TOPLUMCULAR
Toplumsal gerçekçilik 20 yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumsal gerçekçilik 1930'lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi 'nde saptanmıştır.
Toplumsal gerçekçilik sanatın ne olduğu sorusundan çok, ne olması gerektiği somsuna cevap verir. Toplumsal gerçekçiliğe göre sanat da bilim gibi bize bilgi sağlar, dış dünyayı yansıtır. Bilimin soyutlama ile yansıttığı bilgiyi, özü, sanat somutlaştırma yolu ile yansıtır. Sanat eseri gerçeklikteki bütün ayrıntıları almaz, ama somut olarak yansıtacağı gerçekliğin belirleyicilerini yani esas özelliklerini alır. Bunlar gerçek dünyada dağınık durumdayken sanat eserinde arınmış ve yoğunlaştırılmıştır.65
Toplumsal gerçekçiliğe göre toplum yüz yıllardan beri değişik aşamalardan geçmiştir. Toplum tarihi determinizm içinde kölelikten, feodalizme, feodalizmden kapitalizme kapitalizmden de sosyalizme doğru kaymıştır. Bu nedenle toplumsal gerçekçilik şu an var olan gerçekliği değil, bunun nereye gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser de yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir.66
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışı, Türk Marksist kuramcıların yayın organı olarak kabul edilen "Aydınlık" dergisinde yayımlanan felsefi, sosyal, ekonomik ve tarihi yazılarla sanat ve fikir dünyasında varlığını göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışının Türkiye'deki en güçlü sesi olan Nazım Hikmet'le beraber, Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celal, Nizamettin Ali gibi isimler de bu dergide Türkiye'nin toplumsal yapısını, edebiyat ve sanat sorunlarını sosyalist bir anlayışla ele alırlar.67
Dr. Şefik Hüsnü sanatı "yaratılışta güzel olan herkesin beğendiği" bir olgu olarak kabul eder. Milli edebiyat akımının etkisiyle birçok sanatçının, şairin halk şairi olmak istediğini dile getirdiği bir dönemde Nazım Hikmet "Yeni Sanat", "Ayağa Kalkın Efendiler", "Aydınlıkçılar" gibi şiirlerinde işçilerin ve emekçilerin şairi olmak istediğini anlatır.
Nazım Hikmet sanatın işlevinin halk yönünde mi sanat yönünde mi olması gerektiği konusunda, "Her Ay" dergisinde" Ben kendi sosyal sınıfı muhitimle tezat halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değil diyorum. Bence sanat sanat için demek sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Bilakis sanatı cemiyet içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatkarı insan ruhunun mühendisi olarak görmek demektir."biçiminde bir görüş belirtir.
Ali Rıza takma adıyla yazan Reşat Fuat BARANER de halkçı bir edebiyatın tamamen basit ve sanattan yoksun bir şekilde işlenmesinin doğru olmadığını, halkçı bir edebiyatın yüksek ve sanatkarane tekniği ile de halkta bir sanat zevki meydana getirmesi gerektiğini iddia eder.
NAZIM HİKMET (1902- 1963)
1902 yılında Selanik'te doğdu. Babası Matbuat müdürlerinden Hikmet Nazım Bey, annesi Celile Hanım'dır. İlk öğrenimini Göztepe Taşmektep'te tamamladı. Galatasaray Sultanisi ve Nişantaşı Nümune Mektebi'ni de tamamladıktan sonra Bahriye Mektebi'ne girdi. 1918 yılında mezun oldu. Donanmaya katıldı. Ancak rahatsızlığı nedeniyle askerlikten ayrıldı. 1921 yılında Milli Mücadeleye destek olmak için Vala Nurettin Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz'le Anadolu'.ya geçti. Bolu'da 'bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Batum yoluyla Moskova'ya gitti. Burada Moskova Doğu Üniversitesinde ekonomi ve toplum bilim okudu. 1924 yılında Türkiye'ye döndü. Aydınlık dergisinde çıkan şiirlerinden dolayı gıyabi tutuklama kararı çıktığını öğrenince tekrar Rusya'ya gitti. Af yasası çıkınca Türkiye 'ye tekrar döndü ve bir süre Hopa cezaevinde kaldı. 1928 yılında hapisten çıkınca İstanbul'a yerleşti. Geçimini kalemiyle sağlaya çalıştı. İlk şiirlerini ve oyunlarını yayımlamaya başladı. Bir ara tekrar cezaevine girdi. 1933 yılında ilan edilen genel aftan yararlanarak hapisten çıktı. 1933 -1938 yılları arasında Orhan Selim takma adıyla Akşam, Son Posta ve Tan gazetelerinde yazılar yazdı. Geçimini yazılarıyla sağladı. 29 Mart 1938 tarihinde yine yazdığı yazılarından dolayı Harp Okulu ve Donanma Komutanlıkları Askeri Mahkemelerinin aldığı kararlarla 28 yıla mahkum edildi. 1950 yılına kadar İstanbul, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. İlan edilen af yasasından yararlanması için aydınların başlattığı kampanya sonuç verince tahliye edildi. Kısa bir süre sonra askere alınması için sağlam raporu verilince 1951' de Romanya kanalıyla Moskova'ya gitti. Aynı yıl vatandaşlıktan çıkarıldı. Polonya vatandaşlığına geçerek ölünceye kadar Moskova'da kaldı. Moskova'da öldü ve orada defnedildi.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=106996
Nazım Hikmet ilk şiirlerini hece ölçüsüyle yazar ve bu şiirler Yeni Mecmua, Alemdar, Ümit, I. Kitap, II. Kitap ve Yeni Gün gibi dergi ve gazetelerde yayımlanır. 1921 yılında Moskova'ya gidince burada devrimci Rus şiiriyle tanışır. Eski şiir anlayışını terk eder. Serbest nazımla ilk defa Moskova'da "Açların Gözbebekleri" isimli şiirini yazar. Türkiye'ye dönünce Aydınlık dergisinde yazdığı şiirlerinde ölçülü, dizeli şiir anlayışını terk eder.
Bundan sonra Türkiye'de sosyalist gerçekçi sanat anlayışının en güçlü temsilcisi olarak hareket eder. Siyası bir ideolojinin, bir kavganın şairi olarak kabul edilen "Nazım Hikmet, şiirlerini yazdığı zaman kullandığı dil ve üslubun yanında konularıyla da dikkati çeker. Komünizmin propagandasını yapan bu coşkun mizaçlı şairin, tesirli bir üslubu vardır. Nadiren de aile ve aşk duygularının işlendiği lirik şiirlerine rağmen, onun asıl tesiri propaganda mahiyetindeki şiirleriyle olmuştur."
Sanatı coşkulu, yüksek sesli bir orkestraya benzeten Nazım Hikmet'in sanat anlayışı sadece 1930'lu yılların sanatçılarını etkilememiş, 1960 sonrası kuşağı da etkilemiştir.
Peyami Safa'ya göre Nazım Hikmet'in sanat anlayışı, ne bir fantezi heveslisi, ne bir garipperest ve ne de bir moda müptelası bir edebiyat züppesinin eseridir. Onun sanat malzemesi eski insanlıktan alındığı halde yeni ve özgün bir teknikle yeniden inşa edilen bir yapıttır.
Şükran KURDAKUL Nazım Hikmet'in 1928'den sonraki sanat anlayışını genel hatlarıyla üç döneme ayırır: A-1929-1936 arası. B*1938-1950 arası. C -1950 sonrası sanat anlayışı.
"Nazım Hikmet 1929 1936 yıllarında birkaç kez uzun süren tutuklu olarak yargılanmasına karşın 835 Satır şiir kitabından sonra dokuz şiir kitabı yayımlar: Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1 =1 (Nail V.Çakırhan ileI930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Tarantu Babu'y' Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simayna Kadısı Oğlu Bedrettin Destanı (1936). Bu yapıtlarda dikkati çeken birincil özellikler; 1- kendi yaşamına, doğaya, hapisliklerine, topluma, savaşımına bağlı duyarlıklar, 2-yergiler, 3- tarihsel gerçeklere yeni yorumlar getirmesi. . .
"Nazım Hikmet'in 1929-1936 yıllarında çıkan yapıtlarındaki şiirlerde kendi yaşam serüvenine bağlı duyarlıklar da dünya görüşünün belirlediği coşkulardan soyutlanamaz. Nazım Hikmet şiirlerinde daima savaşım halindedir. Bu savaşımın yarattığı gerilim, sevme-sevmeme, dost-düşman, korkaklık-yiğitlik, yaşanan zaman gelecek, aydınlık-karanlık, yararlı- yararsız, karşıtlıklarını da beraberinde getirmiştir."
Nazım Hikmet, maddeci dünya görüşünü kabul ettikten sonra bu felsefi anlayışa karşı olan sanatçı ve aydınları alaya alan yazılar yazmaktan da geri durmaz.
Nazım Hikmet 1937 yılında Her Ay dergisinde 1929-1936 yılları arasında savunduğu toplumcu gerçekçi şiir anlayışında aşırıya kaçtığını. birçok şiirinin bu nedenle de propaganda havasında yazıldığını, sanatını, propaganda edasına bundan sonraki yapıtlarında _ mahkum etmeyeceğini anlatır.
Nazım Hikmet'in 1938 -1950 yılları arasında yazdığı yapıtlarında; "1- kendisi ile yaşadığı çevrenin önemli saydığı özelliklerini vurgularken "ben", "onlar", ve "biz"in simgelediği insansal durumda kendi bireyselliğine özgü dalgalanmaları yansıtan şiirler,2- toplumsal duyarlıkların işlendiği şiirler, 3-destanlardır. Bu dönem şiirlerinde bireyselliğe özgü dalgalanmalar, görüşme günü sevinci, hapishanede yaşanan günlük olaylar, sevdiklerinden ayrılmanın hüzünleri, hapishane avlusunda atılan voltalar ele geçen bir fotoğraf, bir gazete, bir kitabın uyandırdığı duygular vb. unsurlar işlenir.
Nazım Hikmet, uzun süren hapis hayatından önce yazdığı birçok şiirinde manzum hikaye tekniğini kullanır aynı tekniği 1938*1950'li hapis yıllarının ürünü olan birçok şiirinde de uygular. "Kuva*yi Milliye Destanı" şiiri bu türde güzel bir şiirdir.
1950'den sora Moskova'ya giden Nazım Hikmet'in 1950-1963 yılları arasında yazdığı şiirlerinde memleket özlemi, barış, ölüm, aşk ve kentler en çok işlenen temalardır. Birçok şiirde de bu temalar iç içe kaynaşmış bir şekilde işlenir. Nazım Hikmet'in bu dönem şiirlerinde anlattığı, etkilerini şiirleştirdiği kentler; İstanbul, Moskova, Paris, Sofya, Roma, Prag ve Bakü'dür. Ölüm temalı şiirlerde ahiret inancını yitirmiştir ve ölüm sonrasına inanmaz.
Nazım Hikmet Türk edebiyatında velud sayılabilecek kadar şiir yazmış bir sanatçıdır. Başlıca eserleri şunlardır:
Şiir Kitapları: Jokond ile Sİ-YA-U (1929); 835 Satır (1929),Varan 3 (1930), 1+1 =1 (Nail V.Çakırhan ileI930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranm Babu'ya Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simavna Kadısı Oğlu Bedrettin Destanı (1936). Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966), Saat 21-22 Şiirleri (1965), Dört Hapishane'den (1966), Rubailer (1966).
Oyunları: Kafatası (1932), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1934), Ferhat İle Şirin (1965) En_yi (1965), İnek (1965), Sabahat (1966), Ocak Başında Yolcu (1966), Yusuf ile Menofis (1967), Demokles'in Kılıcı (1974).
Roman: Kan Konuşmaz (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1967).
Fıkra: İt Ürür Kervan Yürür(1936), Milli Gurur (1936), Mektuplar: Kemal Tahir' e Hapishaneden Mektuplar (1968), Oğlum Canım Evladım Memedim (1968), Va-nulara Mektuplar (1970), Nazım ile Piraye (1977).
TOPLUMSAL GERÇEKÇİ ŞİİR ANLAYIŞINI DEVAM ETTİRENLER
Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmemiş olmasına rağmen, savaş, toplum yaşayışını büyük ölçüde etkilemiştir. Gerek bu etki, gerekse toplumcu düşünüşün dergiler aracılığıyla yaygınlık kazanması Garip hareketi dışında yeni bir şiirin gelişmesine yol açtı. 1940 kuşağı ve sonrasındaki Türk şiirinin toplumsal gerçekçileri ya da toplumcu şairleri diyebileceğimiz bu sanatçıların başlıcaları şunlardır: Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Arif Damar, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu.
Bu şairlerin ortak yanı sanata toplumsal bir işlev yüklemeleri ve gerçekçiliği benimsemeleridir. Hemen hepsi Garip hareketini toplumcu şiiri yozlaştırmak, küçük burjuva duyarlığını dile,getirmekle suçluyor, sanatçının haksızlıklar karşısında siyasal bir tavır alması gerektiğini savunuyorlardı.
Biçim açısından bakıldığında toplumcu şairlerin serbest şiir anlayışına bağlı oldukları, tıpkı karşı çıktıkları Garipçiler gibi yalın, içten bir söyleyişe yöneldikleri görülür. Yalnız Garipçilerin başlangıçta geleneksel şiire, şiirin yerleşik. kurallarına karşı takındıkları sert tavrı almazlar. Amaçları, şiirlerinin özünü en iyi yansıtabilecekleri söyleyiş biçimini yakalamaktır.
1940'lı yıllarda toplumsal gerçekçi ürünler veren Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, Enver Gökçe ve Ömer Faruk Toprak'ın şiir serüvenini
Mehmet Fuat şöyle özetler:
Ölçülü, uyaklı ilk şiirleri 1927'de yayımlanan Rıfat Ilgaz, daha sonra ölçü, uyak, benzetme, imge gibi şiir araçlarına 'uzak durması, hiçbir kurala uymamasıyla, Orhan Veli' den daha ilerilere gitti, şiirin sınırlarında dolaştı.' Ayrıca halkın beğenisini arayıp bulma çabasında da onu geçtiği söylenebilir. 1942' de Yarenlik, 1944 'te Sınıf, 1948' de Yaşadıkça adlı kitapları basıldıktan sonra, uzun sür_ şiir yayımlamadı. 1953'te yayımladığı Devam ile 1954'te yayımladığı Üsküdar'da Sabah Oldu adlı kitapları kendi yolunda direnmediğini, günün beğenilen şairleriyle yarıştığını gösteriyordu. Giderek düzyazıya, mizah öykülerine ağırlık verdi. Hababam Sınıfı ile yaygın bir ün kazandı.
Romantik yanı ağır basan ilk şiirlerini Cahit Saffet imzasıyla Varlık dergisinde yayımlayan Cahit Irgat (1916-1971), 1945'te Bu Şehrin Çocukları, 1947'de Rüzgarların Konuşuyor yayımlandığında, özgün söyleyişiyle hemen göze batan, savaşın yıkımlarını, getirdiği acılan yansıtan güçlü bir sanatçı olarak belirdi. Ama umulan başarıyı gösteremedi. ' 1952' de yayımladığı Ortalık adlı kitabı, güzel şiirler getirse de bir aşama sayılacak nitelikte değildi. İlk şiirleri Ülkü dergisinde yayımlanan Enver Gökçe (1920*-1981), değişik bir kültür ortamından gelmiş, 1940'ların ikinci yarısında, halk şiirinden, halk söyleyişlerinden yararlanan özgün bir şiirle dergilerde görünmüş, ilgi çekmiş sonra ortadan yok olmuştur Dost Dost ille Kavga adlı kitabı ancak 1973 'te yayımlandı.
Ömer Faruk Toprak (1920-1979) da ölçülü uyaklı ilk şiirlerinden sonra şiir serüvenini 1940'larda serbest nazmın etkilerine bırakmış, emekçilerin konuşma özelliklerini yansıtan bir şiire varmayı amaçlamıştır. Garip akımına karşı tutumunu 1950'lere kadar sürdürdükten sonra eski şiirin kalıplaşmış biçimlerine daha hoşgörüyle bakmaya başladı. Çağdaş şiirimizin gelişmelerinden de etkilenerek son döneminde toplumsal içerikli, ölçülü, uyaklı şiirler vermeyi denedi."
Ahmet Arif(1927-1991), inkılapçı Gençlik, Yeryüzü, Beraber Seçilmiş Hikayeler, Yeni Ufuklar dergilerinde yayımladığı (1944*1955) toplumcu içerikli, özgün bir yapıya sahip şiirleriyle tanındı. Daha sonra siyasal nedenlerle şiirden uzaklaşmak zorunda kaldı. Uzun süre, eski şiirleri Soyut dergisinde yeniden yayımlanıncaya kadar dergilerde görünmedi. Şiirlerini topladığı kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim (1968) yılın edebiyat olayı olarak karşılandı. Toplumcu şiir ortamını etkileyen sayısı az eski şiirlerine yenileri eklenmedi, ama Türk şiirinin gelişiminde kendine özgü bir yeri oldu.
Ahmet Arifin şiirleri ilk yayımlandığında, alışılmışın dışında, coşkulu, gür bir sesin yankılandığı yeni bir duyarlığı getirdi. Bu şiirler halk türkülerinden, ağıtlardan beslenen, sanki yüksek sesle okunmak için yazılmış şiirlerdi. Bunların en güzel bir örneği de Oy Havar şiiridir. Farklı bir kültürden kaynaklanıyor, özgünlüğüyle toplumsal gerçekçi öteki şairlerin şiirlerinden ayrı bir kimlik kazanıyordu.
Cemal Süreyya, Ahmet Arifin şiirinin bu özelliğini şöyle değerlendirir: "Ahmet Arif, Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor... imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma' şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler, ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır."