Ümmetini Emniyete Daveti
Nebîler Sultanı, Allah’tan gelen mesajları emniyet içinde muhafaza ediyor ve bu emniyet atmosferini de, bütün varlığı içine alacak kadar geniş tutuyordu. Ümmetini de aynı ahlâkla ahlâklanmaya çağırıyor ve onlara, bütün insanlar arasında emîn olarak yaşamalarını tavsiye ediyordu. O’nun yanında hıyanetin en küçüğü düşünülemez ve tek bir mü’minin dahi gıybeti yapılamazdı. O, hemen karşısındakini ikaz eder ve ruhuna gıybet gubârının konmasına asla müsaade etmezdi.
“Falan kadının boynu ne kadar uzun” diyen Hz. Âişe Validemiz (r.anha)’e: “Onun gıybetini yaptın ve etini dişledin” demesi181; Mâiz’in arkasından konuşan bir başka sahâbiye de aynı şekilde karşılık vermesi182; hep O’nun emîn olmasından ve emniyet hâlesi bir atmosferin, ruhlarda hasıl edeceği itmi’nânı bilmesinden kaynaklanıyordu.
Kendisi daima şu duâyı okur ve ümmetine de tavsiye ederdi:
“Allah’ım açlıktan Sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de Sana sığınırım; o ne kötü sırdaştır.” 183
Emanete riayet etmek önemli olduğu kadar, hıyanete girmemek de, o derece önemlidir ve zaten bunlar, birbirinin lazımı hasletlerdir.
Ahde vefa göstermeyen ve böylece hıyanette bulunan insanlar hakkında söylenen şu ürpertici ifade de, yine Allah Resûlü’ne aittir
“Allah, kıyamet gününde, evvel-âhir bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek; ve: ‘İşte falan oğlu falanın vefasızlığı budur’ denilecektir.” 184
Allah Resûlü’nün bütün fenalıklara karşı kapanmış, mühürlenmiş bir ruhu vardı. İyiliğin en küçüğüne hatta teferruat kabul edilenine de alabildiğine sînesini açar ve hep iyilik duygusuyla oturur-kalkardı. O, hayatını hep güven atmosferinde geçirdi. İnsanlık da, O’na güvendi, itimat etti. Halbuki O’na sırt çevirenler, aldandı ve yollarda kaldılar. Ancak O, her zaman bir koruyucu melek gibi ümmetinin üzerine titredi. Kim, ne zaman ve hangi şartlarda O’nun kapısını çaldıysa O’ndan Lebbeyk sesini duydu.
O, nasıl güvenilir bir insandı, kendisi de Allah’a öyle güveniyor ve itimat ediyordu. O’nun, Allah’a güvenip itimat etmesi, emanet sıfatının, nebîden Allah’a urûcu ve yükselmesi demektir. Emanet Allah’tan nüzûlü ile peygamberde emniyet ve itmi’nân halinde zuhûr eder. Bu iki kavsiyenin ucu birleştiğinde de umûmî emniyet ve itimat hasıl olur.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-post32948.html
Her peygamber Allah’a itimatla serfiraz kılınmıştır. Bu, onların ayrılmaz hususiyetlerinden ve yüce sıfatlarından biridir. Kur’ân, bize bunu şu âyetleriyle çok net şekilde anlatır:
“Onlara Nûh’un haberini oku. Hani O, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla toplanıp yapacağınızı kararlaştırınız, sonra içinizde ukde, dert olmasın, bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin” (Yunus, 10/71).
Hz. Nuh (as), Rabb’ine güveniyor, itimat ediyor ve karşısına aldığı bütün bir küfür cemaatına: “Eğer içinizde bulunuşum, duruşum, mevkîim ve emri tebliğ edişim size ağır geliyorsa, hazmedemiyorsanız dilediğinizi yapınız.. ben bulunduğum durum itibariyle Allah (cc)’a güvenip dayandım; işte siz, işte ben. Sizler yığınla insan, ben ise tek başımayım. Fakat bilin ki, Allah (cc), beni size karşı zayi etmeyecektir. Siz şimdi, bir araya gelin, kafa kafaya verin, meşveretler yapın ve benim aleyhime çeşitli plânlar kurun; bunu yaparken de bütün şeriklerinizi, ortaklarınızı ve yardımınıza koşacak herkesi bir araya toplayın. Toplayın ki, sonra içinizde bir ukde kalmasın; ‘keşke şunu da yapsaydık’ demeyin ve yapmanız mümkün olan her şeyi yapın, düşündüklerinizin hepsini tatbik edin! Şimdi ben, sizden gelebilecek her şeyi bekliyorum, gelsin!” diyor ve onlara meydan okuyordu. Hz. Nuh (as), bunları söylerken, Allah’a fevkalâde bir güven ve itimat içinde söylüyordu. O, kat’iyen biliyordu ki, Rabb’i, O’nu koruyup, muhafaza edecektir. Sefinesine kaç insan bindi, bilemiyoruz; fakat biliyoruz ki -Hz. İbrahim (as) dahil- nice peygamberler, hep O’nun soyundan gelmiştir.
Çünkü Kur’ân, Hz. İbrahim’i O’nun milletinden sayıyor ve şöyle diyordu: “Şüphesiz İbrahim de Nûh’-un milletindendi” (Sâffat, 37/83).
“Ben sırf Allah’a şahâdet ederim.. ve şahid olun ki, ben sizin şirk koşageldiğiniz şeylerden berîyim.. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin, (elinizden geleni yapın). Ben, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz olan Allah’a dayandım. Çünkü, yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu, O’nun elindedir). Şüphesiz Rabb’-im, doğru bir yol üzerindedir” (Hûd, 11/54-56).
Hz. İbrahim (as)’in durumu, teslimiyeti ve tevekkülü ise şu şekilde dile getirilir:
“İbrahim’de ve Onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi söylemeye gücüm yetmez’ demesi hariç. Rabb’imiz, Sana dayandık, Sana yöneldik ve dönüş ancak Sanadır dediler” (Mümtehine, 60/4).
Evet, İbrahim ve yanında bulunanlar da, küfre karşı baş kaldırıyor ve kâfirlere meydan okuyorlardı. “Biz” diyorlardı; “sizin Allah’tan başka taptığınız her şeyden, fersah fersah uzağız. Biz, sizi ve bütün tağutlarınızı inkâr ettik. Aramızdaki düşmanlık ise geliştikçe gelişti.” Zaten bu düşmanlık, Hz. Adem’den günümüze kadar devam edegelmiştir. Îman ve küfür, ilk gününden beri birbirinin düşmanıdır. Aynı yer ve mekânı paylaşmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, elbette küfür, îmana çelme atmak isteyecek ve ondan rahatsız olacaktır. “Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan”, gözleri ışığa alışmadığından dolayı onlar, yarasalar gibi îman ve nübüvvet ışığından rahatsızlık duyacaklardır. Evet, siz de, bizim gibi Allah’a îman ve itimat etmedikçe aramızdaki düşmanlık hiçbir zaman kesilmeyecektir.
Çünkü küfrün mahiyetinde sapıklık ve bürûdet vardır. Kâfir, bütün eşyaya düşman nazarıyla bakar. Mü’minin ruhunda ise, mürüvvet ve insanlık vardır. O, bütün kâinata bir kardeşlik beşiği olarak bakar. Herkesle bir birleşme çizgisi ve herkesle bir diyalog yolu araştırır. Mü’min böyle olurken, kâfir herkesle dalaşmaktan zevk alır. Halbuki, herkes Allah’a îman edip O’na yürekten inandığı zaman, umûmî bir sulh ve sükûn hasıl olacaktır. Bu sulhu, kâfirden ve küfürden beklemek ise tamamen gaflet ve safderûnluk olur. Çünkü küfrün, milletleri birbirleriyle boğuşturmakdan başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur.
Bu itibarla kâfirle mü’min arasında hakiki ma’nâda diyalog olamaz. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in babasına söylediklerini bir istisna olarak zikretmektedir. Hz. İbrahim’in söylediği ise, sadece bir temenniydi ve Onun aşırı re’fet ve şefkatinden kaynaklanıyordu. Ancak, O da, Allah katında babasına karşı elinden birşey gelmeyeceğini açıkça ifade ediyordu. Ve sonra Hz. İbrahim: “Sana dayandık, Sana yöneldik” diyerek, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güven, itimat ve tevekkülünü dile getiriyordu. Zaten bütün peygamberlerin hayatı tetkîk ve tahkîk edilse, onlarda Allah’a tevekkül ve itimadın çok ağır bastığı müşahede edilecektir. Onların tevekkülleri sıradan insanların, tevekkül ve itimatları gibi değildir. Hele bu tevekkül, Peygamberler Sultanının tevekkülü ise. Evet, İki Cihan Serverinin tevekkül ve itimadı bütün peygamberlerin itimat ve tevekkülünden daha çaplı ve daha derince idi...
Allah (cc), O’na bir kere “Hasbiyallah” demesini öğretmişti. Allah Resûlü de bütün hayatını O’na itimat, tevekkül ve emniyet içinde geçirmişti. Düşünmeli ki, Hz. Ali (ra) gibi haydar-ı kerrâr, kahraman ve şecaatlı bir insan, şöyle demektedir: “Biz harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman, derhal Allah Resûlü’nün arkasına sığınır, itmi’nân ve emniyete kavuşurduk.”185