Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


9 sonuçtan 1 ile 9 arası
  1. #1
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplumcular

    Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar Garip Akımı ve Toplumcu Şairler



    GİRİŞ
    1908' de II. Abdülhamid idaresinin ortadan kaldırılmasından sonra Türk aydınlarını düşündüren en mühim mesele, şüphesiz, artık düşünce ve hareket serbestliğine kavuşmuş ve çeşitli etnik unsurlardan kurulu geniş bir topluluğun yaşayışına yeniden yön verebilecek siyasi ideolojinin ne olabileceği meselesi idi. İmparatorluğun siyasi birliğini sürdürebilmek düşüncesi ile 1860'tan sonra rağbet bulan "Osmanlıcılık" ideolojisi, aynı düşünce ile, II. Meşrutiyet'in ilk yıllarında da rağbet gördü. Ancak, Balkan Harbi (18 Ekim 1912-22 Temmuz 1913) Hıristiyan unsurların imparatorluğa karşı tutumlarını kesin bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Arnavutluk isyanı ve Araplarla Kürtler arasında gerek yabancı ve gerekse milliyetçi etnik güçlerce başlatılan bazı ayaklanma hareketleri, imparatorluğun siyasi bütünlüğünün sürdürülmesi bakımından, Müslüman unsurların da tam bir anlaşma içinde bulunmadığını göstermekte idi. Osmanlıcılık ideolojisinin böylece iflası, gerçekler karşısında, bu ideolojinin tamamıyla safçasına ve hatta imparatorluğun geleceği için tehlikeli olduğu inancında bulunan bazı aydınları haklı çıkardı. Bunun üzerine, 1908' den sonra, ilk belirtileri daha önce görülen "İslamcılık" ve "Türkçülük" ideolojileri çevresinde toplaşmalar başladı. Müslüman milletleri kalkındırmak ve birleştirmek suretiyle Hıristiyan aleminin karşısında bir denge gücü kurmak esasına dayanan, Tanzimat devrinin bazı aydınları arasında rağbet görüp II. Abdülhamid tarafından da desteklenen İslamcılık ideolojisi, 1908' den sonra daha gelişerek, edebiyat alanında Mehmed Akif ile en kuvvetli temsilcisini yetiştirdi. Bu devirde bu ideolojiyi savunanlar arasında Said Halim Paşa (1863-1921), M. Şemseddin (Günaltay) (1883-1961), Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1865-1919), Hacı Zihni Efendi (ölm. 1913) ve Eşref Edib zikr edilebilir. Ancak, İslamcılık ideolojisinin Balkan Harbi'nden sonraki gelişmesinde, "Balkanlar'daki Hıristiyan unsurlardan sonra, Müslüman unsurların da imparatorluktan kopmasını önlemek" kaygısının da yer aldığını kaydetmek gerekir. Fakat, bütün çabalamalara rağmen, bu ideoloji etrafında büyük bir toplaşma görülmez.

    Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri önce siyaset alanında görülüp edebiyata oradan geçtikleri halde, Milliyetçilik ideolojisi, tersine olarak, önce edebiyat ve fikir adamları tarafından ortaya atılmış ve siyaset alanına oradan geçmiştir. Türkiye'de, Tanzimat devrine kadar Türk olarak yalnız Osmanlı Türklerinin anlaşılmasına karşılık, Tanzimat devrinde Türk kelimesi -anlamı birdenbire genişleyerek - dünyada çeşitli adlar altında devlet kurmuş, yaşamış ve yaşayan bütün Türkler için kullanılmağa başlamıştır. Harzem hanlarından Ebulgazi Bahadır Han (1603-1663) ın aynı isimdeki Çağatayca eserinden yaptığı Şecere-i Türki tercümesi (1864) ile ilk defa Ahmed Vefık Paşa (1823-1891) nın getirdiği bu görüşü, - batılı türkologların Genel Türk Tarihi hakkındaki çalışmalarından da faydalanılarak- Süleyman Paşa (1838-1892) nın Tarih-i Alem (1876) inde ve Ahmed Midhat'ın Ahmed Metin ve Şirzad (1891) adlı romanında verilen bilgi takip eder. Tarihi noktadan hareket eden bu "Bütün Türklük" düşüncesinden ayrı olarak, dil yolundan gidilmek suretiyle yapılan çalışmalar da aynı düşüncenin yayılmasında tesirli olmuştur. Bu hususta ilk adım olarak, yine Ahmed Vefık Paşa'nın Lehce-i Osmani (1876) adlı sözlüğünü ve onun önsözünü kaydetmek yerinde olur.
    İmparatorluğun siyasi bütünlüğünü sürdürebilmek için İslamcılık politikasını benimseyen II. Abdülhamid idaresinin milliyetçilik hareketleri karşısındaki aykırı tutumuna rağmen, 1896'dan sonra, "Türklüğün bütünlüğü" fikrini telkin eden çalışmaların devam ettiği görülür. Devrin tanınmış gazetecilerinden Ahmed Cevdet (1862-1936) in çıkardığı ve "Osmanlı" adı eksik bulunarak başlığının altına "Türk gazetesidir" diye yazılan İkdam (1894) gazetesinde bu düşünceyi tutan yazıların çıkması ve "Osmanlıca- Türkçe" münakaşalarına yer verilmesi, hükümetçe dil münakaşalarını o yasak edilmesine yol' açtı. Bununla beraber, Necib Asım (1861-1926) ın Leon Cahun (Leon Kahön) ün Asya Tarihine Giriş adlı eserini genişletmek suretiyle meydana getirdiği Türk Tarihi (1900), önsözünde Türkçecin tarihi ve aktüel durumunu ilmi bir şekilde ilk defa açıklamaya çalışan Şemseddin Sami'nin Kaamus-ı Türki (1901) ve Bursalı Tahir (1861-1926) in Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri

    (1911) adlı eserleri aynı fikre hizmete devam etmişlerdir. II. Abdülhamid'e muhalif olup yurttan kaçarak Paris ve Kahire'ye yerleşen bazı Türk aydınlarının yaptıkları yayınlar arasında da bu fikri telkine çalışanlar vardı. Akçuraoğlu Yusuf (1879-1935) un, önce Kahire'deki Türk gazetesinde makale olarak çıkıp aynı şehirde kitap halinde de basılan Üç Tarz-ı Siyaset (Osmanlıcılık-İslamcılık- Türkçülük, 1907) adlı eseri bunlar arasındadır.
    1908' den sonra milliyetçilik hareketi, "Türkçülük" adı altında, önce tamamıyla kültürel ve Balkan Harbi'nden sonra aynı zamanda siyasi bir ceryan halini alarak, dernekler ve yayın organları kurmak suretiyle teşkilatlanmağa başlar. Bu teşkilatlanma ile ilgili ilk dernek, 1908 tarihinde kurulup 1911'de kendi adı ile bir de dergi yayımlayan Türk Derneği'dir. Türk Derneği'nin yerini, 1911'de, Mehmed Emin'in başkanlık ettiği Türk Yurdu derneği aldı. O da, çıkarmağa başladığı Türk Yurdu adlı dergi ile birlikte, bir yıl sonra, yerini Türk Ocağı'na bırakmıştır. Milliyetçi dernekler içinde, en sürekli olanı budur. Daha çok milliyetçiliğin kültürel yönünü temsil ve yalnız aydınlara hitap eden bu organlardan başka, halkın seviyesine inmeyi gaye edinen Halka Doğru (1913) dergisi çıkarılmıştır. Milliyetçilik hareketinin hızla gelişip teşkilatlanmak imkanını buluşunda, iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi'nin bu hareketi desteklemesi de büyük rol oynamıştır.
    1911'de Genç Kalemler dergisinde yayımladığı Turan manzumesi ile "Türklüğün bütünlüğü" fikrini benimsediğini göstermiş olan Ziya Gökalp (1876-1924), i. Dünya Savaşı boyunca, bu hareketin lideri durumundadır. İttihad ve Terakki Partisi'nin genel merkez üyesi bulunmasından faydalanarak ön plandaki hükümet adamları ile de çok yakın temaslar kurmuş; milliyetçilik hareketinin hükümetçe desteklenmesinde olduğu gibi, İstanbul Üniversitesi'nde verdiği sosyoloji dersleri, sürekli ve bol yazıları ile geniş bir aydın kütlesinin milliyetçilik prensiplerini benimsemesinde ve dolayısıyla milli bir edebiyatın yaratılmasında da başlıca amil olmuştur. Kuvvetli bir felsefi kültüre sahip bulunan Ziya Gökalp, samimi bir idealist

    olduğu kadar, Türkiye'nin hali ve geleceği hakkında gerek kendisi ve gerekse başkaları tarafından ileriye sürülen düşüncelerin uygulanma imkanlarını çok iyi ölçebilmekte de büyük bir başarı göstermiş ve teorilerin katı kalıplarına sıkı sıkıya bağlanmadan, onları gerçekleşme imkanlarına göre değerlendirebilmiştir . Siyasi ideolojilerin gerçekleşme güçlerini yine siyasi gelişmelere bağlı gördüğü için, Türkçülüğün hedeflerini olayların gidişine göre ayarlamakta ve bizzat kendi düşünceleri üzerinde de zaman zaman revizyonlar yapmakta tereddüt göstermemiştir. Bu sebeptedir ki, 1911 yılında ateşli bir Turancı olduğu halde, yeryüzünde tek hür Türk Devleti olan Türkiye'nin de varlığını tehli***e düşürecek siyasi gelişmeler karşısında, uzak idealleri bir kenara iterek gerçeklere yatkın bir yoldan yürümeyi ve her şeyden evvel, Türkiye'nin varlığının devamını ve medeni kalkınmasını hedef tutan, aşırı olmayan bir milliyetçilik anlayışına dayanmayı uygun görmüştür. Türk Ocağı'nın organı olan Türk Yurdu'nun yayınları ile Ziya Gökalp'İn denetimi altında çıkan Yeni Mecmua (1917) nın yayınları arasındaki ayrılık da bunu açıkça göstermektedir. İdeolojileri olaylarla birlikte değerlendirme prensibi onu, 1908-1923 tarihleri arasında çok hızlı bir gelişme gösteren Türk manevi hayatının hemen her yönünde büyük tesirler yapan ve Cumhuriyet'ten sonraki hamlelere de yön veren milliyetçilik hareketinin esaslarını sistemli bir şekilde açıklamağa götürmüştür. Bu açıklamaları yaptığı Türkçülüğün Esasları (1923) adlı eserinde, Turancılığın Türk milletinin "uzak ideali" olduğunu söyleyerek, uzak idealler için "gerçekleşmenin aranmadığını" belirtmiş ve "ırkçılık teorisini"de şiddetle reddetmiştir. Yine aynı gerçekçi görüş sonucunda, milliyetçilikle bağdaşamaması tabii bulunmakla beraber, Türklerin de Müslüman olmaları sebebi ile, i. Dünya Savaşı boyunca' aktüalitesini sürdüren İslamcılık ceryanına da zaman zaman yakınlaşmaktan ve onunla uzlaşma imkanları aramaktan da geri kalmamıştır (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 1918).
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103144
    Burada, Tanzimat'tan beri sadece medenileşme hususunda bir esas olarak kabul edilmiş olan batılılaşma hareketinin 1908' den sonra da kuvvetle devam ettiğini

    ve politika alanında yer alan bütün ideolojilerce de ortaklaşa benimsendiğini; ancak, Osmanlıcılık ideolojisini güdenlerce hiçbir sınırlamaya uğratılmamasına karşılık, diğer iki ideolojiyi tutanlarca bazı sınırlamalara gidilerek, batılılaşmanın daha çok bilim ve teknik alanlarında bırakılmak istendiğini kaydetmek gerekir. Hiçbir siyasi maksat gütmeden, medeni ve sosyal alanlarda batılılaşmanın bu devirdeki en hararetli taraftarları, Tevfik Fikret ile Abdullah Cevdet (1869-1932) ve Kılıç-zade Hakkı (doğ. 1872) dır. Bu akımın bu dönemdeki en mühim yayın organı ise, Abdullah Cevdet'in 1904'de çıkarmağa başladığı İctihiid dergisidir.
    Diğer iki ideoloji gibi, milliyetçilik hareketinin de, er-geç, edebiyatta tesirini göstereceği tabii idi. Gerçekten, 1911 yılı Nisan'ında Selanik'te çıkmağa başlayan Genç Kalemler dergisi ile, milliyetçilik ceryanı edebiyatta da başlamış oldu. Ömer Seyfettin, Akil Koyuncu, Rasim Haşmet ve daha önce Fecr-i Ati Encümeni' nde bulunan Ali Canib gibi gençlerin çıkardıkları bu dergi, "Milli Edebiyat" deyimini ilk defa ortaya atarak, böyle bir edebiyat yaratma görevini de üzerine alır. Milli bir edebiyat yaratmak için, edebi dilin millileştirilmesinden başlayarak, "Yeni Lisan" davasını ortaya atar. Daha önce Manastır'da Hüsün ve Şiir (1 Haziran-21 Eylül 1909, 8 sayı) adı ile çıkan bir derginin devamı ve 2. cildi olarak çıkmağa başlayan Genç Kalemler, ilk sayısından (c. II, sayı: 9-(1), 11 Nisan 1911) son sayısına (c. III, sayı: 27-(18), Eylül 1912) kadar başmakalelerini temel hedefi "yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak" ve böylece "yazı dili ve konuşma dili ikiliğini ortadan kaldırmak" olan "Yeni Lisan" meselesine ayırdığı gibi, zaman zaman, diğer sütunlarını da bu konu etrafındaki münakaşalara ayırmış, meseleyi tam bir ciddiyet ve ısrarla yürütmeğe çalışmıştır.
    Edebiyat dilinin o zamana kadar tamamıyla Arapça ve acemcenin hakimiyeti altında "yapma bir dil" olduğu inancında olan gençler, Edebiyyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati üyelerini "dillerinin yabancılığından dolayı" şiddetle tenkid etmişler ve - daha geniş halk kütlelerine hitab etmek imkanını sağlayacağı ve böylece medeni
    kalkınmaya da yardım edeceği için - sadece edebi değil, aynı zamanda sosyal bir dava saydıkları "Yeni Lisan" davasının gerçekleştirilmesini şu işlemlere bağlamışlardır: 1) Arapça ve Farsça gramer kaidelerinin kullanılmaması ve bu kaidelerle yapılan tamlamaların - bazı istisnalarla - kaldırılması, 2) Arapça kelimelerin, gramerce, asıllarına göre değil, Türkçüdeki kullanışlarına göre değerlendirilmesi, 3) Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe de söylendikleri gibi yazılmaları, 4) Bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına lüzum olmadığından, ilmi terim olarak Arapça kelimelerin kullanılmasına devam edilmesi, 5) Diğer Türk lehçelerinden kelime alınmaması, 6) Konuşmada İstanbul şivesinin esas tutulması.
    Yeni Lisan hakkındaki düşüncelerini böylece belirten gençler, Tanzimat devrine kadar İran'ın ve ondan sonra Fransa'nın taklitçisi saydıkları Türk edebiyatının, artık "taklit safhasından çıkarak yaratma safhasına geçmesini" ve bunun için de "Türk halkının hayatına yönelmesini" istiyorlardı. Ancak, bu yöneliş isteği roman, hikaye ve tiyatro ile ilgilidir. Bu türler, konularını ve kişilerini yerli hayattan almalıdırlar. Fakat, tamamıyla "vicdani bir ***fiyet" olan şiir için böyle bir kayıda lüzum yoktur. Şiire tanıdıkları bu imtiyaz, onları, sanat anlayışında ikiliğe düşürmüş ve Edebiyyat-ı Cedide ile Fecr-i Ati'nin ferdiyetçi sanat anlayışından tamamıyla ayıramamıştır.
    Buna rağmen, Genç Kalemler'in edebiyat ve edebi dil anlayışları Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati m_nsublarınca büyük bir tepki ile karşılandı. Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Halid Ziya, Cenab Şehabeddin, Süleyınan Nazif, Yakub Kadri ve Köprülü-zade Mehmed Fuad tarafından yapılan itirazlar, daha çok, "Yeni Lisan'ın bir edebiyat dili olamayıp ancak bilim dili olabileceği", sanat eserlerinin milletlerarası olması sebebi ile "edebiyatın da milli olamayacağı" ve Genç Kalemler'ce açıklanan Milli Edebiyat anlayışının "ırki bir karakter taşıdığı" noktalarında toplanıyordu. Bir yıldan fazla süren bu karşılıklı çekişmeler sırasında, Fecr-i Ati' den Hamdullah Subhi ile Celal Sahir de Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirdiler. Genç Kalemler;

    bir yandan da, -düşüncelerini bizzat uygulamak maksadı ile- Yeni lisan'la yazdıkları yazıları yayımlıyor, aynı sayfada, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinden birinin bir şiiri ile Yeni Lisan'la yazılmış bir şiiri yan yana koyarak okuyuculara karşılaştırma imkanı da sağlamağa çalışıyorlardı. Bu yazılar arasında onların Milli, Edebiyat anlayışına en uygun örnekler, Ömer Seyfettin'in hikayeleri (Bahar ve Kelebekler, Bomba, Primo, And) ile Ziya Gökalp'in Demirtaş ve Gökalp imzaları ile yayımladığı bazı şiirleridir.
    Balkan Harbi yüzünden dergi 1912 Eylül'ünde kapandıktan sonra, yazarlarının büyük bir kısmı İstanbul'a göçerek yazılarını Türk Yurdu'nda ve diğer bazı dergilerde yayımlamağa devam ettiler. Milli Edebiyat Hareketi, yeni yazarların ve hatta kendisine önce muhalif olanların (Yakub Kadri, Köprülü-zade Mehmed Fuad, Refik Halid) ve yeni yetişen gençlerin de katılması ile kadrosunu ve tesirlerini hızla genişletti. Süleyınan Nazif, Cenab Şehabeddin ve Ali Kemal'in şiddetle devam eden muhalefetlerine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından önce, konuşma dili edebi dilin yerini tamamıyla almış, bu gayeye ulaşmak için Tanzimat'tan beri süren çabalar sonuçlanmış gibidir.

    1.MİLLI EDEBİYA T HAREKETİ

    Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri gibi milliyetçilik hareketinin de er geç edebiyatta etkisini göstereceği tabiiydi. Gerçekten 1911 yılı Nisanı'nda Selanik'te çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisi ile milliyetçilik hareketi edebiyatta da başlamış olur. Ömer Seyfettin, Akil Koyuncu, Rasim Haşmet ve daha önce Fecr-i Ati Encümeninde bulunan Ali Canip gibi, gençlerin çıkardıkları bir dergi Milli Edebiyat deyimini ilk defa ortaya atarak böyle bir edebiyat yaratma görevini üzerine alır. Milli Edebiyat Hareketinin tutunmaya çalıştığı yıllarda Türk edebiyatında oldukça karışık bir durum göze çarpar. Bir yandan Milli Edebiyat Şairleri kendilerini kamu oyuna kabul ettirmeye çalışırken, diğer yandan Fecr-i Ati Şairleri şöhretlerini sürdürmeye ve Servet-i Fünun sanat anlayışının mensupları edebi itibarlarını henüz ayakta tutmakta idiler. Bu arada Mehmet Akif gibi bir ustanın temsil ettiği ayrı anlayış ve dokudaki şiir tarzı da ilgi ve dikkatleri çekmektedir. Bu karışıklığı, Fecr-i Atinin dağılmasından sonra bu topluluğa mensup şairlerle daha genç nesilden bazı şairlerin Milli Edebiyat anlayışı dışında kendilerini tatmin edecek başka yollar aramaları ve denemeler yapmaya girişmeleri daha da arttırır.
    Milli edebiyat sanatçıları milli bir edebiyat oluşturmak için edebi dilin millileştirilmesinden başlayarak "Yeni Lisan" davasını ortaya atarlar. Daha önce Manastır' da "Hüsün ve Şiir" adı ile çıkan bir derginin devamı olarak çıkmaya başlayan, sekizinci sayıdan sonra Genç Kalemler ismini alan ve 11 Nisan 1911' de biraz daha genişletilmiş ve yeniden 1, 2, 3, diye numaralandırılarak intişara başlayan dergi ilk sayısından son sayısına kadar baş makalelerini; temel hedefi yazı dili ile konuşma dili ikiliğini ortadan kaldırmak olan "Yeni Lisan" davasına ayırır. Bu konu etrafında yapılan tartışmalara yer verir.
    Edebiyat dilinin o zamana kadar tamamen Arapça ve Acemce'nin hakimiyeti altında yapmaca bir dil olduğu inancında olan gençler, Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati üyelerini, "dillerinin yabancılığından dolayı" şiddetle tenkit ederler ve daha geniş

    halk kitlelerine hitap etmek imkanını sağlayacağı ve böylece medeni kalkınmaya da yardım edeceği için sadece edebi değil, aynı zamanda sosyal bir dava saydıkları "Yeni Lisan" davasını gerçekleştirmek için yayınladıkları "YENİ LİSAN" (11 Nisan 1911) adlı makalede görüşlerini kısaca şu başlıklar altında anlatırlar:
    Eski Lisan, asla konuşulmayan, Latince, İbranice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey. Din ve edebiyat bize Farisi öğretmiş, dilimize pek çok Arabi ve Farisi kelime girmiş, edebiyat ve sanat bilhassa tezyin fikri dilimize Arabi ve Farisi kaideler getirmiş, Türkçe muvazenesini kaybetmiştir.
    Edebiyatımız ya şarka doğru İran'a veya garba doğru Fransa'ya yönelmiş. Bugün Fransa'ya doğru gidenlerin yaptıkları hareketlerle eskiden İran'ı taklit edenlerin hareketleri arasında bir fark kalmamıştır.
    .Milli Edebiyatımız yokmuş, hala da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden iptidai şarkılardan ibarettir.
    Garba doğru giden gençler arasında Fransızca şiirler, piyesler yazıp bunlarla iftihar edenler vardır. Türk Dili ve Edebiyatında 35 sene evvel başlayan sadeliği öldürenler Servet-i Fünunculardır. Yazı dili ile konuşma dilini birbirinden oldukça uzaklaştırdılar.
    Bugünküler yani Fecr-i Aticilerin yegane meziyeti "dünküler "adını verdikleri eski Servet-i Fünun kümesinin mahiyetini tamamiyle değilse bile anlamış olmalarıdır. Fakat vatanın bütün ümidi onlardır, onlar zekidirler, gençtirler... çalışacaklar... tekamül edecekler bizi asırlardan beri milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve suni lisanı terk edeceklerdir. Onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan milli bir edebiyat doğacaktır.
    Hastalıklar, eskiler İran'a yönelmişler, yeniler yani dünküler kendileri için

    yeni bir lisan ibda etmek lüzumunu görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni tabii bir lisan, kendi lisanları lazımdır. Milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları; içindeki lüzumsuz ve ecnebi (yabancı) kaidelerdir. Bu kaideler yaşadıkça dil milli olamaz, kimse anlamaz.
    Tasfiye, konuştuğumuz lisan İstanbul Türkçe'si, en tabii bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla kullanılmayacak. Yazı lisanı ile konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya ve kat etmiş olacağız.
    Nasıl ... Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabi ve Farisi kaidelerle niçin yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın. Fikre ve hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz muhteşem, kavi; edebiyatımız da mermerden abideler olsun.
    Milliyete Doğru, bize vasi bir lisan lazım lakin muntazam ve mazbut olmak şartıyla.
    Tasfiye Sarfı, Arabi ve Farisi terkipler atılacak. İlmi, fenni ve edebi ıstılahlara şimdilik dokunulmayacak. Klişeleşmiş terkipler müstesna. Mesela; fevkalade, darb-ı mesel, sevk-i tabii gibi.
    Türkçe cem edatından başka kati yy en ecnebi edatlar kullanılmayacak. Klişe haline gelmiş olanlar hariç kainat, inşaat, maliyet ahlak gibi. Diğer Arabi ve Farisi edatları da atacağız Ancak tekellüme geçmiş tamamen Türkçeleşmiş olan "amma, şayet, keşki. lakin, henüz, heman" gibiler müstesna.
    İmla Arabi ve Farisi kelimelerin imlaları şiddetle ve dini bir taassupla muhafaza olunacak, Türkçelere gelince imla meselesini zaman halledecektir.

    Gayemiz Milli bir lisan, milli bir edebiyat vücuda getirmektir. Genç Kalemler Dergisi etrafında toplanan gençler "Yeni Lisan" davasının gerçekleştirilmesini kısaca maddeler halinde şu işlemlere "bağlamışlardır.
    Yeni Lisan hakkındaki düşüncelerini böylece belirten gençler, Tanzimat devrine kadar İran'ın ve ondan sonra Fransa'nın taklitçisi saydıkları Türk edebiyatının artık taklit safhasından kurtularak, yaratma devresine girmesini ve bunun için de Türk halkının hayatına yönelmesini isterler. Ancak bu yöneliş isteği roman, hikaye ve tiyatro ile ilgilidir. Bu türler, konularını ve kişilerini yerli hayattan almalıdır. Fakat tamamıyla vicdani bir ***fiyet olan şiir için böyle bir kayda lüzum yoktur. Şiire tanıdıkları bu imtiyaz, onları, sanat anlayışında ikiliğe düşürür ve Edebiyat-ı Cedide ile Fecr-i Ati 'nin ferdiyetçi sanatçı anlayışından tamamen ayıramaz.”
    Buna rağmen, Genç Kalemler'in edebiyat ve dil anlayışları Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati mensuplarınca büyük bir tepki ile karşılanır. Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Halit ziya, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Yakup Kadri ve Köprülüzade Mehmet Fuat tarafından yapılan itirazlar daha çok, "Yeni Lisan'ın" bir edebiyat dili olmayıp ancak bilim dili olabileceği, "sanat eserlerinin milletlerarası olması sebebiyle" edebiyatın da milli olamayacağı ve Genç Kalemlerce açıklanan Milli Edebiyat anlayışının ırki bir karakter taşıdığı noktalarında toplanır. Bir yıldan fazla süren bu karşılıklı çekişmeler sırasında, Fecr-i Ati'den Hamdullah Suphi ile Celal Sahir Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirirler. Genç Kalemler, bir yandan da Yeni Lisanla yazdıkları yazıları yayınlayıp, aynı sayfada, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinden birinin bir şiiri ile Yeni lisanla yazılmış bir şiiri yan yana koyarak okuyuculara karşılaştırma imkanı sağlamaya çalışırlar. Bu yazılar arasında en uygun örnekler Ömer Seyfettin'in hikayeleriyle Ziya Gökalp'ın bazı şiirleridir.
    Balkan Harbi yüzünden dergi 1912 Eylülü'nde kapandıktan sonra yazarlarının büyük bir kısmı İstanbul' a geçerek yazılarını Türk Yurdu'nda ve diğer bazı

    dergilerde yayınlamaya devam ederler.

  2. #2
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    Milli Edebiyat Hareketi, kısa bir süre içinde sanatçı kadrosunu, muhalefeti bırakan sanatçılar v.e yeni yetişen gençlerle genişletir. Süleyman Nazif, Cenab Şehabettin ve Ali Kemal'in şiddetle devem eden muhalefetlerine rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından önce konuşma dili edebiyat dilinin yerini tamamen alır, bu gayeye ulaşmak için Tanzimat'tan beri süren çabalar sonuç verir.
    Ziya Gökalp, Fuat Köprülü gibi büyük fikir ve ilim adamlarının devamlı yardımlarıyla kuvvetlenen Yeni Lisan Cereyanı; Türk dili ve edebiyatının sadeleşmesi ve sade bir güzellik içinde işlenerek gerek nesir, gerek şiir alanında Refik Halit, Yakup Kadri, Orhan Seyfi ve Faruk Nafiz gibi kuvvetli şahsiyetler yetiştirmesi yolunda, edebi hayatın akışına faydalı bir sürat kazandırmış, edebi milli bir harekettir.
    Dil hususunda ve aruzun yerine hece veznini geçirme konusunda kendisinden önce gelen Servet-i Fünun ve Fecr-i Aticilerden ayrılan Milli edebiyat sanatçıları, şiiri sanatçıya ait şahsi bir mesele olarak kabul edip, estetik bir haz sayarlar. Bu yönleriyle de kendilerinden önce gelen. bu edebi akımların ferdiyetçi olan estetik anlayışına yaklaşırlar. Ancak Türkiye'nin ölüm kalım mücadelesi yaptığı ülkenin birçok cephede savaştığı halkının büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde kıvrandığı böyle nazik bir zamanda bile, genç şairlerin sırf kendi duygu ve hayallerinden ayrılmamaları birçok aydın tarafından yadırganır. Birçok şair ve yazar bu tutumun yanlışlığını dile getirmeye çalışır.
    Aruzun yerine hecenin geçmesi de pek kolay olmaz, genç nesli bu vezni benimsemeye alıştırmak için uzun ve sürekli telkinler yapılması gerekmiştir.
    Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Servet-i Fünun, Yeni Mecmua, Büyük Mecmua ve Dergah gibi dergilerin sürekli yayınları ile şiirde dil ve veznin

    millileştirilmesi, meselesi tamamen gerçekleşir. Dil ve veznin birkaç yıl gibi kısa bir sürede millileştirmesi konusunda "Hecenin Beş Şairi 'nin de" payı büyüktür. .
    "1908' den sonra, sadece ferdi temaları işleyen, dilde Servet-i Fünun nesrinin bir devamı olan, sosyal hayat ve onun sorunları ile genellikle ilgisiz kalan Fecr-i Ati hikaye ve romanlarının yanı başında, daha çok hayata ve sosyal mesele1ere yönelen, yapma bir dil ve üslubu bir yana bırakarak konuşma dilini ve üslubunu hakim kılmaya çalışan yeni bir hikaye ve roman tarzının da hızla yer almaya başladığı görülür. Bu tarz roman ve hikayeler arasında Refik Halit'in "Memleket Hikayeleri" Ebubekir Hazım'ın "Küçük Paşa" romanı gibi, milliyetçiliği norn1al bir sosyal davranış olarak yaşatanların;
    Halide Edip'in "Yeni Turan" ve Ahmet Hikmet'in "Gönül Hanım" romanları gibi milliyetçiliği siyasi bir ideoloji olarak ele alanların; yine Halide Edip'in "Ateşten Gömlek" Romanı gibi İstiklal Mücadelesini canlandıranların; Yakup Kadri'nin "Kiralık Konak" romanı 'gibi Türk yaşayışının Tanzimat'tan başlayarak üç nesil boyunca geçirdiği sosyal değişiklikleri tasvir ve tahlil edenlerin de yer aldıkları göz önünde tutulursa, bu devirde roman ve hikayeciliğin Türk sosyal hayatını ve meselelerini ne kadar çeşitli yönlerden ve ne kadar genişlemesine ele almaya çalıştığı kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak bu genişliğe karşılık, ele alınan sosyal meselelerde tatmin edici bir derinliğin henüz bulunmadığını da kaydetmek gerekir. Ayrıca bu sosyal muhtevanın içinde roman ve hikayenin ezeli teması olan aşk maceralarının da unutulmamış olduğu ve bu devri n hemen bütün romancı ve hikayecilerinin yalnız aşk temasını işleyen roman ve hikayeler yazdıkları da belirtilmelidir.
    Bu devrin roman ve hikayelerinde fert hayatından sosyal hayata doğru genişçe bir açılmanın; tema bakımından sosyal konulara doğru büyük bir kaymanın başladığı görülmüştür.
    Berna Moran'a göre, Memleketçi Anadolu romanını hazırlayan sosyo-

    ekonomik şartlardan başka, Milli Edebiyat akınının da etkisi vardır. Edebiyat tarihçileri tarafından 1911-1923 yılları arasında sınırlandırılan Milli edebiyat, roman türünde 1950'lere kadar devam etmiştir. Çünkü Cumhuriyet ile birlikte siyasal bakımdan yeni bir döneme geçilmişse de, Cumhuriyet romanını Milli Edebiyat temsilcileri, roman ve hikaye yazarları devam ettirmiştir.
    Milli Edebiyat akımının roman alanında iki ana ilkesi dikkati çeker. Birincisi, milli konulara, yerli yaşama yönelmek ilkesi, ikincisi de sözlü gelenekten gelen halk edebiyatını yeniden değerlendirmek ilkesi.
    Milli Edebiyat akımı, yazarları yerli konulara, her sınıftan halkı anlatmaya çağırırken, Osmanlı edebiyatında söz konusu edilmeyen Anadolu konusuna da çağırır. Nitekim 1950'lere kadar olan dönemde yazarlarımız, Küçük Paşa, Ateşten Gömlek, Çalıkuşu, Yeşil Gece, Yaban, ve Kuyucaklı Yusufile Anadolu'yu romana sokarlar.
    Milli Edebiyat Hareketi'nin başlattığı yerli kaynaklara yönelme hadisesi de masalları, destanları, halk hikayelerini yeniden canlandırma ve değerlendirme şeklinde olur. Ziya Gökalp Türk masallarını yeniden işler; Ömer Seyfettin masallardan efsanelerden konular alır; Fuat Köprülü, Nasrettin Hoca fıkralarını koşuk biçiminde yazar.
    Milli Edebiyat devrinin en tanınmış şair ve yazarları şunlardır: Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Yusuf Ziya Akçura, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ali Canip, Mithat Cemal Kuntay, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, İbrahim Alaaddin, Beş hececiler Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit, Aka Gündüz, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Ebubekir Hazım ve daha birçok sanatçı bu edebi hareketin safında yer almıştır.
    Milli Edebiyat Dönemi Sanatçilari
    MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ SANATÇILARI
    ZİYA GÖKALP (1876-1924)
    23 Mart l876'da Diyarbakır'da doğdu. Babası Diyarbakır vilayeti evrak müdürü ve muhitinin aydın simalarından biri olan Mehmet Tevfik Efendi'dir. Babası vilayet gazetesinde muhabirlik yapan, modernleşme yolunda atılan adımlardan haberdar ve Namık Kemal hayranı bir kişidir. Ziya Gökalp'ın yetişmesinde babasının bu özellikleri etkili olur. Ziya Gökalp da Namık Kemal hayranı bir kişi olarak yetişir. İlk ve rüştiye mektebinden sonra Mülkiye İdadisini bitiren Ziya Gökalp Diyarbakır'daki eğitimden tatmin olmadığı için İstanbul'a gitmek ister. Bu arada İslam felsefesi, tasavvuf fen ilimleri ve Arapça derslerini ayrıca özel hocalardan ders alır. Ziya Gökalp bu arada felsefi anlayışlarındaki dalgalanmalar, yenilikçi fikirler ve pozitivist anlayışlar altında hummalı bir dönem geçirir ve intihara kalkışır. Ancak ölmez. İyileşince tekrar İstanbul'a gitmek ister. Ağabeyinin yardımıyla İstanbul'a gider ve Baytar Mektebi'ne kaydolur. Burada Tıbbiyelilerin kurduğu gizli bir cemiyete üye olur, ancak yakalanır ve dokuz ay hapis yatar. Daha sonra Diyarbakır'a sürgün gönderilir. Diyarbakır'da amcasının kızıyla evlenir.
    1908 İkinci Meşrutiyet inkılabı üzerine Diyarbakır' da İttihat ve Terakki şubesini açar. Dicle ve Peyman gazetelerinde yazılar yazar. 1910 yılında Selanik'te toplanan İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresine Diyarbakır temsilcisi olarak katılır. Burada Ömer Seyfettin Ali Canip gibi milliyetçi gençlerle fikir alışverişinde bulunur. Bu tarihten itibaren etkin milliyetçilik çalışmalarına başlar. Genç Kalemler dergisinde milliyetçi şiir ve yazılar yazar. Bu arada sosyoloji dersleri okur, Emile Durkheime'in sosyolojiye dair eserlerini okur. Dar'ül-Pünun' da sosyoloji kürsüsünü kurar ve sosyoloji dersleri vermeye başlar.
    Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgaliyle İttihat ve Terakki'nin İleri gelenleriyle beraber Malta'ya sürülür. Malta'da iken Milliyetçi fikirleri daha olumlu

    ve somut bir şekil kazanır. Vatancılık anlayışı somutlaşır.
    Malta'dan 1912 yılında ayrılır ve Roma yoluyla İstanbul'a gelir. Ankara'ya geçer, Ankara'da maddi imkansızlık nedeniyle duramaz Diyarbakır'a gider. Diyarbakır'da, çıkardığı "Küçük Mecmua" adlı dergide Milli Mücadeleyi destekler. Türk Töresi ve Türkçülüğün Esasları isimli eserleri burada yazar. Milli Mücadele'den sonra II. Meclis' e milletvekili seçilir. 25 Ekim 1924 tarihinde hastalanır ve ölür.
    Türk edebiyatına şiir, manzum destan ve masal, nesir, ilmi- fikri makaleler ve kitaplar bırakmış olan bir fikir ve sanat adamıdır.
    "Turan" adlı manzumesi kendinden sonraki sanat ve fikir adamlarını, sanat fikir ve düşünce bakımından etkileyen ve çığır açan bir şiirdir. Gökalp'ın Turan manzumesinden önceki hayatı, onun yetişme ve arayışlar dönemidir. Arayışlarını Turan manzumesiyle köklü bir şekle sokmuştur. Fikirlerindeki değişmeler memleketimizin o zamanki siyasi hadiseleri tam bilinmeden tenkit konusu olmuştur. Onun Turan manzumesi dönemine kadar olan dönemdeki anlayışı Osmanlıcı-Milliyetçi anlayıştır. Ancak 1911' den itibaren Turan manzumesiyle bu anlayış tamamen değişmiştir. Ondaki bu değişme onun şiir ve sanat anlayışında da aynı özellik gösterir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103145
    Ziya Gökalp' ta edebiyat araçtır şiir veya nesrin bütün türleri onun fikir ve idealleri için birer araçtır. "Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur susar" diyen Ziya Gökalp şiir için değil şuur için çalıştığını söyler. Böylelikle 1911' e kadar "sanat sanat için" olan görüşünü 1911' den itibaren sanat halk için görüşüne çevirir.
    Milli Edebiyat Cereyanı ile şiirler şerh ve sanat bulma yönünden açık hale gelir. Çünkü bu dönemden itibaren dil açık ve sadedir. Sanat şiirde süs olsun diye değil, şiirin daha açık ve kalıcı olması için kullanılır önemli olan şiirin şerhi ve sanatların bulunmasından çok, şiirin etkisinde kaldığı fikir ve görüşlerin bilinmesi ve

    bunların çerçevesi içersinde incelenmesi önem kazanmıştır.
    Turan manzumesi nazım şekli olarak şekli belli olmayan başlı başına bir nazım şeklidir. Şiir, şekilden çok muhteva bakımından dikkat çekicidir. Şiirdeki mısralar mana olarak son mısrada tamamlanır buna anjanbman tarzı denir. Şiiri açıklayabilmek için devrin siyasi halini ve olaylarını bilmek gerekir. Bu manzume bir yönden Avrupalı tarihçilerin eski cihangirler hakkındaki taraf tutucu görüşlerine karşı bir isyandır.
    Şiirde şairin gönlüne ilham edilen Turan'dır. Turanı ne olduğu söyleniyor ama neresi olduğu söylenmiyor. Turan Şaire göre "büyük ve ebedi olan bir ülkedir".Şiirde Şair iki idealin peşindedir. : 1Türkün, ilim aleminde layık olduğu yerinin almasını sağlamak, 2Türklerin tümünü tek bayrak altında toplayan Turan' da yaşamalarını sağlamak. Ziya Gökalp bu iki ideali gerçekleştirmek için gereken bütün işlerin programını yapmaya çalışmıştır. Türkçülüğün esasları adlı kitabı bu ideallerin programıdır.
    Ziya Gökalp'ın 1918' de neşrettiği Yeni Hayat adlı kitabındaki Vatan manzumesinde vatan anlayışının Turan şiirinden büyük farklarla ayrıldığı görülür. Bu yeni Vatan manzumesinde Gökalp artık Türkiye hudutları dışındaki eski-yeni, kaybedilmiş ülkeleri ve bunların hepsinin ve hepsindeki Türklerin bir araya gelmesiyle gerçekleşecek olan Turan mefkuresini bir yana bırakır. Yeni Vatan manzumesinde hudutları içinde dil, mefkure ve dil birliğiyle birleşmiş yekpare çalışkan bir millet düşünülür.
    Bir dilde eğer lehçe seviyesinde farklılıklar meydana gelirse aynı milletin çocukları farklı coğrafyalarda birbirini anlamaz ve milli birliğin dağılmasına sebep olabilir. Bu nedenle Türkçüler, Türkler arasındaki dil birliğine ehemmiyet vermişlerdir. Türkçülere göre bir milleti millet yapan, en başta gelen bağ ve mefkure birliğidir. Ama Gökalp "Lisan" adlı şiirinde bunu dil olarak gösterir. Tanzimat

    sonrasında sevilen bazı kelimeler vardır. Mesela: Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cedit gibi Milli Mücadele yıllarında ise daha çok milli kelimesiyle kurulan ifadeler vardır. (Hakimiyet-i Milliye, Misak-ı Milli, İrade-i Milliye gibi) Cedit kelimesi de bu dönemden itibaren yerini "Yeni" kelimesine bırakır. (Yeni Adam, Yeni Mecmua, Yeni Hayat gibi) Yeni kelimesiyle eski yaşam tarzından yeni bir yaşayış tarzına geçiş anlatılır. Ölçü ise muasır medeniyet ölçüleridir.
    Ziya Gökalp ferdiyetçi olmayan, toplumu esas alan bir anlayışla vazifeyi yani milletin hakkını önemseyen bir anlayışı benimsemiştir. Gökalp'ın içtimaiyyattaki sistemi "İçtimai Mefkurecilik" sistemidir. Onu bu bakımdan Emile Durkheim'nin içtimai mektebine mensup bir mütefekkir olarak düşünmek lazımdır. Ancak Gökalp'ın bu içtimai mefkureciliğe temas ve onu izah eden görüşlerinde geniş ölçüde bir milliyetçilik vardır. "Gözlerimi kaparımı Vazifemi yaparım" şiirinde ideal uğruna büyük teslimiyet göze çarpar.
    Fert olarak kinden kaçınılmasını, ancak milli amaçların, faydaların yerine getirilmesini ister. Fert olarak sessiz, sakin ama millet menfaatlerinde coşkun bir dalga gibi olunmalıdır.
    "Köy" Yeni Hayat adlı şiir kitabında yazılmış bir şiir. Yeni edebiyat döneminde köye, köy insanına yönelme oldukça karışık bir meseledir. Köye yönelişte karşımıza oldukça farklı anlayışlar çıkar. Köyün zorluk içinde olan yönlerini dile getiren eserler de verilmiştir. Bu şekildeki anlayışta köylünün hiçbir değerine önem verilmemekle beraber, köyün hep kötü tarafları nazara verilmektedir. Gökalp'ın köye ve köylüye bakışı ise; O Vatan şiirindeki ekonomik bağımsızlığı köylü için de ister. Köylüyü kendi efendisi olan, hiç kimse için çalışmayan, askerlik görevini yapan, ümmi olmayan, dostunu düşmanını bilen bir vaziyette görmek isteyen bir anlayışa sahiptir.
    "Kadın" adlı şiiri de Yeni Hayat adlı şiir kitabında yer alır. Ziya Gökalp'ın

    kadına bakışı; kadının dertleri ve haksızlığa uğratıldıkları noktalarındadır.
    Ziya Gökalp düşündüğü sistemde aileye çok önem verir. "Aile" adlı şiirinde kadın ya eş, ya anne, ya kardeş, veya kız olarak görülür. O aileyi devletin esası olarak görür. Eğer kadın vazife ve mesuliyetleri açısından eksik yetiştirilirse topluma zararlı olur. Bu yüzden kadın eksik bırakılmamalı, eğitilmelidir. Bu görüş devrin iki büyük şairi T. Fikret ve M. Akif’te de bu yöndedir. Ailenin de sağlam bir yapıya sahip olabilmesi için nikah, talak ve mirasta eşitlik olması gerektiği düşüncesindedir.
    Tanzimat sonrası Türk edebiyatında fikir hayatının münakaşa ettiği kavramlardan biri medeniyettir. Medeniyet etrafında o dönemde şu fikirler göze çarpar: Medeniyet ya hep alınır, ya da hiç alınmaz. Medeniyet alınacaksa her yönüyle alınmalı. (T. Fikret, Abdullah Cevdet vs.) Avrupa medeniyetini alalım. Ama bizim milli ve içtimai yapımızı bozmayacak şekliyle alalım. Bunu iddia edenler de daha çok ilim ve teknoloji alınmalı, kültür milli kalmalı der. (M. Akif, Z. Gökalp vs.) Batı medeniyetini hiç kabul etmeyenler.
    Ziya Gökalp'ın "Medeniyet" adlı şiiri ikinci anlayış çerçevesinde yazılmıştır.
    "Sanat" Yeni Hayat adlı şiir kitabında yer alan bir şiirdir. Z. Gökalp, Recaizade M. Ekrem'in yaptığı gibi şiirimize yeni edebiyat döneminde istikamet vermiştir. Her ikisinin ortak özelliği şiirde teorik olarak başarılı olmaları, ve uygulamayı başkalarına bırakmalarıdır.
    Z. Gökalp'ın "Altun Işık" adlı kitabında nesir- nazım, nesir sadece nazım olan masallar vardır. Bu şiirlerin bir özelliği, Z. Gökalp halka yönelmek istediği için- bu masalların kaynağının halk ve halk edebiyatı olmasıdır. Halk kültüründen birçok kavram ve kelimeyi aydınlar edebiyatına sokmuştur.
    Ziya Gökalp'ın başlıca eserleri şunlardır:

    Şiirler: Kızıl Elma (1914), Yeni Hayat (1918), Altun Işık (1923), Şiirler ve Halk Masalları (1952)
    Fikri eserler, makaleler: Türk Medeniyeti Tarihi (1926), Türkçülüğün Esasları (1923), Hars ve Medeniyet (1964), İlm-i İçtimaı Dersleri (1923), Türk Töresi (1923). Bunların dışında edebi, fikri ve sosyolojik bir çok makale ve yazı yazmıştır. Ayrıca Yeni Mecmua ve Küçük Mecmua isimli dergileri çıkarmış, farklı olan birçok dergide yazılar yayımlamıştır.

  3. #3
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU (1870-1927)
    3 Haziran 1870 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Mora'dan İstanbul'a göç eden Yahya Sezai Efendi'dir. Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU soyadını dedelerinin Mora Müftülüklerinden almıştır. Mahalle mektebi ve Soğukçeşme Rüştiyesi’ni tamamladıktan sonra Galatasaray Sultanisi 'ne devam etti. Memurluğa Hariciye kaleminde başladı. Kısa bir süre içinde kıdem olarak yükseldi. Kafkasya' da Poti Şehbenderliği'ne (konsolos) atandı. Kısa bir süre sonra tekrar İstanbul' a döndü ve hem Hariciye Kaleminde hem de Galatasaray Sultanisi'nde öğretmenlik yapmaya başladı. 1912 yılında Peşte Baş Şehbenderliği'ne atandı. 1918 yılında İstanbul'a döndü, tekrar hariciye kaleminde çalıştı. 1925 yılında Halifelik danışmanlığına atandı. 1926 yılında Hariciye Vekaleti müsteşarlığına atandı. Ancak hastalığı nedeniyle Ankara'da duramadı ve İstanbul'a döndü. 19.3.1927 tarihinde kanserden vefat etti.
    Türkiye'de Türkçülük Hareketi önce dil milliyetçiliğiyle başlamıştır. 2. Meşrutiyet'in ilanından evvel edebiyatta milliyetçiliği dile getiren şiirler görülür. Ahmet Hikmet de milliyetçidir. Kendisi dilde ve kültürde milliyetçi1iği savunur.
    Ahmet Hikmet'te Türkçü1ük ruhunun kendisini göstermesi ve edebiyatta eserlerine yansıması; konsolos olarak gittiği yerlerde ecdadını hatırlamasından, bu

    vaziyetin ona çok ağır gelmesinden, ecdadının yaşadığı zulümlerin onun gözünde tekrar canlanmasından dolayıdır.
    Ahmet Hikmet'in edebi şöhretini yapan ilk önemli eseri, içinde birtakım küçük hikayeler bulunan "Haristan ve Gülistan" adlı kitabıdır. Bu eserin edebi neviler açısından dikkate değer parçası aynı zamanda bütün kitaba ismi verilen masal kitabıdır. Avrupalıların "Comte" dedikleri masal çeşidinin Yeni Türk edebiyatındaki ilk güzel örneğidir. Bu eser eski edebiyat tarzı üzerine yazılmıştır.
    Diğer önemli bir eseri, Milli Edebiyat bakımından daha edebi eser olan Çağlayanlar isimli, tamamen milli hikayeler ve nesirler kitabıdır. Çağlayanlar 1908' den sonraki Türkçülük hareketlerinin, milli kültür ve milli heyecanla yoğrulmuş zengin verimlerden biridir.
    Ahmet Hikmet dilin Türkçe olmasını ister. Bu dönemde üç dil anlayışı vardır. Sade dil anlayışı: Hangi dilden olursa olsun halk tarafından kullanılan ve bilinen bütün kelimelerin kullanılmasını önerir. Arı Dil Anlayışı: Sadece Türkçe kelimelerin kabul edildiği, arındırıcı, tasfiyeci dil anlayışı. Osmanlıcı Dil Anlayışı: Eski tarzda Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeleri içine alan, Osmanlının kullandığı. Arapça ve Farsça gramer özelliklerinin de alınmasını öngören anlayış. Ahmet Hikmet tasfiyeci (ancı) dil anlayışını destekler. Ancak o eserlerinin başarılı olduğu hikayelerini sade dil anlayışıyla yazar.
    Arı dil anlayışıyla yazdığı bir yazısı vardır ki bu yazıyı münacat tarzında yazmıştır. Yazının adı "Yakarış"tır. Arı Türkçe kelimelerle yazılmıştır. Bu şekilde yazılmasının sebebi; münacat tarzında arı Türkçe kelimeler yazmak oldukça zor olduğundan Ahmet Hikmet bu zorluğu yenerek münacat arı Türkçe kelimelerle yazıldığı takdirde diğer türlerin de yazılabileceğini göstermeye ve iddia etmeye çalışmıştır.


    Ahmet Hikmet edebiyatta asıl şöhretini hikayeleri ve "Gönül Hanım" adlı romanıyla yapmıştır.
    Gönül Hanım romanı Ahmet Hikmet'in Türkçülük idealini sembolleştiren bir romandır. Teknik bakımından bir romanda bulunması gereken bütün unsurları bu romanda görmek mümkün değildir. Roman daha çok bir tarih araştırması, ilmi bir inceleme niteliğindedir. Bütünlükten uzaktır. İstenilen yerden açılıp okunabilir. Yani olaylar zincirleme olarak birbirine iyi bağlanmamış, olay örgüsü zayıftır. Belki bile bile açık bırakılan yerler de vardır. Mesela esir bir asker izinle de olsa şehre bırakılamaz. Kimlik kartının hemen üzerinde soyadı çizilerek değiştirilemez.
    Gönül Hanım romanının önemli bir tarafı,- teze dayanmasıdır. Tezi de kültüre bağlı Türk kültür milliyetçiliğine dayanır. Kültürel manada Turancılıktır. Onun Turancılığı coğrafi ve siyasiden çok, kendi ifadesiyle" Bence Türk birliği hatta İslam Birliği demek Türk Kültürünün, İslam İlminin Birliği demektir."
    Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU'nun başlıca eserleri şunlardır: Leyla Yahut Bir Mecnunun İntikamı (1892-hikaye), Patates (1890-fenni bir eser), Tuvalet (1892), Haristan ve Gülistan (edebiyatta kendisini şöhret yapan ilk eser masası küçük hikayelerden oluşmakta (1901), Çağlayanlar (milli hikayeler-1920), Gönül Hanım (roman1917).

    MEHMET EMİN YURDAKUL (1869-1944)
    13 Mayıs 1869 tarihinde İstanbul' da doğdu. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi'ni tamamladıktan sonra Mülkiye Mektebi'ne devam etti. 1899 yılında Hukuk Mektebi'ne başladı. Öğrenim için Amerika'ya gitmek istedi ancak bu isteği gerçekleşemediğinden memurluk hayatına yöneldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı. Şiirlerinde ileri sürdüğü görüşlerden dolayı saray tarafından Erzurum'a rüsumat nazırlığı göreviyle sürgün gönderildi. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra

    Hicaz valiliğine atandı. Türk Ocağının kurucuları arasında yer aldı, derneğin başkanlığına getirildi. Türk Yurdu dergisini yönetti. 1911 yılında İttihat ve Terakki hükümetiyle arası açılınca Erzurum'a vali olarak atandı. 1912 yılında emekliye ayrıldı. 1913 yılında Musul milletvekili seçildi. 1919 yılında Milli Türk Fırkası'nın kuruculuğunu yaptı. İstanbul işgal edilince 1921 yılında Anadolu'ya Mini Mücadele için geçti. Anadolu'nun değişik yörelerini halkı bilinçlendirmek .için dolaştı. Cumhuriyet döneminde hayatının sonuna kadar Şebinkarahisar, Şanlıurfa ve İstanbul'dan milletvekili seçildi. 14 Ocak 1944 tarihinde vefat etti.
    Emin YURDAKUL, Milli Edebiyat Cereyanı başlamadan evvel Türkçü1ük faaliyetlerini edebiyata aksettiren önemli şahıslardan biridir. Türk Edebiyatında açık bir Türkçü1üğÜ ilk defa bir sanat ideali haline getiren Türk şairi Emin YURDAKUL'dur.
    Emin YURDAKUL siyasi hayatında valilik ve milletvekilliği yapmıştır. Valiliklerinin onun sanatının yöneldiği istikametin yönünde önemli bir yeri vardır. çünkü vali olarak gittiği yörenin insanını, kültürünü, dertlerini, mutluluklarını içlerinde yaşayarak görmüş ve bu da onda halkçılık yönünün gelişmesinde etkili olmuştur:
    Evlendiği hanımı Şebinkarahisarlı' dır. Hanımının memleketi, onun sanatı ve halkçı şairliği üzerinde etkili olmuştur.
    M. Emin'in fikirlerinin inkişafında, halkçı bir şair oluşunda, ve sanatının istikametinde diğer önemli bir etki de Şeyh Cemaleddin-i Efganrnin ondaki tesiridir. Şeyh Cemaleddin Efganinin Mehmet Akif , Mehmet Emin ve diğer bazı İslamcı reformist tarafı olan İslamcılara tesiri vardır. Dikkat çeken fikirleri; a) Teknoloji, eğitim, bilim sahasında İslam aleminin kendini yenileyip Batı alemine üstün gelmesi gerekir. b) Siyasi anlamda ise, dünyadaki Müslüman Milletlerin teker teker bağımsızlıklarını kazanmalarını ister. Bu devletlerin birbiriyle birleşerek organize

    halinde hareket etmelerini ister. c) Halkçı bir siyaset takip edilmesini, halkın eğitilmesini ister. Karşı çıkılan görüşü, Müslüman ayrı ayrı bağımsızlık kazanması fikridir. Mehmet Emin onun teknoloji, bilim, halkçılık ve eğitim görüşlerini benimser.
    Şairin ilk şiiri 1897 yılında Selanik'te basılan "Cenge Giderken" adlı şiiridir. Bu şiir, Türk edebiyatının Türklük heyecanıyla terennüm edilen ilk şöhretli manzı1mesidir.
    Yıllarca Batılı güçler karşısında hezimete uğramış olan ve büyük bir eza içinde olan Osmanlı'nın, 1897 yılında Yunanistan'a karşı yapılan bir yıldırım harbi ile Atina kapılarına kadar ilerlemesi bir canlanma ve ümit getirmiştir. Bu heyecana dönemin şair ve yazarları da eserleri ile katılmışlardır. Mesela Tevfik Fikret'in "Hasanın Gazası", Cenap Şehabettin'in "Ey tam-ı Şüheda", Ali Ekrem'in "Vasiyet"i gibi şiirler bu heyecanla kaleme alınmış şiirlerden bazılarıdır.
    Mehmet Emin bu dönemde dokuz şiir yazar ve "Türkçe Şiirler" adı altında, bir kitap halinde bastırır.
    "Türk" kelimesini, Türkçülük şuur ve anlayışı ile şiirde ilk defa kullanan Mehmet Emin'dir (Cenge Giderken şiirinde) .
    Mehmet Emin'in şiirlerini muhteva olarak en iyi ifade eden iki kelime "yaralar ve sargılardır". Yaralar; Mehmet Emin Türk halkının dertlerini bu eserle dile getirir, her yaranın iyileştirilmesi. gerekir. Bunu da sargılar ifade eder. "Türk Sazı" adlı şiir kitabı Türk halkının dertlerini ıstıraplarını mücadelesini. sevinç ve üzüntülerini anlatan bir şiir kitabıdır. Şahsi dertlerini dile getiren şiirlere karşılık, Mehmet Emin kişisel dertlerini şiirinin konusu etmeyen, idealist olan bir dava şairidir.
    Mehmet Emin'in şiirleri edebi açıdan ahenksizdir, musikiden yoksundur, şiirlerinin dili kurudur.


    "Zavallılar" adlı şiirinde Anadolu köylülerini anlatır. Tanzimat Dönemi'ndeki edebiyatçıların çevresi İstanbul'dur. Mehmet Emin'in şiirlerinde ise çevre Anadolu köyleri 've Anadolu insanıdır. Yeni Türk edebiyatı döneminde Anadolu'ya yönelmede iki tavır vardır; Anadolu’yu, köylüyü rahat, güzel huzur içinde gören tavır. Romantik bakıştır. İnsana zevk verir. b- Bunun zıddı olan, Anadolu'da keder, sıkıntı ve ıstırap yönlerini dile getiren tavır. Mehmet Emin' de ise Anadolu halkını tenkit etmeden, Anadolu halkının dertlerini dile getiren bir anlayış vardır. O, bu anlayışın öncüsü sayılır.
    Mehmet Emin'in şiirlerinin bugün muhteva olarak itibar görmemesinin sebebi, sadece şiirlerindeki kuruluk değil, aynı zamanda bir çoğunun bugün konu olarak, anlatılanların artık günümüzde varolmayan meselelerden teşekkül etmesidir.
    Mehmet Emin Servet-i Fünun şiirindeki tablo şiir anlayışından etkilenmiştir. Anadolu'da duyduğu bazı hikayeleri şiirleştirmiş veya nazma yaklaştırmıştır. .
    Mehmet Emin "Zavallı Kayakçı", "Çiçek İçin Bırak Şu Kızcağızı", "Bıçaksız Katiller", "Issız Ev", "Çekiç Altında" gibi şiirleriyle içtimai meselelere de dokunur.
    Mehmet Emin'in şiirde yaptığı başka bir yenilik; Turancılık fikrini şiirde desteklemesidir. Bunun için bu tarz yazdığı şiirlerde Türklerin İslamiyet'ten önceki tarihi kahramanlıkları ve hadiselerini dile getirir. Türk şiirine çok az girmiş veya hiç girmemiş tarihi şahsiyetleri, kahramanları kavram ve kelimeleri şiire almıştır. Birinci Dünya Harbi sonunda Turancılık yönündeki şiirlerinde değişme olur. Birinci Dünya Harbi sonunda Osmanlı'nın yenilmesiyle Türk halkına yapılan zulümlere isyan eden tarzda şiirler yazar.
    Mehmet Emin YURDAKUL 'un başlıca eserleri şunlardır:
    Şiirler: Türkçe Şiirler (1899), Türk Sazı (1914), Ey Türk Uyan (1914), Tan Sesleri /1915), Ordunun Destanı (1915), Dicle Önünde (1916), Zafer Yolunda (191-
    8),Aydın Kızları (1919), Dante'ye (19120) Mustafa Kemal (1928), Ankara 1939) ve daha birçok şiirleri değişik dergilerde yayımlanmış nesir yazılar vardır.


    ÖMER SEYFETTİN (1884-1920)
    1844 yılında Balıkesir'in Gönen kasabasında doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra Harbiye Mektebinden 1903 yılında teğmen olarak mezun oldu. 1908 yılına kadar İzmir' de görev yaptı. Bu tarihten sonra Makedonya ve Bulgaristan'ın değişik yerlerinde görev yaptı. 1910 yılında askerlikten ayrıldı kendisini edebiyata verdi. Ancak İkinci bir Balkan harbi daha başlayınca tekrar askerliğe başladı ve Yanya savunmasına katıldı. Bu savaşta Yunanlılara esir düştü. Bir yıllık esaretten sonra İstanbul'a döndü ve askerlikten ayrıldı kendisini hikayeciliğe verdi, geçimini yazılarıyla sağlamaya çalıştı. 1914 yılında Kabataş Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmaya başladı. 1920 yılında yakalandığı verem hastalığından öldü.
    Edebiyata ilk defa şiirler yazarak başlayan Ömer Seyfettin' in ilk şiirleri Mecmua-i Edebiye'de yayımlandı. Kendisini edebiyatta şöhret yapan asıl edebi çalışmalarına Genç Kalemler dergisinde "Yeni Lisan" makalesiyle başladı.
    Ömer Seyfettin 20. asır başlarındaki realist Türk hikayeciliğinin ileri simalarından biridir. Genç yaşta ölmüş olmasına rağmen, edebiyatımıza hediye ettiği eserler gerek sayı, gerekse değer bakımından Türk hikayeciliğinde kuvvetli bir adım diye sıfatlandırılabilecek özel bir ehemmiyete maliktir.
    Görev dolayısıyla gezdiği değişik yerlerdeki Balkan kavimlerinin milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini yakından takip eden Ömer Seyfettin'de bu hareketlere karşı milli bir reaksiyon uyarılmış, hikayelerindeki sağlam ve şuurlu milliyetçilikte bunun büyük tesiri olmuştur.
    Balkanlıların kendi milletleri için dil ve kültür sahasında yaptığını, bizim milletimiz için de yapmamız gerektiğini anlayan sanatçının karşısına dil engeli çıkar.
    Ömer Seyfettin daha önce bir çok edebi faaliyet ve yazışmalarda bulunmuşsa da asıl edebi faaliyetini "Yeni Lisan Makalesini yazdığı, 1911' de çıkan Genç Kalemler der'..)isinde başlatmıştır. Bu makale, yazarın hem dil ve edebiyat kültürünü hem de milliyetçi görüşlerini meydana koyması bakımından önemlidir.
    Türk hikayeciliğinin önde gelen simalarından olan Ömer Seyfettin, hikayelerini görgü, bilgi, fikir, ve nükte unsurlarıyla veren bir sanatkardır. En çok başarı gösterdiği hikayeler tamamen destani bir ruhla yazılmış olan milli tarihi hikayelerdir.
    Ömer Seyfettin Şiir hikaye ve makaleler yazmış tercümeler yapmıştır. Şiirleri gençlik ve çocukluk hevesi mahiyetinde yazılmış şiirlerdir. Makaleler ise, Ziya Gökalp'ın fikir devresi içinde yazılmıştır. Çünkü; o dönemde eser verenler Türkçülük Hareketinde Ziya Gökalp'ın şemsiyesi a1tındadırlar. Ömer Seyfettin yazılarında Ziya Gökalp'ın ulaştığı seviyeye ulaşmak istemiş, ancak onun kadar başarılı olmamıştır.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103146
    Ömer Seyfettin'e kadar olan hikayeciliğimizde Eski edebiyatımızda- Batılı manada hikaye yok. Ama bunların yokluğunu giderecek hikaye ihtiyacını gideren türler vardır. Batılı manada hikayeciliğimiz ise Batıya yönelişimizle başlar. Tanzimat döneminde Sami Paşazade Sezai'nin "Küçük Şeyler" adlı hikayeleri vardır. Tanzimat yıllarında daha çok roman ağırlıklıdır. Servet-i Fünun'da ise Batılı anlamdaki roman ve hikayeciliğimizin ilk ustası Halit Ziya'dır.
    Batılılaşan Türk edebiyatında sanatçıların iki türlü şahsiyeti vardır: Siyasi şahsiyet, edebi şahsiyet. Mesela Namık Kemal, Ziya, Paşa, Halit Ziya vs. bu edebiyatçıların edebi şahsiyetleri de çok yönlüdür. Ömer Seyfettin ise, sadece hikayecidir. Bütün gayretini hikayeye sarf etmiş, siyasetin içine bulaşmamıştır. Türk edebiyatında kendisini tek bir edebi türe yani sadece hikayeciliğe veren ilk Türk sanatçısıdır.
    Hikayelerini Maupassant tarzında yazmıştır. Bu tarz; kuvvetli bir olay üzerine küçük bir roman gibi kurulmuş hikaye türüdür. Mesela; Yalnız Efe, Bomba, Diyet, Forsa gibi hikayeler bu türe örnek eserlerdir. Ömer Seyfettin basit olaylar üzerine de kuvvetli hikayeler yazmıştır. Mesela Ant, Falaka, Kaşağı gibi. Onun hikayeleri tezlidir; vermek istediği bir mesajı ve bir iddiası vardır. Esas itibariyle hikayelerindeki tez Türk toplumunu yüceltmektir.
    Ömer Seyfettin'in hikayeleri konu bakımından çeşitlilik gösterir. Şöylece tasnif edilebilir:
    I) Çocukluğundan aldığı hikayeler: And, Kaşağı, Falaka, İlk Namaz.
    2) Yakorit sınır bölüğündeki müşahedelerine dayanarak yazdığı hikayeler: Bomba, Nakarat, Aleko, Beyaz La1e. Ömer Seyfettin bu hikayeleri yazarken müstehcenliğe düşer. Bununla ilgili iki görüş vardır: a- Bir olaydaki realiteyi ortaya koymak için argo kelimeler ve ifadeler kullanılabilir. b- Diğer görüş ise argoyla müstehcen olmaz. En masum kelimelerle bile söyleseniz, eğer konu müstehcen ise söylenen söz müstehcendir.
    "Beyaz Lale" en müstehcen denilen hikayelerdendir. Hikayenin konusu müstehcen değil. Konuyu Bulgarların, Türklere yaptığı zulmü ve işkenceyi- biraz fazla bir realizm anlayışı içinde anlatmıştır.
    3) Türk Savaş Tarihinden çıkardığı hikayeler: Bu hikayelerinde oldukça başarılıdır. Sebebi Ömer Seyfettin subaydır. Türk Savaş Tarihini, terimini, kahramanlıklarını iyi bilmektedir. Bu yüzden başarılıdır, bunlar en çok zevkle okunan hikayelerdir: Forsa, Kütük, Başını Vermeyen Şehit gibi.
    4) Folklordan ve Anadolu efsanelerinden çıkardığı hikayeler:
    Yüz Akı, Kurumuş Ağaçlar, Yalnız Efe Üç Nasihat gibi.

    5) Bir fikri savunmak veya yermek için yazdığı hikayeler. Bunlarda tez ağır basıyor: Efruz Bey, Sadriştayngiller, Kızıl Elma Neresi, Nadan.
    6) Günlük hayattan alınmış hikayeler. Bugünkü hikayecilik yönünden ele alındığında en güzel hikayeler bunlardır. Onun hikayedeki asıl kudretini bunlar gösterir, realist eserlerde Bazen mizah çok açık bir şekilde göze çarpar. Bazen de bu hikayeler, bir fikrin baskısı altındadır. Kadın ve erkek meseleleri de fazlaca işlenmiştir: Gizli Mabet, Mahcupluk İmtihanı, Perili Köşk, Yüksek Ökçeler, Bahar ve Kelebekler. .
    Ömer Seyfettin'in hikayeleri kişileri bakımından zayıftır, hikayelerde bizi alıp götüren, kahramandan çok, olaydır. Halit Ziya'da tipler çok belirgindir. Ömer Seyfettin'de ise hikayenin ilerlemesi için kişiler bir araçtır.
    Çevre bakımından İstanbul 'un dışına çıkan ilk hikayecilerdendir. Coğrafya daha çok Anadolu ve Balkanlar'dandır. çevre ve kişi tasviri bakımından pek itinalı değildir. Sebebi ise, tezli hikayeler olmalarıdır.
    Zaman bakımından kendi yaşadığı gün ve zamanın hikayeleri ve eski zamana ait hikayeler teşkil eder. Eski zamana ait hikayelerini "Eski kahramanlar" adı altında toplamıştır.
    Üslup bakımından kimileri Ömer Seyfettin'in üslubu olmayan bir yazar olduğunu söyler, bunun sebebi ise Ömer}Seyfettin 'in "Ben edebiyatı edebiyatsız yapacağım" sözüdür.
    AKA GÜNDÜZ (ENİS AVNI) (1885-1958) .
    1885 yılında Selanik'e bağlı Katerina kasabasında doğan Aka Gündüz ilk öğrenimini Serez ve Selanik'te, orta öğrenimini ise Galatasaray Sultanisi ve sonra askeri idadide tamamlar.
    Gerçek adı Enis Avni olup' Aka Gündüz ismini Ömer Seyfettin'in tavsiyesi üzerine almıştır. Askeri okulu yanda bırakarak Paris' e gider ve burada 3 yıl müddetinde hukuk fakültesi ve güzel sanatlar okuluna devam etmeye çalışır. Bundan sonra Selanik'e gelir.
    Selanik'ten de Hareket Ordusuyla İstanbul'a geçer. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra hayatını kalemiyle kazanmaya çalışır. 1919'da İstanbul işgal edilince İttihatçılarla Malta'ya sürülür. Milli Mücadele döneminde Ankara Hükümeti'ni destekler. Cumhuriyet Dönemi 'nde 1932-1946 yıllarında Ankara milletvekili olur.
    Edebiyata, Servet-i Fümin şiir anlayışı çerçevesinde yazdığı şiirlerle atılan Aka Gündüz'ün şiir, hikaye, roman ve tiyatro türünde altmıştan fazla basılmış eseri vardır.
    İlk hikayelerinde oldukça hassas, romantik, samimi milliyetçi ve idealist olan Aka Gündüz, ömrünün sonuna kadar romantik, samimi ve milliyetçi kimliğinden ödün vermemiştir.
    Aka Gündüz'ün kalemiyle geçinen bir sanatçı olmasından ve eserleri de geç im endişesiyle yazılmış olduğundan, estetik açıdan fazla bir değer taşımazlar. Ama bu eserler, yazıldıkları dönemi oldukça canlı bir şekilde yansıtma yönüyle de dikkat çeker.
    Balzac, Emile Zola, Anatol France, Byron, Musset, Mauppassant, Moliere, Maksim Gorki, Tolstoy, Gothe, Schiller gibi yabancı sanatçılardan etkilenmiş olan yazar, Türk edebiyatından da Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, Ahmet Midhat, Yakup Kadri gibi usta edebiyatçılarımızdan etkiler almıştır.
    İstiklal Savaşı'ndan sonra yazmış olduğu romanları ilgi ve takdirle karşılanır. Romanlarında toplum sorunları erdem ve ahlaksızlık üzerinde ağırlıkla durur. Hikayelerinde savaş yıllarının kişiler üzerindeki etkilerini, özlem duygularını, Türklük şuur ve gururunu dile getirir. İlk hikayelerinde Türkçü ve idealisttir, milli ve yerli konuları işler. Hatta yalnız, çocuklara milliyetçilik ve kahramanlık duygularını aşılatmak için milli hikayeler yazar. Roman ve hikayelerinde konularını halk arasından alan sanatçı Genç Kalemler Grubu'ndan olduğu için dili oldukça sadedir, gözlemlerinde güçlüdür ve eserlerinde olaylara değil, karakterlere önem verir, kuvvetli karakterler çizer. Taşıdığı gözlem kuvvetiyle zamanla kuvvetli bir realizme ve realizmden de natüralizme kaymıştır.
    Edebiyatta daha çok romancılığıyla tanınmış olan Aka Gündüz'ün mizah, fıkra, makale, sohbet ve tiyatro türünde yazdığı eserleri de vardır. Eserlerinin önemli bir yönü de Atatürk ile yenileşmeye başlayan 'modern Türkiye'nin doğuşunu, sosyal değişimini edebiyata yansıtmasıdır.
    Başlıca eserleri şunlardır:
    Romanlar: Bu Toprağın Kızları, Dikmen Yıldızı, Odun Kokusu, İki Sürgün Arasında, Tank-Tango, Çapkın Kız, Ben Öldürmedim, Onların Romanı, Üç Kızın Hikayesi, Aysel, Çapraz Delikanlı, Aşkın Temizi, Zekeriya Sofrası, Giderayak, Mezar Kazıcılar, Yayla Kızı, Bebek, Bir Şoförün Gizli Defteri, Sansaros, Bir Kızın Masalı, Eğer Aşk ...
    Hikayeler:Türk Kalbi, Türkün Kitabı, Kurbağacık, Hayattan Hikayeler, Demirel, Meçhul Asker, Gazinin Gizli Ordusu, Türk Duygusu.
    Şiirler: Bozgun.
    Oyunlar: Muhterem Katil, Yarım Türkler, Köy Muallimi, Beyaz
    Kahraman Yarım Osman, Gazi Çocukları İçin(l-2-3), O Bir Devirdi, Mavi Yıldırım, Aşk ve İstibdat.

  4. #4
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    HALİDE EDİP ADIVAR (1884-1964)
    1884 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mehmet Edip Bey, annesi Fatıma Bedrifem Hanım'dır. 1893 yılında Amerikan Kız Koleji 'ne başladı. Aynı zamanda değişik hocalardan özel dersler aldı. Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI)'ten edebiyat, felsefe, dersleri aldı. Salih Zeki'den Matematik dersi aldı.1901 yılında Amerikan Kız Koleji'ni tamamladı. Aynı yıl Salih Zeki İle evlendi. Edebiyatla olan ilişkisi daha küçük yaşlardan itibaren başlayan Halide Edip bir süre yazılarında Halide Salih imzasını kullandı. Halide Edip iş hayatına kız okullarında tarih öğretmenliği yaparak başladı. Bu arada Batı fikir dünyasına hükmeden Emile Zola, Alphonse Daudet, Conan Doyle gibi aydınların eserlerini okudu. İslami ve milli konularda yazılmış eserleri de okudu ve bunlardan yola çıkarak hurafeci veya taklitçi bir kişiliğe sahip olmaktan kurtuldu.
    1909 yılında Tanin gazetesinin yazı kadrosunda yer almaya başladı. 31 Mart Vakası nedeniyle Yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bu arada "Seviye Talip" romanını yazdı. 1910 yılında Salih Zeki' den ayrıldı. Kadınları Yükseltme Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. 1911' de milli edebiyat hareketinin toplantı yeri olan Türk Ocağı 'nın çalışmalarına katıldı. 1912 yılında Türkçülük hareketinin romandaki ilk yansımalarından olan "Yeni Turan" romanını yazdı. 1917 yılında Abdü1hak Adnan (ADIV AR)la evlendi. 1918 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Batı edebiyatı hocalığı yapmaya başladı. Vakit gazetesi ve Büyük Mecmua'da Milli Mücadele ruhunu canlandırmaya çalıştı. 1919 yılında işgal devletlerinin aleyhinde Milli Mücadeleyi destekleyen miting ve konuşmalarından dolayı takip altına alındı, bu nedenle Anadolu'ya geçmek zorunda kaldı. Milli Mücadele dönemi boyunca kendisine düşen görevleri yapmaya çalıştı. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında olan kocasının hükümetle anlaşmazlığa düşmesi üzerine 1926 yılında Avrupa'ya yerleşti. Dört yıl İngiltere, on yıl Fransa'da kaldıktan sonra yurda döndü.14 yıllık süre içinde gerek Avrupa, gerekse Amerika ve Hindistan' da konferanslar düzenledi. Türkiye'yi batıya anlatmaya çalıştı. 1939 yılında Türkiye'ye döndü. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı Profesörlüğü'ne getirildi. 1950 seçimlerinde milletvekili seçildi. 1954 yılında milletvekilliğinden ayrıldı. 1955 yılında koçası Adnan ADIV AR'ı kaybetti. Bundan sonraki yaşamında kendisini yazılarına verdi. Geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra 9 Ocak 1964 tarihinde öldü. .
    Milli Mücadele Dönemi'nde başlamakla beraber Cumhuriyet döneminin en tanınmış romancıları arasında bulunan Halide Edip, bu şöhretini bilhassa karakter yaratmada gösterdiği başarıya borçludur. Gerçekten daha çok kadınlar arasından seçilmiş olmaları tabii bulunan bu karakterlerin bütün psikolojik incelikleri ile canlandırılmasında romancı büyük bir güç gösterir. Fakat etrafındaki erkekleri şiddetle ve hızla tesirleri altına alabilen bu kadın kahramanların, normal olmaktan ziyade, normal - üstü bir yapıda olduklarını söylemek gerekir. Yazar, onların bu normal- üstü şahsiyetlerini daha kuvvetle belirtebilmek için, yanı başlarına normal vasıfta kadınlar yerleştirmeyi Ve okuyucuya sık sık karşılaştırmalar yaptırarak esas kahramanları lehine sonuçlar çıkarttırmayı da ihmal etmez. Ayrıca, bu karakterlerin, içinde bulundukları sosyal çevre ile de ilgileri hiç kesilmez. Tersine, bu çevre ile çok sık bir bağlantıları vardır. Böylece Halide Edip'in romanları, aynı zamanda, sosyal bir hüviyet de taşır. Ancak bu romanların sosyal yönlerinin daha çok çevre tasvirlerinden kurulduğu ve sosyal meselelere ve onların tahlillerine daha az yer verildiği görülür. Türkçülük ideolojisini işleyen Yeni Turan ile Milli Mücadeleyi ele alan Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye, bu sonuncular arasındadır. Yazarın karakter yaratmadaki büyük gücünü sürdürmekle beraber, daha çok Sinekli Bakkal'dan başlayarak, romanlarında sosyal çevre
    Şartlarının gözlem, tasvir ve tahlillerine daha büyük bir değer verdiğini, bu gözlem ve tasvirlerin ya -Sinekli Bakkal'da olduğu gibi büyük şehirlerin fakir çevrelerine veya-Tatarcık ve Döner Ayna'da olduğu gibi- köy hayatına yöneldiklerini de kaydetmek gerekir. Ancak, şahıs ve çevre tasvirlerinin çok realist oluşlarına karşılık, tabiat tasvirlerinin genellikle sübjektif kaldıkları görülür.46
    Raik'in Annesi, Seviye Talip, Handan, ve Son Eseri; ilk örneğini Aşk-ı Memncı'da gördüğümüz, sorunu bireysel olan, psikolojik aşk romanlarıdır. Yazar, kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için onların iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla şiddetli bir tutkuya dönüşümünü sergiler. Yazar o dönem için Türkiye'de güç olacak kadın erkek arkadaşlığı için elverişli ortamı ancak Avrupa ülkelerinde bulur,
    İlk romanlarda ön planda gelen kadın kahraman olduğu ve yazar' onu bir erkeğin gözüyle değerlendirmek istediği için romanlarının anlatıcısı olarak bu kadına aşık ya da hayran bir erkeği seçer. Bu romanların diğer ortak bir noktası yasak bir aşkı konu etmeleridir. Yasak bir aşk olduğu için de kadın ve erkek kahramanlar hem iç. Çatışma hem de çevrelerindeki bazı insanlarla dış çatışma sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Romanlardaki iç çatışmalar ve romanların çoğunun mutsuz bir sonla bitmesi; Berna Moran' a göre, kadının üstün özelliklerini, gücünü ve yüksek ahlakını ve soylu davranışını kanıtlamak amacına yöneliktir.
    İslam-Osmanlı geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş, kapalı, basit ve cahil kadın, aydın kesimin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Diğer taraftan Batılılaşmış kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış serbest davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Halide Edip'in romanlarındaki kadın kahramanlar Osmanlı Türk toplumundaki bu çelişkiyi ortadan kaldıran kahramanlardır. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardır. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.
    "Son devir Türk romanında üslupçuluğun genellikle ikinci plana düşmüş olduğunu-gösterebilecek en açık delillerden biri de, hiç şüphesiz, Halide Edip'in üslubudur. Tamamen itinasız olan zaman zaman basit sentaks kurallarını bile dikkate -almayan ve hayal sanatlarına pek az yer veren bu üslubun -daha ilk romanlardan başlayarak- Arapça ve Farsça tamlamalardan kaçındığını ve konuşma diline bağlı kalmaya çalıştığını söylemek lazımdır. Fakat romanlarından önce yazıldıkları için olacak, ilk hikayelerinde henüz Servet-i Fünun nesrinin dil ve üslubundan kurtulmadığı ve ancak daha sonraki hikayelerinde normal konuşma dilinin ve üslubunun vokabülerine ve anlatışına yönelebildiği görülür. Ön planda gelen kahramanları yine kadınlar olan ve teknik bakımdan oldukça zayıf bulunan bu hikayelerinde, günlük hayatın canlı ve dikkate değer sahnelerini bulmak mümkündür.
    Halide Edip ADIVAR romanlarını psikolojik karakterli romanından töre romanına doğru bir gelişme çizgisi üzerinde kaleme almıştır.
    Halide Edip'in hikayeleri Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt ve Kubbede Kalan Hoş Seda adlı kitaplarda toplanmıştır. Harap Mabetler'deki hikaye ve mensür şiirlerde hakim olan temler; yalnızlık, terkedilmişlik, günahkarlık ve ölüm duygusudur. Buradaki "ErvahMakamat" adlı hikayede, Türk musikisi makamları tanıtılır, Türk ve Batı musikisi karşılaştırılır.
    1912 Balkan Savaşı ile birlikte Halide Edip'te ferdi problemlerin yerini, milli duygular almaya başlar. "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikayede, Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Türklerin can havliyle, kendinden çok üstün düşmanlarla müdidelesi dikkate sunulur. Bu hikayede Amerika, ormanın en güçlü hayvanı file benzetilmiştir.
    Halide Edip, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yazdığı hikayelerde ise Doğu- Batı sentezini arar. "Kubbede Kalan Hoş Seda" adlı hikayede, batı tekniğinin tatbikiyle vücuda getirilen Türk operası anlatılır. Halide Edip "Ağızdan Çıktığı Gibi" adlı hikayesinde birden fazla eşle evlilik tenkit edilir ve üzerine, kuma getirildiği için evini çocuklarıyla birlikte terk eden bir kadının hayat mücadelesi anlatılır.
    Romanları: Heyfıla (1909), Raik'in Annesi (1909), Seviye Talip (1910), Handan (1910), Yeni Turan 1912), Son Eseri (1913), Mevfıd Hüküm (1917), Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1923), Vurun Kahpeye (1924), Zeyno'nun Oğlu(1927), Sinekli Bakkal (1935), Yol Palas Cinayeti (1936), Tatarcık, (1938), Sonsuz Panayır (1946), Döner Ayna (1953), Akile Hanım Sokağı (1958), Kerim Ustanın Oğlu (1958) Sevda Sokağı Komedyası(1959), Çaresaz (1961), Hayat Parçaları (1963).
    Hikayeleri: Harap Mabetler (1911), Dağa Çıkan Kurt (1922), İzmir'den Bursa'ya, Kubbede Kalan Hoş Seda (1938).






    BEŞ HECECİLER

    Milli Edebiyat akımı aruz veznine karşı tavır almaya başlayınca, hece vezni ilgi görmeye başlar. Böylece halka ve şairlere sıcak gelen "milli vezin" ile halk şiiri yolunda denemeler yapılır.
    M. Emin Yurdakul hece veznini bilinçli bir şekilde gündeme getirir. Onu koşma ve nefesleriyle Rıza Tevfik Bölükbaşı izler. Bu halka Ziya Gökalp'ın etkisiyle genişlemeye başlar. Başlangıçta aruzIa şiir yazan şairler, heceye yönelirler. Heceye ve halka gitme eğilimi Anadolu'nun güzelliklerine açılır. Edebiyatımızda "Memleket Edebiyatı" çığırı açılır.
    Edebiyatımızda 1914 yılından sonra, Milli Edebiyatın görüş ve düşünceleri doğrultusunda şiirler yazan bir topluluk oluşur. Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Yusuf Ziya ve Enis Behiç Koryürek'ten oluşan bu topluluğa Beş Hececiler adı verilir.
    "Beş Hececiler her şeyden önce şiirde sade ve özentisiz olmaya dikkat ederler. Bu yolda güzele ve iyiye ulaşmayı amaçlarlar. Z. Gökalp'ın edebiyat dilinin konuşma dili olması gerektiği görüşünü benimserler. Bu doğrultuda şiirler yazarlar. İstanbul Türkçe'sini esas alan bu şairler, İstanbul 'un dışına çıkarak, Anadolu 'ya açılırlar. Saf ve duru bir Türkçe ile yazmış oldukları şiirlerde halkla bütünleşirler. Anadolu gerçeğini ve Anadolu insanını şiire sokarlar. Beş Hececiler
    Hece Veznini güzel, sade ve açık bir Türkçe ve milli bir zevkle birleştirirler.
    Orhan Seyfi, Halit Fahri ve Faruk Nafiz başlangıçta aruzla şiir yazmış heceyi sonradan benimsemişlerdir. Bundan sonda ferdi duygularının yanı sıra tarihi konulara da yönelmiş, Milli ve tarihi konularda derinleşmişlerdir.
    Şiire aruzIa başlayan bu şairler he ce ölçüsünü benimsedikten sonra, genellikle 11 'li ve 14'lü kalıpları kullanırlar. Hece vezninin klasik nazım birimi dörtlük dışında yeni şekiller ararlar. Düz kafi yel i. beşli altılı, yedili, bentlerden oluşan şiirler yazarlar. Serbest müstezat şeklini de denerler. Heceyi tiyatroya da denerler.
    "Modem Türk şiiri, serbest vezne meyil göstermeye başlayınca, Hececi şairlerin etkisi azalır. Onların önemi şiir dilinin sadeleşmesi çizgisinde kalır. Yerli hayata, memleket edebiyatına ve Anadolu insanına yönelmiş olmalarına rağmen, konudan ziyade şekilde sağladıkları başarı ile anılırlar.
    "Beş Hececilerin çalışmaları kendi dönemlerinde etkili olduğu gibi Cumhuriyet ve sonrası devirde de etkisini gösterir. Hececiler kendilerinden sonra gelen Kemalettin Kamu, Aka GÜNDÜZ, Ali Mümtaz, İbrahim Alaattin, Fazıl Ahmet, Necmettin Halil Onan, Halide Nusret ZORLUTONA, Ömer Bedrettin OŞAKLIGİL, Ahmet Hamdi TANPINAR, Ahmet Kutsi TECER, Necip Fazıl KISAKÜREK, Vala Nurettin, Ahmet Muhip DIRANAS, Ziya Osman SABA, ve Cahit Sıtkı TARANCI gibi şairler üzerinde etkili olurlar.


    FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL (1898-1973)
    Beş Hececilerin en önemli ismidir .Adını 1918' den itibaren duyurmuştur. Önceleri aruz, sonra hece ile yazdığı şiirleriyle kendisini kabul ettirmiştir. Yahya Kemal'in tesirinde çok kalan, fakat günün heyecanını, şiirleriyle ifadeden çekinmeyen Faruk Nafiz'de, Yahya Kemaldeki mükemmellik endişesi yoktur. O, şiirlerini, üstadı gibi yıllarca olgunlaşsın diye bekletmemiş, sıcağı sıcağına yayımlamış ve devrin heyecanını beslemiştir. Milli Mücadele'den sonra zafer heyecanı ile Anadolu coğrafyası, insanı, tarihi ve yaşayışı ile yenide'1 keşfedilirken, Faruk Nafiz de Anadolu'dan ses getiren şairler arasında yer alır. Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" şiiri, şairlere ve edebiyatçılara yepyeni bir ufuk açmıştır.
    "Han Duvarları" o güne kadar Anadolu'yu sadece kitaplardan bilen, Anadolu'yu bolluk bereket dolu, çalışkan mutlu ve huzurlu insanları olan bir mekan olarak kabul eden İstanbullu aydın gencin ilk defa haşin Anadolu tabiatı ve suskun insanları ile karşılaşniasıdır. Şiirine Anadolu manzarasının bütün unsurlarını alan Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu'nun dörtlüklerinden yararlanarak, bu suskun insanın lirizmini hem ortaya koymuş, hem de kendi duygularını anlatma vesilesi bulmuştur.
    Faruk Nafiz, Halk edebiyatı geleneğinden yararlanırken folkloru da kullanır. Anadolu coğrafyasını, halkını, çeşitli yaşayış sahneleri içinde, çoğu kez manzum hikaye tarzında anlatır.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103147
    Mehmetçik'in savaş sonrası yaşayışı gibi milletini zafere ulaştıran Başkomutan M. Kemal Paşa, Faruk Nafiz in şiirlerinde dile gelir.
    Aşk Teminin çok yoğun olduğu ilk şiirlerinden sonra Faruk Nafiz bu temi Anadolu İnsanının hayatında arar. Şiirlerinde son derece temiz yalın bir dil kullanır. Şiir ve sanatının tek beslenme kaynağı olarak Anadolu'yu görür.
    Şiir kitapları: Akıncı Türküleri, Heyecan ve Sükun, Han Duvarları, Zindan Duvarları.

    YUSUF ZİYA ORTAÇ (1895-1967)
    Çok şiir yazmış olmakla birlikte Şiiri tam manasıyla ciddiye almayan kolay söyleyiş dışında bir meziyeti olmayan şiirler yazmıştır. Orhan Seyfi ile birlikte Edebiyatımızda kadın şiirleri olarak nitelendirilmiş derinlik taşımayan alaycı ve nükteli mizah şiirleri yazmıştır.
    Şiir kitapları: Akından Akına, Cenk Ufukları, Aşıklar Yolu, Şairin Duası, Yanardağ, Bir Selvi Gölgesi Kuş Cıvıltıları, Bir Rüzgar Esti.
    ENİS BEHİÇ KORYÜREK ( 1892-1949 )
    Aruz ile yazdıktan sonra tecrübelerini heceye aktarmış yaptığı değişikliklerle kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Kendisine büyük şöhret sağlayan gür sesli hamasi şiirlerinden sonra mistik şiirlere yönelmiştir. Kahramanlık ve aşk duygularının ifade edildiği şiirlerinde kuvvetli bir hareket ve heyecan vardır.
    HALİT FAHRİ OZANSOY (1891-1971)
    Bir çok tiyatro ve oyunu da yazmış olan Halit Fahri bir bakıma Fecr-i Ati şiirinin duyuş tarzını devam ettirir eserlerine marazi bir hassasiyet hakimdir. Başlangıçta o da aruzu kullanmış heceyi sonradan benimsemiştir. .
    Şiir kitapları: Cenk Duyguları, Efsaneler, Zakkum, Bulutlara Yakın, Gülistanlar- Harabeler, Paravan, Sulara Dalan Gözler, Balkonda Saatler, Hep Onun İçin ve Sonsuz Gecelerin Ötesinde. .
    0RHAN SEYFİ ORHON (1890-1972)
    Genellikle alaycı bir tavırla dünyaya bakar ve bir kısım şiirlerine fantezi ile oyun hakimdir. Konuşulan Türkçe'yi en iyi kullananlardın biri olmakla beraber derin şiirler yazmamıştır. Şiirleri sevgi aşk deniz ve mehtaptan ibarettir. Aşık tarzı şekilleriyle şiirler yazmış kadın şairi olarak da anılmıştır. Dilinin saflığı ve ahengi dikkatti çekmiştir. Mizahi ve nükteli şiirler yazmış, edebiyatta kadın şairi olarak tanınmıştır.
    Şiir kitapları: Fırtına ve Kar Peri Kızı İle Çoban Hikayesi, Gönülden Sesler, O Beyaz Bir Kuştu
    HALİL NİHAT (BOZTEPE) (1882-1949)
    1882'de Trabzon'da doğdu. Trabzon Askeri Rüştiyesi ve İdadisi'nde orta öğrenimini tamamladıktan sonra Fransız Frenkler Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başladı. Bu arada Duyiln-u Umumiye İdaresi'nde de memurluk yaptı. Daha sonra Müfettişlik Kalemi ve Komiserlik Kalemi Mübeyyizliğine atandı. Cumhuriyet'ten sonra 1925 yılında Osmanlı borçlar meselesinin çözümü için devlet tarafından görevli olarak Paris' e gönderildi. 1927 yılında Gümüşhane milletvekili 1931' de de Trabzon milletvekili olarak meclise girdi. Hiç evlenmedi. 1949 yılında İstanbul'da vefat etti.
    Halil Nihat karakter olarak oldukça kibar, nazik; uluvv-ü cenab, yardımsever bir kişi ve Atatürk'ün sevgisini kazanmış Bir sanatçıdır.
    Halil Nihat edebiyat tarihimizde,mizah-yergi gücü ağır basan ünlü divan şairlerine yazdığı nazirelerle tanındı. En güzel şiirlerini aruzla yazdı. Edebiyata İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra yazdığı şiirler.ve Fransızca'dan yaptığı çevirilere atıldı.
    Halil Nihat günün tarihi, içtimai olaylarını divan tarzı ile birleştirip karikatürize eden, zarif bir şairdir. Halkın yaşadığı sıkıntıları ve halkın şikayetlerini zeki ve iğneli bir di11e kağıda aktarmış ve bütün bu hicivlerini ölçülü bir şekilde temiz ve nezih bir lisanla söylemiştir. Böylelikle manzum mizah tür4nün usta şairlerinden olduğunu kanıtlamıştır.
    Uzun yıllar eser vermekten uzak duran Halil Nihat, en son 1947 yılında yayımladığı "Ağaç Kasidesi" adlı, yüzlerce beyitten oluşan kasidesiyle Türk manzum hicvinin en dolgun ve zarif bir örneğini vermiş oldu. .
    Başlıca eserleri şunlardır:
    a)Şiir kitapları: Siham-ı İlham (1921), Ayine-i Devran(1924),
    Mahitab (1924), Ağaç Kasidesi (1947)
    b)Nedim Divanı ile Nedim-i Kadim Divanının Günümüz Türkçe’si Basımı.
    Ayrıca Fransızca'dan yaptığı birçok şiir ve roman tercümesi, gazete ve dergi sayfalarında kalmış şiir ve yazıları vardır.
    İBRAHİM ALAADDİN (GÖVSA) (1889-1949)
    İstanbul'da doğdu. Başta şiir, hikaye, fıkra, mizah, hiciv, eğitim, çocuk eğitimi, psikoloji, çeviri olmak üzere hemen hemen her sahada eser verdi. Şair ve yazar bir şahsiyettir. Ansiklopedik çalışmalar yaptı.
    Şiire aruz vezniyle başladı, sonra hece veznini kullanmaya başladı. Çocuk, yurt ve toplum şiirlerine ağırlık verdi.
    Başlıca eserleri şunlardır: Çocuk Şiirleri (1911), Güft u Gü (şiir-1912), Çanakkale İzleri (şiir-1926), Süleyman Nazif (monografi1933), Meşhur Adamlar Ansiklopedisi (4 cilt-1937), Acılar (şiir1941), Söz Oyunları (nesir-1942), Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1946) Resimli Yeni Lügat ve Ansiklopedisi (1947).

    KİLİSLİ RIFAT (BİLGE) (1873-1953)
    Türk edebiyatı tarihinde "Türk Edebiyatı Tarihçisi" ve "Türk Dilbilimcisi" olarak tanınmış olan Kilisli Rıfat, 1873 yılında Kilis'te doğdu. Rüştiye öğreniminden sonra özel dersler görerek, Kilis Müftüsü Abdurrahman Efendi'den icazet aldı. Daha sonra İstanbul'a gelerek Daru' l-Muallimin' de okudu. l898'de mezun olunca idadilerde Türkçe ve Arapça öğretmenlikleri yaptı. ilahiyat ve edebiyat fakültelerinde Arap edebiyatı öğretmenliği yaptı. Bu arada Hukük Fakültesi'nde okudu.
    Kilisli Rıfat, Türk Dili ve Edebiyatı tarihinin ana kaynakları sayılan eserler üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanındı. İstanbul kütüphanelerindeki birçok Arapça ve Farsça eseri inceledi ve bunlardan birçoğunun çevirisini yaptı. "Kitab-ı Dede Korkut", Divan-ı Lügati't - Türk" gibi önemli eserlerin basım ve yayımlarını sağladı.
    Başlıca eserleri ve çalışmaları şunlardır: Kitab-ı Dede Korkut (1914), Divan-ı Lügati't-Türk (1917), İbn-i Mühenna Lügati (1919), Ferhenkname-i Sadi (çev.1924), Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1928), Divan-ı Türki (Sultan Veled'in Türkçe şiirleri- Veled İzbudak ile,1935), Keşru'z-Zünun (Katip Çelebi'nin, Arapça metin 2 cilt Şerafettin Yaltkaya ile,1941-1945), Maniler (1928) ve daha birçok Arapça ve Farsça çeviri.

  5. #5
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    HALİDE EDİP ADIVAR (1884-1964)
    1884 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mehmet Edip Bey, annesi Fatıma Bedrifem Hanım'dır. 1893 yılında Amerikan Kız Koleji 'ne başladı. Aynı zamanda değişik hocalardan özel dersler aldı. Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI)'ten edebiyat, felsefe, dersleri aldı. Salih Zeki'den Matematik dersi aldı.1901 yılında Amerikan Kız Koleji'ni tamamladı. Aynı yıl Salih Zeki İle evlendi. Edebiyatla olan ilişkisi daha küçük yaşlardan itibaren başlayan Halide Edip bir süre yazılarında Halide Salih imzasını kullandı. Halide Edip iş hayatına kız okullarında tarih öğretmenliği yaparak başladı. Bu arada Batı fikir dünyasına hükmeden Emile Zola, Alphonse Daudet, Conan Doyle gibi aydınların eserlerini okudu. İslami ve milli konularda yazılmış eserleri de okudu ve bunlardan yola çıkarak hurafeci veya taklitçi bir kişiliğe sahip olmaktan kurtuldu.
    1909 yılında Tanin gazetesinin yazı kadrosunda yer almaya başladı. 31 Mart Vakası nedeniyle Yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bu arada "Seviye Talip" romanını yazdı. 1910 yılında Salih Zeki' den ayrıldı. Kadınları Yükseltme Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. 1911' de milli edebiyat hareketinin toplantı yeri olan Türk Ocağı 'nın çalışmalarına katıldı. 1912 yılında Türkçülük hareketinin romandaki ilk yansımalarından olan "Yeni Turan" romanını yazdı. 1917 yılında Abdü1hak Adnan (ADIV AR)la evlendi. 1918 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Batı edebiyatı hocalığı yapmaya başladı. Vakit gazetesi ve Büyük Mecmua'da Milli Mücadele ruhunu canlandırmaya çalıştı. 1919 yılında işgal devletlerinin aleyhinde Milli Mücadeleyi destekleyen miting ve konuşmalarından dolayı takip altına alındı, bu nedenle Anadolu'ya geçmek zorunda kaldı. Milli Mücadele dönemi boyunca kendisine düşen görevleri yapmaya çalıştı. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında olan kocasının hükümetle anlaşmazlığa düşmesi üzerine 1926 yılında Avrupa'ya yerleşti. Dört yıl İngiltere, on yıl Fransa'da kaldıktan sonra yurda döndü.14 yıllık süre içinde gerek Avrupa, gerekse Amerika ve Hindistan' da konferanslar düzenledi. Türkiye'yi batıya anlatmaya çalıştı. 1939 yılında Türkiye'ye döndü. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı Profesörlüğü'ne getirildi. 1950 seçimlerinde milletvekili seçildi. 1954 yılında milletvekilliğinden ayrıldı. 1955 yılında koçası Adnan ADIV AR'ı kaybetti. Bundan sonraki yaşamında kendisini yazılarına verdi. Geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra 9 Ocak 1964 tarihinde öldü. .
    Milli Mücadele Dönemi'nde başlamakla beraber Cumhuriyet döneminin en tanınmış romancıları arasında bulunan Halide Edip, bu şöhretini bilhassa karakter yaratmada gösterdiği başarıya borçludur. Gerçekten daha çok kadınlar arasından seçilmiş olmaları tabii bulunan bu karakterlerin bütün psikolojik incelikleri ile canlandırılmasında romancı büyük bir güç gösterir. Fakat etrafındaki erkekleri şiddetle ve hızla tesirleri altına alabilen bu kadın kahramanların, normal olmaktan ziyade, normal - üstü bir yapıda olduklarını söylemek gerekir. Yazar, onların bu normal- üstü şahsiyetlerini daha kuvvetle belirtebilmek için, yanı başlarına normal vasıfta kadınlar yerleştirmeyi Ve okuyucuya sık sık karşılaştırmalar yaptırarak esas kahramanları lehine sonuçlar çıkarttırmayı da ihmal etmez. Ayrıca, bu karakterlerin, içinde bulundukları sosyal çevre ile de ilgileri hiç kesilmez. Tersine, bu çevre ile çok sık bir bağlantıları vardır. Böylece Halide Edip'in romanları, aynı zamanda, sosyal bir hüviyet de taşır. Ancak bu romanların sosyal yönlerinin daha çok çevre tasvirlerinden kurulduğu ve sosyal meselelere ve onların tahlillerine daha az yer verildiği görülür. Türkçülük ideolojisini işleyen Yeni Turan ile Milli Mücadeleyi ele alan Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye, bu sonuncular arasındadır. Yazarın karakter yaratmadaki büyük gücünü sürdürmekle beraber, daha çok Sinekli Bakkal'dan başlayarak, romanlarında sosyal çevre
    Şartlarının gözlem, tasvir ve tahlillerine daha büyük bir değer verdiğini, bu gözlem ve tasvirlerin ya -Sinekli Bakkal'da olduğu gibi büyük şehirlerin fakir çevrelerine veya-Tatarcık ve Döner Ayna'da olduğu gibi- köy hayatına yöneldiklerini de kaydetmek gerekir. Ancak, şahıs ve çevre tasvirlerinin çok realist oluşlarına karşılık, tabiat tasvirlerinin genellikle sübjektif kaldıkları görülür.46
    Raik'in Annesi, Seviye Talip, Handan, ve Son Eseri; ilk örneğini Aşk-ı Memncı'da gördüğümüz, sorunu bireysel olan, psikolojik aşk romanlarıdır. Yazar, kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için onların iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla şiddetli bir tutkuya dönüşümünü sergiler. Yazar o dönem için Türkiye'de güç olacak kadın erkek arkadaşlığı için elverişli ortamı ancak Avrupa ülkelerinde bulur,
    İlk romanlarda ön planda gelen kadın kahraman olduğu ve yazar' onu bir erkeğin gözüyle değerlendirmek istediği için romanlarının anlatıcısı olarak bu kadına aşık ya da hayran bir erkeği seçer. Bu romanların diğer ortak bir noktası yasak bir aşkı konu etmeleridir. Yasak bir aşk olduğu için de kadın ve erkek kahramanlar hem iç. Çatışma hem de çevrelerindeki bazı insanlarla dış çatışma sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Romanlardaki iç çatışmalar ve romanların çoğunun mutsuz bir sonla bitmesi; Berna Moran' a göre, kadının üstün özelliklerini, gücünü ve yüksek ahlakını ve soylu davranışını kanıtlamak amacına yöneliktir.
    İslam-Osmanlı geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş, kapalı, basit ve cahil kadın, aydın kesimin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Diğer taraftan Batılılaşmış kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış serbest davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Halide Edip'in romanlarındaki kadın kahramanlar Osmanlı Türk toplumundaki bu çelişkiyi ortadan kaldıran kahramanlardır. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardır. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.
    "Son devir Türk romanında üslupçuluğun genellikle ikinci plana düşmüş olduğunu-gösterebilecek en açık delillerden biri de, hiç şüphesiz, Halide Edip'in üslubudur. Tamamen itinasız olan zaman zaman basit sentaks kurallarını bile dikkate -almayan ve hayal sanatlarına pek az yer veren bu üslubun -daha ilk romanlardan başlayarak- Arapça ve Farsça tamlamalardan kaçındığını ve konuşma diline bağlı kalmaya çalıştığını söylemek lazımdır. Fakat romanlarından önce yazıldıkları için olacak, ilk hikayelerinde henüz Servet-i Fünun nesrinin dil ve üslubundan kurtulmadığı ve ancak daha sonraki hikayelerinde normal konuşma dilinin ve üslubunun vokabülerine ve anlatışına yönelebildiği görülür. Ön planda gelen kahramanları yine kadınlar olan ve teknik bakımdan oldukça zayıf bulunan bu hikayelerinde, günlük hayatın canlı ve dikkate değer sahnelerini bulmak mümkündür.
    Halide Edip ADIVAR romanlarını psikolojik karakterli romanından töre romanına doğru bir gelişme çizgisi üzerinde kaleme almıştır.
    Halide Edip'in hikayeleri Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt ve Kubbede Kalan Hoş Seda adlı kitaplarda toplanmıştır. Harap Mabetler'deki hikaye ve mensür şiirlerde hakim olan temler; yalnızlık, terkedilmişlik, günahkarlık ve ölüm duygusudur. Buradaki "ErvahMakamat" adlı hikayede, Türk musikisi makamları tanıtılır, Türk ve Batı musikisi karşılaştırılır.
    1912 Balkan Savaşı ile birlikte Halide Edip'te ferdi problemlerin yerini, milli duygular almaya başlar. "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikayede, Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Türklerin can havliyle, kendinden çok üstün düşmanlarla müdidelesi dikkate sunulur. Bu hikayede Amerika, ormanın en güçlü hayvanı file benzetilmiştir.
    Halide Edip, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yazdığı hikayelerde ise Doğu- Batı sentezini arar. "Kubbede Kalan Hoş Seda" adlı hikayede, batı tekniğinin tatbikiyle vücuda getirilen Türk operası anlatılır. Halide Edip "Ağızdan Çıktığı Gibi" adlı hikayesinde birden fazla eşle evlilik tenkit edilir ve üzerine, kuma getirildiği için evini çocuklarıyla birlikte terk eden bir kadının hayat mücadelesi anlatılır.
    Romanları: Heyfıla (1909), Raik'in Annesi (1909), Seviye Talip (1910), Handan (1910), Yeni Turan 1912), Son Eseri (1913), Mevfıd Hüküm (1917), Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1923), Vurun Kahpeye (1924), Zeyno'nun Oğlu(1927), Sinekli Bakkal (1935), Yol Palas Cinayeti (1936), Tatarcık, (1938), Sonsuz Panayır (1946), Döner Ayna (1953), Akile Hanım Sokağı (1958), Kerim Ustanın Oğlu (1958) Sevda Sokağı Komedyası(1959), Çaresaz (1961), Hayat Parçaları (1963).
    Hikayeleri: Harap Mabetler (1911), Dağa Çıkan Kurt (1922), İzmir'den Bursa'ya, Kubbede Kalan Hoş Seda (1938).






    BEŞ HECECİLER

    Milli Edebiyat akımı aruz veznine karşı tavır almaya başlayınca, hece vezni ilgi görmeye başlar. Böylece halka ve şairlere sıcak gelen "milli vezin" ile halk şiiri yolunda denemeler yapılır.
    M. Emin Yurdakul hece veznini bilinçli bir şekilde gündeme getirir. Onu koşma ve nefesleriyle Rıza Tevfik Bölükbaşı izler. Bu halka Ziya Gökalp'ın etkisiyle genişlemeye başlar. Başlangıçta aruzIa şiir yazan şairler, heceye yönelirler. Heceye ve halka gitme eğilimi Anadolu'nun güzelliklerine açılır. Edebiyatımızda "Memleket Edebiyatı" çığırı açılır.
    Edebiyatımızda 1914 yılından sonra, Milli Edebiyatın görüş ve düşünceleri doğrultusunda şiirler yazan bir topluluk oluşur. Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Yusuf Ziya ve Enis Behiç Koryürek'ten oluşan bu topluluğa Beş Hececiler adı verilir.
    "Beş Hececiler her şeyden önce şiirde sade ve özentisiz olmaya dikkat ederler. Bu yolda güzele ve iyiye ulaşmayı amaçlarlar. Z. Gökalp'ın edebiyat dilinin konuşma dili olması gerektiği görüşünü benimserler. Bu doğrultuda şiirler yazarlar. İstanbul Türkçe'sini esas alan bu şairler, İstanbul 'un dışına çıkarak, Anadolu 'ya açılırlar. Saf ve duru bir Türkçe ile yazmış oldukları şiirlerde halkla bütünleşirler. Anadolu gerçeğini ve Anadolu insanını şiire sokarlar. Beş Hececiler
    Hece Veznini güzel, sade ve açık bir Türkçe ve milli bir zevkle birleştirirler.
    Orhan Seyfi, Halit Fahri ve Faruk Nafiz başlangıçta aruzla şiir yazmış heceyi sonradan benimsemişlerdir. Bundan sonda ferdi duygularının yanı sıra tarihi konulara da yönelmiş, Milli ve tarihi konularda derinleşmişlerdir.
    Şiire aruzIa başlayan bu şairler he ce ölçüsünü benimsedikten sonra, genellikle 11 'li ve 14'lü kalıpları kullanırlar. Hece vezninin klasik nazım birimi dörtlük dışında yeni şekiller ararlar. Düz kafi yel i. beşli altılı, yedili, bentlerden oluşan şiirler yazarlar. Serbest müstezat şeklini de denerler. Heceyi tiyatroya da denerler.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103149
    "Modem Türk şiiri, serbest vezne meyil göstermeye başlayınca, Hececi şairlerin etkisi azalır. Onların önemi şiir dilinin sadeleşmesi çizgisinde kalır. Yerli hayata, memleket edebiyatına ve Anadolu insanına yönelmiş olmalarına rağmen, konudan ziyade şekilde sağladıkları başarı ile anılırlar.
    "Beş Hececilerin çalışmaları kendi dönemlerinde etkili olduğu gibi Cumhuriyet ve sonrası devirde de etkisini gösterir. Hececiler kendilerinden sonra gelen Kemalettin Kamu, Aka GÜNDÜZ, Ali Mümtaz, İbrahim Alaattin, Fazıl Ahmet, Necmettin Halil Onan, Halide Nusret ZORLUTONA, Ömer Bedrettin OŞAKLIGİL, Ahmet Hamdi TANPINAR, Ahmet Kutsi TECER, Necip Fazıl KISAKÜREK, Vala Nurettin, Ahmet Muhip DIRANAS, Ziya Osman SABA, ve Cahit Sıtkı TARANCI gibi şairler üzerinde etkili olurlar.


    FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL (1898-1973)
    Beş Hececilerin en önemli ismidir .Adını 1918' den itibaren duyurmuştur. Önceleri aruz, sonra hece ile yazdığı şiirleriyle kendisini kabul ettirmiştir. Yahya Kemal'in tesirinde çok kalan, fakat günün heyecanını, şiirleriyle ifadeden çekinmeyen Faruk Nafiz'de, Yahya Kemaldeki mükemmellik endişesi yoktur. O, şiirlerini, üstadı gibi yıllarca olgunlaşsın diye bekletmemiş, sıcağı sıcağına yayımlamış ve devrin heyecanını beslemiştir. Milli Mücadele'den sonra zafer heyecanı ile Anadolu coğrafyası, insanı, tarihi ve yaşayışı ile yenide'1 keşfedilirken, Faruk Nafiz de Anadolu'dan ses getiren şairler arasında yer alır. Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" şiiri, şairlere ve edebiyatçılara yepyeni bir ufuk açmıştır.
    "Han Duvarları" o güne kadar Anadolu'yu sadece kitaplardan bilen, Anadolu'yu bolluk bereket dolu, çalışkan mutlu ve huzurlu insanları olan bir mekan olarak kabul eden İstanbullu aydın gencin ilk defa haşin Anadolu tabiatı ve suskun insanları ile karşılaşniasıdır. Şiirine Anadolu manzarasının bütün unsurlarını alan Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu'nun dörtlüklerinden yararlanarak, bu suskun insanın lirizmini hem ortaya koymuş, hem de kendi duygularını anlatma vesilesi bulmuştur.
    Faruk Nafiz, Halk edebiyatı geleneğinden yararlanırken folkloru da kullanır. Anadolu coğrafyasını, halkını, çeşitli yaşayış sahneleri içinde, çoğu kez manzum hikaye tarzında anlatır.
    Mehmetçik'in savaş sonrası yaşayışı gibi milletini zafere ulaştıran Başkomutan M. Kemal Paşa, Faruk Nafiz in şiirlerinde dile gelir.
    Aşk Teminin çok yoğun olduğu ilk şiirlerinden sonra Faruk Nafiz bu temi Anadolu İnsanının hayatında arar. Şiirlerinde son derece temiz yalın bir dil kullanır. Şiir ve sanatının tek beslenme kaynağı olarak Anadolu'yu görür.
    Şiir kitapları: Akıncı Türküleri, Heyecan ve Sükun, Han Duvarları, Zindan Duvarları.

    YUSUF ZİYA ORTAÇ (1895-1967)
    Çok şiir yazmış olmakla birlikte Şiiri tam manasıyla ciddiye almayan kolay söyleyiş dışında bir meziyeti olmayan şiirler yazmıştır. Orhan Seyfi ile birlikte Edebiyatımızda kadın şiirleri olarak nitelendirilmiş derinlik taşımayan alaycı ve nükteli mizah şiirleri yazmıştır.
    Şiir kitapları: Akından Akına, Cenk Ufukları, Aşıklar Yolu, Şairin Duası, Yanardağ, Bir Selvi Gölgesi Kuş Cıvıltıları, Bir Rüzgar Esti.
    ENİS BEHİÇ KORYÜREK ( 1892-1949 )
    Aruz ile yazdıktan sonra tecrübelerini heceye aktarmış yaptığı değişikliklerle kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Kendisine büyük şöhret sağlayan gür sesli hamasi şiirlerinden sonra mistik şiirlere yönelmiştir. Kahramanlık ve aşk duygularının ifade edildiği şiirlerinde kuvvetli bir hareket ve heyecan vardır.
    HALİT FAHRİ OZANSOY (1891-1971)
    Bir çok tiyatro ve oyunu da yazmış olan Halit Fahri bir bakıma Fecr-i Ati şiirinin duyuş tarzını devam ettirir eserlerine marazi bir hassasiyet hakimdir. Başlangıçta o da aruzu kullanmış heceyi sonradan benimsemiştir. .
    Şiir kitapları: Cenk Duyguları, Efsaneler, Zakkum, Bulutlara Yakın, Gülistanlar- Harabeler, Paravan, Sulara Dalan Gözler, Balkonda Saatler, Hep Onun İçin ve Sonsuz Gecelerin Ötesinde. .
    0RHAN SEYFİ ORHON (1890-1972)
    Genellikle alaycı bir tavırla dünyaya bakar ve bir kısım şiirlerine fantezi ile oyun hakimdir. Konuşulan Türkçe'yi en iyi kullananlardın biri olmakla beraber derin şiirler yazmamıştır. Şiirleri sevgi aşk deniz ve mehtaptan ibarettir. Aşık tarzı şekilleriyle şiirler yazmış kadın şairi olarak da anılmıştır. Dilinin saflığı ve ahengi dikkatti çekmiştir. Mizahi ve nükteli şiirler yazmış, edebiyatta kadın şairi olarak tanınmıştır.
    Şiir kitapları: Fırtına ve Kar Peri Kızı İle Çoban Hikayesi, Gönülden Sesler, O Beyaz Bir Kuştu
    HALİL NİHAT (BOZTEPE) (1882-1949)
    1882'de Trabzon'da doğdu. Trabzon Askeri Rüştiyesi ve İdadisi'nde orta öğrenimini tamamladıktan sonra Fransız Frenkler Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başladı. Bu arada Duyiln-u Umumiye İdaresi'nde de memurluk yaptı. Daha sonra Müfettişlik Kalemi ve Komiserlik Kalemi Mübeyyizliğine atandı. Cumhuriyet'ten sonra 1925 yılında Osmanlı borçlar meselesinin çözümü için devlet tarafından görevli olarak Paris' e gönderildi. 1927 yılında Gümüşhane milletvekili 1931' de de Trabzon milletvekili olarak meclise girdi. Hiç evlenmedi. 1949 yılında İstanbul'da vefat etti.
    Halil Nihat karakter olarak oldukça kibar, nazik; uluvv-ü cenab, yardımsever bir kişi ve Atatürk'ün sevgisini kazanmış Bir sanatçıdır.
    Halil Nihat edebiyat tarihimizde,mizah-yergi gücü ağır basan ünlü divan şairlerine yazdığı nazirelerle tanındı. En güzel şiirlerini aruzla yazdı. Edebiyata İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra yazdığı şiirler.ve Fransızca'dan yaptığı çevirilere atıldı.
    Halil Nihat günün tarihi, içtimai olaylarını divan tarzı ile birleştirip karikatürize eden, zarif bir şairdir. Halkın yaşadığı sıkıntıları ve halkın şikayetlerini zeki ve iğneli bir di11e kağıda aktarmış ve bütün bu hicivlerini ölçülü bir şekilde temiz ve nezih bir lisanla söylemiştir. Böylelikle manzum mizah tür4nün usta şairlerinden olduğunu kanıtlamıştır.
    Uzun yıllar eser vermekten uzak duran Halil Nihat, en son 1947 yılında yayımladığı "Ağaç Kasidesi" adlı, yüzlerce beyitten oluşan kasidesiyle Türk manzum hicvinin en dolgun ve zarif bir örneğini vermiş oldu. .
    Başlıca eserleri şunlardır:
    a)Şiir kitapları: Siham-ı İlham (1921), Ayine-i Devran(1924),
    Mahitab (1924), Ağaç Kasidesi (1947)
    b)Nedim Divanı ile Nedim-i Kadim Divanının Günümüz Türkçe’si Basımı.
    Ayrıca Fransızca'dan yaptığı birçok şiir ve roman tercümesi, gazete ve dergi sayfalarında kalmış şiir ve yazıları vardır.
    İBRAHİM ALAADDİN (GÖVSA) (1889-1949)
    İstanbul'da doğdu. Başta şiir, hikaye, fıkra, mizah, hiciv, eğitim, çocuk eğitimi, psikoloji, çeviri olmak üzere hemen hemen her sahada eser verdi. Şair ve yazar bir şahsiyettir. Ansiklopedik çalışmalar yaptı.
    Şiire aruz vezniyle başladı, sonra hece veznini kullanmaya başladı. Çocuk, yurt ve toplum şiirlerine ağırlık verdi.
    Başlıca eserleri şunlardır: Çocuk Şiirleri (1911), Güft u Gü (şiir-1912), Çanakkale İzleri (şiir-1926), Süleyman Nazif (monografi1933), Meşhur Adamlar Ansiklopedisi (4 cilt-1937), Acılar (şiir1941), Söz Oyunları (nesir-1942), Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1946) Resimli Yeni Lügat ve Ansiklopedisi (1947).

    KİLİSLİ RIFAT (BİLGE) (1873-1953)
    Türk edebiyatı tarihinde "Türk Edebiyatı Tarihçisi" ve "Türk Dilbilimcisi" olarak tanınmış olan Kilisli Rıfat, 1873 yılında Kilis'te doğdu. Rüştiye öğreniminden sonra özel dersler görerek, Kilis Müftüsü Abdurrahman Efendi'den icazet aldı. Daha sonra İstanbul'a gelerek Daru' l-Muallimin' de okudu. l898'de mezun olunca idadilerde Türkçe ve Arapça öğretmenlikleri yaptı. ilahiyat ve edebiyat fakültelerinde Arap edebiyatı öğretmenliği yaptı. Bu arada Hukük Fakültesi'nde okudu.
    Kilisli Rıfat, Türk Dili ve Edebiyatı tarihinin ana kaynakları sayılan eserler üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanındı. İstanbul kütüphanelerindeki birçok Arapça ve Farsça eseri inceledi ve bunlardan birçoğunun çevirisini yaptı. "Kitab-ı Dede Korkut", Divan-ı Lügati't - Türk" gibi önemli eserlerin basım ve yayımlarını sağladı.
    Başlıca eserleri ve çalışmaları şunlardır: Kitab-ı Dede Korkut (1914), Divan-ı Lügati't-Türk (1917), İbn-i Mühenna Lügati (1919), Ferhenkname-i Sadi (çev.1924), Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1928), Divan-ı Türki (Sultan Veled'in Türkçe şiirleri- Veled İzbudak ile,1935), Keşru'z-Zünun (Katip Çelebi'nin, Arapça metin 2 cilt Şerafettin Yaltkaya ile,1941-1945), Maniler (1928) ve daha birçok Arapça ve Farsça çeviri.



    .

  6. #6
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    HALİDE EDİP ADIVAR (1884-1964)
    1884 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mehmet Edip Bey, annesi Fatıma Bedrifem Hanım'dır. 1893 yılında Amerikan Kız Koleji 'ne başladı. Aynı zamanda değişik hocalardan özel dersler aldı. Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI)'ten edebiyat, felsefe, dersleri aldı. Salih Zeki'den Matematik dersi aldı.1901 yılında Amerikan Kız Koleji'ni tamamladı. Aynı yıl Salih Zeki İle evlendi. Edebiyatla olan ilişkisi daha küçük yaşlardan itibaren başlayan Halide Edip bir süre yazılarında Halide Salih imzasını kullandı. Halide Edip iş hayatına kız okullarında tarih öğretmenliği yaparak başladı. Bu arada Batı fikir dünyasına hükmeden Emile Zola, Alphonse Daudet, Conan Doyle gibi aydınların eserlerini okudu. İslami ve milli konularda yazılmış eserleri de okudu ve bunlardan yola çıkarak hurafeci veya taklitçi bir kişiliğe sahip olmaktan kurtuldu.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103150
    1909 yılında Tanin gazetesinin yazı kadrosunda yer almaya başladı. 31 Mart Vakası nedeniyle Yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bu arada "Seviye Talip" romanını yazdı. 1910 yılında Salih Zeki' den ayrıldı. Kadınları Yükseltme Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. 1911' de milli edebiyat hareketinin toplantı yeri olan Türk Ocağı 'nın çalışmalarına katıldı. 1912 yılında Türkçülük hareketinin romandaki ilk yansımalarından olan "Yeni Turan" romanını yazdı. 1917 yılında Abdü1hak Adnan (ADIV AR)la evlendi. 1918 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Batı edebiyatı hocalığı yapmaya başladı. Vakit gazetesi ve Büyük Mecmua'da Milli Mücadele ruhunu canlandırmaya çalıştı. 1919 yılında işgal devletlerinin aleyhinde Milli Mücadeleyi destekleyen miting ve konuşmalarından dolayı takip altına alındı, bu nedenle Anadolu'ya geçmek zorunda kaldı. Milli Mücadele dönemi boyunca kendisine düşen görevleri yapmaya çalıştı. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında olan kocasının hükümetle anlaşmazlığa düşmesi üzerine 1926 yılında Avrupa'ya yerleşti. Dört yıl İngiltere, on yıl Fransa'da kaldıktan sonra yurda döndü.14 yıllık süre içinde gerek Avrupa, gerekse Amerika ve Hindistan' da konferanslar düzenledi. Türkiye'yi batıya anlatmaya çalıştı. 1939 yılında Türkiye'ye döndü. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı Profesörlüğü'ne getirildi. 1950 seçimlerinde milletvekili seçildi. 1954 yılında milletvekilliğinden ayrıldı. 1955 yılında koçası Adnan ADIV AR'ı kaybetti. Bundan sonraki yaşamında kendisini yazılarına verdi. Geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra 9 Ocak 1964 tarihinde öldü. .
    Milli Mücadele Dönemi'nde başlamakla beraber Cumhuriyet döneminin en tanınmış romancıları arasında bulunan Halide Edip, bu şöhretini bilhassa karakter yaratmada gösterdiği başarıya borçludur. Gerçekten daha çok kadınlar arasından seçilmiş olmaları tabii bulunan bu karakterlerin bütün psikolojik incelikleri ile canlandırılmasında romancı büyük bir güç gösterir. Fakat etrafındaki erkekleri şiddetle ve hızla tesirleri altına alabilen bu kadın kahramanların, normal olmaktan ziyade, normal - üstü bir yapıda olduklarını söylemek gerekir. Yazar, onların bu normal- üstü şahsiyetlerini daha kuvvetle belirtebilmek için, yanı başlarına normal vasıfta kadınlar yerleştirmeyi Ve okuyucuya sık sık karşılaştırmalar yaptırarak esas kahramanları lehine sonuçlar çıkarttırmayı da ihmal etmez. Ayrıca, bu karakterlerin, içinde bulundukları sosyal çevre ile de ilgileri hiç kesilmez. Tersine, bu çevre ile çok sık bir bağlantıları vardır. Böylece Halide Edip'in romanları, aynı zamanda, sosyal bir hüviyet de taşır. Ancak bu romanların sosyal yönlerinin daha çok çevre tasvirlerinden kurulduğu ve sosyal meselelere ve onların tahlillerine daha az yer verildiği görülür. Türkçülük ideolojisini işleyen Yeni Turan ile Milli Mücadeleyi ele alan Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye, bu sonuncular arasındadır. Yazarın karakter yaratmadaki büyük gücünü sürdürmekle beraber, daha çok Sinekli Bakkal'dan başlayarak, romanlarında sosyal çevre
    Şartlarının gözlem, tasvir ve tahlillerine daha büyük bir değer verdiğini, bu gözlem ve tasvirlerin ya -Sinekli Bakkal'da olduğu gibi büyük şehirlerin fakir çevrelerine veya-Tatarcık ve Döner Ayna'da olduğu gibi- köy hayatına yöneldiklerini de kaydetmek gerekir. Ancak, şahıs ve çevre tasvirlerinin çok realist oluşlarına karşılık, tabiat tasvirlerinin genellikle sübjektif kaldıkları görülür.46
    Raik'in Annesi, Seviye Talip, Handan, ve Son Eseri; ilk örneğini Aşk-ı Memncı'da gördüğümüz, sorunu bireysel olan, psikolojik aşk romanlarıdır. Yazar, kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için onların iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla şiddetli bir tutkuya dönüşümünü sergiler. Yazar o dönem için Türkiye'de güç olacak kadın erkek arkadaşlığı için elverişli ortamı ancak Avrupa ülkelerinde bulur,
    İlk romanlarda ön planda gelen kadın kahraman olduğu ve yazar' onu bir erkeğin gözüyle değerlendirmek istediği için romanlarının anlatıcısı olarak bu kadına aşık ya da hayran bir erkeği seçer. Bu romanların diğer ortak bir noktası yasak bir aşkı konu etmeleridir. Yasak bir aşk olduğu için de kadın ve erkek kahramanlar hem iç. Çatışma hem de çevrelerindeki bazı insanlarla dış çatışma sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Romanlardaki iç çatışmalar ve romanların çoğunun mutsuz bir sonla bitmesi; Berna Moran' a göre, kadının üstün özelliklerini, gücünü ve yüksek ahlakını ve soylu davranışını kanıtlamak amacına yöneliktir.
    İslam-Osmanlı geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş, kapalı, basit ve cahil kadın, aydın kesimin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Diğer taraftan Batılılaşmış kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış serbest davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Halide Edip'in romanlarındaki kadın kahramanlar Osmanlı Türk toplumundaki bu çelişkiyi ortadan kaldıran kahramanlardır. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardır. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.
    "Son devir Türk romanında üslupçuluğun genellikle ikinci plana düşmüş olduğunu-gösterebilecek en açık delillerden biri de, hiç şüphesiz, Halide Edip'in üslubudur. Tamamen itinasız olan zaman zaman basit sentaks kurallarını bile dikkate -almayan ve hayal sanatlarına pek az yer veren bu üslubun -daha ilk romanlardan başlayarak- Arapça ve Farsça tamlamalardan kaçındığını ve konuşma diline bağlı kalmaya çalıştığını söylemek lazımdır. Fakat romanlarından önce yazıldıkları için olacak, ilk hikayelerinde henüz Servet-i Fünun nesrinin dil ve üslubundan kurtulmadığı ve ancak daha sonraki hikayelerinde normal konuşma dilinin ve üslubunun vokabülerine ve anlatışına yönelebildiği görülür. Ön planda gelen kahramanları yine kadınlar olan ve teknik bakımdan oldukça zayıf bulunan bu hikayelerinde, günlük hayatın canlı ve dikkate değer sahnelerini bulmak mümkündür.
    Halide Edip ADIVAR romanlarını psikolojik karakterli romanından töre romanına doğru bir gelişme çizgisi üzerinde kaleme almıştır.
    Halide Edip'in hikayeleri Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt ve Kubbede Kalan Hoş Seda adlı kitaplarda toplanmıştır. Harap Mabetler'deki hikaye ve mensür şiirlerde hakim olan temler; yalnızlık, terkedilmişlik, günahkarlık ve ölüm duygusudur. Buradaki "ErvahMakamat" adlı hikayede, Türk musikisi makamları tanıtılır, Türk ve Batı musikisi karşılaştırılır.
    1912 Balkan Savaşı ile birlikte Halide Edip'te ferdi problemlerin yerini, milli duygular almaya başlar. "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikayede, Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Türklerin can havliyle, kendinden çok üstün düşmanlarla müdidelesi dikkate sunulur. Bu hikayede Amerika, ormanın en güçlü hayvanı file benzetilmiştir.
    Halide Edip, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yazdığı hikayelerde ise Doğu- Batı sentezini arar. "Kubbede Kalan Hoş Seda" adlı hikayede, batı tekniğinin tatbikiyle vücuda getirilen Türk operası anlatılır. Halide Edip "Ağızdan Çıktığı Gibi" adlı hikayesinde birden fazla eşle evlilik tenkit edilir ve üzerine, kuma getirildiği için evini çocuklarıyla birlikte terk eden bir kadının hayat mücadelesi anlatılır.
    Romanları: Heyfıla (1909), Raik'in Annesi (1909), Seviye Talip (1910), Handan (1910), Yeni Turan 1912), Son Eseri (1913), Mevfıd Hüküm (1917), Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1923), Vurun Kahpeye (1924), Zeyno'nun Oğlu(1927), Sinekli Bakkal (1935), Yol Palas Cinayeti (1936), Tatarcık, (1938), Sonsuz Panayır (1946), Döner Ayna (1953), Akile Hanım Sokağı (1958), Kerim Ustanın Oğlu (1958) Sevda Sokağı Komedyası(1959), Çaresaz (1961), Hayat Parçaları (1963).
    Hikayeleri: Harap Mabetler (1911), Dağa Çıkan Kurt (1922), İzmir'den Bursa'ya, Kubbede Kalan Hoş Seda (1938).

  7. #7
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    Refik Halit yazı hayatına Fecr-i Ati Topluluğu'na katıldıktan sonra başlar. Daha sonra Milli Edebiyat Hareketine katılır. Sade lisan hareketinin ve milli edebiyatın oluşmasında önemli bir payı olur Refik Halit, Türkçe'ye temiz, kıvrak, sade anlamlı, bir üslup kazandırarak "İstanbul Türkçesi'ni en iyi kullaı1an yazar" unvanını haklı olarak kazanır. Nihat Sami Banarlı onun nesirlerinde Dede Korkut Hikayeleri'nin söyleyiş güzelliğini bulduğunu söyler.
    Refik Halit mücerret kavramları müşahhas bir tarzda anlatmada ustadır. Dilin yapısını zorlamaz; kullandığı kelimeler sokakta, evde kullanılanlardır. Anlattığı konuya göre kelimelerini seçer. Türk sentaksına ait bütün hususiyetleri, kalemini zorlamadan uygular. Hareket tasvirlerinde daha çok sıralı, tabii' çevre anlatımlarında girişik birleşik cümlelere başvuran yazar, aynı kelime yahut ekin tekrarından sakınır.- İfadeye çeşitlilik kazandırmak için bazı cümlelerin yüklemlerini kaldırır. Uzun cümleler yanında kısalara da yer verir, monotonluğa düşmez.
    Refik Halit, neşredilen ilk hikayesinden itibaren Maupassant'a ait tekniği yazılarında tatbik etmiştir. Bu tarzda kaleme alınan hikayelerinin bariz özelliği, eserin aslını teşkil eden olayın başlangıcının belli, sonucunun şaşırtıcı olması; okuyucuda ıstırap duygusunu tahrik edecek konuların işlenmesi ve sağlam kuruluş lu olmalarıdır. Olaylar cemiyet ve insan karakterine ait hususiyetleri aksettirecek tarzda seçilmiş, akli bir sıraya göre tanzim edilmiştir. Kahramanların bütün karakterlerinin anlatılmak istendiği bu hikayelerde, vakanın akışı bir yerde okuyucuyu merakta bırakır, eserin devamında bu düğüm çözülür. .
    Yazar bu türdeki eserlerinin hemen hepsinde Anadolu'dan veya İstanbul' dan, orta halli insanların yaşayışı ile ilgili olayları, konu almış, onların sıkıntı ve acı dolu hayatlarını hikayeleştirmiştir. Şeftali Bahçeleri ve Sarı Bal' da memur ve eş_af zümrelerinin eğlenceleri hikaye edilirken, hem bu sınıflara mensup insanlarla alay edilir, hem de halkın sefaleti dile getirilir. Eserlerde kahramanların karakterlerine ait özellikleri, başlarından geçen olaylar karşısında takındıkları tavırlardan, anlattıkları hatıralardan ve diğer insanlarla kurdukları münasebetlerden anlaşılır. Kahramanları toplumun. değişik kesimlerine mensup tiplerdir.
    Eserlerde, yer ve tabiat tasvirleri genel olarak, genelden özele, dıştan içe doğrudur. Önce olaya sahne olacak yeri içine alan geniş çevre, sonra da kahramanlar arasında cereyan eden hayat olaylarının geçtiği zemin anlatılır.
    Hikayelerinde kişiler yaşadıkları çevre içinde tanıtılır. Birçoğu hatıra üslubuyla kaleme alınan Gurbet Hikayeleri; olayı nakleden kişinin anlatılacak çevreye niçin gittiğini ifade eden bir cümle. veya paragrafta başlar, sonra ya asıl kahraman, ya da çevre tanıtılır.
    Hikayelerde dikkatimizi çeken bir başka husus da, olaya adı karışan birinci ve ikinci derece insanlar arasında; karakter ve hayat görüşü bakımından zıtlık veya bir benzerliğin bulunmasıdır. Genellikle Memleket Hikayeleri 'nde kahramanlar arasında tezat hissedildiği halde, Gurbet Hikayeleri 'nde bir benzerlik görülmektedir. Gurbet Hikayeleri'nde, yurtlarından ayrılan .insanlar, bir tesadüf eseri karşılaşıp tanıştıktan sonra bir daha ayrılmak istemezler. Onlar arasında bu dostluğu temin eden memleket hasretidir.
    Refik Halit'in gerçekçiliği, olayları anlatırken seçtiği kelime ve hayaller, onu hikayelerinde Anadolu'yu en iyi anlatan, Anadolu'nun gerçek varlığını ve iç alemini gözler önüne seren yazar yapmıştır.
    Romanlarında cemiyetimizin geçirdiği sosyal değişmeleri ve bunların insanlarımızdaki akislerini, çatışmaları, çeşitli çevrelerden aldığı şahıs ve olaylar çevresinde işler ve mukayeseler yapar.
    Genellikle orta sınıf insanlarımızın ölçülü, geleneksel değerlere yakın yaşantıları takdirle anlatır. Eski ile yeniyi karşılaştırır, eski Osmanlı 'yı yeni Cumhuriyeti ifade eder. Refik Ha1it genel tutumuyla eskiye bağlıdır. Cumhuriyet sonrasının Batı özentili zengin tabakalarına aİt çeşitli hayat sahneleri yazarın kaleminde gizli bir hicve ve alaya konu olur. Refik Halit eski ve yeni terbiyeyi şahsında birleştirmiş, konuşmasını giyinmesini, eğlenmesini bilen insanları. eserlerinde takdirle yazar.
    Refik Halit eserlerinde olayların akışına müdahale etmez. Ancak olay ve kahramanlar arasında bir uygunluk sağlamaya çalışır.
    Refik Halifin romanlarındaki kahramanların bir kısmı Avrupalılar gibi yaşamak isterler. Fakat içinde doğup büyüdükleri toplumun değer yargıları ve terbiyesiyle karşı karşıya gelirler. Bu da bu kişilerin,hem kendileri hem de toplumla çatışmaya girmesine sebep olur. Refik Halit bu tip insanların karşısına romanlarında Osmanlı konak terbiyesini almış kabiliyetli insanlar çıkarır. Konusunu İstanbul'dan alan romanlarda Osmanlı konak hayatı, teşrifat kaideleri, olayın geçtiği döneme ait giyim tarzı vb. unsurlara yer verilir.
    Bir kısım romanları konularını, yurt dışından alır. Bunların çoğu yazarın ikinci sürgün yıllarının izlerini taşır. Bu eserlerde çevre yazarın gezip gördüğü yerlerdir. Bu eserlerde Haleb'in Beyrufun hisarlan, meydanları, harabeleri, kenar mahalleleri yaşam tarzları ve eğlenceleri büyük bir canlılıkla anlatılır. Bu romanlarda İstanbul, gurbet duygusu içinde ıstırap çeken insanların bir barınak yeridir.
    Eserlerinde karşılaştığımız tiplerin büyük çoğunluğu gerçek hayattan alınmış, yazarın tanıdığı veya okuyucunun tanıdık bulduğu insanlardır. Yazar olayların akışına göre yeni bir şahsiyet kazandırır. Bir çok romanda kiriz derecesinde psikolojik buhranlar yaşayan tiplere rastlarız. Onların bu buhranlarının sebepleri; toplumdaki değişmelere intibak edemeyiş, değer ve hayat anlayışı çatışmaları, yer değiştirme ve gurbet ve ya bir aşk macerası gibi olaylardır.
    Refik Halit Karay'ın Türk edebiyatına kazandırdığı başlıca eserleri şunlardır: Hikayeler: Memleket Hikayeleri, Gurbet Hikayeleri.
    Romanlar:İstanbul'un Bir Yüzü, Yezidin Kızı çete, Sürgün, Anahtar, Nilgün, Bu Bizim Hayatımız, Yer Altında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, Karlı Dağdaki Ateş, Kadınlar Tekkesi, Kadeh, Dört Yapraklı Yonca, Yerini Seven Fidan, Yüzen Bahçe vs...
    Mizah ve hiciv: Kirpinin Dedikleri, Sakın Aldanma İnanma Kanına, Guguklu Saat, Tanıdıklarım, Ay Peşinde, Ago Paşanın Hatıraları.
    Tiyatro: Deli, Tiryaki hasan Paşa ve Kanije Müdafaası.
    Hatıralar: Minelbab İlelmihrap, Bir Ömür Boyunca:






    BAĞIMSIZLAR




    MEHMET AKİF ERSOY (1873-1936)
    1873 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Fatih dersiamlarından Tahir Efendi, annesi Emine Şerife Hanımdır. Dört yaşında Fatih 'teki bir ibtidai mektebe yazıldı. İptidai mektebini Emir Buhari Mektebinde tamamladı. Fatih Merkez Rüştiyesine yazıldı. Mehmet Akif burada dönemin değerli hocalarından ders aldı. Arapça, Fransızca ve Farsça'yı öğrendi. Edebiyata olan ilgisi ilk defa burada başladı. Rüştiyeden sonra Mülkiye Mektebine yazıldı. 1888 yılında babasının vefat etmesi ve Sarıgüzel'deki evlerinin yanması üzerine bu okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Aynı yıl açılan Mülkiye Baytar Mektebi 'ne yatılı olarak girdi. Bu okulu 1893 yılında birincilikle tamamladı. Aynı yıl memuriyet hayatına atıldı. İlk görevi Ziraat Nezareti Umur-u Baytariye ve lslah-ı Hayvanat Umum Müfettişliği Muavinliği'dir. Bu görev dolayısıyla Anadolu, Rumeli ve Ara***tan'ın değişik bölgelerini gezdi. Anadolu köylüsü ve Osmanlı halkını daha yakından tanıma imkanını bu görev dolayısıyla buldu. Müşahedeleri daha sonra onun Safahat'ında yoğun bir şekilde işlenecektir. İstanbul' da bulunduğu sıralarda Halkalı Ziraat Mektebi ve Çiftçilik Makinist Mektebi 'nde kompozisyon muallimliği yaptı. 1908' den itibaren Darülfünun' da edebiyat öğretmenliği yapmaya başladı. Bu arada Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye Camilerinde vaazlar verdi. 1913 yılında halkı edebiyat vasıtasıyla uyandırmak ve aydınlatmak gayesiyle kurulmuş ve Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif ve Cenap Şehabettin gibi önemli şahsiyetlerin de yer aldığı Müdafaa-i Milliye Heyet-i Neşriyat Şubesi 'nde çalıştı.1913 yılında Mısır ve Medine'ye gitti. Buradaki müşahedatını Safahat'ta "EI-Uksur" başlıklı manzumede dile getirdi. Aynı yıl baytarlık mesleğinden istifa etti. 1914 yılında devlet tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Berlin'e gitti. Berlin Seyehatını Safahat'ta "Berlin Hatıraları" adıyla şiirleştirdi. 1917 yılında Şerif Hüseyin isyanı dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Ara***tan'a gitti. Burada gördüklerini "Necid Çöllerinden Medine'ye" adı altında şiirleştirdi. 1918 yılında Darül- Hikmet'ül- İslamiye başkatipliği 1920'de de azalığa atandı. Ancak Milli Mücadele'ye destek mahiyetinde verdiği vaazlardan dolayı bu görevden azledildi. Bu tarihten sonra Anadolu'daki Milli Mücadele'ye destek olmak için yazdı. Ekim 1920 yılında Karadeniz yoluyla Anadolu'ya geçti. Anadolu'nun değişik yerlerinde verdiği vaazlar Ankara'da yayımlanmakta olan SebilürReşad dergisinde çoğaltılıp askere ve halka dağıtıldı. Bu vaazlar Milli Mücadele ruhunun şahlanmasında büyük rol oynadı. Konya İsyanı nedeniyle Konya'ya giden askeri bir1ikle Konya'ya gidip burada halkı teskine ve Milli Mücadele'ye destek olmaya çağırdı. 12 Mart 1921 tarihinde yazdığı İstiklal Marşı şiiri milli marş olarak Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Mehmet Akif Ersoy Milli Mücadele dönemindeki Birinci Meclis'te muhalefet grubunda yer aldığından Cumhuriyet döneminde meclise katılmadı. Yeni yönetim laik devlet prensipleri doğrultusunda hareket etmek isterken, Mehmet Akif İslam birliği çerçevesinde bir politika düşüncesinde olduğundan Ankara'dan uzaklaştı. 1923 yılında Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a yerleşti. Kahire Üniversitesi 'nde Türk Edebiyatı dersleri vermeye başladı. 1935 yılında Lübnan'a gitti. Burada sıtma hastalığına yakalandı. Vatan topraklarında ölmek isteğiyle İstanbul' a geldi. Artık tamamen hastalığın pençesine yakalanmıştı. 27 Arlık i 936 tarihinde İstanbul Beyoğlu'ndaki Mısır apartmanında vefat etti. Ancak dönemin iktidarı milli marş şairinin cenazesine hiç ilgi göstermedi. Bu şekilde bir vefasızlık karşısında kendini Mehmet Akif' e borçlu bilen Türk gençliği ve halkı Mehmet Akif ERSOY'un cenazesine son görevini yapmak üzere o güne kadar İstanbul'un pek görmediği' bir cenaze törenini gerçekleştirdi. Ancak devlet erkanından hiç kimse katılmamıştı.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103152
    "Mehmet Akif ERSOY kişilik olarak, belli ahlaki prensiplere bağlı, dürüst, sözüne güvenilir, İslam'ın rı1huna son derece bağlı bir karakter abidesi olarak tavsir edilir.
    "Mehmet Akif de, kendi neslindeki .birçok şairler gibi eski edebiyat kültürü ile yetişti. Ancak diğerlerinden ayrı olarak ve aile çevresinden gelen bir tesir ile buna kuvvetli bir dini kültürü de katmak gerekir. Bu tesirler altında Mehmet Akif şiire dini ve ferdi konuları işleyen manzumelerle başlar. (1895). Bu sıralarda en çok beğendiği şairler, Türk edebiyatında Muallim Naci ile Abdülhak Hamid ve Fars edebiyatında da Sadi ile Hafız'dır. 1900'den sonra -yavaş yavaş çevresinin insanları ve günlük hayatın olayları ile ilgilenmeye başlar. Böylece, şahsi duygularını bir yana bırakarak başkalarının ızdırapları ile ilgilenmeye koyulur. İlk ününü sağlayan ve Safahat'ın i. kitabında yer alan bu şiirlerde (Hasta, Küfe, Meyhane, Seyfi Baba, Bayram, Bebek, Hasır, Mahalle Kahvesi,...), kuvvetli bir realizm ve derin bir acıma duygusu vardır. Günlük olaylardan yola çıkan ve yoksullara acıma duyan şiirlerin ilk örnekleri Tevfik Fikret'te bulunmakla beraber, Akif'in şiirlerinde acıma duygusunun çok daha yoğun ve genişlemeye elverişli olduğu görülür.
    Mehmet Akif, 20. yüz yıl başlarındaki İslamcılık anlayışının şiirdeki en güçlü ve etkin şairidir. Ona göre, gerçek kurtuluş İslam'a hakkıyla sarılmaktadır. İslam dini gericiliğin ve cehaletin kaynağı değildir. Ancak ne var ki yüzyıllardan beri, dini taassup, cehalet, hurare ve tembellik nedeniyle İslam yanlış anlaşılmış ve yanlış yaşanmıştır. Bu bakımdan, bir an önce İslamiyet'le hiçbir yakınlığı olmayan bu kötü vasıflardan arındırılması, İslam'ın kuruluş yıllarındaki saflığına ve yapıcı gücüne kavuşturulması gerekir. "İslam' ı asrın idrakine söyletmek" fikriyle İslam dininin çağdaş bilimle birleştirilmesi gerektiğini anlatmak ister. Batılılaşma ve modernleşmeden yana olan Mehmet Akif, batılılaşma konusunda eklektik (seçici) bir yaklaşımı tercih eder. Batının ilim ve fenninin alınıp, kendi kültür, gelenek ve göreneklerimizin yaşatılmasını ister. Örnek olarak da batı dünyasının ilmini ve teknolojisini alıp kültürüne sahip çıkan Japon milletini gösterir. Yaşamı boyunca hep bu fikirlerinde sadık kalır. Şiirlerinde de hep bu temayı işler. .
    Milliyetçilik düşüncesinin rağbet gördüğü bir dönemde Mehmet Akif ERSOY, milliyetçilik ideolojisine şiddetle karşı çıkar ve böyle bir anlayışın cahiliye devrine ait hurafe bir inanış olduğunu eserlerinde dile getirir. Şiirlerinde Arab'ın Türk'e Türk'ün başka bir millet yada başka bir kavme üstünlüğünün olmadığını üstünlüğün Allah'a yakın olmakta olduğunu iddia eder ve böyle bir nifak tohumunu içimize atanları da lanetler. Ancak dönemin şartları milliyetçilik hareketlerinin lehinde gelişince Mehmet Akif büyük bir çöküntü yaşar. Mehmet Akif Milli Mücadele yıllarında bütün himmetini halkın kurtuluşuna katkıda bulunmakta geçirir. "Onun için en öldürücü darbe ise, Türkiye Cumhuriyeti 'nin tamamıyla laik bir şekilde kurulması olur. Halbuki İslam dünyasının son dayanağı olan Türkiye, idealist Akirin son ümidi idi.
    Mehmet Akif ERSOY'un şair kişiliğinin gelişmesinde hem doğu, hem de batı şiirinin usta kalemlerinin etkisi vardır. Batı şiirinden Musset, Hugo ve Lamartin'in etkisinde kalır. Divan edebiyatından Süleyman Çelebi, Baki, Nedim, Nefi, Şeyhülislam Yahya Efendi, Şeyh Galip gibi klasiklerle, kendi çağdaşlarından Şinasi Ziya Paşa, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Osman Şems, Muallim Cudi, Abdülhak Hamid gibi sanatçıların etkisinde kalır.
    Mehmet Akif’in İslamcı kişiliğinin gelişmesinde Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh ve Ferit Vecdi'nin görüşlerinin etkisi vardır.
    Mehmet Akif’in sanat anlayışı halkçı bir özelliğe sahiptir. Sanat sanat için anlayışını kesinlikle kabul etmez, sanatın halkın eğitimi ve aydınlatılması için vazgeçilmez bir yol olduğunu, sanatın toplumun hizmetinde olması gerektiğini iddia eder. Çünkü ona göre edebiyat, halkın manevi ve ahlaki eğitiminde en güçlü müessesedir. Mehmet Akif’e göre "her edebiyatın bir vatanı vardır, her edebiyat mahallidir." Bu nedenle her edebiyat kendi toplumunun sorunlarını dile getirmek ve halkına seslenmek zorundadır.
    Mehmet Akif, bir hakikat, bir doğruluk adamıdır. Kendi deyimiyle onun hayalle işi yoktur. O şiirinde dahi hayale dalmaz, gerçek ne ise, hakikat nasılsa öyle anlatır. "Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek" diyen Mehmet Akif, kuru bir söz olsa dahi hakikati süslü sanatlı bir ifadeye tercih eder. Mehmet Akif sahip olduğu bu özelliğiyle içinde yaşadığı toplumun yaşamını, gördüğü bütün sefaleti yoksulluk, perişaniyet ve olumsuzlukları gerçekçi bir ifadeyle Safahat'ında dile getirir. Gerek İstanbul, gerekse Anadolu'nun değişik yerlerinde gözlediği yoksulluk ve ıstırap tablolarını realist bir anlayışla dile getirir. Gözlediklerini tasvir etmekte üstün bir başarı gösterir. Mahalle aralarında hayat görüntülerini, sokağı ve günlük yaşamı şiire taşır. Bir bakıma Hüseyin Rahmi GÜRPINAR'ın romanda, Ahmet Rasim'in yazılarında anlattığı ve tasvir ettiği İstanbul'un mahalle araları ve sokaklarındaki yaşamı şiirleştirir.
    Yazdığı bütün eserlerinin, acizliğinin işareti olan gözyaşları olduğunu söyleyen Mehmet Akif, gerçekte Türk edebiyatında ender yetişebilen sanatçılardan biridir. Aruz vezniyle dilekçe yazabilecek kadar usta bir kalemdir, aruz veznini Türk aruzu haline getiren ve şiirlerinde aruz vezninin en ahenkli kalıplarını kullanan bir sanatçıdır. Manzum hikaye türünün Türk edebiyatındaki en güzel örnekleri yine Mehmet Akif tarafından yazılmıştır. Çanakkale Şehitleri, Bülbül, İstiklal Marşı gibi Türk şiirinin en ahenkli şiirleri yine Mehmet Akif ERSOY'un kaleminden çıkar. Şiirlerinde sağlam bir işçilik, kesintisiz, bir çırpıda söylenivermişçesine akıcı' ve kusursuz bir kompozisyon vardır. Mehmet Akif’in şiirlerinde samimi bir eda, yapmacıktan uzak bir söyleyiş hakimdir. Mehmet Akif’in şiirlerinde tablo şiir anlayışı hakimdir. Seçtiği sözcüklerle resim veya tablo çizmek mümkündür.

  8. #8
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    Y. Kemal Fransa'ya gittiğinde Fransa'da bir çok şiir akımı vardır. Ancak Yahya Kemal Fransa'da tam olarak hiçbir şiir akımına bağlanmaz. Bir arı gibi çiçekten çiçeğe konar gibi her türlü şair ve şiir akımından işine gelenleri ve faydalı olanları alır. Moda akımlara bağlanmaz. V. Hugo'nun epik destansı romantik şiirlerini okur. Daha sonra T. Gautier ve De Banille'yi okur. Bundan sonra Baudleire'nin şiirlerinden etkilenir. Paul Verlaine, Jose Marie de Heredia kendisini etkileyen Fransız şairleridir. Bunlardan Heredia şiirlerini bir kuyumcu titizliğiyle yazan bir klasik şairidir Y. Kemal için Heredia'ya bağlanmak esaslı bir etkidir. Heredia ona şiir dilindeki inceliği kazandırır. Heredia'nın şiirlerini tetkik eder, Heredia'nın Yunan ve Latin şairlerinin şiirlerini Fransızca olarak nasıl yeniden yazdığını, nasıl Fransızca mısralar haline getirdiğini inceler. Bu derin dikkatlerden doğan arzu ve anlayışla Y. Kemal’de Tür şiirni ve zevkin doğrudan doğruya Yunan ve Latin edebi terbiyesine bağlama meyli doğar.
    Y. Kemal, şiiri kelime sanatı olarak ilk defa kabul edip, bunu şiirde gösterebilen şairimizdir. Eski şiirimizde de esas olan kelimedir.
    Ona göre çok şiir yayınlamak, önemli değil, güzel şiir yazmak önemlidir. Şiirlerini mükemmel bir seviyeye getirmeden yayınlamaz. Onun için en erken bitirdiği şiiri 'iki seneliktir. Kemal Fransa'da Farsça' sını geliştirir. Divan şiirini geliştirmenin yollarını arar. Bir sözü vardır: "Kader bana Türk şiirini, onun klasiklerini öğrenmeyi Fransa'da nasip etti."
    Fransa dönüşünde Y. Kemal en çok iki konu üzerinde durur: Tarih sohbetleri, dil ve edebiyat sohbetleri. Yeni Lisan hareketine mesafeli durur. O dilde suni muameleler yapılmasını kabul etmez. Cumhuriyet döneminde de dil üzerinde yapılan çalışmalara katılmaz. Ancak onun bu hususiyeti onun dilinin sade olmadığını gösteremez.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103153
    Cumhuriyet döneminde baştakilerin Y. Kemal'i kendilerinden uzaklaştırmasıyla görev gereği gittiği yer ve elçiliklerde en güzel ve en mükemmel şiirlerini yazar. O şiirlerinde Türk tarihinde birer dönüm noktası olarak üç olayı esas' alır: 1071 Malazgirt zaferi, 1453 İstanbul'un Fethi, Milli Mücadele.
    Y. Kemal tarihi planda bir eksikliği gidermek için bir Türk destanı yazmak ister. Bunun için ilk örnekleri "Eski Şiirin Rüzgarıyla" adlı şiir kitabının başında yer alan "Selimname" şiirlerini yazar. O Türk milletinin mazisi ile şimdiki zamanı arasında bir köprü durumundadır. İleri bir Batılı şiir kültürüyle, klasik şiirden süzülmüş, zengin dil, sanat değerleriyle taşacak kadar dolu olan bir sanatkar:
    Eslaf kapıldıkça güzelden güzele
    Fer venniş o neşeyle gazelden gazele
    Sönmez seher-i haşre kadar şi'r-i kadim

    Bir meşaledir devredilir elden ele
    Mısralarıyla Divan şiirimizi yaşatma şuurunu belirtir. İşte bu anlayış içinde yazılmış olan şiirleri onun Eski Şiirin Rüzgarıyla isimli kitabında toplanmıştır. Bu kitap Yahya Kemal'in divan şiirimizin dil, şekil ve söyleyiş hususiyetleri ile söylediği Klasik Şiirler kitabıdır.
    Dil bakımından, Eski Şiirin Rüzgarıyla 'da şiirler Selimname ve İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiirlerinde olduğu gibi KENDİ ASIRLARININ DİLİ ile yazılmışlardır, Tarihin eski ve büyük devirlerine ait olayları, kendi çağlarının diliyle söylemek Y. Kemal'in önem verdiği bir sanat anlayışıdır. Yahya Kemal bunu Paul Verlaine'nin Fetes Galantes (Aşıkane Ziyafetler) şiirini örnek alarak uygular. çünkü bu şiir mecmuasında Verlaine l7.ve 18. Yüzyıllar Versaillesinin Versay parkında ve Büyük Trianon ve Küçük Trianon şatolarının güzelliklerini, eski hayatını, zarafetini, asaletini velhasıl o atmosfer içindeki aşk hayatını, genç aşıkların genç hanımlarla sevişmelerini kendi yüzyıllarının diliyle terennüm ediyordu, Şiiri kendi asırlarının lisanı ile söylemek yeni değildir. Bunu Göte de Herman ve Doretha adlı eserini Alman faziletleriyle fakat eski Yunan şairi Homeros 'un epozlarını andıran bir şekilde yazmıştır.
    Böylelikle Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgarıyla'da bir yavuz Sultan Selim Destanı halinde terennüm ettiği Selimname şiirini, Çaldıran ve Mısır zaferlerinin kazanıldığı asırların Türkçe' si ile söyler. İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel'inde İstanbul'u fetheden cedlerin Divan şiirinde kullandıkları lisanla terennüm etmiştir.
    Yahya Kemal'in gerek "Eski Şiirin Rüzgarıyla" ve gerek _ "Kendi Gökkubbemiz' de sonsuzluğa iştiyakı ve ufuklara arzuyu ifade eden şiirleri vardır. Bu şiirlerde bir sonsuzluk havası vardır. Mesela: Eski Şiirin Rüzgarıyla'da Ezan-ı Muhammedi, Kendi Gök Kubbemiz'de Sü1eymaniye',de Bayram Sabahı, Itri, Akıncılar, MQhaç Türküsü, Açık Deniz, Uçuş, Deniz Türküsü, gibi ve daha bir çok şiirinde Yahya Kemal'in sonsuzluğa, ufka ne kadar düşkün olduğu görülür. Şiirlerde sonsuzluk birtakım semboller ve benzetmelerle yer alır. Gök kubbe, ezan, deniz, çınar ağacı', ufuk, gibi sembollerle verilir. Sessiz Gemi, Rintlerin Hayatı, Rintlerin Akşamı, Rintlerin Ölümü gibi şiirlerde yine sonsuzluğun iştiyakını hissettiren ifadeler ardır.
    Tanzimat dönemi aynı zamanda manevi yönden çöküşün ve sarsıntının olduğu bir dönemdir. Bu manevi sarsıntı hayattaki olaylara karşı' şüphe ve kuruntuya, korkuya yol açmıştır. Aydınlarda manevi boşluktan dolayı, -mesela ölüme karşı- bir korku ve şüphe duygusu filizlenmiş ve bunu yazdıkları şiirlerinde göstermişlerdir. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, ve özellikle Cahit Sıtkı Tarancı' da ölüm korkusu şiirde çokça görülür. Ancak Yahya Kemal'de ölüme karşı değişik bir hava vardır. Diğer şairlerde görülen endişe ve korku onda bulunmaz. Bilakis ölüme karşı bir iştiyak hissedilir. Bu durum Yahya Kemal'in İstanbul'un tarihi ve içtimai hayatını çok iyi bilmesi, İstanbul 'un, türbelerini ve özellikle türbeler içinde de fatihlerin, Yavuzların ve daha nice Osmanlı padişahlarının türbelerinin manevi havası içinde yetişmesi ve büyümesi, annesinden aldığı manevi ve dini terbiye ile beslenmiş olmasıdır. Y. Kemal bir an Önce, diğer tarafa göç. etmiş olan büyük şahsiyetlerin yanına gitmeyi özlemiş ve bunlara ulaşmayı da bir sonsuzluğa geçiş olarak görmüştür. "Rintlerin Akşamı" şiirinde dönülmez akşamın ufku ölümdür. “Rintlerin Ölümü" şiirinde korkmama ve Ölüme güzel bakış vardır. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde "Açık Deniz" şiirinde ölüm yoktur, sonsuzluk vardır."Geçiş" şiirinde, ölüm sonu gelmez bir uykudur, Sessiz Gemi şiirinde ölüm, Meçhule giden bir, gemi dir vs.
    Yahya Kemal'e göre vatan, hiçbir zaman bir nazariye değil, bir topraktır. Toprak cetlerin mezarıdır. Camilerin kurulduğu yerdir. Vatan ne bir feylesofun fikridir, ne bir şairin duygusudur. Vatan gerçek ve hakiki bir yerdir. Onun her maddesini sevenler vatanı sevebilir...Vatanın adı söylenmelidir, vatan İstanbul'dur, Üsküp'tür,Trabzon'dur , Yozgat' tır, Ankara'dır ve bunların içinde sayılamayacak kadar hatıralar saklıdır.
    Yahya Kemal BEYATLI'nın Türk edebiyatına kazandırdığı başlıca eserleri şunlardır: Şiirler: Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgarıyla, Rubai1er, Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, Bitmemiş Şiirler.
    Nesirler: Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi ve Edebi Portreler, Siyasi Hikayeler, Edebiyata Dair, Çocukluğum Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralar, Tarih Musahebeleri, Makaleler ve Mektuplar.







    TOPLUMCULAR






    Toplumsal gerçekçilik 20 yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumsal gerçekçilik 1930'lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi 'nde saptanmıştır.
    Toplumsal gerçekçilik sanatın ne olduğu sorusundan çok, ne olması gerektiği somsuna cevap verir. Toplumsal gerçekçiliğe göre sanat da bilim gibi bize bilgi sağlar, dış dünyayı yansıtır. Bilimin soyutlama ile yansıttığı bilgiyi, özü, sanat somutlaştırma yolu ile yansıtır. Sanat eseri gerçeklikteki bütün ayrıntıları almaz, ama somut olarak yansıtacağı gerçekliğin belirleyicilerini yani esas özelliklerini alır. Bunlar gerçek dünyada dağınık durumdayken sanat eserinde arınmış ve yoğunlaştırılmıştır.6 5
    Toplumsal gerçekçiliğe göre toplum yüz yıllardan beri değişik aşamalardan geçmiştir. Toplum tarihi determinizm içinde kölelikten, feodalizme, feodalizmden kapitalizme kapitalizmden de sosyalizme doğru kaymıştır. Bu nedenle toplumsal gerçekçilik şu an var olan gerçekliği değil, bunun nereye gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser de yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir.66
    Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışı, Türk Marksist kuramcıların yayın organı olarak kabul edilen "Aydınlık" dergisinde yayımlanan felsefi, sosyal, ekonomik ve tarihi yazılarla sanat ve fikir dünyasında varlığını göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışının Türkiye'deki en güçlü sesi olan Nazım Hikmet'le beraber, Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celal, Nizamettin Ali gibi isimler de bu dergide Türkiye'nin toplumsal yapısını, edebiyat ve sanat sorunlarını sosyalist bir anlayışla ele alırlar.67
    Dr. Şefik Hüsnü sanatı "yaratılışta güzel olan herkesin beğendiği" bir olgu olarak kabul eder. Milli edebiyat akımının etkisiyle birçok sanatçının, şairin halk şairi olmak istediğini dile getirdiği bir dönemde Nazım Hikmet "Yeni Sanat", "Ayağa Kalkın Efendiler", "Aydınlıkçılar" gibi şiirlerinde işçilerin ve emekçilerin şairi olmak istediğini anlatır.
    Nazım Hikmet sanatın işlevinin halk yönünde mi sanat yönünde mi olması gerektiği konusunda, "Her Ay" dergisinde" Ben kendi sosyal sınıfı muhitimle tezat halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değil diyorum. Bence sanat sanat için demek sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Bilakis sanatı cemiyet içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatkarı insan ruhunun mühendisi olarak görmek demektir."biçiminde bir görüş belirtir.
    Ali Rıza takma adıyla yazan Reşat Fuat BARANER de halkçı bir edebiyatın tamamen basit ve sanattan yoksun bir şekilde işlenmesinin doğru olmadığını, halkçı bir edebiyatın yüksek ve sanatkarane tekniği ile de halkta bir sanat zevki meydana getirmesi gerektiğini iddia eder.
    NAZIM HİKMET (1902- 1963)
    1902 yılında Selanik'te doğdu. Babası Matbuat müdürlerinden Hikmet Nazım Bey, annesi Celile Hanım'dır. İlk öğrenimini Göztepe Taşmektep'te tamamladı. Galatasaray Sultanisi ve Nişantaşı Nümune Mektebi'ni de tamamladıktan sonra Bahriye Mektebi'ne girdi. 1918 yılında mezun oldu. Donanmaya katıldı. Ancak rahatsızlığı nedeniyle askerlikten ayrıldı. 1921 yılında Milli Mücadeleye destek olmak için Vala Nurettin Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz'le Anadolu'.ya geçti. Bolu'da 'bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Batum yoluyla Moskova'ya gitti. Burada Moskova Doğu Üniversitesinde ekonomi ve toplum bilim okudu. 1924 yılında Türkiye'ye döndü. Aydınlık dergisinde çıkan şiirlerinden dolayı gıyabi tutuklama kararı çıktığını öğrenince tekrar Rusya'ya gitti. Af yasası çıkınca Türkiye 'ye tekrar döndü ve bir süre Hopa cezaevinde kaldı. 1928 yılında hapisten çıkınca İstanbul'a yerleşti. Geçimini kalemiyle sağlaya çalıştı. İlk şiirlerini ve oyunlarını yayımlamaya başladı. Bir ara tekrar cezaevine girdi. 1933 yılında ilan edilen genel aftan yararlanarak hapisten çıktı. 1933 -1938 yılları arasında Orhan Selim takma adıyla Akşam, Son Posta ve Tan gazetelerinde yazılar yazdı. Geçimini yazılarıyla sağladı. 29 Mart 1938 tarihinde yine yazdığı yazılarından dolayı Harp Okulu ve Donanma Komutanlıkları Askeri Mahkemelerinin aldığı kararlarla 28 yıla mahkum edildi. 1950 yılına kadar İstanbul, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. İlan edilen af yasasından yararlanması için aydınların başlattığı kampanya sonuç verince tahliye edildi. Kısa bir süre sonra askere alınması için sağlam raporu verilince 1951' de Romanya kanalıyla Moskova'ya gitti. Aynı yıl vatandaşlıktan çıkarıldı. Polonya vatandaşlığına geçerek ölünceye kadar Moskova'da kaldı. Moskova'da öldü ve orada defnedildi.
    Nazım Hikmet ilk şiirlerini hece ölçüsüyle yazar ve bu şiirler Yeni Mecmua, Alemdar, Ümit, I. Kitap, II. Kitap ve Yeni Gün gibi dergi ve gazetelerde yayımlanır. 1921 yılında Moskova'ya gidince burada devrimci Rus şiiriyle tanışır. Eski şiir anlayışını terk eder. Serbest nazımla ilk defa Moskova'da "Açların Gözbebekleri" isimli şiirini yazar. Türkiye'ye dönünce Aydınlık dergisinde yazdığı şiirlerinde ölçülü, dizeli şiir anlayışını terk eder.
    Bundan sonra Türkiye'de sosyalist gerçekçi sanat anlayışının en güçlü temsilcisi olarak hareket eder. Siyası bir ideolojinin, bir kavganın şairi olarak kabul edilen "Nazım Hikmet, şiirlerini yazdığı zaman kullandığı dil ve üslubun yanında konularıyla da dikkati çeker. Komünizmin propagandasını yapan bu coşkun mizaçlı şairin, tesirli bir üslubu vardır. Nadiren de aile ve aşk duygularının işlendiği lirik şiirlerine rağmen, onun asıl tesiri propaganda mahiyetindeki şiirleriyle olmuştur."
    Sanatı coşkulu, yüksek sesli bir orkestraya benzeten Nazım Hikmet'in sanat anlayışı sadece 1930'lu yılların sanatçılarını etkilememiş, 1960 sonrası kuşağı da etkilemiştir.
    Peyami Safa'ya göre Nazım Hikmet'in sanat anlayışı, ne bir fantezi heveslisi, ne bir garipperest ve ne de bir moda müptelası bir edebiyat züppesinin eseridir. Onun sanat malzemesi eski insanlıktan alındığı halde yeni ve özgün bir teknikle yeniden inşa edilen bir yapıttır.
    Şükran KURDAKUL Nazım Hikmet'in 1928'den sonraki sanat anlayışını genel hatlarıyla üç döneme ayırır: A-1929-1936 arası. B1938-1950 arası. C -1950 sonrası sanat anlayışı.
    "Nazım Hikmet 1929 1936 yıllarında birkaç kez uzun süren tutuklu olarak yargılanmasına karşın 835 Satır şiir kitabından sonra dokuz şiir kitabı yayımlar: Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1 =1 (Nail V.Çakırhan ileI930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Tarantu Babu'y' Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simayna Kadısı Oğlu Bedrettin Destanı (1936). Bu yapıtlarda dikkati çeken birincil özellikler; 1- kendi yaşamına, doğaya, hapisliklerine, topluma, savaşımına bağlı duyarlıklar, 2-yergiler, 3- tarihsel gerçeklere yeni yorumlar getirmesi. . .
    "Nazım Hikmet'in 1929-1936 yıllarında çıkan yapıtlarındaki şiirlerde kendi yaşam serüvenine bağlı duyarlıklar da dünya görüşünün belirlediği coşkulardan soyutlanamaz. Nazım Hikmet şiirlerinde daima savaşım halindedir. Bu savaşımın yarattığı gerilim, sevme-sevmeme, dost-düşman, korkaklık-yiğitlik, yaşanan zaman gelecek, aydınlık-karanlık, yararlı- yararsız, karşıtlıklarını da beraberinde getirmiştir."
    Nazım Hikmet, maddeci dünya görüşünü kabul ettikten sonra bu felsefi anlayışa karşı olan sanatçı ve aydınları alaya alan yazılar yazmaktan da geri durmaz.
    Nazım Hikmet 1937 yılında Her Ay dergisinde 1929-1936 yılları arasında savunduğu toplumcu gerçekçi şiir anlayışında aşırıya kaçtığını. birçok şiirinin bu nedenle de propaganda havasında yazıldığını, sanatını, propaganda edasına bundan sonraki yapıtlarında _ mahkum etmeyeceğini anlatır.
    Nazım Hikmet'in 1938 -1950 yılları arasında yazdığı yapıtlarında; "1- kendisi ile yaşadığı çevrenin önemli saydığı özelliklerini vurgularken "ben", "onlar", ve "biz"in simgelediği insansal durumda kendi bireyselliğine özgü dalgalanmaları yansıtan şiirler,2- toplumsal duyarlıkların işlendiği şiirler, 3-destanlardır. Bu dönem şiirlerinde bireyselliğe özgü dalgalanmalar, görüşme günü sevinci, hapishanede yaşanan günlük olaylar, sevdiklerinden ayrılmanın hüzünleri, hapishane avlusunda atılan voltalar ele geçen bir fotoğraf, bir gazete, bir kitabın uyandırdığı duygular vb. unsurlar işlenir.
    Nazım Hikmet, uzun süren hapis hayatından önce yazdığı birçok şiirinde manzum hikaye tekniğini kullanır aynı tekniği 19381950'li hapis yıllarının ürünü olan birçok şiirinde de uygular. "Kuvayi Milliye Destanı" şiiri bu türde güzel bir şiirdir.
    1950'den sora Moskova'ya giden Nazım Hikmet'in 1950-1963 yılları arasında yazdığı şiirlerinde memleket özlemi, barış, ölüm, aşk ve kentler en çok işlenen temalardır. Birçok şiirde de bu temalar iç içe kaynaşmış bir şekilde işlenir. Nazım Hikmet'in bu dönem şiirlerinde anlattığı, etkilerini şiirleştirdiği kentler; İstanbul, Moskova, Paris, Sofya, Roma, Prag ve Bakü'dür. Ölüm temalı şiirlerde ahiret inancını yitirmiştir ve ölüm sonrasına inanmaz.
    Nazım Hikmet Türk edebiyatında velud sayılabilecek kadar şiir yazmış bir sanatçıdır. Başlıca eserleri şunlardır:
    Şiir Kitapları: Jokond ile Sİ-YA-U (1929); 835 Satır (1929),Varan 3 (1930), 1+1 =1 (Nail V.Çakırhan ileI930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini

    Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranm Babu'ya Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simavna Kadısı Oğlu Bedrettin Destanı (1936). Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966), Saat 21-22 Şiirleri (1965), Dört Hapishane'den (1966), Rubailer (1966).
    Oyunları: Kafatası (1932), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1934), Ferhat İle Şirin (1965) En_yi (1965), İnek (1965), Sabahat (1966), Ocak Başında Yolcu (1966), Yusuf ile Menofis (1967), Demokles'in Kılıcı (1974).
    Roman: Kan Konuşmaz (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1967).
    Fıkra: İt Ürür Kervan Yürür(1936), Milli Gurur (1936), Mektuplar: Kemal Tahir' e Hapishaneden Mektuplar (1968), Oğlum Canım Evladım Memedim (1968), Va-nulara Mektuplar (1970), Nazım ile Piraye (1977).
    TOPLUMSAL GERÇEKÇİ ŞİİR ANLAYIŞINI DEVAM ETTİRENLER
    Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmemiş olmasına rağmen, savaş, toplum yaşayışını büyük ölçüde etkilemiştir. Gerek bu etki, gerekse toplumcu düşünüşün dergiler aracılığıyla yaygınlık kazanması Garip hareketi dışında yeni bir şiirin gelişmesine yol açtı. 1940 kuşağı ve sonrasındaki Türk şiirinin toplumsal gerçekçileri ya da toplumcu şairleri diyebileceğimiz bu sanatçıların başlıcaları şunlardır: Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Arif Damar, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu.
    Bu şairlerin ortak yanı sanata toplumsal bir işlev yüklemeleri ve gerçekçiliği benimsemeleridir. Hemen hepsi Garip hareketini toplumcu şiiri yozlaştırmak, küçük burjuva duyarlığını dile,getirmekle suçluyor, sanatçının haksızlıklar karşısında siyasal bir tavır alması gerektiğini savunuyorlardı.
    Biçim açısından bakıldığında toplumcu şairlerin serbest şiir anlayışına bağlı oldukları, tıpkı karşı çıktıkları Garipçiler gibi yalın, içten bir söyleyişe yöneldikleri görülür. Yalnız Garipçilerin başlangıçta geleneksel şiire, şiirin yerleşik. kurallarına karşı takındıkları sert tavrı almazlar. Amaçları, şiirlerinin özünü en iyi yansıtabilecekleri söyleyiş biçimini yakalamaktır.
    1940'lı yıllarda toplumsal gerçekçi ürünler veren Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, Enver Gökçe ve Ömer Faruk Toprak'ın şiir serüvenini
    Mehmet Fuat şöyle özetler:
    Ölçülü, uyaklı ilk şiirleri 1927'de yayımlanan Rıfat Ilgaz, daha sonra ölçü, uyak, benzetme, imge gibi şiir araçlarına 'uzak durması, hiçbir kurala uymamasıyla, Orhan Veli' den daha ilerilere gitti, şiirin sınırlarında dolaştı.' Ayrıca halkın beğenisini arayıp bulma çabasında da onu geçtiği söylenebilir. 1942' de Yarenlik, 1944 'te Sınıf, 1948' de Yaşadıkça adlı kitapları basıldıktan sonra, uzun sür_ şiir yayımlamadı. 1953'te yayımladığı Devam ile 1954'te yayımladığı Üsküdar'da Sabah Oldu adlı kitapları kendi yolunda direnmediğini, günün beğenilen şairleriyle yarıştığını gösteriyordu. Giderek düzyazıya, mizah öykülerine ağırlık verdi. Hababam Sınıfı ile yaygın bir ün kazandı.
    Romantik yanı ağır basan ilk şiirlerini Cahit Saffet imzasıyla Varlık dergisinde yayımlayan Cahit Irgat (1916-1971), 1945'te Bu Şehrin Çocukları, 1947'de Rüzgarların Konuşuyor yayımlandığında, özgün söyleyişiyle hemen göze batan, savaşın yıkımlarını, getirdiği acılan yansıtan güçlü bir sanatçı olarak belirdi. Ama umulan başarıyı gösteremedi. ' 1952' de yayımladığı Ortalık adlı kitabı, güzel şiirler getirse de bir aşama sayılacak nitelikte değildi. İlk şiirleri Ülkü dergisinde yayımlanan Enver Gökçe (1920-1981), değişik bir kültür ortamından gelmiş, 1940'ların ikinci yarısında, halk şiirinden, halk söyleyişlerinden yararlanan özgün bir şiirle dergilerde görünmüş, ilgi çekmiş sonra ortadan yok olmuştur Dost Dost ille Kavga adlı kitabı ancak 1973 'te yayımlandı.
    Ömer Faruk Toprak (1920-1979) da ölçülü uyaklı ilk şiirlerinden sonra şiir serüvenini 1940'larda serbest nazmın etkilerine bırakmış, emekçilerin konuşma özelliklerini yansıtan bir şiire varmayı amaçlamıştır. Garip akımına karşı tutumunu 1950'lere kadar sürdürdükten sonra eski şiirin kalıplaşmış biçimlerine daha hoşgörüyle bakmaya başladı. Çağdaş şiirimizin gelişmelerinden de etkilenerek son döneminde toplumsal içerikli, ölçülü, uyaklı şiirler vermeyi denedi."
    Ahmet Arif(1927-1991), inkılapçı Gençlik, Yeryüzü, Beraber Seçilmiş Hikayeler, Yeni Ufuklar dergilerinde yayımladığı (19441955) toplumcu içerikli, özgün bir yapıya sahip şiirleriyle tanındı. Daha sonra siyasal nedenlerle şiirden uzaklaşmak zorunda kaldı. Uzun süre, eski şiirleri Soyut dergisinde yeniden yayımlanıncaya kadar dergilerde görünmedi. Şiirlerini topladığı kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim (1968) yılın edebiyat olayı olarak karşılandı. Toplumcu şiir ortamını etkileyen sayısı az eski şiirlerine yenileri eklenmedi, ama Türk şiirinin gelişiminde kendine özgü bir yeri oldu.
    Ahmet Arifin şiirleri ilk yayımlandığında, alışılmışın dışında, coşkulu, gür bir sesin yankılandığı yeni bir duyarlığı getirdi. Bu şiirler halk türkülerinden, ağıtlardan beslenen, sanki yüksek sesle okunmak için yazılmış şiirlerdi. Bunların en güzel bir örneği de Oy Havar şiiridir. Farklı bir kültürden kaynaklanıyor, özgünlüğüyle toplumsal gerçekçi öteki şairlerin şiirlerinden ayrı bir kimlik kazanıyordu.
    Cemal Süreyya, Ahmet Arifin şiirinin bu özelliğini şöyle değerlendirir: "Ahmet Arif, Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor... imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma' şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler, ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır."

  9. #9
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Yanıt: Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar,Garip Akımı ve Toplu

    7.GARİP AKIMI






    Garip Akımı, kendinden önceki edebi hareketlere tepki olarak doğan, kendisinden önceki tepki karakterli akımlardan daha farklı bir vaziyet arz eden bir harekettir.
    Garip akımı asırlar içinde süzülüp gelen şiirimize karşıdır. Şiirimizin vezin, kafiye, şekil gibi karizmatik özelliklerine karşıdır. Bu yönüyle en aşırı tepki hareketidir. Daha sonra gelecek olan ikinci Yeni Hareketi de Garip akımına tepki olarak doğacaktır.
    Eski şiirimizde mazmunlar şiirimizin kültürünü verir. Divan şiiri hiçbir zaman anlam ve ahengi ikinci derecede ele almamıştır. Şiirin ses tabakası anlamın taşınması için bir araçtır. Divan edebiyatında önemli olan anlamdır. Yahya Kemal'de de bu hususiyet görülür. Ahmet Haşim ilk defa anlamı gölgeleyen bir şiir (Bir Günün Sonunda Arzu) yazar.
    "Kitabe-i Seng-i Mezar" 1938 yılında İnsan dergisinde yayımlanır. Sıradan bir şey olan "nasır" şiire sokulur Bizde sıradan insan ve unsurların şiire girmesi yenidir. Sıradan insanı nesrimize sokan Sait Faik, şiirimize sokan Orhan Veli'dir. Orhan Veli'nin bu şiiri yayımlanınca edebiyat aleminden kendisine tepkiler gelir. Şiirin kabul edilmeyen yönü sıradan unsurların şiire sokulmuş olmasıdır.
    Orhan Veli, Varlık Dergisi'nde Aralık 1939- Ocak 1940 sayılarında Garip Beyannamesini dört makale halinde yayımlar. 1941 'de çıkan ve üç kişinin (Orhan Veli-25 şiir, Melih Cevdet-16 şiir, Oktay Rıfat-21 şiir) şiirleriyle şekillenen Garip kitabında söz konusu makale yayımlanır. Kitabın logosu olan "Bu kitap sizi alışılmış şeylerden şüphe etmeye davet edecektir." Şeklindedir.
    Cumhuriyet döneminde derli toplu, programlı ve disiplinli ilk poetika Necip Fazıl'ın şiir kitaplarına koyduğu ve "Poetika" adını verdiği uzun yazısıdır. Bu poetikadan birkaç yıl evvel Orhan Veli 'nin Garip Önsöz'ü ortaya çıkmıştır ki, şiir hakkında bir çok meseleleri su üzerine çıkarmıştır. . .
    Orhan Veli'nin Garip adlı kitaba yazdığı ön söz bir reaksiyon poetikasıdır. Kendi şiir anlayışını açıklamanın yanı sıra, şiirlerine bilhassa Kitabe-i Seng-i Mezar'a yapılan itirazlara bir cevap gibidir.
    Garip bir bütün olarak değerlendirildiğinde 9 bölümden oluşmaktadır. Bundan sonra Prof. Dr. ORHAN OKAY Hoca'nın Garip Değerlendirmesiyle devam edelim:
    Birinci Bölüm: "Şiir, yani söz söyleme sanatı geçmiş asırlar içinde birçok değişikliklere uğramış ve sonunda bugünkü noktaya gelmiştir. Garip telakkisi, öğrendiklerini tabii kabul edişinden gelmektedir. Ona buradaki izafttiği göstermelidir ki öğrendiklerinden şüphe edebilsin."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103154
    Orhan OKA Y (O. O.) Görüldüğü gibi Garip mukaddimesi şiirle ilgili çeşitli bahisleri ihtiva eden 9 bölüm halindedir. Orhan Veli poetikasının I. Bahsinde bizi Dekart gibi birtakım peşin fikirlerden sıyrılmaya ve şiir hakkında bugüne kadar iddia ve tekrar edilen kaideler üzerinde yeniden düşünerek ve muhakeme ederek, tabii bir şiir anlayışına davet ediyor.
    Ama Orhan Veli her şairin yaptığı gibi söze şiirin tarifiyle başlıyor."Şiir söz söyleme sanatıdır" der. Söz anlamlı ifade demek olduğuna göre "şiir anlamlı söz söyleme sanatı" demektir. O. Veli'ye göre şiirin malzemesi sözdür. Ancak bunu]1 bir sanat haline getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca O. Veli kendi şiir anlayışının tabiileşme esasına dayandığını ilere sürmektedir.
    17.YY'da Avrupa'da Dekartçı anlayışla insanda şüpheci yaklaşımın tohumu atmaya başlanır. Batı düşünce hayatında Dekart bir dönemecin başlangıcıdır. O. Veli bir bakıma; Dekartçı bir yaklaşımla işe başlar, okuyuculardan okuduklarının üzerinde düşünmelerini ve şüphelenmelerini ister.
    İkinci Bölüm: "Anane, şiiri bir çerçeve içinde (nazm denen bir çerçeve) muhafaza etmiştir. Nazmın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için yani sadece ,hafızaya yardımcı olmak maksadıyla kullanmışlardır... Bugünkü insan öyle zan ve temenni ediyorum ki vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük, yahut da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulamayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeği görmüş olanlar vezinle kafiyeye "ahenk" denilen yeni bir şiir unsurunun ebeveyn i nazarıyla bakmışlar ve bu yeni nimete dört elle sarılmışlardır. Bir şiirde eğer takdir edilmesi lazım gelen bir ahenk mevcut ise onu temin eden vezin veya kafiye değildir. O ahenk vezinle kafiyenin haricinde ve vezinle kafiyenin rağmına mevcuttur..."
    O. O.: 2. Bahis şiirin nazım zannedilmesine karşıdır. Vezinle kafiyeden ibaret olan nazım şiir demek değildir. O. Veli kafiyeyi hatırlama unsuru olarak görür. Onun bu yönüyle haklı olduğunu söyleyemeyiz. O. Veli isim vermeden "ahenk" unsuruyla Yahya Kemal_ Ahmet Hamdi Tanpınar, Tevfik Fikret, Necip Fazıl gibi şairleri tenkit eder. O. Veli'ye göre ahenk "ezin ve kafiye olmadan da, mevcut olabilir. Mesela "Anlatamıyorum" şiiri bunun en güzel bir örneğidir. O. Veli'ye göre vezin ve kafiye basit düşmüştür. Ancak Orhan Veli vezin ve kafiyeye karşı olan görüşlerini iddia etmeden önce vezinli, kafiyeli şiir dünyasından beslenmiş ve yetişmiştir.
    Ancak Garip mukaddimesinde mutlak olarak vezin ve kafiyeye karşı çıkan O. Veli'nin daha sonraki tavırlarında 'Garip'ten sonraki şiir devresinde) yumuşama olduğu görülmektedir. O. Veli vezin ve kafiyeyi zaruret sayanlara karşı çıkar. .
    O. Veli'nin Garip mukaddimesinde böyle kesin yargılara varması; şiirde yapmak istediği ihtilalin başarılı olması için bir metottur. Her şeyden önce kendisine kadar gelmiş bütün şiir akım ve geleneklerini yıkmak; ortaya atılan her edebi ve fikri akımın gerçekleştirmek istediği bir amaçtır. O. Veli Garip'ten sonraki dönemde

    kafiyeye bol bol yer verecektir.
    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "Vezinle kafiye birer kayıttır. Bunlar şairin düşünce ve hassasiyetine hükmettikleri gibi lisanın şeklinde de değişiklikler meydana getirirler. Nazım dilindeki acayiplikleri vezin ve kafiye zaruretinden doğmuştur..."
    O. O.: 2. Bölümle 3. Bölüm birbirinin devamı hükmündedir. 3. Bölüm eski şiire hakim olan cümle yapısının şiirde değişmesi meselesine ayrılmıştır. Vezin ve kafiye şairin söylemek istediklerini sınırlar.- Bu sınırlama aruz için eskiden beri söylenen bir husustur. Ayrıca hece vemi için de bazı mahzurları vardır. O. Veli'ye göre vezin. ve kafiye dilin sentaksını değiştirmiş, hatta böylece şiirin kendine mahsus bir dili var zannedilmiştir. Şiirde vezin, kafiye ve sentaks hususiyeti, mutlak ve değişmez değildir. Bir şiirde bunlar bulunmadığı halde veya bunlar varken bunların. dışında bir şiir değeri varsa gerçek şiir odur. Onun da kendine mahsus vezni, kafiyesi ve sentaksı vardır. Ancak bunlar her şiirdeki ortak veya benzer şekiller değildir. Aksine, belki her şiirin kendine mahsus bir şekli vardır. Tanpınar'm dediği gibi, ne olursa olsun şiir bir form meselesidir. Bu form Yahya Kemal, Valery, Racinne ve Baki'de olduğu gibi kaidelerle veya Cahit Sıtkı ve Orhan Veli'de olduğu gibi tamamen şahsi tecrübelerle elde edilebilir.
    DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "Lafız ve mana sanatları çok kere zekanın tabiat üzerindeki değiştirici ve tahrip edici hassalarından istifade eder..."
    O. O.: Edebi sanatlara ayrılmış olan 4. Bölümde O. Veli edebi sanatların, insan zekasının, tabiatı olduğundan farklı gösterme gayretinden doğduğunu ifade eder. O. Veli edebi sanatlara bir noktaya kadar karşı çıkar.
    BEŞİNCİ BÖLÜM: "Edebiyat tarihinde pek çok değişiklikler olmuş. Yeni şekil her defasında küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik zevke ait olanıdır. Bu suretle meydana çıkan edebiyatlarda da her şeye rağmen değişmeyen, devam eden ve hepsinde müşterek olan bir taraf vardır. Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde bu değişmeyen taraf; -müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak- şeklinde tecelli ediyor.
    Yeni bir zevke ancak yeni yollarla ve yeni vasıtalarla varılır.
    Birtakım ideolojilerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni ve sanatkarane hamle yoktur. Geçmiş edebiyatların sıkıcı ve bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da...yaratıcı faaliyetimizi tahdit eden lisanı bile atabilsek... "
    O. O.: Şiirin başlı başına bir bölümü olan muhteva ile ilgili bölümdür. Beyannamenin ağırlık noktasını taşıyan bölümdür. Bugüne kadar gelen pek çok değişmelere rağmen değişmeyen ortak bir taraf olmuştur.: Şiirin hitap ettiği sosyal sınıf. O. Veli'ye göre şiir, büyük sanayi devriminden önce dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamıştır. Şimdi de burjuvazinin malıdır. 1940'lı yıllarda Marksist ve Toplumcu şiir hakimdir. Nazım Hikmet o dönemde bayrağı dalgalanan şairdir. Aslında şair tabiatlı ve hassas bir insan olan O. Veli Garip'in bu bahsinde adeta kendini zorlayarak şiir anlayışını Marksist bir mecraya sokar.
    Karl Marks'ın Batı toplumları için ileri sürdüğü kilise ve aristokrasi hakimiyeti daha sonra büyük sanayi devrimi ile burjuva cemiyetlerinin teşekkülü bizim toplumumuz için tatbik olmayan bir faraziyeden ibarettir,. Türk cemiyet yapısında feodal bir rejim hiçbir zaman olmadığı için bu sınıf hakkında yazılmış şiir de bahis konusu olamaz. Şiirimize dinin tesiri, bir hayat felsefesinin, bir dünya görüşünün günlük hayata, sanata aksedişi demektir ki, kölelik kavramıyla açıklanması mümkün değildir.
    Bu hatalı görüş ve sakat teşhisin üzerine bugünkü şiirin artık müreffeh sınıfların değil, çalışan insanların hakkı olduğunu ileri süren O. Veli, şiirde bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmadığını belirtirken tezada düşüyor. Onun, şiiri bir sınıfın tahakkümünden kurtarıp, başka bir sınıfın hükmü altına alması, onun için bir tezattır.
    O. Veli'nin Marksist görüşleri, birkaç şiir haricinde şiirine yansımaz. Bu şiirler Kuyruklu Şiir, Cevap, Ahmetler, Ben Orhan Veli gibi yarı mizahi, siyasi ve Marksist tavırlı şiirlerdir. Oysa O. Veli Garip'ten önce sosyal muhtevalı şiirler yazmamış ve şöhretini bunlarla yapmamıştır: Anlatamıyorum, Vazgeçemediğim, Yolculuk, İstanbul Türküsü, Değil, Yenisi, Kapalıçarşı, Karşı, Gün Olur, İstanbul'u Dinliyorum, Birdenbire gibi şiirlerinde daha çok ferdiyetçidir.
    ALTINCI BÖLÜM: "Tarihin beğenerek aldığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar. Sanatkar kitapların öğrettiğinden daha fazlasını arayan, sanata yeni kayıtlar sokmaya çalışan adamdır... Bir şeyin ya lüzumunu ya da lüzumsuzluğunu hissetmeli, fakat her halde hissetmelidir. Lüzumu hissedenler kurucu, lüzumsuzluğu hissedenler yıkıcılardır. Her ikisi de cemiyetlerin fikir hayatı için devam ettirici insanlardan daha faydalıdırlar. Bu çeşit insanlar belki her zaman muvaffak olamazlar... Bir insan kurduğunu mükemmelleştirmeyebil ir. Fakat kendisini takip edecek olana kıymetli bir temel tevdi eder..."
    O. O. : Bu bahiste her devirde çığır açan büyük sanatkarların, başlangıçta anlaşılamayacaklarını , fakat zamanla onların yeni bir mektebin kurucusu olarak değerlendirilecekleri ni anlatır. Burada O. Veli daima sanatın, yenileşme yolunda olması gerektiğini ileri sürmektedir.
    YEDİNCİ BÖLÜM: Ben sanatlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziği müzik olarak kabul etmelidir. Her sanatın kendine ait hususiyetleri ve ifade vasıtaları vardır... Şiirde müzik, müzikte resim ve resimde edebiyat sanatta hakiki kıymetleri bulmada ceht ve emek güçlüğünü yenemeyen insanların müracaat ettikleri bir hileden başka bir şey değildir... Şiir bütün hususiyetleri kendi edasında olan bir söz sanatıdır. Yani tamamen manadan ibarettir. Mana insanın beş duyusuna değil ruhiyatına hitap eder..."
    O. O.: Bu bölüm sanatların tedahülüne yani birbiri içine girmesi meselesine aittir. O. Veli bu konuda tedahülün tamamen karşısında olduğunu söyler. Bilhassa şiirde resme veya musikiye yer vermeyi, onlardan faydalanmayı asıl şiir değerini ortadan kaldıran bir hile olarak kabul eder. Bu, bölümde Sembolistlere ve Türk edebiyatında şiirde tedahülü gerçekleştiren şairlere (Recaizade Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Cenab Şahabettin, Ahmet Haşim gibi şairler) karşı çıkar. O. Veli aliterasyonlarla da sağlanan ahenge karşıdır.
    SEKİZİNCİ BÖLÜM: "Edebiyat tarihide her yeni cereyan şiire yeni bir hudut getirmiştir. Bu hududu azami derecede genişletmek daha doğrusu şiiri huduttan kurtarmak bize nasip oldu..."
    O. O. : Bu bahiste edebiyatta sınırlayıcı bir mektep fikrine karşı çıkar. O. Veli'ye göre her sistemi yıkan başka bir sistem olacaktır. Öyle ise en kestirme yol mektepsizlik yani kaidesizliktir. Bu görüş de yanlıştır Çünkü O. Veli eski şiirin kaidelerine karşı itiraz etmekle, onların yerine yeni birtakım kaideler getirmektedir. Vezin olmaması, edebi sanatların bulunmaması, kafiye olmaması, mananın ve edanın bulunması gibi kaideler...
    Bu bölümde O. Veli şuuraltı alemini keşfetmiş bir durumdadır. Çok komplike bir düşünce sistemi olan tecritten sıyrılarak şuur altında bulabildikleri şey, iptidailik, basitlik bunun tabii neticesi olarak da çocukluk oluyor. Şahsiyet olarak Garipçiler iki dünya savaşı arasındaki sıkıntıları yaşayan bir nesle mensupturlar. Bunlar basit, sathi ve idealsiz bir hayat özlerler... Bu düşüncede olan bir neslin şuuraltında bulabileceği şey çocukluk duyguları olur... Ayrıca yine bu bahiste O. Veli "sanatın senelerce çilesini çekmiş ve namütenahi merhalelerden geçmiş bir şairi bir gün acemi bir eda ile görürseniz..." diyerek gerçekte kendi şairlik macerasını anlatır. O. Veli gerçekten de kendisinden önce gelen bütün şiir anlayışlarına vakıf ve bu şiir anlayışlarına uygun güzel eserler verebilecek düzeyde kültüre sahip olan bir sanatçıdır. Hem Klasik şiir anlayışını hem de hececi şiir anlayışını bilen ve gerçekleştirebilecek bir sanatçıdır.
    DOKUZUNCU BÖLÜM:"Şiirde hücum edilmesi lazım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir..."
    O. O.: Bu bölümde şiirin mısra düzenine göre yazılmasında ısrar edenlere karşı çıkar. Şiirde anlamı mısralarla sınırlayan şiir bütünlüğüne değil de mısra bütünlüğüne önem verenleri eleştirir.
    Garip hareketinin en önemli yanı, şiiri adeta günlük tartışmalar arasına getirmesidir. Bir süre toplumda, şiir herkesin konuştuğu ortak bir konu olur. Ancak böyle sığ bir şiir anlayışının sürekli olması ve birkaç istisna ile ölümsüz eserler vermesi mümkün değildi.
    Edebiyat tenkitçilerinin değişik yorumlarına uğrayan Garip akımını Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu'nun desteklemesine karşı, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Behcet Necatigil bu hareketi şiirden uzaklaşmak olarak görür. Attila İlhan ise, baştan itibaren bu akıma karşı çıkmıştır.
    Çok kısa bir süre sonra, ikinci kitaplarını yayımlarken bu üç arkadaş, Garip hareketinden uzaklaşmışlardır. Ona en çok bağlı kalan Orhan Veli'nin sonraki eserleri, onun vaktiyle tenkit ettiği halk geleneğine dönüşünü gösterir: Vazgeçemediğim, Karşı. 1950 yılında Orhan Veli'nin ölümünden sonra, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet'te de önceden başlayan Garip'ten uzaklaşma artar. Bundan sonra Garip akımı taklitçilerinin elinde kalır ve yozlaşır. .
    Orhan Veli'nin şiirlerinde duyularla yaşanan hayat, bin bir ayrıntısıyla, bir bütün olarak okuyucuya aktarılır. Hayat güzel ve yaşanmaya değer olarak gösterilir.. Bu şiirlerle hayat arasında çok kuvvetli bir bağ kurulmuştur. Fark etmediğimiz veya hiç dile getirmediğimiz ufacık bir ayrıntı, birdenbire saadetimizin bütünü olur.
    O. Veli, sahteliklerin üstündeki örtüyü de şairanelikten sıyırarak atar. Kuvvetli ironisi (istihza) sosyal hayatın kalıp haline getirdiği birçok şeyi yıkar.
    Garip'in ikinci baskısında yalnız O. Veli'nin şiirleri yer alır. Kendisi de daha sonra halk şiiri geleneğine kapılacaktır. Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" şiirini izleyen "Yol Türküleri’ni yazacaktır.
    Garip akımı şiiri günlük hayatın gündemine getirmiş, her yerde geniş olarak tartışılmasını sağlamış ve görevini yaparak dağılmıştır. Akım halinde kalışı yalnız O. Veli'nin taklitleriyle sınırlı kalmıştır.
    Garip akımı, şiirin sadece kalıplara bağlı bir şekilden ve belirli bir kelime kadrosundan ibaret olmadığını, belirli kalıp düşüncelerin şekillerinin ve ifade tarzının dışında şiirin bulunabileceğini ve fantezi dünyasının mutlaka imajlara dayanmadan en saf şekilde dile getirilerek kurulabileceğini göstermiştir. Bu özelliği ile İKİNCİ YENİ HAREKETİ'ne yol açmıştır.
    Garip hareketinin ikinci şahsı olan Oktay Rıfat Horozcu (1914-1989) 1950'den sonra İkinci Yeni hareketinde yer alır. Şiire önce hece vezniyle başlar. Garip hareketinden sonra halk edebiyatı kaynaklarına döner ve sosyalizme kayar. Şiirlerinde kelimecilik diye vasıflandırılacak bir oyuna da düşer. Şuuraltı akımıyla gerçekçiliği birleştirme temayülü onu sürekli bir arayışa iter. çoğu zaman kelimeler arası kurduğu münasebette masala yaklaşır. Serbest şekilleri denedikten sonra klasik şekillere döner.
    Şiir kitaplarından bazıları; Perçemli Sokak, Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik, Karga ile Tilki, Elleri Var Özgürlüğün, Yeni Şiirler, Çobanıl Şiirler, Bir Cigara İçimi, Aşık Merdiveni, Aşağı Yukarı...
    Grubun üçüncü bir şahsiyeti olan Melih Cevdet (1915), Garip hareketinden sonra son derece zihni bir gelişme göstermiştir. Yunan mitolojisinden geniş alıntılarla, çağdaş ilimlerin formülleriyle şiirini duygudan alabildiğine uzaklaştırmıştır. Bu zihnilik son şiirlerinde onu vecize söylemeye veya nüktelerden ibaret çarpıcı kısa şiirler yazmaya itmiştir.

    KAYNAKÇA

    AKAY, Hasan, Servet-i Fünun Şiir Estetiği, İstanbul 1998.
    AKTAŞ, Şerif, Yenileşme Dönemi Türk Şair ve Yazarlar Sözlüğü (1860-1920), Ankara, 1996.
    AKYÜZ, Kenan, Modem Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İstanbul, 1994.
    AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara, 1986.
    BAKIRCIOĞLU, N. Ziya, Başlangıçtan Günümüze Türk Romanı, İstanbul, 1997.
    BANARLI, N. Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi Ans. C:2 Ankara, 1998.
    BİLGEGİL, Kaya, Yakınçağ Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, Erzurum, 1980.
    EMİROĞLU, Öztürk, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Hisar Topluluğu ve Edebi Faaliyetleri, Ankara, 2000.
    İNAL, İbnülernin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, C:5-6-7, İstanbul, 1969.
    KAPLAN, Mehmet, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Ankara, 1990.
    KAPLAN, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I-II, İstanbul, 1999.
    KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Türk Edebiyatçılar Sözlüğü, İstanbul, 1982.
    KÖPRÜLÜ, Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi, 1986.
    KURDAKUL, Şükran, Çağdaş Türk Edebiyatı, C: 1-2-3-4, İstanbul, 1997.
    KURDAKUL, Şükran, Şair ve Yazarlar Sözlüğü, İstanbul, 1985.
    KUTLU, Şemsettin, Türk Edebiyatı Antolojisi, Tanzimat Dönemi, İstanbul, 1981.
    KUTLU, Şemsettin, Türk Edebiyatı Antolojisi, Servet-i Fünun Dönemi, İstanbul, 1981.
    LEVENT, Agah Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, 1973.
    MORAN, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış l-2-3-, İstanbul, 1994.
    NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul, 1993.
    OKAY, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul, 1990.
    ÖZKIRIMLI, Atilla, Türk Edebiyatı Ans. C: 1-2-3-4, İstanbul, 1983.
    ÖZÖN, Mustafa Nihat, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1988.
    SOLOK, Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve. Roman, İstanbul, 1990.
    TANPINAR, Ahmet Hamdi, 19, Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1988.
    TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul, 1969.
    TUNCER, Hüseyin, Beş Hececiler, İzmir, 1994.
    TUNCER, Hüseyin, Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı, İzmir, 1994.
    TUNCER, Hüseyin, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı-Servet-i Fünun Edebiyatı, İzmir,1992.

Benzer Konular

  1. Yedi meşaleciler
    By Mustafa Uyar in forum Lise Edebiyat Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 26.Şubat.2015, 12:58
  2. Beş hececiler
    By Mustafa Uyar in forum Lise Edebiyat Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 26.Şubat.2015, 12:58
  3. Toplumcular
    By Beyza in forum Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.Temmuz.2008, 13:43
  4. Milli Edebiyat hareketi
    By Gezgin in forum Lise Edebiyat Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Eylül.2007, 16:08
  5. Milli Edebiyat Dönemi (1911-1923)
    By soleil in forum Lise Edebiyat Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Nisan.2007, 21:31

Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.