Milli Edebiyat Beş Hececiler Yedi Meşaleciler Bağımsızlar Garip Akımı ve Toplumcu Şairler



GİRİŞ
1908' de II. Abdülhamid idaresinin ortadan kaldırılmasından sonra Türk aydınlarını düşündüren en mühim mesele, şüphesiz, artık düşünce ve hareket serbestliğine kavuşmuş ve çeşitli etnik unsurlardan kurulu geniş bir topluluğun yaşayışına yeniden yön verebilecek siyasi ideolojinin ne olabileceği meselesi idi. İmparatorluğun siyasi birliğini sürdürebilmek düşüncesi ile 1860'tan sonra rağbet bulan "Osmanlıcılık" ideolojisi, aynı düşünce ile, II. Meşrutiyet'in ilk yıllarında da rağbet gördü. Ancak, Balkan Harbi (18 Ekim 1912-22 Temmuz 1913) Hıristiyan unsurların imparatorluğa karşı tutumlarını kesin bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Arnavutluk isyanı ve Araplarla Kürtler arasında gerek yabancı ve gerekse milliyetçi etnik güçlerce başlatılan bazı ayaklanma hareketleri, imparatorluğun siyasi bütünlüğünün sürdürülmesi bakımından, Müslüman unsurların da tam bir anlaşma içinde bulunmadığını göstermekte idi. Osmanlıcılık ideolojisinin böylece iflası, gerçekler karşısında, bu ideolojinin tamamıyla safçasına ve hatta imparatorluğun geleceği için tehlikeli olduğu inancında bulunan bazı aydınları haklı çıkardı. Bunun üzerine, 1908' den sonra, ilk belirtileri daha önce görülen "İslamcılık" ve "Türkçülük" ideolojileri çevresinde toplaşmalar başladı. Müslüman milletleri kalkındırmak ve birleştirmek suretiyle Hıristiyan aleminin karşısında bir denge gücü kurmak esasına dayanan, Tanzimat devrinin bazı aydınları arasında rağbet görüp II. Abdülhamid tarafından da desteklenen İslamcılık ideolojisi, 1908' den sonra daha gelişerek, edebiyat alanında Mehmed Akif ile en kuvvetli temsilcisini yetiştirdi. Bu devirde bu ideolojiyi savunanlar arasında Said Halim Paşa (1863-1921), M. Şemseddin (Günaltay) (1883-1961), Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1865-1919), Hacı Zihni Efendi (ölm. 1913) ve Eşref Edib zikr edilebilir. Ancak, İslamcılık ideolojisinin Balkan Harbi'nden sonraki gelişmesinde, "Balkanlar'daki Hıristiyan unsurlardan sonra, Müslüman unsurların da imparatorluktan kopmasını önlemek" kaygısının da yer aldığını kaydetmek gerekir. Fakat, bütün çabalamalara rağmen, bu ideoloji etrafında büyük bir toplaşma görülmez.

Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri önce siyaset alanında görülüp edebiyata oradan geçtikleri halde, Milliyetçilik ideolojisi, tersine olarak, önce edebiyat ve fikir adamları tarafından ortaya atılmış ve siyaset alanına oradan geçmiştir. Türkiye'de, Tanzimat devrine kadar Türk olarak yalnız Osmanlı Türklerinin anlaşılmasına karşılık, Tanzimat devrinde Türk kelimesi -anlamı birdenbire genişleyerek - dünyada çeşitli adlar altında devlet kurmuş, yaşamış ve yaşayan bütün Türkler için kullanılmağa başlamıştır. Harzem hanlarından Ebulgazi Bahadır Han (1603-1663) ın aynı isimdeki Çağatayca eserinden yaptığı Şecere-i Türki tercümesi (1864) ile ilk defa Ahmed Vefık Paşa (1823-1891) nın getirdiği bu görüşü, - batılı türkologların Genel Türk Tarihi hakkındaki çalışmalarından da faydalanılarak- Süleyman Paşa (1838-1892) nın Tarih-i Alem (1876) inde ve Ahmed Midhat'ın Ahmed Metin ve Şirzad (1891) adlı romanında verilen bilgi takip eder. Tarihi noktadan hareket eden bu "Bütün Türklük" düşüncesinden ayrı olarak, dil yolundan gidilmek suretiyle yapılan çalışmalar da aynı düşüncenin yayılmasında tesirli olmuştur. Bu hususta ilk adım olarak, yine Ahmed Vefık Paşa'nın Lehce-i Osmani (1876) adlı sözlüğünü ve onun önsözünü kaydetmek yerinde olur.
İmparatorluğun siyasi bütünlüğünü sürdürebilmek için İslamcılık politikasını benimseyen II. Abdülhamid idaresinin milliyetçilik hareketleri karşısındaki aykırı tutumuna rağmen, 1896'dan sonra, "Türklüğün bütünlüğü" fikrini telkin eden çalışmaların devam ettiği görülür. Devrin tanınmış gazetecilerinden Ahmed Cevdet (1862-1936) in çıkardığı ve "Osmanlı" adı eksik bulunarak başlığının altına "Türk gazetesidir" diye yazılan İkdam (1894) gazetesinde bu düşünceyi tutan yazıların çıkması ve "Osmanlıca- Türkçe" münakaşalarına yer verilmesi, hükümetçe dil münakaşalarını o yasak edilmesine yol' açtı. Bununla beraber, Necib Asım (1861-1926) ın Leon Cahun (Leon Kahön) ün Asya Tarihine Giriş adlı eserini genişletmek suretiyle meydana getirdiği Türk Tarihi (1900), önsözünde Türkçecin tarihi ve aktüel durumunu ilmi bir şekilde ilk defa açıklamaya çalışan Şemseddin Sami'nin Kaamus-ı Türki (1901) ve Bursalı Tahir (1861-1926) in Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri

(1911) adlı eserleri aynı fikre hizmete devam etmişlerdir. II. Abdülhamid'e muhalif olup yurttan kaçarak Paris ve Kahire'ye yerleşen bazı Türk aydınlarının yaptıkları yayınlar arasında da bu fikri telkine çalışanlar vardı. Akçuraoğlu Yusuf (1879-1935) un, önce Kahire'deki Türk gazetesinde makale olarak çıkıp aynı şehirde kitap halinde de basılan Üç Tarz-ı Siyaset (Osmanlıcılık-İslamcılık- Türkçülük, 1907) adlı eseri bunlar arasındadır.
1908' den sonra milliyetçilik hareketi, "Türkçülük" adı altında, önce tamamıyla kültürel ve Balkan Harbi'nden sonra aynı zamanda siyasi bir ceryan halini alarak, dernekler ve yayın organları kurmak suretiyle teşkilatlanmağa başlar. Bu teşkilatlanma ile ilgili ilk dernek, 1908 tarihinde kurulup 1911'de kendi adı ile bir de dergi yayımlayan Türk Derneği'dir. Türk Derneği'nin yerini, 1911'de, Mehmed Emin'in başkanlık ettiği Türk Yurdu derneği aldı. O da, çıkarmağa başladığı Türk Yurdu adlı dergi ile birlikte, bir yıl sonra, yerini Türk Ocağı'na bırakmıştır. Milliyetçi dernekler içinde, en sürekli olanı budur. Daha çok milliyetçiliğin kültürel yönünü temsil ve yalnız aydınlara hitap eden bu organlardan başka, halkın seviyesine inmeyi gaye edinen Halka Doğru (1913) dergisi çıkarılmıştır. Milliyetçilik hareketinin hızla gelişip teşkilatlanmak imkanını buluşunda, iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi'nin bu hareketi desteklemesi de büyük rol oynamıştır.
1911'de Genç Kalemler dergisinde yayımladığı Turan manzumesi ile "Türklüğün bütünlüğü" fikrini benimsediğini göstermiş olan Ziya Gökalp (1876-1924), i. Dünya Savaşı boyunca, bu hareketin lideri durumundadır. İttihad ve Terakki Partisi'nin genel merkez üyesi bulunmasından faydalanarak ön plandaki hükümet adamları ile de çok yakın temaslar kurmuş; milliyetçilik hareketinin hükümetçe desteklenmesinde olduğu gibi, İstanbul Üniversitesi'nde verdiği sosyoloji dersleri, sürekli ve bol yazıları ile geniş bir aydın kütlesinin milliyetçilik prensiplerini benimsemesinde ve dolayısıyla milli bir edebiyatın yaratılmasında da başlıca amil olmuştur. Kuvvetli bir felsefi kültüre sahip bulunan Ziya Gökalp, samimi bir idealist

olduğu kadar, Türkiye'nin hali ve geleceği hakkında gerek kendisi ve gerekse başkaları tarafından ileriye sürülen düşüncelerin uygulanma imkanlarını çok iyi ölçebilmekte de büyük bir başarı göstermiş ve teorilerin katı kalıplarına sıkı sıkıya bağlanmadan, onları gerçekleşme imkanlarına göre değerlendirebilmiştir . Siyasi ideolojilerin gerçekleşme güçlerini yine siyasi gelişmelere bağlı gördüğü için, Türkçülüğün hedeflerini olayların gidişine göre ayarlamakta ve bizzat kendi düşünceleri üzerinde de zaman zaman revizyonlar yapmakta tereddüt göstermemiştir. Bu sebeptedir ki, 1911 yılında ateşli bir Turancı olduğu halde, yeryüzünde tek hür Türk Devleti olan Türkiye'nin de varlığını tehli***e düşürecek siyasi gelişmeler karşısında, uzak idealleri bir kenara iterek gerçeklere yatkın bir yoldan yürümeyi ve her şeyden evvel, Türkiye'nin varlığının devamını ve medeni kalkınmasını hedef tutan, aşırı olmayan bir milliyetçilik anlayışına dayanmayı uygun görmüştür. Türk Ocağı'nın organı olan Türk Yurdu'nun yayınları ile Ziya Gökalp'İn denetimi altında çıkan Yeni Mecmua (1917) nın yayınları arasındaki ayrılık da bunu açıkça göstermektedir. İdeolojileri olaylarla birlikte değerlendirme prensibi onu, 1908-1923 tarihleri arasında çok hızlı bir gelişme gösteren Türk manevi hayatının hemen her yönünde büyük tesirler yapan ve Cumhuriyet'ten sonraki hamlelere de yön veren milliyetçilik hareketinin esaslarını sistemli bir şekilde açıklamağa götürmüştür. Bu açıklamaları yaptığı Türkçülüğün Esasları (1923) adlı eserinde, Turancılığın Türk milletinin "uzak ideali" olduğunu söyleyerek, uzak idealler için "gerçekleşmenin aranmadığını" belirtmiş ve "ırkçılık teorisini"de şiddetle reddetmiştir. Yine aynı gerçekçi görüş sonucunda, milliyetçilikle bağdaşamaması tabii bulunmakla beraber, Türklerin de Müslüman olmaları sebebi ile, i. Dünya Savaşı boyunca' aktüalitesini sürdüren İslamcılık ceryanına da zaman zaman yakınlaşmaktan ve onunla uzlaşma imkanları aramaktan da geri kalmamıştır (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 1918).
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103144
Burada, Tanzimat'tan beri sadece medenileşme hususunda bir esas olarak kabul edilmiş olan batılılaşma hareketinin 1908' den sonra da kuvvetle devam ettiğini

ve politika alanında yer alan bütün ideolojilerce de ortaklaşa benimsendiğini; ancak, Osmanlıcılık ideolojisini güdenlerce hiçbir sınırlamaya uğratılmamasına karşılık, diğer iki ideolojiyi tutanlarca bazı sınırlamalara gidilerek, batılılaşmanın daha çok bilim ve teknik alanlarında bırakılmak istendiğini kaydetmek gerekir. Hiçbir siyasi maksat gütmeden, medeni ve sosyal alanlarda batılılaşmanın bu devirdeki en hararetli taraftarları, Tevfik Fikret ile Abdullah Cevdet (1869-1932) ve Kılıç-zade Hakkı (doğ. 1872) dır. Bu akımın bu dönemdeki en mühim yayın organı ise, Abdullah Cevdet'in 1904'de çıkarmağa başladığı İctihiid dergisidir.
Diğer iki ideoloji gibi, milliyetçilik hareketinin de, er-geç, edebiyatta tesirini göstereceği tabii idi. Gerçekten, 1911 yılı Nisan'ında Selanik'te çıkmağa başlayan Genç Kalemler dergisi ile, milliyetçilik ceryanı edebiyatta da başlamış oldu. Ömer Seyfettin, Akil Koyuncu, Rasim Haşmet ve daha önce Fecr-i Ati Encümeni' nde bulunan Ali Canib gibi gençlerin çıkardıkları bu dergi, "Milli Edebiyat" deyimini ilk defa ortaya atarak, böyle bir edebiyat yaratma görevini de üzerine alır. Milli bir edebiyat yaratmak için, edebi dilin millileştirilmesinden başlayarak, "Yeni Lisan" davasını ortaya atar. Daha önce Manastır'da Hüsün ve Şiir (1 Haziran-21 Eylül 1909, 8 sayı) adı ile çıkan bir derginin devamı ve 2. cildi olarak çıkmağa başlayan Genç Kalemler, ilk sayısından (c. II, sayı: 9-(1), 11 Nisan 1911) son sayısına (c. III, sayı: 27-(18), Eylül 1912) kadar başmakalelerini temel hedefi "yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak" ve böylece "yazı dili ve konuşma dili ikiliğini ortadan kaldırmak" olan "Yeni Lisan" meselesine ayırdığı gibi, zaman zaman, diğer sütunlarını da bu konu etrafındaki münakaşalara ayırmış, meseleyi tam bir ciddiyet ve ısrarla yürütmeğe çalışmıştır.
Edebiyat dilinin o zamana kadar tamamıyla Arapça ve acemcenin hakimiyeti altında "yapma bir dil" olduğu inancında olan gençler, Edebiyyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati üyelerini "dillerinin yabancılığından dolayı" şiddetle tenkid etmişler ve - daha geniş halk kütlelerine hitab etmek imkanını sağlayacağı ve böylece medeni
kalkınmaya da yardım edeceği için - sadece edebi değil, aynı zamanda sosyal bir dava saydıkları "Yeni Lisan" davasının gerçekleştirilmesini şu işlemlere bağlamışlardır: 1) Arapça ve Farsça gramer kaidelerinin kullanılmaması ve bu kaidelerle yapılan tamlamaların - bazı istisnalarla - kaldırılması, 2) Arapça kelimelerin, gramerce, asıllarına göre değil, Türkçüdeki kullanışlarına göre değerlendirilmesi, 3) Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe de söylendikleri gibi yazılmaları, 4) Bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına lüzum olmadığından, ilmi terim olarak Arapça kelimelerin kullanılmasına devam edilmesi, 5) Diğer Türk lehçelerinden kelime alınmaması, 6) Konuşmada İstanbul şivesinin esas tutulması.
Yeni Lisan hakkındaki düşüncelerini böylece belirten gençler, Tanzimat devrine kadar İran'ın ve ondan sonra Fransa'nın taklitçisi saydıkları Türk edebiyatının, artık "taklit safhasından çıkarak yaratma safhasına geçmesini" ve bunun için de "Türk halkının hayatına yönelmesini" istiyorlardı. Ancak, bu yöneliş isteği roman, hikaye ve tiyatro ile ilgilidir. Bu türler, konularını ve kişilerini yerli hayattan almalıdırlar. Fakat, tamamıyla "vicdani bir ***fiyet" olan şiir için böyle bir kayıda lüzum yoktur. Şiire tanıdıkları bu imtiyaz, onları, sanat anlayışında ikiliğe düşürmüş ve Edebiyyat-ı Cedide ile Fecr-i Ati'nin ferdiyetçi sanat anlayışından tamamıyla ayıramamıştır.
Buna rağmen, Genç Kalemler'in edebiyat ve edebi dil anlayışları Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati m_nsublarınca büyük bir tepki ile karşılandı. Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Halid Ziya, Cenab Şehabeddin, Süleyınan Nazif, Yakub Kadri ve Köprülü-zade Mehmed Fuad tarafından yapılan itirazlar, daha çok, "Yeni Lisan'ın bir edebiyat dili olamayıp ancak bilim dili olabileceği", sanat eserlerinin milletlerarası olması sebebi ile "edebiyatın da milli olamayacağı" ve Genç Kalemler'ce açıklanan Milli Edebiyat anlayışının "ırki bir karakter taşıdığı" noktalarında toplanıyordu. Bir yıldan fazla süren bu karşılıklı çekişmeler sırasında, Fecr-i Ati' den Hamdullah Subhi ile Celal Sahir de Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirdiler. Genç Kalemler;

bir yandan da, -düşüncelerini bizzat uygulamak maksadı ile- Yeni lisan'la yazdıkları yazıları yayımlıyor, aynı sayfada, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinden birinin bir şiiri ile Yeni Lisan'la yazılmış bir şiiri yan yana koyarak okuyuculara karşılaştırma imkanı da sağlamağa çalışıyorlardı. Bu yazılar arasında onların Milli, Edebiyat anlayışına en uygun örnekler, Ömer Seyfettin'in hikayeleri (Bahar ve Kelebekler, Bomba, Primo, And) ile Ziya Gökalp'in Demirtaş ve Gökalp imzaları ile yayımladığı bazı şiirleridir.
Balkan Harbi yüzünden dergi 1912 Eylül'ünde kapandıktan sonra, yazarlarının büyük bir kısmı İstanbul'a göçerek yazılarını Türk Yurdu'nda ve diğer bazı dergilerde yayımlamağa devam ettiler. Milli Edebiyat Hareketi, yeni yazarların ve hatta kendisine önce muhalif olanların (Yakub Kadri, Köprülü-zade Mehmed Fuad, Refik Halid) ve yeni yetişen gençlerin de katılması ile kadrosunu ve tesirlerini hızla genişletti. Süleyınan Nazif, Cenab Şehabeddin ve Ali Kemal'in şiddetle devam eden muhalefetlerine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından önce, konuşma dili edebi dilin yerini tamamıyla almış, bu gayeye ulaşmak için Tanzimat'tan beri süren çabalar sonuçlanmış gibidir.

1.MİLLI EDEBİYA T HAREKETİ

Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri gibi milliyetçilik hareketinin de er geç edebiyatta etkisini göstereceği tabiiydi. Gerçekten 1911 yılı Nisanı'nda Selanik'te çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisi ile milliyetçilik hareketi edebiyatta da başlamış olur. Ömer Seyfettin, Akil Koyuncu, Rasim Haşmet ve daha önce Fecr-i Ati Encümeninde bulunan Ali Canip gibi, gençlerin çıkardıkları bir dergi Milli Edebiyat deyimini ilk defa ortaya atarak böyle bir edebiyat yaratma görevini üzerine alır. Milli Edebiyat Hareketinin tutunmaya çalıştığı yıllarda Türk edebiyatında oldukça karışık bir durum göze çarpar. Bir yandan Milli Edebiyat Şairleri kendilerini kamu oyuna kabul ettirmeye çalışırken, diğer yandan Fecr-i Ati Şairleri şöhretlerini sürdürmeye ve Servet-i Fünun sanat anlayışının mensupları edebi itibarlarını henüz ayakta tutmakta idiler. Bu arada Mehmet Akif gibi bir ustanın temsil ettiği ayrı anlayış ve dokudaki şiir tarzı da ilgi ve dikkatleri çekmektedir. Bu karışıklığı, Fecr-i Atinin dağılmasından sonra bu topluluğa mensup şairlerle daha genç nesilden bazı şairlerin Milli Edebiyat anlayışı dışında kendilerini tatmin edecek başka yollar aramaları ve denemeler yapmaya girişmeleri daha da arttırır.
Milli edebiyat sanatçıları milli bir edebiyat oluşturmak için edebi dilin millileştirilmesinden başlayarak "Yeni Lisan" davasını ortaya atarlar. Daha önce Manastır' da "Hüsün ve Şiir" adı ile çıkan bir derginin devamı olarak çıkmaya başlayan, sekizinci sayıdan sonra Genç Kalemler ismini alan ve 11 Nisan 1911' de biraz daha genişletilmiş ve yeniden 1, 2, 3, diye numaralandırılarak intişara başlayan dergi ilk sayısından son sayısına kadar baş makalelerini; temel hedefi yazı dili ile konuşma dili ikiliğini ortadan kaldırmak olan "Yeni Lisan" davasına ayırır. Bu konu etrafında yapılan tartışmalara yer verir.
Edebiyat dilinin o zamana kadar tamamen Arapça ve Acemce'nin hakimiyeti altında yapmaca bir dil olduğu inancında olan gençler, Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati üyelerini, "dillerinin yabancılığından dolayı" şiddetle tenkit ederler ve daha geniş

halk kitlelerine hitap etmek imkanını sağlayacağı ve böylece medeni kalkınmaya da yardım edeceği için sadece edebi değil, aynı zamanda sosyal bir dava saydıkları "Yeni Lisan" davasını gerçekleştirmek için yayınladıkları "YENİ LİSAN" (11 Nisan 1911) adlı makalede görüşlerini kısaca şu başlıklar altında anlatırlar:
Eski Lisan, asla konuşulmayan, Latince, İbranice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey. Din ve edebiyat bize Farisi öğretmiş, dilimize pek çok Arabi ve Farisi kelime girmiş, edebiyat ve sanat bilhassa tezyin fikri dilimize Arabi ve Farisi kaideler getirmiş, Türkçe muvazenesini kaybetmiştir.
Edebiyatımız ya şarka doğru İran'a veya garba doğru Fransa'ya yönelmiş. Bugün Fransa'ya doğru gidenlerin yaptıkları hareketlerle eskiden İran'ı taklit edenlerin hareketleri arasında bir fark kalmamıştır.
.Milli Edebiyatımız yokmuş, hala da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden iptidai şarkılardan ibarettir.
Garba doğru giden gençler arasında Fransızca şiirler, piyesler yazıp bunlarla iftihar edenler vardır. Türk Dili ve Edebiyatında 35 sene evvel başlayan sadeliği öldürenler Servet-i Fünunculardır. Yazı dili ile konuşma dilini birbirinden oldukça uzaklaştırdılar.
Bugünküler yani Fecr-i Aticilerin yegane meziyeti "dünküler "adını verdikleri eski Servet-i Fünun kümesinin mahiyetini tamamiyle değilse bile anlamış olmalarıdır. Fakat vatanın bütün ümidi onlardır, onlar zekidirler, gençtirler... çalışacaklar... tekamül edecekler bizi asırlardan beri milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve suni lisanı terk edeceklerdir. Onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan milli bir edebiyat doğacaktır.
Hastalıklar, eskiler İran'a yönelmişler, yeniler yani dünküler kendileri için

yeni bir lisan ibda etmek lüzumunu görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni tabii bir lisan, kendi lisanları lazımdır. Milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları; içindeki lüzumsuz ve ecnebi (yabancı) kaidelerdir. Bu kaideler yaşadıkça dil milli olamaz, kimse anlamaz.
Tasfiye, konuştuğumuz lisan İstanbul Türkçe'si, en tabii bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla kullanılmayacak. Yazı lisanı ile konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya ve kat etmiş olacağız.
Nasıl ... Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabi ve Farisi kaidelerle niçin yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın. Fikre ve hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz muhteşem, kavi; edebiyatımız da mermerden abideler olsun.
Milliyete Doğru, bize vasi bir lisan lazım lakin muntazam ve mazbut olmak şartıyla.
Tasfiye Sarfı, Arabi ve Farisi terkipler atılacak. İlmi, fenni ve edebi ıstılahlara şimdilik dokunulmayacak. Klişeleşmiş terkipler müstesna. Mesela; fevkalade, darb-ı mesel, sevk-i tabii gibi.
Türkçe cem edatından başka kati yy en ecnebi edatlar kullanılmayacak. Klişe haline gelmiş olanlar hariç kainat, inşaat, maliyet ahlak gibi. Diğer Arabi ve Farisi edatları da atacağız Ancak tekellüme geçmiş tamamen Türkçeleşmiş olan "amma, şayet, keşki. lakin, henüz, heman" gibiler müstesna.
İmla Arabi ve Farisi kelimelerin imlaları şiddetle ve dini bir taassupla muhafaza olunacak, Türkçelere gelince imla meselesini zaman halledecektir.

Gayemiz Milli bir lisan, milli bir edebiyat vücuda getirmektir. Genç Kalemler Dergisi etrafında toplanan gençler "Yeni Lisan" davasının gerçekleştirilmesini kısaca maddeler halinde şu işlemlere "bağlamışlardır.
Yeni Lisan hakkındaki düşüncelerini böylece belirten gençler, Tanzimat devrine kadar İran'ın ve ondan sonra Fransa'nın taklitçisi saydıkları Türk edebiyatının artık taklit safhasından kurtularak, yaratma devresine girmesini ve bunun için de Türk halkının hayatına yönelmesini isterler. Ancak bu yöneliş isteği roman, hikaye ve tiyatro ile ilgilidir. Bu türler, konularını ve kişilerini yerli hayattan almalıdır. Fakat tamamıyla vicdani bir ***fiyet olan şiir için böyle bir kayda lüzum yoktur. Şiire tanıdıkları bu imtiyaz, onları, sanat anlayışında ikiliğe düşürür ve Edebiyat-ı Cedide ile Fecr-i Ati 'nin ferdiyetçi sanatçı anlayışından tamamen ayıramaz.”
Buna rağmen, Genç Kalemler'in edebiyat ve dil anlayışları Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati mensuplarınca büyük bir tepki ile karşılanır. Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Halit ziya, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Yakup Kadri ve Köprülüzade Mehmet Fuat tarafından yapılan itirazlar daha çok, "Yeni Lisan'ın" bir edebiyat dili olmayıp ancak bilim dili olabileceği, "sanat eserlerinin milletlerarası olması sebebiyle" edebiyatın da milli olamayacağı ve Genç Kalemlerce açıklanan Milli Edebiyat anlayışının ırki bir karakter taşıdığı noktalarında toplanır. Bir yıldan fazla süren bu karşılıklı çekişmeler sırasında, Fecr-i Ati'den Hamdullah Suphi ile Celal Sahir Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirirler. Genç Kalemler, bir yandan da Yeni Lisanla yazdıkları yazıları yayınlayıp, aynı sayfada, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinden birinin bir şiiri ile Yeni lisanla yazılmış bir şiiri yan yana koyarak okuyuculara karşılaştırma imkanı sağlamaya çalışırlar. Bu yazılar arasında en uygun örnekler Ömer Seyfettin'in hikayeleriyle Ziya Gökalp'ın bazı şiirleridir.
Balkan Harbi yüzünden dergi 1912 Eylülü'nde kapandıktan sonra yazarlarının büyük bir kısmı İstanbul' a geçerek yazılarını Türk Yurdu'nda ve diğer bazı

dergilerde yayınlamaya devam ederler.