Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 4/4 İlkİlk ... 234
33 sonuçtan 31 ile 33 arası
  1. #31

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 17

    PEYGAMBERİMİZİN FETANETİ
    Efendimizin yaşadığı devri, şöyle bir düşünüverelim: Bir taraftan sahabe, halledemediği şer’î meseleleri Allah Rasulü’ne getirip O’nun halletmesini isterken, diğer taraftan da İslâm’a girmek isteyen bazı insanların kafalarındaki tereddüt ve şüpheler de cevap beklemektedir. Bir de buna ilave olarak Allah Rasulü’nü çekemeyen ve kıskanan Kitap Ehlinin üretip piyasaya sürdüğü şüphe ve tereddütler vardır ki, bütün bunların altından kalkmak ve sorulan sorulara doğru ve isabetli cevaplar vermek, ancak ve ancak peygamber mantığı, yani fetanetle müm-kün olabilir.
    Ayrıca, Efendimiz’in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir. Ruhun derinliklerine dalmış bu insanlar, kilise ve manastırlarda hiç olmazsa belli sahalarda alabildiğine mümarese kazanmış ve derinleşmiş kimselerdir. Muhataplarından bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdetâ bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır.. keza, bunların içinde, ticarî ve iktisadî sahada yed-i tûla sahibi olanlar; harp meydanlarında yetişmiş nâdide kumandanlar; büyük siyasî dehalar ve hatta hatta kültür seviyesi sıfırda seyreden bedevî insanlar vardır.. ve bunların hepsinin de, kendilerine göre çözüm bekleyen soruları vardır. Bu durumda, Allah Rasûlü, öyle söz söylemeli ve öyle izahlar yapmalıdır ki, bedevîsinden en zirvedeki insana kadar herkes, bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilsin ve âlemşümûl bir dinin hususiyeti olarak da bu iş, kıyamete kadar hep böyle devam etsin...
    İnsan konuşan, düşünen bir varlıktır. Bu yönüyle de o, Cenâb-ı Hakk’a ait bir sıfatı temsil etmektedir. Düşünceler, konuşmalara emanet, konuşmalar da, yazıya emanet edilebilirse, devamlılık kazanır. Konuşulmayan ve yazılmayan düşünceler yaşamaz, sahibiyle birlikte fena toprağına gömülür gider. Düşünebilme kabiliyeti, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara büyük bir lütfu olduğu gibi, konuşma ve düşündüğünü beyan etme de, aynı şekilde büyük bir lütuftur. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın rahmaniyetini anlatma sadedinde, insanın yara-tılmasını ifade ettikten hemen sonra, insana “beyân”ın talim edilmesini zikretmekte ve : “Allah insana beyanı öğretti” (Rahman, 55/4) demektedir. Hz. Âdem’den beri insanlar düşünüyor, söylüyor.. ve kıyamete kadar da düşünüp söyleyeceklerdir. Ancak, ne düşünme ne de anlatma ve konuşma tükenip bitmeyecektir. Bu da, Rabbin sonsuz rahmetinin bir eseridir. İşte bu rahmete en şümûllü ma’nâda mazhar olanlar, peygamberler ve onların içinde de en üst seviyede bu işe mazhar olan Hz. Muhammed Aleyhisselamdır. Peygamberlerin ve Peygamberimizin bu mazhariyeti, ancak onlardaki fetanetle izah edilebilir. Fetanet olmadan, bu durumu elde etmek imkansızdır. Öyleyse fetanet, peygamberlerin çok önemli bir özelliğidir.
    Her peygamber, üstün bir idrak gücüne ve bunları beyan melekesine sahiptir. En muğlak ve mu’dil meseleleri dahi, kahvaltı yapma rahatlığı içinde halleder. Anlatırken de ifadelerinde aynı kolaylık vardır.. ve âdetâ her beyanları “sehl-i mümteni”dir. Yani, bu sözü dinleyenler, kendilerinin de aynı şekilde böyle bir söz söyleyebileceklerini zannederler; fakat teşebbüs ettiklerinde görecekler ki, onlar gibi söz söylemek, onlar gibi beyanda bulunmak mümkün değildir. Çünkü, aslında çok zor olan o meseleleri anlatmak, onlara Allah tarafından kolaylaştırılmıştır. Evet, Nebilerde açan hitap çiçeğindeki revnak ve güzellik, başkalarında asla bulunmaz!..
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-4.html#post32962
    Nebinin huzuruna gelen her problem, muhakkak çözüm bulur. O mesele ne kadar bâkir ve ne derece zor olursa olsun, Nebi o mevzuda sanki kırk yıllık ihtisası varmış gibi konuşur. Bundan dolayıdır ki, Bernard Shaw, Allah Rasûlü hakkında şöyle demek mecburiyetinde kalmıştır: “Üst üste problemlerin çözüm beklediği şu dönemde, bütün problemleri kahve içme rahatlığıyla çözen Hz. Muhammed’e her devirden daha çok muhtaç bulunuyoruz...” Evet, asrımızda iktisadî, içtimaî ve siyasî nice problemler var ki, hep çözüm beklemektedir. Ve günümüzde, artık dost düşman herkes anladı ki, Allah Rasûlü’nün, pırıl pırıl beyan pınarına müracaat edilmeden, bu problemlerin çözülmesi asla mümkün olmayacaktır.
    O’nun fetaneti hakkında söylenen birçok söz vardır. Bütün bu sözler bir araya toplansa, hacimli bir kitap olur. Biz, bunlardan bir ikisini naklederek, bu engin mevzuu da noktalamaya çalışalım.
    Ümmetin fakihi ve en âlimi ünvanlarına mazhar Abdullah b. Abbas hazretleri buyuruyor ki: “İnsanların en faziletlisi ve yine insanların en akıllısı, sizin nebiniz, Hz. Muhammed Aleyhisselam’dır.”
    Tevrat ve İncil’i didik didik etmiş, tâbiinin âlimlerinden Vehb b. Münebbih de, Allah Rasûlü’nün fetanetini şu cümlelerle dile getirir: “Bütün insanların idraki, Allah Rasûlü’nün idrak ve fetanetine nisbeten, büyük sahradaki bir kum tanesinin, o sahraya nisbeti gibidir...” 259

  2. #32

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 18

    BAZI ÖRNEKLER
    Kâbe’nin Tamiri
    1. Cahiliye insanı, âdetâ fitnenin çocuğuydu. Sanki onların bütün vazifeleri ve yaratılış gayeleri, fitne çıkarmaktı. Üçü bir araya gelse, muhakkak orada bir fitne tutuştururlardı. İşte bu insanları bir araya getirip, onlardan bütün medeniyetlere üstadlık yapacak çapta insanlar yetiştirmek, sadece Allah Rasûlü’ne has bir mucizeydi ve bütün bunları o semâ buudlu fetanetiyle yapıyordu.
    Kâbe’nin tamiri, Efendimiz’in nübüvvetine tekaddüm eden yıllardan birine rastlar. Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in yerleştirilmesi, kabileler arasında inşikak ve ayrılığa sebep olmuştu. Herkes, bu şerefin kendisine ait olmasını istiyordu. O sırada Allah Rasûlü, henüz risalet vazifesiyle serfiraz kılınmış değildi. Bununla beraber bu vazife henüz çimlenip meyve vermese de O’nun ruhunda bir nüve halinde vardı. Ancak bir bahar bekleniyordu ki, bu tohum neşv ü nemâ bulsun. Tam o arada, kılıçlar kınından sıyrılmış, oklar sadaktan alınarak yaylarına yerleştirilmiş bir kavga arefesi yaşanıyordu. Eğer çare bulunmazsa, kimbilir kaç sene sürecek, nice can ve mal kaybına sebep olacak bir iç savaşla burun buruna gelinmişti. İçlerinden biri, her nasılsa bir teklifte bulundu: “Kâbe’nin şu kapısından ilk giren insanı hakem tayin edelim ve o ne derse rıza gösterelim” dedi. Bu teklif, orada bulunanlarca kabul edildi. Herkes merakla bakıyordu ki ilk görünen insan, Hz. Muhammed Mustafa oldu. “el-Emin geliyor” dediler ve durumu O’na naklettiler. Allah Rasûlü, hiç düşünmedi bile. Hemen “büyükçe bir bez getirin” dedi, getirildi. Hacerü’l-Esved, bu bezin ortasına kondu. Bütün kabilelerin ileri gelenleri, bezin bir ucundan tutup konulacak yere kadar götürdüler. Allah Rasûlü de orada taşı bizzat kendisi alıp yerine yerleştirdi260. Ve böylece, büyük bir iç harp önlenmiş oldu. Hiç düşünmeden, tereyağından kıl çeker gibi, bu kadar muğlak ve büyütülerek hâdise hâline getirilmiş bir meseleyi, kendisine daha teklif edilir edilmez, yapacağı icraatı düşünmeden ve en süratli bir intikalle halletmesi, acaba peygamber mantığından başka ne ile izah edilebilir? Daha peygamber değildir ki, vahiyle izah edilsin. Ancak peygamberlik gibi büyük bir hamuleyi yüklenebilecek, ısmarlama bir mantık ve peygamberlere has bir fetanettir ki, rahatlıkla bu işin altından kalkabilmiştir. Evet O’nda mantık üstü bir mantık, muhakeme üstü bir muhakeme ve idrak üstü bir idrak vardı.. aslında Kur’ân’ı yüklenecek bir insan için de bu şarttı...
    Muhatabını İyi Tanıması
    2. Husayn, Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir. Niyeti O’na akıl vermektir. Allah Rasûlü’nü ikna edecek ve O’nu davasından vazgeçirecektir. İki Cihan Serveri, muhatabını tanımada ve O’nun seviyesini tesbitte mucizevî bir yapıya sahiptir. Hiç düşünmediği halde, muhatabına öyle kelimelerle hitap eder ki, siz, o kelimelerden bazılarının yerini değiştirseniz veya o karakterde olmayan bir insana, aynı ifadelerle hitapta bulunsanız, her şeyi karıştırır ve kat’iyen hedefe ulaşamazsınız. Hem kelimeleri seçmede, hem de muhatabın seviye ve durumunu tesbitte Allah Rasûlü, yektâdır. O’na benzeyen ikinci bir şahıs bulmak da mümkün değildir. Kiminle, nerede ve nasıl konuşula-cağını, öyle bir süratle tayin eder ki, bir an dahi düşünmez ve ne konuştuysa, neticede, konuşulanların bütününün, konuşulması zarûri olan kelimeler olduğu anlaşılır. O’nun, hiçbir konuşmasında isabetsizlik görülmediği gibi, lüzumsuzluk da yoktur. Her sözünü kelime kelime tetkik edin, cümleleri içinde bir tek fazlaya rastlayamazsınız. Bu, fetanet değilse ya nedir? Husayn’ı işte bu fetanet, bakın nasıl eritmiştir: Husayn, sözünü ve diyeceklerini bitirince, Allah Rasûlü, edebinden ve nezahetinden hiçbirşey eksiltmeyen edep ve nezahet yüklü bir ifadeyle sorar:
    -Ya Husayn, sen kaç ilaha kulluk yapıyorsun?
    -Yedi tane yerde, bir de gökte olmak üzere sekiz ilaha kulluk yapıyorum.
    Gökte dediği sînelerden bir türlü silemedikleri Allah’tır. Allah düşüncesi vicdanlarda kök salmış öyle bir inanç ve düşüncedir ki, upuzun cahiliye dahi onu silip götürememiştir. Vicdan, yalan söylemez. Yeter ki dil, o vicdanın sesine tam ve doğru bir şekilde tercümanlık yapabilsin. Allah Rasûlü’nün soruları, Husayn’ın bu sorulara verdiği cevaplarla devam ediyor:
    -Sana bir zarar isabet ettiğinde kime yalvarır, yakarırsın?
    -Göktekine.
    -Malın helâk olduğunda kime yalvarırsın?
    -Göktekine.
    Allah Rasûlü, sorularını böylece sıralıyor ve aldığı cevap hep aynı oluyor. O, ne sorsa Husayn hep göktekine diyor. Husayn, bütün bunların arkasından gelecek cümleden habersizdir. Allah Rasûlü ise, son olarak ona şunu söylüyor.
    -O, senin dualarına tek başına icabet ediyor, sense O’na hiç gereği yokken ortak koşuyorsun! Ya benim dediğim nedir? İslâm ol kurtul! 261
    Esasen şu konuşmada, bütün cümleler çok sadedir. Ancak muhatabın durumu ve düşünce seviyesi öyle tesbit edilmiştir ki, Husayn’in bu sözlerin sonunda diyecek birşeyi kalmamıştır. Evet, Allah Rasulü’nün son ifadesinden sonra, muhatabına kalan tek bir cümle vardır. O da “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasulullah” cümlesidir. Yani muhatap, ya bu cümleyi söyleyip ebedî kurtuluşa erecektir, ya da temerrüdünde devam edip, tek kelime dahi söyleyemeden çekip gidecektir. Başka bir tercih mümkün değildir.
    Muhataba Göre Konuşma
    3. Bedevî, çölde yaşayan bir insandır. Çok defa devesini yitirir, eşyasını bir yerde unutur veya bir kum fırtınasına tutulur, sonra da feryad ve figan etmeye başlar. Böyle bir insanın, ruh halini düşünün. Bu insan sıkışıp darda kalınca ne diyecektir? Herhalde, Hz. Hamza’nın, birgün gelip Allah Rasulü’ne dediklerinden başka birşey demeyecektir..! Hz. Hamza, hidayete ereceği zaman Allah Rasulü’ne şöyle demişti: “Ya Muhammed! Çölde, gecenin koyu karanlığını yaşadığımda anladım ki, Allah, dört duvar arasına sıkıştırılamayacak kadar büyüktür.” Evet, Lât’ın, Uzza’nın, Hübel’in işe yaramadığını gören hemen herkes, aynı şeyi söylüyordu. Çünkü onların de-rununda bu hakikatı haykıran vicdandı. Ve vicdan doğru söylüyordu. İşte Allah Rasulü’nün huzuruna ruh haletleri bu merkezde niceleri gelmiş, bedevice sordukları sorulara, kendi ruh dünyalarına uygun en güzel cevapları bulup hidayete ermiş ve gökteki yıldızlardan biri oluvermiştir.262
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-4.html#post32963
    Ahmed b. Hanbel, Ebu Temime (ra)’dan rivayet ediyor: Birgün Efendimiz’in huzurunda oturuyorduk. Huzura bir bedevi geldi. Doğrudan Allah Rasûlü’ne hitapla: “Sen Muhammed misin?” dedi. Allah Rasûlü, gayet mülayim bir ifadeyle: “Evet, ben Muhammed’im” buyurdu.
    -Hangi şeye davet ediyorsun?
    -Aziz ve Celil olan Allah’a davet ediyorum. Ama sadece O’na. Yanında başka şeyleri şerik koşmadan bir ve tek olan Allah’a. O, öyle bir Allah’tır ki, senin başına bir zarar gelse, O’na yalvarırsın.. ve senden bu zararı O giderir. Kıtlık ve bela zamanında O’na dua edersin sadece.. yağmuru O gönderir ve otları O bitirir. Sen, uçsuz bucaksız çölde, herhangi birşeyini kaybettiğinde O’na el açar, yakarırsın ve kaybettiğin şeyi, sana O buldurur.”
    Bedeviye söylenen bu sözler, ne harikadır. Nasıl bütün cümleler, onun can damarı olan hususlarla alâkalıdır. Kıtlık, bela, musibet ve çöl ortasında çekilen sefalet ne demektir.? Bunu çok iyi bilen bedeviye, bütün bu hal ve durumlarda tek melce ve mence olacak bir Kudret-i Sonsuz’dan bahsediliyor. Esasen, onun vicdanından yükselen de aynı ma’nâlardır. Fakat bedevi, henüz bu sesin ma’nâsını kavrayabilmiş değildir. Ama sanki Allah Rasûlü, bu ifadelerle, sadece onun içinde yükselen bu sesin ma’nâsını ona talim edip öğretiyordu. Söylenen sözler, bedeviye o kadar tesir edip onu öyle kıskıvrak yakalamıştır ki; bedevinin;
    -Ya Rasûlallah! Ver elini de Sana biat edeyim!263 de-mekten başka bir sözü kalmamıştır. Kalmamıştır da biat eder ve sahabi olma şerefine erer. Konuşulan şeyler, çok sadedir. Üslupda öyle belağat ve fesahat oyunları yapılmamıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, halin iktiza ettiği duruma tam ve mutabık hareket edilmiş ve bedevi dize gelmiştir...
    Zaten, taş yürekli insanlardan, melekler gibi bir millet hasıl etmek, yeryüzünde Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan başka kime nasib olmuştur ki? O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği dinamikleri, öyle yerinde ve ustaca kullanmıştır ki, meydana getirdiği inkılâb, hâlâ tarihçilerin ve sosyologların anlayamadıkları bir muammadır. Allah Rasulü’nün, içtimaî hayat derya-sına fırlatıp attığı cevherlerden meydana gelen dalgalar, gelip ta yirminci asrın sahiline kadar uzanmış ve asrımızın sahillerini dahi tesiri altına almıştır.. ve bu işin kıyamete kadar da devam edeceğinde de şüphe yoktur. Bugün dünyanın her yanında, akın akın İslâm’a dehâletler olmaktadır. Bu içtimaî hayat deryasına, Allah Rasulü’nün attığı cevherlerin meydana getirdiği o büyük dalgalanmaların, asrımızın sahiline vurmasından başka birşey değildir. Zaten, tesir gücü asırlar süren bu kudsî cazibe, başka kime ait olabilir ki? Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan başka, böyle bir cazibeye sahip olan ikinci bir şahıs var mıdır ki onun olsun. Asla ve kat’a. O ki, ferîd-i kevn ve zamandır.. her şey O’nun yüzü suyu hürmetinedir.
    Huneyn’de Muhacir ve Ensar’a Hitabı
    4. Nebiler Sultanı, nasıl en zor problemleri gayet kolaylıkla çözüyor ve halledilmez gibi görünen meseleleri rahatlıkla ve fevkalâde süratli bir şekilde hallediyordu; aynen öyle de, nice, en dirayetli insanları tereddüt içine, hatta paniğe sevk edecek ani ve beklenmedik hâdiseler karşısında O, her zamanki vaziyet ve soğukkanlılığından hiçbir şey kaybetmeden süratle harekete geçer ve bir hamlede, o problemi, o kargaşayı halleder ve duruma hakim olurdu. Yaptığı her hareket, attığı her adım, söylediği her cümle ve her kelime, tetkik edildiğinde de görülecektir ki, O’nun her hareketi, her adımı ve sözlerinin her kelimesi, hassas bir mizan ve ölçü içinde planlanmış ve zamanlama saniye ve aşirelerine kadar gayet hassas bir ustalıkla ayarlanmıştır. Eğer bir saniyelik bir gecikme söz konusu olsa veya söylenen sözlerden bir tek cümle ihmale uğrasaydı, bu derece muvaffakiyet gerçekleşemezdi. Halbuki Allah Rasûlü, bu hareketini ölçüp tartmamış ve uzun boylu düşünmeye bile fırsat bulamamıştır. Öyleyse bu gibi vak’aları, O’nun fetanet-i azam sahibi olmasından başka ne ile izah edeceksiniz.? Evet O, bir peygamberdi ve mantığı da, peygamber mantığıydı. Peygamber olarak düşünüyor ve peygamber olarak hareket ediyordu ki, hiçbir teşebbüsünde falso görülmüyordu. Falso şöyle dursun muvaffakiyetleri hep zirvedeydi. Yani bir başkasının, O’nun ulaştığı yere ulaşması mümkün değildi. Bu hususla alâkalı yüzlerce hâdise ve vak’a vardır. Ama, biz, içlerinden en önemli gördüğümüz birini nakledeceğiz.
    Hâdise, Huneyn Muharebesi’nden sonra cereyan etmektedir. İbn-i İshak naklediyor; aynı nakli Buhârî’de de görüyoruz:
    Huneyn Harbi, Mekke fethinden sonra olmuştur. Burada elde edilen ganimetleri Allah Rasulü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara vermiştir. Bunların çoğu, kavim ve kabileler arasında söz sahibi, dedikleri dinlenen insanlardır. Mekke’nin fethinden sonra, böyle insanların gönüllerinin tam oturaklaşmasında, fetihlerin devamlılığı açısından da zaru-ret vardır. Zira bunların birçoğu, istemeyerek müslüman olmuştur. Zamanla içlerindeki buzlar eritilmezse bunlar, küfür cephesinde bulundukları zamandan daha tehlikeli olabilirler. Evet işin burasında dahi, Allah Rasulü’nün fetaneti açıkça görülmektedir.
    O gün, dağıtılması gereken 6000 esir bulunuyordu. Alınan develerin sayısı 24.000; koyun ve keçilerin sayısı ise, 40.000; ayrıca 4.000 okka ağırlığında altın ve gümüş vardı.
    Bunlar dağıtılırken Allah Rasûlü, daha ziyade Mekkelileri gözetir gibi davranmış, ganimetlerin çoğunu onlar arasında dağıtmış, bazı şahıslara hususiyet arzedecek şekilde paylar vermişti. Bunlar, biraz evvel de söylediğimiz gibi kalplerinin İslâm’a ısındırılmasında büyük fayda ve zarûret olan insanlardı. Meselâ, Ebu Süfyan ve ailesine 300 deve, 120 okka da gümüş; Hakîm b. Hizam’a 200 deve; Nusayr b. el-Haris’e 100 deve; Kays b. Adiyy’e 100 deve; Safvan b. Ümeyye’ye 100 deve; Huvaytıb b. Abdiluzza’ya 100 deve; Akra b. Habis’e 100 deve, Uyeyne b. Hısn’a 100 deve ve Malik b. Avf’a da yine 100 deve verilmişti. Bunların dışında bazı ileri gelenlere de, durumlarına göre ellişer, kırkar deve dağıtılmıştı.264
    Verilen deveydi, altındı, gümüştü; fakat korunmak istenen, dindi ve fertlerin gönüllerinin İslâm’a ısındırılmasıydı. Zira Mekke fethi, çok kısa bir zaman önce gerçekleşmiş ve Mekkelilerin bazılarında bir burukluk hasıl olmuştu. En azından herkesin, az da olsa onuru, gururu kırılmıştı. Mekkelinin onuru ise, onların nazarında her şey idi. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu fırsat, Allah Rasûlünce en güzel şekilde değerlendirilmiş ve muhtemel yaralar böylece sarılmıştı. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor” demişlerdi. Bu ise, bir fitne başlangıcıydı. Söyleyen insanların az olması mühim değildi. Eğer bu fitne, durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilirdi. Kaldı ki, Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak en küçük bir itiraz, insanı dinden, imandan eder ve ebedî hasarete uğratır. Bu ise, birinci fitneden daha büyük bir musibettir.
    Sa’d b. Ubâde, bu durumu derhal Allah Rasûlü’ne bildirdi. Gerçi söyleyenler hep gençlerdi; yaşlılardan hiçbirinin aklından böyle bir şey geçmemişti; ancak bu fitnenin önü alınmazsa iş büyüyebilirdi.
    Allah Rasulü, hemen Ensar’ın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Rasûlü, onlara şu hutbeyi irad buyurdu:
    “Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hasıl olmuş...”
    Söze böyle başlaması, kitle psikolojisi açısından müthiş bir başlangıçtı. Çünkü hiç beklemedikleri, çoğunun da toplanma sebeblerinin ne olduğundan habersiz olduğu bir topluma, ilk defa böyle bir sözün söylenmesi, aniden vurulan tokat gibi, herkesi kendine getirici mahiyette idi ve getirdi de.
    Sahabe, zaten Allah Rasulü’ne itiraz edemezdi. En fazla, kalplerinde bir burukluk hasıl olabilirdi ki, bu da peygamberâne bir tedbirle her zaman giderilebilirdi.. ve giderilebileceği hemen hemen bu ilk söz hevengiyle belirmeye başlamıştı bile. Evet, Allah Rasûlü’nün bu ilk cümlesi, kalplerinde burkuntu olanlara müthiş bir tesir icra etmişti. Derhal herkeste bir toparlanma oldu ve gözler Rasûlullah’a yöneldi. Bundan sonra söylenecek sözler muhakkak çok mühimdi. Herkes, dikkat kesilmiş, söylenecekleri merakla bekliyordu. Allah Rasûlü’nün bu ilk taarruzu, istenen faydayı temin etmiş ama, üst üste birkaç hamle daha yapması gerekmekteydi. Eğer, yaptığı hamlelerde isabet kaydetmezse, bu hamleler faydadan çok zarar getirebilir ve istenenin aksi bir durum ortaya çıkabilirdi. Bu itibarla buradaki ölçü çok mühimdi. İşte Allah Rasûlü’nün söz adına hamleleri:
    “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi?”
    “Ben geldiğimde, siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?”
    “Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalplerinizi telif etmedi mi?”
    Efendimiz, her cümle ve soruyu bitirdikçe Ensar’dan topluca şu ses yükseliyordu: “Evet, evet, minnet Allah’a ve Rasulü’nedir.!”
    Efendimiz, tam zamanında ve yerinde sözün mecrasını çevirdi. Hisler galeyana geldiği şu hengamda, derhal Ensar namına da yine kendisi konuştu. Onların diyebileceği, en kötü ihtimalle, şu sözler olabilirdi ve işte o sözleri Allah Rasûlü söylü-yordu. Zaten bir müslüman, kendi peygamberine karşı bu şekilde hitap etmiş olsaydı mahvolur giderdi. İki Cihan Serveri devam etti:
    “Ey Ensar topluluğu! Dileseydiniz, bana başka türlü de cevap verebilirdiniz. Meselâ şöyle diyebilirdiniz: Mekke’den bize tekzib edilmiş olarak geldin ve biz Sana inandık; terkedilmiş olarak geldin, biz Sana sahip çıktık; yurdundan kovulmuş olarak geldin, biz Sana yuvalarımızı açtık; muhtaç olarak geldin, biz Senin bütün ihtiyaçlarını karşıladık! Bana bu şekilde cevap vermiş olsaydınız, doğru söylemiş olacaktınız. Sizi yalanlayan da olmayacaktı.
    Ey Ensar topluluğu! Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için, kalben gücendi iseniz herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi, bir vadiye Ensar da başka bir vâdiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği tarafa giderim. Eğer hicret meselesi olmasaydı, ben Ensar’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Ey Allahım! Ensar’ı, çocuklarını ve torunlarını sen koru!” 265
    Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Rasulü bize yeter. Biz başka şey istemiyoruz” diye mırıldanıyorlardı.
    Allah Rasulü’nün şu kısa ve özlü konuşması, muhtemel bir fitneyi anında bastırması ve dinleyenlerin kalbini bir kat daha kazanması, öyle müthiş bir hâdisedir ki, bunu izah etmek için zannediyorum “Fetanet” kelimesine sığınmaktan başka çare yoktur...
    Cümleleri teker teker tahlil edin... İşin zamanlamasını hesaba katın... İlk başlangıç cümlesiyle, beş on satır sonraki bitiş cümlesi arasında sahabenin ruhunda katedilen mesafeyi ölçün.. sonra, bunların hiç düşünülmeden, hiç hesap edilmeden, anında ve irticalî söylenmesini de, yukarıdaki hususlara ekleyin ve vicdanınıza; böyle bir söz sultanının kim olacağını soruverin. Herhalde alacağınız cevap “Muhammedu’r-Ra-sûlullah” olacaktır. Esasen, vicdanı tefessüh etmemiş her insan aynı cevabı kendi vicdanında duyabilir. Yeter ki temerrüd ve inhisar-ı fikri terkedip, hâdiseleri daha objektif olarak tahlil edebilsin...
    Biz şimdi bu kısa konuşmanın bir tahlilini yapıp meselenin tafsilatını, ileride gelecek talihli psikolog ve sosyologlara bırakalım.. evet bırakalım hâdiseyi kendi açılarından izah ve tahlil etsinler ve Efendimizin fetanetini anlamada, insanımıza bir idrak buudu daha kazandırsınlar...
    Evvela: Bu konuşma, tamamen Ensar topluluğuna yapılmıştır. Zira, Mekkelilerin ve Muhacirlerin, böyle bir konuşmaya sebebiyet verecek düşünce ve davranışları olmamıştı. Dolayısıyla böyle bir konuşma, ilk anda onlar tarafından dikkatle benimsenecek bir konuşma değildi. Bu itibarla, dinleyenler arasında onların bulunması, Ensar topluluğunda olması gereken konsantreyi menfî yönden etkileyecekti. Bu da o esnadaki hitabet açısından çok mühim bir husustu.
    İkincisi: Sadece Ensar’ın bir araya toplanması, onları onore etmiş, Efendimizle bir arada olma ve başkalarının bu toplantıya alınmaması, onlarda psikolojik yönden müsbet ma’nâda ciddî bir tesir meydana getirmişti.
    Üçüncüsü: Konuşulan hususlar arasında Mekkelileri ve Muhacirleri rencide edebilecek bölümler olabilirdi. Meselâ: “İnsanlar davarlarıyla, develeriyle evlerine dönerken” ifadesi bunlardan biri sayılabilir.
    Dördüncüsü: Sözün sonunda Ensar methedilmekte ve onlar için dua yapılmaktadır. Yurd ve yuvasını terkederek hicret eden muhacirîne böyle bir ayrım yapılması ağır gelebilirdi.
    Beşincisi: Bu konuşmanın Arapça orijinali, belagat ve fesahat açısından da hârikuladedir.
    Altıncısı: İfadelerin başında, dinleyenleri sarsıp daha sonra onları iyice yumuşatması; onlar hesabına konuşmakla da onları sadece dinleyici durumunda bırakması, baş döndürücü bir tesbittir.
    Yedincisi: İdare-yi kelâm edilmeyip, bütün söylenenlerin azamî ihlas ve samimiyet içinde söylenmesi, dinleyenlerde başka birşey demeye mecal bırakmamıştı ki, bu da neticenin istihsali bakımından çok önemliydi.
    Sekizincisi: Söylenen sözlerin, hiç düşünülmeden ve irticalî olarak ifade edilmesi de sözün tesirine apayrı bir buud kazandırıyordu.
    Bunlar ve daha akla gelebilecek birçok hususlar gösteriyor ki, Allah Rasulü kendi hevâsıyla değil, aksine O, kendisine bahşedilen fetanetin vahiy ve ilham yüklü ma’nâlarıyla söz söylüyor ve problem çözüyordu.

  3. #33

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 19

    PEYGAMBERİMİZ (sav) VE SÖZ
    Allah Rasûlü’nün fetanetinin ayrı bir buudu da O’nun cevâmiu’l-kelim sahibi oluşuyla ortaya çıkar.
    Evet, O, bir söz sultanıydı. Nasıl olmaz ki, Cenab-ı Hakk O’nu kendi kelâmına tercüman olsun diye göndermişti.
    Bugüne kadar herkesin derecesine göre ve belli ölçüde söylemeye muktedir olduğu bir hayli güzel söz olmuştur; ama, Güzeller Güzeli (sav)’nin sözlerinde bir başka derinlik, bir başka lezzet, bir başka halâvet vardır.
    O’nun beyânı o kadar tatlı, ifâdeleri o kadar büyüleyiciydi ki, O (sav) konuşurken başlar döner, bakışlar başkalaşır, kalbler duracak hâle gelir, akıl ve muhâkemeler teslîm-i silah eder, insânî duygular dirilir ve ruhlar da âdetâ kanatlanırdı. Allah O’nun diline öyle bir güç ihsan etmişti ki, O’nu dinleme bahtiyarlığına erenler, ifâdeleri en özlü, beyânları en çarpıcı bir Söz Sultanı’nın (sav) huzurunda bulunma mehâbetiyle âdetâ dilleri tutulur ve büyülenirlerdi.. ne zaman O’nun dudaklarından hikmet pırlantaları dökülmeye başlasa, akıl ve muhâkeme erbabının nutku tutulur; ne zaman O (sav), iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya koyulsa, ağzının şeker-şerbeti dinleyenlerin ruhlarını sa-rar; ne zaman o âteşîn sözleriyle fenalıkları hedeflese, küfür ve münkerâtı kendi çirkinliklerinde boğar.. ve hele da’vâsı adına serdettiği hüccet, bürhan ve delillerle kükrediği zaman, bütün karanlık ruhların dillerine zincir vurur ve karanlıkları bozguna uğratırdı...
    O (sav), bütün bu mazhariyetlerin şuurundaydı ve tahdîs-i nimet -şükür niyetiyle Hakk’ın ni’metlerini ilân- sadedinde bunları izharda da beis görmezdi: “Ben nebiy-yi ümmî olan Muhammed’im. Ben’den sonra nebî yok! Ben sözün ilkiyle, sonuyla ve ‘cevâmiu’l-kelim’le serfirâz kılındım” 266 diye-rek Hakk’ın ihsanlarını sayar-döker.. ve “Ey insanlar, ben ‘cevâmiu’l-kelim’ ve her şeyi hall u fasl edecek son sözü söylemekle şereflendirildim” 267 nur-efşân beyânlarıyla da geçmiş ve geleceğin Hatîb-i Zîşân’ı olduğunu ilân ederdi.
    Gerçekten O Efendiler Efendisi (sav) diriltici soluklarıyla, Hakk bahçesinin güllerine ilâhîler besteleyen öyle bir bülbül idi ki, O ne zaman şakısa, gönlünü dile getirir ve gönlünün dilinden en büyüleyici nağmeler söylerdi. O’nun bağının taze fidanlarında filizlenmiş o tazelerden taze sözler, başkalarının baharında açılmış tomurcuklara, başkalarının sabahında güneşe uyanmış çiçeklere benzemezdi. O’nun söz sofrasında her şey bir gonca gibi şebnemi burnunda yepyeni ve turfandaydı.. ve bu turfanda ni’metleri bütün derinlikleriyle tadıp tanımak, tanıyıp hazzına ermek de, sadece bu bezmin ilk tâli’lilerine müyesser olmuştu.
    O Beyân Sultanı (sav), söz cevherinden öyle bir kılıç yaptı ki, o kılıcın başlar üstünde bir kere dönüp helezonlar çizmesiyle bütün yalancı ve muzahref beyânlar kaçıp yarasaların tünedikleri yerlerde saklandılar ve bütün masallar, Kâfdağının arkasında ankâya sığındılar. O ifâde ve beyandan öyle çeşmeler akıttı ki, bir anda câhiliye sahrasının dört bir yanı cennet bahçelerine döndü ve öyle çağlayanlar meydana getirdi ki, bütün îmâna açık gönüller kendilerini sonsuzun okyanusuna akan o çağlayanlar içinde buluverdiler.
    O’nun sözleri öteler kaynaklıydı.. eğer vahiy fitiliyle parlayan O’nun sözleri olmasaydı, cihanlar hep kaos olarak kalır giderdi. O, tabiatın yüzündeki perdeyi söz kılıcıyla delik-deşik etti ve şeriat kitabını da yine söz nakışlarıyla süsledi. Söz O’nun atının terkisine vurulmuş bir metâ, sadağında altın tüylü bir oktur. O, uğradığı her yerde sözden anlayanların eteklerini mücevherlerle doldurdu ve yayını gerip atını karanlıklar üzerine sürdü. Allah, son bir kere daha sözlerle bir yeryüzü devleti kurmak murâd buyurunca, bu devletin başbuğluğuna o Beyân Sultanı’nı (sav) getirdi; ifâde, sikke ve tuğrâsını O’nun eline verdi.
    Gelmiş-geçmiş ötelere açık bütün söz erleri, tecellî arşını terennüm eden koronun birer ferdiydi.. O bu bülbüller topluluğunun idârecisi oldu.. nebîler ve velîler gelip gelip bir halka-i zikir teşkil ediyorlardı. O bu kudsîler halkasının serzâkirliği vazifesiyle geldi.. geldi ve o tok sesiyle arş u ferşi velveleye verdi. O’nun sözlerle donatıp insanlığa takdim ettiği semâvî sofrasındaki her yemiş, dost bağının en mahrem noktalarından alınıp, kimseye açılmadan mahfazası içinde O’na sunulmuş eltâf-ı şâhâneden has meyvelerdi. O’ndan evvel o meyveleri ne başkaları bakıp görmüş, ne de onlara el sürülmüştü...
    Hele, mahremlerden mahrem en has bahçelerin, en has güllerini, en lâtif nağmelerle terennüm eden bu Andelîb-i Zîşân’ın (sav) ilham üveyki şahlandığı vakit bütün diller susar, sîneler kulak kesilir ve ruhlar O’nun beyân zemzemesi karşısında kendilerinden geçerlerdi.
    Evet, O’nun sözleri, her dalgalanışıyla sahilleri incilerle bezeyen birer deniz, gönüllere ürpertiler salarak zirvelerden dökülen birer şelâle ve derinliklerden kopup gelen fevvâreler gibiydi.. ne o deryaları zenginlik ve muhtevâsıyla tavsif etmek, ne o çağlayanlara tercüman olmak, ne de o fevvârelerin ulaştığı noktalara ulaşıp onları ihâta etmek mümkün değildir.
    Şimdiye kadar yüzlerce muhakkik ve edîp O’nun söz cevheri etrafında dönüp durdu.. binlerce ve binlerce mütefekkir o pırıl pırıl âb-ı hayat kaynağına başvurdu ve nice devâsâ kâmetler, ömürlerini O’nun derinliklerini kavramada tüketti ama, O hep ulaşılan noktaların ötesinde kaldı. Bir şâirimizin Kur’ân hakkında söylediği bir şiirde az bir tasarrufla şöyle desek yerinde olur zannederim:
    “Bikri, fikri kâinâtın çâk çâk oldu fakat
    Perde-i ismette kaldı beyân-ı rasûl henüz”

    Evet, damla, deryâyı bütünüyle ifâde edemediği, zerre güneşe ait husûsiyetleri tamamen gösteremediği gibi, Muhammedî hakîkatın birer parçası sayılan ulemâ, evliyâ, asfiyâ da -baş-kalarına nisbeten kâmil bile olsalar- O’nu tam temsil edemez ve O’nu aynıyla aksettiremezler.
    Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-ma’nevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin te’sirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma ma’nâsında, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
    O’nun tabiat ve seciyesi, zâhir ve bâtın duyguları, akıl ve muhâkemesi, peygamberlik vazifesiyle o denli münâsebet içindeydi ki, Hakk’tan gelen hiçbir mesaj, hiçbir ilham esintisi en küçük bir değişikliğe uğramadan, kırılmadan, O nurdan menşû-run mâhiyet-i nûrâniyesinde billûrlaşır, sonra da tenezzülât dalga boyunda gelir hedefine ulaşırdı.
    Bu, en temiz kaynaktan fışkırıp akan ve gelip temizlerden temiz bir gönüle boşalan; sonra da en latîf, en nazîf, en fasîh bir lisanla beşerî idrâke göre seslendirilen her türüyle ilâhî mesaj, O’nun peygamberliğinin emâresi, risâletinin delîli olduğu gibi, yürüdüğü o çetrefilli yollarda da zâdı-zahîresi, ışığı-burağı ve hasımlarına karşı hücceti ve bürhanıydı: O, muhatablarına Hakk’ın mesajlarını sunarken, aynı zamanda peygamberliğini de haykırır ve elçiliğini ilân ederdi. Keza O, muhataplarının müşkillerini halledip ihtiyaçlarını karşılamada vahyin o sırlı, sihirli cevher hazînelerini kullandığı gibi, hasımlarını ilzâm edip susturmada da yine aynı elmas kılıcı isti’mâl ederdi.
    Kur’ân O’nun için her şeydi; hava idi, su idi.. silah idi, zırh idi.. kale idi, burç idi.. ve burçlarda dalgalanan bayrak idi... O, Kur’ân’la soluklanır.. O’nunla bulutlar gibi göklere kadar yükselir.. O’nunla rahmet damlaları gibi yeniden yerdeki varlıkların imdadına koşar.. O’nunla zulmetlerle savaşır, O’nunla şerlerden ve şerîrlerden korunur.. O’nunla gürler ve O’nunla ışık olur her yana yağardı.
    Ancak, hikmetin lisân-ı fasîhi o Beyan Sultân’ı, hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o kenz-i ilm-i İlâhî’nin yanında kendine teveccüh eden pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, sonsuz ilmin mir’ât-ı mücellâsı ve vâridât-ı sübhâniyenin mehbiti, menzili, merkezi, meşcereliği sayılan kalb-i pâk-i Ahmedî ve lisân-ı nezîh-i Muhammedî ile cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder ve Kur’ân’la gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini ihtarda bulunurdu. Zâten; cihanşümûl peygamberliği ile bütün insanlığı muhatap alan ve bütün insanlara muhatap olan bir mübelliğ, bir mürşid, bir muslih ve bir müceddidin başka türlü olması da düşünülemezdi.
    Peygamber Efendimiz (sav); peygamberlikle serfirâz kılındığı dönemde, ilk muhâtapların "çarşı-yı ticâretlerinde en ziyâde revaçta olan meta’, fesâhât ve belâğat meta’ıydı.” Daha sonraki dönemlerde, zekâ, söz ve beyân üstünlükleriyle dünyaya hükmeden ve cihanı hâkimiyetleri altına alan bu edîb ve zekî millet; İlâhî mesajın o mübarek ve münevver mümessilini, ister “vahy-i metluv-i Kur’ân” olsun, ister onun dışındaki mesaj, irşâd, hutbe, nutuk ve tâlimat gibi şeyler de hep O’na karşı hayranlık duymuş ve O’nu takdîr etmişler; O da her zaman kendini dinletmiş, kabul ettirmiş ve hiçbir zaman onlardan tenkîd almamıştır. Şayet, O’nun söz, beyân ve düşüncelerine karşı en küçük bir tenkit, en önemsiz bir itirâz vuku’ bulmuş olsaydı, bugüne kadar gelen O’nun düşmanları, böyle bir şeyi değerlendirecek, allayıp-pullayacak, köpürtüp-abartacak; herkese ve dünyanın her yanına onu ulaştırarak binbir velvele koparmak isteyeceklerdi. İsteyeceklerdi; zîra böyle bir durum, O’nu sarsmak, yıkmak, nazardan düşürmek ve çürütmek için en utandırıcı iftirâlara kadar, her vesîleyi meşrû sayanların arayıp da bulamadığı bir şeydi. Oysa ki, O’nun ifade, beyân ve kelâm gücü hakkında, Firavunun, seyyidinâ Hz. Musâ için söylediği kadar dahi birşey söylenmemişti, söylenememişti ve söylenemezdi de...
    O’nun zirvesinden yükselen öyle gürül gürül bir sesi ve soluğu var idi ki, dost da, düşman da o sese ve soluğa hayranlık duyuyor ve o insanüstü beyân karşısında iki büklüm oluyorlardı.
    Ashâb-ı Kirâm arasında, Hz. Lebîd, Hansâ, Ka’b, Hassan ve İbn-i Revâha gibi yüzlerce söz üstâdı, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Muâviye, Amr b. As ve İbn Abbâs gibi yüzlerce hatîp, yüzlerce hukukşinâs ve yüzlerce hikmet erbâbı hemen her mes’elede O’nu üstâd, mürşid ve rehber kabul ettikleri gibi daha sonraki asırlarda hadîsin devâsâ hâfız ve yorumcuları, tefsirin müdakkik dâhî imamları, fıkhın emsalsiz, beşerüstü müçtehidleri, dinin çağları aşan eşsiz müceddidleri, mâneviyât iklimi-nin binlerce evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni, kelâmın, mantık, muhâkeme ve fünûn-u müsbete allâmeleri ve daha yüzlerce değişik sahada binlerce fen ve ilim adamı, O’nun deryâlar gibi beyân cevherlerini, her zaman en feyyaz, en bereketli, en duru, en aldatmaz bir kaynak bilmiş, O’na müracaatta bulunmuş, O’na sığınmış ve açlıklarını, susuzluklarını, o semâvî sofrada gidererek itmi’nâna, doygunluğa ulaşmışlardır.
    Evet, O’nun sünneti dünden bugüne, müctehidlerin en yanıltmaz me’hazi, ma’rifet semasında pervâz edenlerin en güçlü kanadı, ilim adamlarının en duru kaynağı, evliyâ ve asfiyânın da en nûrânî vâridât menbaı olmuştur. Şeriatın müteaddit ilimleri, tasavvufun muhtelif yolları, kevnî ve enfüsî ilimlerin özü ve hülâsası hep O’nun o nurânî söz cevherinden fışkırıp çıkmıştır.
    O, varlığın bidâyetinden nihâyetine, insanoğlunun yaratılışından, gidip cennet veya cehenneme ulaşmasına, vicdanların ma’rifet-i rabbaniyeye uyanmasından; ötede Cemâlullâhı müşâhede etmelerine, îmân ve itikattan, ibâdetin en ince teferruatına kadar pek çok mevzûda ve her mevzûnun gerektirdiği dil ve edâ ile her şeyi o kadar mükemmel anlatmıştır ki, Kur’ân istisnâ edilecek olursa, O’nun beyânına denk başka bir beyânın bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
    Allah’ı; zât, sıfât ve isimleriyle, hem de mevzûnun gerektirdiği incelik ve hassasiyetle fevkalâde bir muvâzene içinde; kıyamet ve haşr ü neşri, hesap ve cennet u cehennemi, ümitle gürleyen bir ürperticilik ve hazza inkılâb eden bir dehşet içinde; melâike, ruh, cin ve şeytanı, gaybın esrârengizliği ve buğulu bir kristal arkasında; îmânı, ameli, amelde ihlâsı; tohumun istidâdı, toprağın kuvve-i inbâtiyesi, yağmurun hayâtiyeti ve baharın renklerle soluklayışı şeklinde öyle bir resmeder ki, insan O’nun çizdiği o muhteşem tabloları seyrederken, temiz fıtratların îmânla nasıl neşv ü nemâya hazırlandığını, İslâmla nasıl boy atıp geliştiğini, ihlâsla nasıl bir tûbâ-i cennet hâlini aldığını âdetâ görür gibi olur.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-4.html#post32964
    O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezân, kâmet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhân olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için, cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassâl gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad bir fedâi gibi göğsünü gerip cehenneme giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi cennet yollarını açıp, insanlara “buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan, emr-i bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla dâvâlaşan ve mürâfaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhirâf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdetâ büyüler.
    Evet, O’nun bütün bu hususları bir kaneviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin husûsiyetleri; beyânındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî san’atları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, herbiri başlı başına birer mücelled isteyen mevzûlardır.
    Bu itibarla, O’nun değişik mevzûlarla alâkalı, değişik tahliller isteyen, değişik söz ve beyanlarını, ilerdeki mütefennin araştırmacılara havale ederek, burada sadece, hemen herkesin bildiği mübarek birkaç sözüne, onlardaki muhteva derinliğine, beyan gücüne, ifâde rasânetine işaret edip geçeceğiz.

Sayfa 4/4 İlkİlk ... 234

Benzer Konular

  1. sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN ÖZELLİKLERİ 1
    By akin_2546 in forum Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:28
  2. sonsuz nurdan - peygamberlirin gönderiliş gayesi
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:14
  3. sonsuz nurdan - yolculukları
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:07
  4. sonsuz nurdan - karanlık devre
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:05
  5. sonsuz nurdan - BEKLENEN ŞAFAK
    By akin_2546 in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Nisan.2007, 13:04

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.