilen mektupda şunlar vardı:
    “Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Rum meliki Hirakl’e, Allah’ın selamı, hidayete uyanlar üzerine olsun! İmdi, Ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol selâmeti bul. Böylece Allah, senin ecrini iki kat verir. Eğer yüz çevirirsen, kendi yüz çevirişinin yanında, bütün yüz çevirenlerin vebali de sana yüklenir.
    Ey Kitap Ehli, gelin aramızdaki müşterek kelimede birleşelim (Sizinle bizim aramızda ma’nâsı aynı bir kelimeye geliniz): Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım; ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi ilahlaştırmayalım. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse işte o zaman: “Bizim müslüman olduğumuza şahitler olun!” deyiniz.” 226
    Bu sözler Hirakl’a tesir etmişti. O gün orada, Ebu Süfyan da bulunuyordu.. ve hükümdarla Ebu Süfyan arasında şöyle bir konuşma geçti: Hirakl:
    -Bu zatın nesebi nasıldır?
    -Soylu ve asil bir nesebe sahiptir.
    -Daha evvel atalarından böyle bir iddiada bulunan oldu mu?
    -Hayır, olmadı.
    -Ataları içinde hiç hükümdar var mıydı?
    -Hayır, yoktu.
    -Ona tâbi olanlar, zayıflar mı ileri gelenler mi?
    -Ekseriyet itibariyle zayıflar.
    -Cemaatı azalıyor mu çoğalıyor mu?
    -Gün geçtikçe çoğalıyor.
    -Hiç yalan söylediği oldu mu?
    -Hayır, onu hiç yalan söylerken görmedik.
    -Hiç vefasızlık ettiği oldu mu?
    -Bugüne kadar olmadı; ancak bundan sonrasını bilemem.
    İşte, Ebu Süfyan, henüz müslüman olmamasına ve Allah Rasûlü’nün amansız bir düşmanı bulunmasına rağmen, o günkü konuşmasına ancak son cümlesi kadar bir tereddüt sokuşturabilmişti.
    Ve Hirakl, Ebu Süfyan’ın verdiği cevapları tekrar ederek, bütün bunların, Allah Rasûlü’nün risaletine delil olduğunu söylüyor ve piskoposunu çağırıp durumu ona da soruyor, o da aynı kanaati izhar ediyordu. Bir rivayete göre imanını izhar ediyor ve:“Çok yakın bir zaman sonra, şu benim ayaklarımı bastığım yerler, hep O’nun olacak” diyor ve dediği de aynen zuhur ediyordu.227
    Ancak papazların vahşi merkep gibi homurdanmaları sebebiyle Hirakl, sözünün mecrasını değiştiriyor “Ben sizi imtihan ettim, tâ ki dininize ne derece bağlısınız göreyim...” Piskopos ise, iman etti ve Allah Rasûlü’ne gaybî olarak biatta bulundu.228
    Ve Diğerleri
    Efendimiz daha birçok yere ve birçok kimselere mektuplar göndermişdi. Bunlardan kimisi, davete icabet edip müslüman olmuş, kimisi de müslüman olmamakla beraber Allah Rasu-lü’ne karşı saygılı davranmıştı. Meselâ, Mukavkis ki, Kıptîlerin hükümdarı ve bunlardan biriydi. Allah Rasulü, ona Hâtib b. Ebî Beltea’yı göndermişti. Mukavkis, gerçi müslüman olmadı. Ancak Hâtib’e, orada kaldığı müddet zarfında hep ikramda bulundu ve Allah Rasulü’ne de hediyeler gönderdi. Mâriye Validemiz de bu hediyelerden biriydi. Allah Rasulü, onu istifraş buyurmuş ve ondan İbrahim adında bir çocuğu olmuştu. Ayrıca bu hediyeler arasında bir de beyaz bir katır vardı.229 Adı “Düldül” olan bu katır, o gün için Arabın gördüğü ilk katırdı.
    Kisrâ ise, Allah Rasulü’nden gelen mektubu parçalayıp yere atmış.. bu da onun kendi mülkünün parçalanması şeklinde tecelli etmiş ve kısa bir müddet sonra İran parça parça oluvermişti.230
    Allah Rasûlü, hükümdarlara, devlet reislerine ve değişik kabilelerin ileri gelenlerine bir ma’nâda bütün dünya ile oynamak demek olan şümullü bir tebliğde bulunuyordu.. ve O, her gün biraz daha sinelere giriyor, gönüllere taht kuruyordu. Sanki, O’nda kudsî bir câzibe vardı da, âdetâ bir kısım sırlı iplerle insanları kendine cezbediyordu. O’nun câzibesine kapılan her fert ve cemiyet, aynı zamanda nûr âlemiyle de bütünleşmiş oluyordu. O, gönüllere bu şekilde taht kurduktan sonra, artık O’na karşı mücadele etmek, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdı. Buna beyhûde bir çırpınış da denebilir.
    Nitekim, az sonra, öyle de oldu. O güne kadar direnenlerin hemen hepsi boşuna uğraştıklarının farkına vardı ve O’na dehalet ettiler...

  6. #26

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 12

    TEBLİĞ AÇISINDAN HUDEYBİYE
    Hudeybiye, tebliğde ayrı bir fırsat buududur. Allah Rasû-lü’nün böyle ağır şartları hâvî bir anlaşmayı kabul etmesi, işin başında Hz. Ömer gibi Allah Rasûlü’ne bağlılığı müsellem şahıslar tarafından dahi, itiraz ma’nâsına gelebilecek bir reaksiyonla karşılanmış ve o esnada kaybetme sath-ı mailinde buğulu dakikalar yaşanmıştır.. yaşanmıştır ama ertesi sene müslümanlar, ellerini-kollarını sallaya sallaya Mekke’ye girmişlerdir. Bu ise Mekke’de bir sene boyu konuşulan mevzu olmuştur. Böylece gönüller İslâm’a karşı yavaş yavaş hazırlanabilmiş.. ve Mekke’nin ileri gelen dev şahsiyetlerinden Halid b. Velid, Amr b. Âs ve onlar gibi kişiler bu arada kendi hür iradeleriyle İslâm dinine girmişlerdir231. Onların izzetleri rencide olmadan İslâm’a girmeleri, ileride yapacakları hizmetler açısından çok mühimdi ve öyle oldu...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32957
    Ayrıca, biat esnasında ashabın, Allah Rasûlü’ne karşı gösterdikleri bağlılık örneği, Mekkeli murahhasların gözünden kaçmamış ve bu da Mekkelilerin İslâm’a karşı yumuşamalarını hızlandırmıştır.

  7. #27

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 13

    FERT PLÂNINDA TEBLİĞ
    Allah Rasûlü, fethin zirvesinde olduğu dönemlerde dahi ferdî münasebetlere son derece ehemmiyet veriyordu. O bir iki sene içinde bütün Mekke halkının kendisine dehalet edeceğini biliyordu ama, buna rağmen Halid b. Velid’le Amr b. Âs’ın gelişini ayrı bir iltifatla karşılıyor ve onlara teveccüh yağdırıyordu. Evet, yanında bulunan ashabını, bu iki dâhiyi karşılamaya göndermişti ve Halid, teslimiyet ma’nâsına elini uzattığı zaman Allah Rasûlü, ona şöyle iltifatta bulunmuştu: “Ben de hayret ediyordum; Halid gibi akıllı bir insan nasıl olur da küfür içinde kalır.. ben birgün gelip, senin müslüman olacağına kat’iyen inanıyordum”.232 O haletteki bir insana, Allah Rasûlü’nün söylediği bu sözler, iltifatların en büyüğüdür. Ve işte Halid bu iltifatlarla müstakbel hayatı adına kimbilir nasıl metafizik gerilime geçmiştir? Bu arada Amr b. Âs da, Allah Rasûlü’nün elinden tutmuş bir türlü bırakmıyordu. Durmadan ısrar ediyor ve: “Ya Rasûlallah, günahlarım için istiğfar et ve Cenâb-ı Hakk’a yalvar” diyordu. “Dua et, Allah beni affetsin!” İki Cihan Serveri, ona da iltifatta bulunuyor ve şöyle diyordu: “Bilmiyor musun, İslâm, daha önceki bütün günahları siler süpürür... İnsan, İslâm’a girince anasından doğduğu gün gibi tertemiz olur.” 233
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32958
    Evet, Allah Rasûlü artık, gönüllere taht kurmuş ve mübeccel şahsiyetine teveccühü tebliğ adına değerlendiriyor. İnsanlar da fevc fevc O’na doğru koşuyor, O’nun dinine dehalet ediyordu. Hatta o günkü mevcelenme geldi ta bu günlere ulaştı. Öyle inanıyor ve öyle zannediyoruz ki, Efendimiz’in mübarek mesajı bundan sonra da, kıyamete kadar, kendisine has ihtişamıyla devam edecektir.
    Basına yansıyan kadarıyla olsun meseleye baktığımızda, bugün Avrupa’da milyonlarca insan müslüman olmakta ve dünya müslümanlığa doğru kaymakta. Evet Avrupa İslâm’a gebedir ve yakında hamlini vaz’ edecektir. “İslâm dünyasında ise doğum tamamlanmak üzeredir. Bir de şimdi cihanın şu şarkına, yani nifak düşüncesinin hakim olduğu yerlere bakın! Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine ve bu yöre insanının korkunç asimilelere maruz kalmalarına rağmen, burada yaşayan müslümanlar; Türkistanı, Mengücistanı, Özbekistanı, Dağıstanı ve Kırgızistanı’ıyla düşünce ve ruh dünyalarından pek birşey kaybetmemiş gibi kendi düşünce dünyalarına koşuyorlar. Yakın bir gelecekte Moskova’nın bağrında dahi Ezan-ı Muhammedî duyulacak ve orada da fevc fevc İslâmiyet’e dehaletler olacaktır. Allah Rasûlü’nün tebliğini temsil edenler, dünyanın hiçbir yerinde, bu tebliğin ulaşmadığı yer bırakmayacak ve bütün bunları yaparken de, birer muhabbet ve şefkat fedaisi gibi davranacaklardır.

  8. #28

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 14

    İLÂHÎ İLTİFATA MAZHARİYET
    Allah (cc), Nebisine hitaben bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
    “Ey Rasul!” Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, Seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik edip doğru yola iletmez” (Maide, 5/67).
    Allah (cc) hiçbir peygambere böyle hitap etmemiştir. Diğerlerine hitap, hep mücerred isimleriyle yapılır; ancak Hz. Muhammed (sav)’dir ki, O’na hitap edilirken böyle tazimkâr bir ifade kullanılmıştır.
    “Ey Rasul! sözü ile Hakk’tan mesaj getiren, haber ulaştıran ve ötelerden haberdar insan kasdedilmektedir. Bu hitap tarzıyla Allah , O’na çok şerefli bir hususiyet izafe ederken, bizlere de, O Nebi’nin şeref ve kıymetini hatırlatır. Buna, O’nun şerefini ilan da denebilir. Ve O, bu şerefin gölgesi altında, bize sunacağı mesajı sunar. Yani, şu anda size muhatap olan veya sizi muhatap alan zât öyle bir Zât’tır ki, âdetâ Allah (cc) O’na saygı gösteriyor (tabir caizse) O’na adıyla “Ya Ahmed, Ya Muhammed, Ya Mustafa, Ya Mahmud” demiyor da “Ey şanı yüce Rasul!” , Yani duygu, düşünce ve gönülleri dirilten mesajlarla insanlığın imdadına koşan nebî diyor. Zira Allah, O’nu nurdan bir helezonun zirvesine çıkarmış, O’nu peygamberlikle serfiraz kılmış ve vicâhî olarak konuşulabilecek bir muhatap haline getirmiştir. Evet, bu gibi beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Allah, O’nu karşısına alıyor ve O’nunla yüz yüze konuşuyor. Nitekim, bazı muhakkikin, Efendimiz’in, Miracta Cenâb-ı Hakk’la fiilen böyle konuştuğunu söylemektedirler. Nasıl, diğer vahiyleri, bazan perdeler ardından; fakat yine bizzat Cenâb-ı Hakk’tan telakki etmiştir. Öyle de Mirac’ta bu iş doğrudan doğruya bizzat görüşerek olmuştur234. İşte Hz. Muhammed Mustafa bu zâttır. Allah (cc), O’nu seviyeler üstü bu sevi-yeye çıkarmış ve bu noktaya ve bu seviyeye çıkardığı O Zât’a demiştir ki: “Sen, sana tevdî ettiğim mesajları insanlığa hiç durmadan duyurmalısın ve bu işte, hiçbir şey de sana engel olmamalıdır.. evet Sen, hiçbir şeye takılıp kalmamalısın. Ne korku, ne endişe, ne mânialar ne açlık ve susuzluk, ne de dünyaya ait makam ve mansıp seni tebliğden alıkoymamalıdır.”
    Elhak, Rasul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, hiçbir engele takılıp kalmamış ve bir an dahi tevakkuf etmeden kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmiştir. O’na bir risalet kapısı açılmış, O ise bu kapının sövelerini sökercesine rekorlar üstü rekora ulaşmıştır ki, ’yı da bir noktada böyle an-lamak mümkündür... Evet onun kendisi için bir yükselme sınırı takdir olunmuş; O ise, bu sınırı çok geride bırakmıştır. Zira öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Hz. Cibril o noktadan sonra O’na şöyle demiştir: Yürü yâ Muhammed! Bundan sonra top Senin, çevkan Senin, ben parmak ucu kadar daha ilerlesem, Rabbimin azamet nuru beni yakar mahveder!.
    Bu, imkan sahasını zorlama, hatta aşma demektir. Bu ifadeler, bana hep Auguste Comte’u hatırlatır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), pozitivizmin kurucularındandır. Hayatı, hep din düşmanlığı ile geçmiştir. Çünkü ona göre, bilimin tecrübe sahasına girmeyen her şey safsatadır. Ancak, Tarih-i Murad’da onunla ilgili şöyle bir hâdise nakledilir: Bir aralık Comte, Endülüs’e gitmiş; oradaki İslâmî sanat eserlerini hayranlıkla seyretmiş ve İslâm hakkında ma’lûmat edinmek için bazı kişilere sorular yöneltmiş... Aldığı cevaplar arasında bilhassa, Efendimiz’in ümmî oluşu, onu şaşkına çevirmiştir. İnanamamış ve Roma’ya giderek 9. Papa ile görüşmüş ve yemin ettirerek bu mevzuyu ona sormuştur. O da söylenenlerin doğ-ruluğunu tasdik edince, filozof şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muhammed bir ilah değil; fakat beşer de değil...”
    Zaten bizim Buseyrî’miz de şöyle demiyor mu?
    “İlmin vardığı son nokta şudur: O, bir beşerdir, ancak Allah’ın yarattığı varlıkların en hayırlısıdır.” Yani O, Âmine’den doğma, Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur. Evet O’nun da bir anası, babası ve bir maddî yanı vardır. Ancak madde ile O’nu izah edip anlatmak mümkün değildir. O, peygamberlik semasında tayerân eden bir tâvustur. Halbuki bizim sözlerimiz hep O’nun içinden çıktığı yumurta etrafında dönüp durmaktadır. O, miracta öyle bir noktaya adım atmıştır ki, biz ayağını nereye koyduğunu bile bilmekten aciz bulunuyoruz. Çünkü bu, beşerî idrak ve beşerî şuurla kavranabilecek bir husus değildir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32959
    Tebliğ, o derece lüzumludur ki, kendisine bu derece yakın bulunan en sevgili kulunu Cenâb-ı Hakk, bu vazife ile vazifelendirmiş ve eğer tebliğ vazifesini yerine getirmezse bütünüyle risalet vazifesini yerine getirmemiş olacağını da O’na bizzat ihtar etmiştir.
    Öyle ise, O’nun ümmeti olan bizlere düşen en lüzumlu vazife de, yine tebliğ vazifesidir. Unutmayalım ki, bütün bir beşeriyeti, hayatın hemen her sahasında yeniden diriltmek, ancak Hz. Muhammed’in diriltici soluklarına ve O’nu soluklayanların soluklarına sığınmakla mümkün olacaktır.

  9. #29

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 15

    TEBLİĞDE ÖNEMLİ BAZI HUSUSLAR
    Tebliğde önemli bazı hususlar vardır. Bunlardan bir kısmını yukarıda arzetmiştik. Onların kısa bir özetini vererek, arzetmediğimiz kısmı da bu hülasaya bina edip tebliğ mevzuunu bitirelim.
    Birincisi: Tebliğin bir fetanet yanı vardır ki, buna peygamber mantığı da diyebiliriz.
    İkincisi: Tebliğ yapan rehber, tebliğ ettiği meseleyi çok iyi temsil etmelidir. Onun anlatacağı şeyler, hep yaşadığı şeyler olmalıdır. Evet O, başkalarının yaşaması gerekli olan şeyleri değil; kendi yaşadığı hayatı anlatmalı ve davet ettiği kimseleri de böyle bir hayata davet etmelidir.
    Üçüncüsü: Tebliğ neticesinde beklenen, sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası olmalıdır. Cennet dahi, tebliğe gaye olmamalıdır. Bu da maddî-manevî füyûzât hislerinden fedakârlık yapmak demektir.
    Birincisi: İç fetanettir; Allah Rasûlü’nün tebliğinin de bir fetanet yanı vardır. Ama fetanet, bir kuru mantık değildir. O, zahirden batına, dünyadan ukbaya ulaşan bir mantıktır. İnsanın bir mantık tarafı olduğu gibi, bir de his ve duygu tarafı vardır. Onun sadece mantığına hitap edenler, his tarafından açılacak herhangi bir gedik karşısında iflas ederler. İnsanın sadece his yönünü işletmeyi hedefleyenler ise, mantık karşısında mağlup düşerler. Halbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselam, müşahedeye, muhakemeye ve iç sezişe birden seslenir. Gözün gördüğü şeylerle insanı ele alır, misallendirir ve ruha bu yolla nüfuz eder. Aklı kullanır ve kullandırır. Muhakemeye önem verir ve vicdanlara öyle seslenir ki; vicdanında O’nun sesini duyan herkes bir hamlede sadece vicdan yoluyla hakikata ulaşmak isteyenlerin önüne sıçrar ve hakikata ulaşıverir... Endüisyon (Intuition) yoluyla Allah’ı bulmaya çalışan Paskal ve Bergson gibi kişiler kendi sahaları olan bu mevzuda bile Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın, hayat üfleyip, yetiştirdiği mü’minlerden çok ama çok geri kalırlar. Zaten mutlak ve umûmî fazilette, onları mü’min-lerin en küçüğüne dahi kıyas etmek mümkün değildir.
    Fertleri İyi Tanımak
    Evet, nasıl hiçbir sahada Hz. Muhammed Aleyhisselam’a ulaşmak mümkün olmamıştır; bu fetanet itibariyle de böyledir. O, evvela müşahede ile hasımlarını dize getirmiştir... Yani parmağını kaldırarak putları göstermiş ve “şu taştan, ağaçtan, topraktan ne umuyorsunuz?” demiş.. sonra da harika mahiyetiyle veya ortaya koyacağı bir mucize ile önce aklına hitap ettiği muhatabının elinden tutup onu kalbin yanına çekmiştir. Daha sonra da ona huzurun insibağiyle bir merhale daha kazandırmış ve âdetâ uhrevîleştirmiştir.
    Meselâ: Hz. Ömer’in seyr-i rûhanisini ele alalım; ona “Senin gibi akıllı bir insan nasıl oluyor da taşrada geziyor? Senin gibi bir insanın, taştan, topraktan ve ağaçtan birşeyler ummasını, doğrusu aklım bunu bir türlü kabul edemiyor.” diyerek seslenmiştir. Evvela bu sözlerde Ömer’i tebcil vardır. Mantığa karşı hürmetli davranılmıştır. Böylece Allah Rasûlü, mantık adına Hz. Ömer’i avucunun içine almıştır. Ardından da öteden beri emniyet ve güven telkin etmiş olan o harikulade durumuyla Ömer’in kalbine nüfuz etmiştir. Üçüncü safhada ise, ubûdiyetteki derinliği ile onu öyle bir hâle getirmiştir ki; o develeri boynundan tutup yere yıkan Ömer, Allah Rasûlü’nün önünde edepli bir çocuk gibi diz çöküp saygıyla iki büklüm olmuştur.
    Şimdi bu mevzuda müşahhas bir misal verip diğer hususlara intikal etmek istiyorum:
    Allah Rasulü’nün huzuruna bir genç gelir. Sahabe, bu gencin ismini sarahaten zikretmez; ancak bazı rivayetleri tevhid edip birleştirdiğimizde, bu gencin Cüleybib (ra) olduğu anlaşılıyor. Bu genç gelir ve: “Ya Rasûlallah, zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün değil” der. Orada bulunanların reaksiyonu çeşitli olur. Kimisi ağzını kapamak ister ve “Rasûlullah’a karşı böyle terbiyesizce konuşma!” imasında bulunur, kimisi eteklerinden tutup çeker. Kimisi de suratına bir tokat vurmak niyetindedir. Ama, bütün bu olumsuz davranışlara sadece şanı yüce Nebi, şefkat peygamberi ve merhamet âbidesi, susar; onu dinler, sonra da yanına çağırır, dizlerinin dibine alır ve oturtur. Buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar:
    -Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin?
    -Anam babam Sana feda olsun Ey Allah’ın Rasûlü, istemezdim.
    -Hiç bir insan da, anasına böyle birşey yapılmasını istemez!
    -Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
    -Canım Sana feda olsun Ya Rasûlallah, istemezdim.
    -Hiçbir insan da, kızı için böyle birşey yapılmasını istemez!
    -Halanla veya teyzenle böyle birşey yapılmasını ister miydin?
    -Hayır, Ya Rasûlallah, istemezdim!
    -Kız kardeşinle ister miydin bir başkası onunla zina etsin?
    -Hayır, hayır, istemezdim.! Ve son söz,
    -Hiç kimse de, halasıyla, teyzesiyle ve kızkardeşiyle zina edilmesini istemez.
    Evet, bu muhavere ile akıl mantık plânında Allah Rasûlü, bu genci avucunun içine almış ve âdetâ teneşir tahtasına uzatmış ve onu bir meyyit haline getirmiştir. Ve artık sadece yıkaması kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: “Allahım bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.” 235
    Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi haline gelmiştir. Gelmiştir ama, daha önceki hayatı bilindiği için, kimse ona kız vermemektedir. Derken yine Allah Rasulü, araya girer ve Cüleybib evlenir236. Evlendikten sonra ilk muharebede de şehid düşer. Muharebe sonunda Allah Rasulü, etrafındakilere sorar: “Hiç eksiğiniz var mı?” Cevap “Yok, ya Rasulallah, hepimiz tamamız!” Ama, Allah Rasulü: “Benim bir eksiğim var” der. Ve Cüleybib’in başucuna gelir. Tam yedi kişi öldürmüş, sonra da o öldürülmüştür. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: “Bu Cüleybib benden, ben de bu Cüleybib’denim.” Ve Cüleybib, bu payeye kavuşarak ötelere uçar.237
    Evet, Allah Rasulü’nün fetanet-i azamı, zinakâr bir genci hem de çok kısa bir zaman içinde, öyle bir seviyeye çıkarmıştır ki, akıl bunu anlamaktan acizdir.
    Şimdi acaba, günümüzün bütün terbiyeci ve pedagogları bir araya gelerek Arap Yarımadası’na gitseler, Allah Rasu-lü’nün, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdiği o terbiye, o ahlâkî mükemmelliği terbiye ve ahlâkî mükemmellik şöyle dursun, ahlâka ait sadece bir iki prensibi gerçekleştirebilirler mi?
    Realite, bize bütün vuzuhuyla bu cevabın müsbet olmayacağını göstermektedir.
    Evet O, öyle bir devirde yaşamışdı ki, ahlâksızlığın her çeşidi o günün insanında âdetâ bir fıtrat haline gelmişti. Allah Rasulü, onlardan sadece bu kötü ahlâkı söküp atmakla kalmadı, aynı zamanda onları, ahlâkın en güzeliyle de donattı. Öyle ki, insanlık, ne onlardan evvel öyle bir ahlâkı ve ahlâklı insanlar gördü, ne de onlardan sonra.. İslâm tarihi binlerce misaliyle bunun en sadık şahidi olduğu gibi insanları bazı alışkanlıklardan vazgeçirmek için, günümüzde sarfedilen gayretlerin neticesiz kalması da apaçık olarak bunu göstermektedir. İşte bir misâl: Koskoca bir devlet, sigaraya karşı mücadele açıyor, bakanlıklar bu meseleyi sahipleniyor, yüzlerce ilim adamı çeşitli vesilelerle bu mevzu hakkında konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve çeşitli sloganlarla, sigarayı bıraktırma âdetâ seferberlik haline getiriliyor ama, netice yine sıfır, yine sıfır.
    Şimdi bir de Allah Resulü’nün terbiye ettiği cemaata bir bakıverin; söylediği sözler, nasıl hemen tatbik görüyor. İşte bir misâl: Hz. Enes anlatıyor: “Ben, Ebu Talha’nın evinde içki içenlerin kadehlerini dolduruyor, onlara sâkilik yapıyordum. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bu ses: “Dikkat edin içki yasaklandı” diyordu. O anda bardağı dolu olan, bardağını döktü, ağzına götürmüş olan ağzındakini tükürdü ve herkes küplerinde ne kadar içki varsa sokaklara boşalttı, öyle ki, Medine sokaklarında günlerce içki aktı...” 238
    Evet O, bütün bunları yapmıştır. Bunu görmek istemeyenlere, Arap Yarımadası’nı gösteriyor ve “haydi O’nun yaptığının milyonda birini de siz yapın” diyoruz. Hiçbir zaman yapamayacaklardır...
    Tebliğ Edilecek Hususları Önce Yaşamak
    İkincisi: Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O’nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu.
    Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler:
    “Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek, O’na inanmaya yeterli sayılırdı.” 239
    O’nu kabullenenler, O’na dilbeste olanlar ve O’na ‘Ya Rasûlallah!’ diye hitap edenler, kendisinden sonra cihanı idare eden kimselerdir. Yani O, kendisini sadece üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. O’nun yetiştirdikleri arasında bir Ebû Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali (Radıyallahü anhüm ecmaîn) vardır ki, herbiri, cihanı idare edecek çapta insanlardır. Ve hiçbiri de önüne gelene teslim olacak yaratılışta değildir. Eğer O, Allah’ın Rasûlü olmasaydı, bunlardan hiçbiri, O’na teslim olmazdı. Hem Hz. Ali gibi, kalp gözü açık ve “Eğer perde açılsaydı, yakinimde bir ziyadelik olmayacaktı” 240 diyen ve imanın hakkalyakîn mertebesinde bulunan bir insan, O’nu hak nebi olarak kabullenmişse, bu dahi tek başına delil olabilecek çapta bir hâdisedir.
    O’nun her hali uhrevîlik adına öyle büyüleyici idi ki Abdullah b. Selam gibi bir yahudi âlimi, sadece bir kere O’nu görmekle: “Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Rasûlullah olabilir” diyerek iman etmişti.241
    Demek ki, O’nu görmek, kabul etmek için yetiyordu. Hayatını, başkalarına birşeyler anlatmaya adayan insanlar, bu türlü kabullenmenin ne kadar zor olduğunu herkesten daha iyi anlarlar. Zira, bunlarda çoğu bir ömür boyu didinir durur da iki elin parmak sayısı kadar insana birşey anlatamaz veya kendini onlara kabul ettirip, ruh dünyalarına giremez. Halbuki bir de Allah Rasûlü’ne bir bakıverin. Şu anda bir milyara yakın insanın gönüllerine taht kurmuş ikinci bir insan göstermek mümkün müdür? Günde beş defa, bütün cihanı çınlatacak bir coşkuyla ismi minarelerden söylenen bir başkası var mıdır? Öyleyse insanlık, O’nu seviyor ve günde birkaç defa O’na bağlılığını ilan ediyor. Hem de aleyhte çalışan bu kadar insan ve bu kadar sisteme rağmen. Evet, her şeye rağmen Hz. Muhammed Aleyhisselam, gönüllere taht kurmaya devam ediyor. Zira O, başkalarına dediklerini ilk olarak kendi nefsinde yaşamış ve her zaman dediklerinin canlı bir misâli olmuştur. Onun için de her sözü, kitlelere tesir etmiş, söyledikleri hep tatbik görmüş ve uğrunda hırz-ı can edilmiştir.
    O, insanları Allah’a kulluğa davet ederken her zaman en ufuk noktada yine, en güzel kulluğu kendisi temsil etmiştir.
    Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gün geldi ve bana: “Ya Âişe, (dedi) müsâde eder misin? Bu gece Rabbimle beraber olayım” ve arkasından da namaza durdu.
    O gün sabaha kadar (Âl-i İmran, 3/190) âyetini okuyarak namaz kıldı.. gözyaşı döktü.. öyle ağladı ki, seccadesi sıkılsaydı, damla damla gözyaşı damlardı.242
    O, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp “Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun” dendiğinde “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti243. O’na şükür kapısı açılmıştı ve bunca didinmesi ondandı.
    Yine Âişe Validemiz anlatıyor: “Gece yarısı kalktım. Allah Rasulü’nü yanımda görmeyince kıskandım. “Acaba, başka hanımına mı gitti” diye düşünmüştüm. Tam yataktan doğrulup kalkacağım sırada elim, ayağına dokundu. Dikkat edince O’nun secdede olduğunu anladım ve dediklerine kulak verdim. Şu şekilde dua ediyordu: “Allahım gadabından rızana sığınırım...” 244
    O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O’na -davasından vazgeçmek kaydıyla- daha Mekke’de iken teklif de edilmişti. Ancak O, davası uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti245. Birgün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden ve kul peygamberliği, melik peygamberliğe tercih eden bir Hakk kapısı vefalısıydı zaten246. O’nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine bende ediyordu.
    Hz. Ömer de, esasen çok sade bir hayat yaşıyordu; ancak Allah Rasulü’nün yaşantısı, O’nun dahi gözlerini yaşartıyordu. Bir gün sordu Allah Rasulü: “Ömer niçin ağlıyorsun?” Cevap verdi: “Ya Rasulallah, şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken, Sen, hasır üzerinde yatıyor ve üzerinde yattığın hasır teninde izler bırakıyor; halbuki Sen, Rasulullah’sın. Rahat bir hayata herkesten daha çok layıksın!” Allah Rasulü, Ömer’e şunları söylüyor: “Razı değil misin Yâ Ömer, dünya onların olsun âhiret bizim?” 247
    Evet, dünyanın zimamı, müslümanların elinde olmalıydı. Bunu Allah Rasûlü herkesten daha çok isterdi. Fakat O, kendi şahsî yaşantısında, sadelerden sade bir hayat yaşıyordu. Daha doğrusu O, yaşamıyor, yaşatıyordu. Zaten O’nun, bütün ruhlara girip, gönüllerde taht kurmasının sırrı da, bu şekilde bir temsil keyfiyetinden değil miydi?
    Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Rasûlü’nün bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi evvela, söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.
    Birisine, Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvela, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevkedecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa “Niçin yapmayaca-ğınız şeyi söylüyorsunuz?” âyetinin tokatını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız... (Saff, 61/2).
    Karşılık Beklememek
    Üçüncüsü: Allah Rasulü’nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmayışıydı ki, bu da, O’nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur’ân, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve “onlara uyun ”248 demektedir.
    Hz. Hatice’ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Rasûlü, kendi adına kimseden birşey talep etmemişti.
    O’nun en yakın arkadaşı, Hz. Ebu Bekir’di ve hicrette de O’na yol arkadaşlığı edecekti. İşte bu Hz. Ebu Bekir’in, Allah Rasûlü için hazırladığı bineği, hem de böyle zor şartlar altında, bizlerin; düşmanın bizi takip edeceğinden gayri hiçbir şey düşünemeyeceğimiz o hengamda, Allah Rasûlü, hazırlanan bineği, ancak ücretini ödemek şartıyla kabul edebileceğini söylemişti 249. İşte bu, O’nun, yaptığı işte ne kadar hasbî davrandığını isbat etmez mi? Bu kadar zor bir anda, böyle ince bir noktayı düşünen insan, daha müsait zamanlarında düşünmez mi? Ve tebliğ insanına, ders olarak sadece bu hâdise yeter zannediyorum.
    Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasûlü’nü mescidde gördüm. Namazını oturarak kılıyordu. Sordum: “Ya Rasûlal-lah hasta mısınız?” “Hayır Ya Eba Hureyra, açım... Açlıktan ayağa kalkacak dermanım kalmadı.” Ben ağlamaya başladım. Allah Rasûlü, beni teselli etti: “Ağlama dedi, hesabın şiddeti aç olanlara dokunmayacaktır.” 250
    Zaten açlık O’nun asla değişmeyen çilesiydi...
    Yine bir gün Hz. Ebu Bekir ve Ömer’le gecenin yarısı Medine’nin bir köşesinde birbirlerinden habersiz buluşuvermişlerdi.. ve birbirlerinden soruverdiler: “Gecenin bu vaktinde sizi dışarıya çıkaran nedir?” Üçünün cevabı da aynı olmuştu: Açlık... Evet, üçü de Allah için neleri varsa vermişler ve karınlarını doyuracak bir lokma ekmek bulamadıkları için de uyuyamamış, dışarıya çıkmışlardı.251
    O gün tebliğ adına kaldırılması gereken bu ağır yükü işte bu güçlü eller kaldırmıştı. Bugün de aynı yükü kaldırmaya namzet olanların, her halde aynı güce sahip olmaları gerekir.
    Kendi öz kızı Fatıma ki Allah Rasûlü onun için: “Fatıma benden bir parçadır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, üzen de beni üzmüş olur” 252 demişlerdir. Evinde ev işlerine yardım edecek kimsesi yoktu. Su taşımaktan, değirmen taşı çevirmekten elleri nasır bağlamış ve omuzları da yara bere içindeydi. Hz. Ali, bu duruma çok üzülüyor; fakat elinden de birşey gelmiyordu.. ve upuzun bir çile dönemi hep böyle yaşandı.
    Zaten o, babasının ahlâkını taşıyordu. Kendi işini kendisinin yapması, babasından irsiyetle ona da geçmişti. Evet, oturuşundan kalkışına kadar o, hep babasına benzerdi.253
    Bir harpte, müslümanların elde ettiği esir ve ganimetler Medine’ye getirilince, herkes gidip Efendimiz’e ihtiyacını arzediyor ve durumuna göre de birşeyler alıp dönüyordu. Hz. Ali’nin teşvikiyle Fatıma Validemiz de gitti. Ancak babası evde yoktu. Niçin geldiğini Allah Resûlü’nün zevcelerinden birine söyledi ve evine döndü.
    Efendimiz, durumdan haberdar olunca, hemen kızının evine geldi. Hz. Fatıma yatıyordu. Rasûlullah içeri girince yatağından doğrulmak istedi. Ancak bu fıtrat insanı, hemen yatağın kıyısına oturdu. Öyleki dizlerinin soğukluğunu, Fatıma Validemiz bağrında duyuyordu: “Kızım, (dedi) Suffe ashabının bütün ihtiyaçlarını görmeden evvel sana birşey veremem. Ama sana bundan daha hayırlısını öğreteyim. Yatmak için yatağına geldiğinde 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah ve 33 defa (Bir rivayette 34) Allahüekber de. Bu senin istediklerinden, senin ahiretin hesabına daha iyidir.” 254
    Ve yine bir gün Hz. Fatıma’nın kolunda bir bilezik gördü: “Kızım, insanların, Allah Rasûlü’nün kızı, bileğinde cehennemden bir halka taşıyor, demelerini mi arzu ediyorsun? Derhal onu çıkar” dedi ve gitti.
    Hz. Fatıma ise, bu bilezikle bir köle aldı ve köleyi Allah için hürriyete kavuşturdu. Az sonra durumu babasına anlatınca, Allah Rasûlü bilseniz ne kadar memnun olmuştu!255
    Bu üçüncü bölümün bir yönü de şudur. Allah Rasulü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa, baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızı Fatıma’dan başka yardımına gelen olmamıştı. Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı... Bir defasında Kabe’de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O’nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebu Bekir vardı ve yetişti: “Rabbim Allah, dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek Allah Rasu-lü’nü müdafaa etti256. Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O’nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: “Ağlama kızım, Allah, babanı zayi etmeyecektir” 257 demişti ve Allah (cc) da O’nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O’na ebedî ma’kes eylemişti...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32960
    Tebliğ mevzuuna bir kere daha göz atıp, sonra başka bir bölüme intikal edelim.
    Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız gibi tebliğ, Peygamberlerin ve Peygamberimizin varlık gayesidir. Onlar tebliğ için yaratılmışlardır. Biz, bu vazifeyi yaparken sadece bir sorumluluğu yerine getirmiş oluruz. Halbuki Peygamberler, onu, yaratılış gayeleri olarak yaparlar.
    Ayrıca biz, bu mevzuyu tahlil ederken nasıl Allah Rasû-lü’nün getirdiği mesajın şeffaf yüzünde, yazılı olduğunu göstermeye çalıştık. Aynı zamanda O’nun getirdiği mesaj tebliğinde kullandığı usul ve metodlarla; hem O’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu isbat eden önemli bir delili, hem de kendisinden sonra tebliğ vazifesini yapmak isteyenlere, yanıltmaz, şaşırtmaz bir yol hakkında ipuçları vermeye gayret ettik. Biz, kat’iyen inanıyoruz ki, Allah Rasûlü’nün tebliğ metodu kullanılmadan, devamlı ve sürekli muvaffakiyetten söz etmek mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını, pratikte isbat eden binlerce hâdise vardır. Onun içindir ki, kat’i bir kanaat ve yakînî bir imanla bir kere daha hatırlatıyoruz ki; insanlara rehber ve imam olmak isteyenler, veya bu durumda bulunanlar, bu mihrabın ebedî imamı Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) uymalıdırlar. Hakiki Rehber O’dur ve O’nun açtığı yol da, hakiki hidayet yoludur. Zira O, kendi hevasından konuşmaz, ne dediyse muhakkak vahiydir...

  10. #30

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 16

    FETANET
    Fetanet, akılla aklı aşma, demektir. Ona, peygamber mantığı da diyebileceğimizi arz etmiştim. Bu mantık, ruh, kalp, his ve letâifi bir araya getirip mütalâa edilecek şeyi öyle mütalâa etmenin adıdır.
    Fetanet, asla kuru bir akıl ve mantık değildir. Onun içindir ki, İslâm’ı böyle bir akıl ve mantığa izafe edip, “İslâm akıl dinidir”, “İslâm mantık dinidir” gibi laflar etmek, İslâm’ı bilmemenin de ötesinde büyük bir tahrife ilk adım sayılır. Hayır, İslâm, ne akıl ne de mantık dini değildir; o, doğrudan doğruya bir vahiy dinidir.
    İslâmî meselelerin akıl ile, mantık ile mütenakiz düşmemesi, bu bir yönüyle onun “ilm-i muhitten gelip her meselesini akla da tasdik ettirmesinin, diğer yönden de, onu semavîliğe uygun yorumlayan peygamber mantığının şumûl ve ihatasındandır. Yani peygamber ilhamı ve peygamber mantığıdır, başka değil... O mantık ki, vahyi telakkî edebilecek bir çapta yaratılmıştır. Ve yine o mantık ki, hisse, muhakemeye, kalbe, letâife ve hikemiyât ma’nâsına felsefeye de açıktır. O, mantık üstü bir mantıktır veya tek kelime ile “Fetanet-i Azam”dır.
    Cenâb-ı Hakk’tan gelen her vahyin evvela bu mantıkta aksetmesi bir zaruret ve ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyaç, insanlara yönelik bir ihtiyaçtır. Çünkü, vahiy evvel emirde böyle bir mantığa uğrayıp orada regüle edilmese veya alternatif akımın doğru akıma çevrilmesi gibi bir çeviriye tabi tutulmadan gelip insanlara ulaşsaydı beşeriyet, o akdes ve mukaddes feyizden meşiet-i amme ile gelen vahiy ve ilhamlar karşısında cayır cayır yanardı. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk, sübühat-ı vechinden perdeleri kaldırıverse, bütün mevcudat yanıp kül olur; vahyin gönderilmesinde de aynı şey söz konusudur258. Evet, vahyin, yakıcı şihap-larına, atmosferlik yapan, peygamberlerin fetanetidir. Zaten din dediğimiz de budur. İlâhî tenezzülat, beşerin idraki seviyesine indirilmiştir. Bunu da yapan, peygamberlere ait mantık, yani fetanettir. Onun içindir ki, fetanet, her peygamberde bulunması gereken bir sıfattır. Ve sadece peygamber olanda bulu-nan bir mantıktır ki, bu mantığı “Deha” kelimesiyle ifade etmek de doğru değildir. Yani, peygamberin mantığı, bütün mantıkların üstündedir ve ona da fetanet denir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-3.html#post32961
    Eğer peygamberlerde fetanet olmasaydı, düşmanların itirazlarına, dostların da sorularına maruz kalan bu insanların karşılarına çıkan bunca meseleyi izah ve tefsir etmeleri nasıl mümkün olacakdı ki. Böyle bir imkânsızlık da hiç şüphesiz, dinin anlaşılmaması gibi bir neticeyi doğuracaktı. Bu takdirde ise, dinin tekliflerinin bir ma’nâsı kalmayacak, dinin teklifleri kalmayınca da, insanın yaratılması abes olacaktı. İşte bütün bu menfi neticelerin olmaması, peygamberlerin hârikûlâde bir mantıkla donatılmalarına bağlıdır. Evet, peygamberler, bütün müşkilleri gayet rahatlıkla çözen bir fetanetle serfiraz kılınmışlardır.

Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN ÖZELLİKLERİ 1
    By akin_2546 in forum Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:28
  2. sonsuz nurdan - peygamberlirin gönderiliş gayesi
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:14
  3. sonsuz nurdan - yolculukları
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:07
  4. sonsuz nurdan - karanlık devre
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:05
  5. sonsuz nurdan - BEKLENEN ŞAFAK
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:04

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.