Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 5/9 İlkİlk ... 34567 ... SonSon
85 sonuçtan 41 ile 50 arası
  1. #41

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Meşhûr beş dâhiden biri olan Sahâbî:
    MUGİRE-TEBNİ SU’BE


    Meşhûr Arap dâhilerinden Mugîre der ki: Biz Araplar içinde, dînine son derecede bağlı ve Lât putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek olsam bile, onlara tâbi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır meliki Mukavkıs’a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı.
    Hiç kimse yanında değil!
    Onlarla birlikte ben de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes’ûd’a danıştım. Gitmekten men etti ve dedi ki:
    - Kardeşlerinden hiç kimse senin yanında değil!
    Ben, onun sözünü dinlemedim. “Mutlaka gideceğim!” dedim. Onlarla birlikte yola çıktım. Nihâyet, İskenderiye şehrine vardık.
    Mukavkis, bana baktı ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden sordu. Kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık.
    Sonra, Mukavkis bizi çağırdı. Mukavkis, Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte oturdular. Sonra, ona sordu:
    - Bütün bunlar, Mâlikoğullarından mıdırlar?
    - Evet! Ancak, bir tek kişi müttefiklerdendir.
    Sonra beni gösterdi. Oradaki cemaatten, Mukavkis’a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında su konuşmalar geçti:
    - Sizinle benim aramda bulunan Muhammed ve Eshâbının, sizi takiplerinden nasıl kurtulabildiniz?
    - Onlardan korkumuzdan ötürü, deniz yolunu tercih ettik!
    - Onun, sizi kabûle dâvet ettiği şey hakkında ne yaptınız?
    - Bizden hiçbir kimse Ona tâbi olmadı!
    - Niçin tâbi olmadı?
    - O, şimdiye kadar ne atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dîne bağlıyız!
    - Onun dâvetini, kavmi nasıl karşıladı?
    - Ona, kavim'in gençleri tâbi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhâliflerine karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi!
    - Siz, Onun kabûle dâvet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz?
    - O, atalarımızın yapa geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha ibâdet etmeye, bizi dâvet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye dâvet ediyor!
    - Namaza ve zekâta mı dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir?
    - Geceli gündüzlü her gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde olmak üzere, beş kere namaz kılarlar.
    Zekât verirler
    Her yirmi miskal doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler! Bütün malların zekât nisâblarını bildirdiler.
    Mukavkis, Mâlikoğullarının namaz vakitleri ve zekât nisâbı hakkında verdikleri bilgiler üzerine, sorularına şöyle devam etti:
    - Onun, almış olduğu zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz?
    - Yoksullara veriyor. Hısım ve akrabâyı görüp gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Fâizi, zinâyı, içkiyi ve Allahtan başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor!
    Zafer Onun olacak!
    Onların bu cevapları üzerine Mukavkis dedi ki:
    - O hâlde, O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar, Ona tâbi olurlardı. Çünkü, Îsâ bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti. Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu târif etmişler ve sıfatlarını bildirmişlerdir.
    Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dînini, ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koruyacaktır!
    Mâlikoğulları dediler ki:
    - Bütün halk, Onun dînine girmiş, Onun yanına toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz, yanına varmayız!
    Mukavkis hayretinden başını salladı ve aralarında şu konuşma geçti:
    - Siz boştasınız ve oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır?
    - O, kavminin soy sop yönünden en üstünü ve seçkinidir.
    - Mesîh yânî Hz. Îsâ ve bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulundukları kavimlerin soy sop yönünden üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki doğruluğu nasıldır?
    - Doğru sözlülüğünden dolayı Ona Emîn adı takılmıştır.
    - Bakınız şu işinize! Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir?
    - Gençlerdir!
    - Mesîh ve daha önceki Peygamberlere ilk tâbi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sâhibi olan Medîne Yahûdîleri, Ona karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar?
    - Ona aykırı davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve esir etti. Her tarafa dağıldılar.
    - Onlar kıskançlık yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardır.
    Bâzısını üstün tuttular
    Mâlikoğulları, hediyelerini Mukavkis’in önüne koydular. Mukavkis, sevindi ve adamlarına, onların alınmasını, kendilerine bahşişler verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu.
    Bana gelince, kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra Mukavkis’in huzurundan çıktık.
    Hz. Mugîre diyor ki: Mukavkis’tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, “Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik ediyorlar da, bizler, Onun akrabâsı ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanına uğramıyoruz!” dedik. Yerlerimize döndük.
    Peygamberlerden gelmeyen kim?
    İskenderiye’de oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılastığım bütün Kibtî, yâni Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmın sıfatını sordum.
    Bunlardan biri de, Ebû Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim. Kendisine dedim ki:
    - Peygamberlerden, gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver!
    - Olur! O, Peygamberlerin sonuncusudur. Onunla, Îsâ bin Meryem arasında, Peygamberlerden hiç kimse yoktur. Îsâ Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu Peygamber, Odur!
    O Peygamber, ümmîdir ve Araptır. Onun ismi, Ahmed’dir. Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun gözlerinde biraz kırmızılık vardır.
    Kendisi, ne çok beyaz, ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz.
    Onun yanında, kendilerini Ona fedâ eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok seven Eshâbı bulunacaktır.
    O, Selem ağaçlarının yetiştiği yerden, Harem’den çıkacak, bir Harem’e gelecek, çorak ve hurmalık bir yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmın dîninde bulunacaktır!
    - Bana, Onun sıfatını biraz daha açıklasan olur mu?
    - O, kendisinden önceki Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır. Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği hâlde, O, bütün insanlara gönderilecektir!
    Orada namazını kılacaktır
    Bütün yeryüzü Ona mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır.
    Hâlbuki kendisinden önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde kılamazlardı!
    Hz. Mugîre diyor ki:
    Onun ve başkalarının bütün bu söylediklerini aklımda tuttum.
    Mâlikoğulları, ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de, bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar.
    Yola çıktılar ve yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezâleti yapıyorlardı.
    Tâif’e dönünce, kavmime, Mukavkis’in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye, Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak’ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, “Neyin var?” diye sordular.
    Ben de, “Başım ağrıyor!” dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni çağırdılar. Onlara dedim ki:
    - Başım ağrıyor, ben, içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim.
    Medîne’ye geldim
    Hiç itiraz etmediler. Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar.
    Ben de, onların üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulunan bütün malları alıp, Medîne’ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kirâmla birlikte otururken buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm verdim. Hz. Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki:
    - Urve’nin kardeşinin oğlusun galiba?
    Ben de, “Evet! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehâdet ediyorum!” dedim. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
    - Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete ulaştırdı.
    Hz. Ebû Bekir sordu:
    - İskenderiye şehrine emniyet ve selâmetle vardınız mı?
    - Evet!
    - Seninle birlikte bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar?
    - Onlarla bizim aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk dînindeydik. Onları, öldürdüm. Elbiselerini soyup Resûlullah efendimize getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yapmayı uygun görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganîmettir. Ben, artık Muhammed aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümanım!
    Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
    - Senin Müslümanlığını kabûl ettim. Fakat, onların mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni zulümle, hîleyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur!
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19540
    Kendinden öncekini siler
    Peygamber efendimiz böyle buyurunca, dedim ki:
    - Yâ Resûlallah! Ben, ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum!
    Resûlullah efendimiz tekrar buyurdu ki:
    - İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür, siler!
    Mukavkis’in söylediklerini, Kibtî, yâni Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz çok memnun oldu ve bunları, Eshâbının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de, onlara anlattım.
    Hz. Mugîre, Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücâhitlik yaptı. Bî’at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi.
    Mekke’nin fethine, Huneyn gazâsına ve Tebük seferine katıldı. Tâif’te, kabîlesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve tecâvüze uğradı.

  2. #42

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Resûlullah efendimizin fedâîlerinden:
    MUHAMMED BİN MESLEME


    Bedir savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dil uzatarak fitne çıkartan, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ’b bin Eşref adlı bir Yahûdî zengini vardı. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma buyurdu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19541

    - Kâ’b bin Eşref’i kim öldürür? Çünkü o, Allah ve Resûlüne ezâ etmiştir.
    Muhammed bin Mesleme dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Ben onu senin için öldürür, onun sesini kısarım.

    Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu:

    - Gücün yeterse bu işi yap!
    Berâber öldürürüz

    Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Nâile, Abbâd bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ve İbni Cerîr’in yanına gidip, mes’eleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek, “Beraber öldürürüz” dediler.

    Bundan sonra, birlikte Peygamber efendimize gelerek dediler ki:

    - Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz Kâ’b ile konuşurken, sizinle ilgili olarak onun hoşuna gidecek ba’zı sözler söylemeliyiz. Peygamber efendimiz, onlara buyurdu ki:

    - Bu husûsta istediğinizi söylemeniz size helâldir.
    Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında istişâre yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra Muhammed bin Mesleme, Kâ’b bin Eşref’in yanına giderek dedi ki:

    - Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim.

    - O sizi daha da bıktıracak.

    - İşte ona bir defa uymuş bulunduk. Ona tâbi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver.

    - Evet vereyim, fakat bana bir şeyi rehin vermelisiniz.

    Silâhlarımızı veririz

    Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler sordu:

    - Ne istersin?

    - Kadınlarınızı rehin isterim!

    - Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz? Sen yakışıklı birisin. Kadın gönlü, meyledebilir.

    - O zaman oğullarınızı rehin verin!

    - Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye sövülür ki, bu bizim hiç unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz.

    Kâ’b bu teklifi kabûl etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi.

    Muhammed bin Mesleme, belirtilen gece Kâ’b’ın kalesinin yanına gitti. Beraberinde, Kâ’b’ın süt kardeşi Ebû Nâile de vardı. Kâ’b onları kaleye çağırmıştı.

    Durum bana iyi gelmiyor

    Kâ’b gelenleri karşılamak için aşağı inerken Kâ’b’ın karısı dedi ki:

    - Bu saatte nereye gidiyorsun?

    - Gelenleri karşılamaya iniyorum.

    - Bu durum bana pek iyi gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor.

    - Yok yok zannettiğin gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile’dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılınç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir.

    - Yine de sen aşağı inme! Onlarla konağın damından konuş!

    - Yiğite yaraşan, çarpışmaya, süngülenmeye da’vet edilse bile icâbet etmektir.

    Kâ’b böyle söyledikten sonra aşağı indi.

    Muhammed bin Mesleme, bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına dedi ki:

    - Kâ’b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ’b’ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Kâ’b’a vurunuz. Böylece (Harb hiledir) hadîs-i şerîfine uygun hareket etmiş oluruz.

    Kâ’b bin Eşref, güzel giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanına gelmişti. Muhammed bin Mesleme, “Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım” diyerek Kâ’b’ın yanına vardı. Kâ’b gururlanarak cevap verdi:

    - Dünyanın en güzel kokularını kullanırım.

    Muhammed bin Mesleme dedi ki:

    - Güzel kokulu saçını koklamama izin verir misiniz?

    Kâ’b, müsâade ettiğini söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi:

    - Allah ve Resûlullah düşmanına vurunuz!
    İlk kılıç vurulduğunda, Kâ’b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin Mesleme hançeriyle Kâ’b’ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ’b, öyle bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryâdı duymayan kalmadı. Kâ’b yere yıkılıp öldü.

    Murâdınıza erdiniz

    Fedâîler bundan sonra oradan sür’atle uzaklaştılar. Yahûdîler kaleden inip bir müddet onları ta’kip ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücâhidler, Medîne’ye girdiklerinde, Resûlullah efendimiz namaz kılmıştı. Mücâhidlerin tekbîr seslerini işitince, kendileri de, tekbîr getirdiler.

    Muhammed bin Mesleme, Resûlullah efendimize, Kâ’b’ın öldürüldüğünü haber verdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - Murâdınıza erdiniz. Fedâîler de;

    - Evet yâ Resûlallah! Allahın ve Resûlullahın bir düşmanı daha hak ettiği cezâyı buldu, dediler.

    Kâ’b’ın öldürülmesi, hicretin üçüncü yılının Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nâdir Yahûdîleri, Peygamberimizi yurtlarına da’vet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz onların bu tutumunu öğrendi. Muhammed bin Mesleme’yi çağırarak buyurdu ki:

    - Nâdiroğulları Yahûdîlerine git! Onlara, (Resûlullah beni size; “Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynu vurulacaktır” emrini bildirmek üzere gönderdi) de!
    Hikmet konuşacak dememiş miydiniz?

    Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahûdîlerinin yurduna varınca, onlara dedi ki:

    - Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ı indirmiş olan, Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana Yahûdîliği teklif ettiğiniz zaman ben size, “Vallahi ben aslâ Yahûdî olmam” demiştim. O zaman siz de bana cevâben, “Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şerî’at sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrâma bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır” dememiş miydiniz?

    Yahûdiler bunu itiraf etmelerine rağmen İslâmiyeti kabûl etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme ayrıca Resûlullahın emrini onlara bildirdi. Bunun üzerine Nâdiroğulları yüklerini toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihânetlerinin cezâsını gördüler.

    Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti. Muhammed bin Mesleme dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahûdîler kardeşim Mahmûd bin Mesleme’yi şehîd etti.

    Sana müjde

    Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

    - Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık ve âfiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, “Allahım! Bizim de Rabbimiz, onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin” diye duâ ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşâallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahûdî savaşçıları, kaçacaklardır.
    Hayatı muharebe meydanlarında geçti. Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halîfelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne’de sakin bir hayat yaşadı. Hz. Mu’âviye’nin halîfeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, 664 yılında Medîne’de vefât etti, Bakî’ kabristanına defnedildi.


  3. #43

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    İslâmda ilk öğretmen:
    MUS'AB BİN UMEYR


    Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu.

    Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.

    Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı.


    Dîninden dönmedi

    Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu.

    İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.

    Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar.

    Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu:

    - Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.
    İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı.

    Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmıştır:

    Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve:

    - Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.


    İlk öğretmen

    Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize:

    "Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar.

    Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona:

    "Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.

    Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı.

    Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

    Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19542

    Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:


    Sözümüzü dinle

    Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!

    Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr;

    - Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi.

    Üseyd sâkineşip;

    - Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu.

    Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp;

    - Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu.

    Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi:

    - Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir.
    Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve:

    - Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı.

    Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

    Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert bir kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

    Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

    Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi:

    - Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?

    İlk cuma namazı

    Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün.

    - Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.

    Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

    Ensâr-ı kirâm , Resûlullahdan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.

    Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.

    Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.


  4. #44

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Hâşimoğullarının en yaşlısı:
    NEVFEL BİN HÂRİS


    Nevfel bin Hâris, Kureyş kervanını kurtarmak ve Müslümanlarla savaşmak için hazırlanan müşrik ordusuna katılmak istemiyordu. Resûlullah İslâmiyeti bütün insanlara duyurmaya, anlatmaya başladığı zamanlarda, daha müslüman olmamıştı. Ancak karşı da çıkmak istememişti. İlk senelerde O'na muhalefet etmesine rağmen bunu isteyerek yapmıyordu.

    Fakat diğer müşriklerin zorlamaları ile Bedir savaşına katılmaya mecbur oldu. Savaş sonunda müşrikler mağlup olup birçok esir verdiler. Bunların arasında Hz. Nevfel de bulunuyordu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - Yâ Nevfel fidye verip kendini kurtar.
    Cevap verdi:

    - Yâ Resûlallah! Kendimi esirlikten kurtarmak için verecek bir şeyim yok!


    Kimse bilmiyordu

    Resûlullah efendimiz tebessümle buyurdu:

    - Cidde'deki mızraklarını versene!
    Bunu duyan Nevfel şaşkınlık içinde:

    - Allaha yemin ederim ki, Cidde'de mızraklarımın bulunduğunu benden ve Allahtan başka kimse bilmiyordu. Ben, şehâdet ederim ki, sen Resûlullahsın! diyerek Müslüman oldu.

    Hz. Nevfel, mızraklarını verip kendini esirlikten kurtardı. Bunların sayısı bin tane kadar vardı. O zamanlar mızrak en kıymetli savaş âleti idi. Bunun için iyi para ediyordu.

    Kendisi Peygamber efendimizin amcası Hâris'in oğlu olup, Hâşimoğulları'ndan Müslüman olanların en yaşlısı, hattâ Hz. Hamza ve Hz. Abbas'dan daha yaşlı idi. Yine Haşimoğulları'ndan kardeşleri Rebia ve Abdüşşems'den de büyük idi.

    Bundan sonra Hz. Nevfel, Mekke'ye geri döndü. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hz. Abdullah bin Abbâs ile beraber Hendek savaşı sırasında Medîne'ye, Resûlullahın yanına hicret etti. Peygamber efendimiz onunla Abbâs bin Abdülmuttalib'i kardeş yaptı. Câhiliyet devrinde malları ortaktı. Birbirlerini severlerdi. Resûlullah ikisi için Mescid-i Nebevi'nin bitişiğinde bir ev verdi. Bu ev bir duvar ile ikiye ayrılmıştı.

    Kemiklerini kırdığını görüyorum

    Hz. Nevfel Medîne'de iken ilk önce Mekke'nin fethine katıldı. Tâif ve Huneyn seferlerinde büyük yardımlar ve mahâretler gösterdi. Bilhassa Huneyn savaşında Resûlullaha üçbin mızrak ile yardım etti. Peygamberimiz ona buyurdu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19543

    - Sanki ben senin bu mızraklarının müşriklerin sırt kemiklerini kırdığını görüyorum.
    O Huneyn savaşında Resûlullahın sağ tarafında en önde bulunuyordu. İslâm ordusunun ön safları dağıldığı zaman büyük kahramanlık göstererek kendisi gibi birkaç yiğit mücahid ile düşmana hücum etti. Müşrikler kaçmaya başlayınca Müslümanlar toparlandılar. Netîcede savaş İslâm ordusunun zaferi ile bitti.

    Peygamber efendimiz Hz. Nevfel'i hatırladıkları zaman hayırla anarlardı.

    Kendisi Resûlullaha büyük bir muhabbet ile bağlı, son derece kuvvetli îmâna ve cesârete sahip idi. Çok cömert idi.

    Hz. Nevfel Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında Medîne'de 636 da vefât etti. Namazını Hz. Ömer kıldırarak Cennetül Bakî kabristanına defnedildi.


  5. #45

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Eshâb-ı kirâmın meşhûr kumandanlarından:
    NU'MÂN BİN MUKARRİN


    Hz. Ömer, Eshâb-ı kirâmı toplayıp sordu:

    - Ben bir ordu teşkil edip, İran üzerine göndermek istiyorum. Bu husûstaki görüşünüz nedir?

    Çeşitli fikirler ortaya atıldı. Eshâbdan birisi şunu teklif etti:

    - Şam ve Yemen ordusu tamamen İran hudûduna hareket etsin. Sen de Mekke ve Medîne halkı ile Basra ve Kûfe tarafına git, bütün Müslümanları kâfirlerin üzerine gönder!

    Hz. Ali kalkıp fikrini beyân etti:

    - Ey mü'minlerin emîri! Şam askerini İran'a gönderirsen, Rumlar onların çoluk çocukları üzerine saldırır. Yemen askerini gönderirsen, o zaman Habeşliler bu tarafa geçer. Bu bölgeyi yalnız bırakırsan, etrafımızdaki Araplar isyâna kalkışır, arkadan vurup, senin önündeki işini unutturur.

    Yerinde kalsın

    Bunlar yerlerinde kalsın. Basra halkı üç kısma ayrılsın. Bir kısmı çoluk çocukların muhafazasında kalsın. Bir kısm daı ehl-i zimmetin ya'nî müslüman olmıyan, harâc ve cizye veren vatandaşların muhafazası için, ihtiyat olarak bulunsun. Üçüncü kısmı ise, Kûfe askerine yardım için hareket etsin.

    Acemler seni sınırda görürlerse, mü'minlerin emîri, Arapların kumandanı diyerek, daha fazla bir hırs ve istekle saldırırlar. Sayılarının çokluğuna gelince, biz şimdiye kadar sayı çokluğu ile savaşmadık. Allahü teâlânın yardımı ile iş gördük, zafer kazandık.

    Hz. Ömer bu görüşü uygun bulup, dedi ki:

    - Bu iş için Irak kumandanlarından birini seçiniz, sınırın işlerini ona bırakayım!

    Danışma hey'etinde bulunanlar:

    - Sen askerin durumunu daha iyi bilirsin. Çünkü sen onlarla görüştün. Durumlarına vâkıfsın. Onları iyi tanıyorsun, diye arz ettiler.

    Bunun üzerine Hz. Ömer, Nu'man bin Mukarrin el-Müzenî'yi kumandan olarak ta'yîn etti.

    Nu'man bin Mukarrin, bir miktar Kûfe askeriyle Cundişâpûr ve Sûs kolunda idi. Hz. Ömer ona yazılı bir emir göndererek, etrafındaki askeri yanına toplıyarak, Nihavent üzerine hücum etmesini emretti.

    Kûfe kumandanına da, halkı Allah yolunda harbe teşvik edip, onları Nu'man bin Mukarrin'in emrine göndermesini yazdı. Bölgedeki kumandalara, Ahvâz askeriyle, Fâris ve İsfahan hudûdunda bekleyip, o taraflardan Nihavent'in yardımını kesmelerini emretti.

    Tekbîr sesleri

    Nu'man bin Mukarrin Hz. Ömer'in emrettiği şekilde ordusu ile hareket etti. Bu orduya, Kûfe'den Huzeyfe bin Yemân kumandasındaki kuvvetle, Mugire bin Şu'be kumandasındaki Medîne'den gelen kuvvetler de katıldı. Nu'man bin Mukarrin'in yanında 30 bin civârında asker toplandı. İran ordusu ise 150 bin kadardı. İran başkumandanı Fîrûzan'dı.

    Nu'man bin Mukarrin'in ordusunda Cerir bin Abdullah Becelli, Mugire bin Şu'be gibi büyük zâtlar, Tuleyha bin Huveylid, Amr bin Ma'dıkerib gibi bin kadar kahraman vardı.

    Nu'man hazretleri, Tuleyha ile Amr'ı keşif için Nihavent'e gönderdi. Bunlar kimseye rastlamayıp, geri döndüler. İslâm ordusu ile Nihavent arası, yirmi saatten fazla idi. Bu mesâfede tehlikeli bir durum olmadığı anlaşılınca, Nihavent'e yüründü.

    Bir çarşamba günü, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Numan bin Mukarrin tekbîr alınca, bütün İslâm ordusu tekbîr aldı. Tekbîr sadâsından yer, gök inledi. Tekbîr sesleri, İran ordusu üzerinde derin bir korku meydana getirdi.

    Nu'man bin Mukarrin kumandasındaki İslâm ordusu ile Nihavent yakınlarında putperest İran ordusu arasında harp başladı. İran ordusu, etrafını hendek ve birçok engellerle sağlamlaştırmıştı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muhârebeden bir netîce alınamıyordu.

    Bir ara İran ordusu siperlerinden çıkıp, İslâm ordusunun yakınlarına kadar geldi ve, ok atmıya başladılar. Müslümanlardan yaralananlar oldu. O gün cum'a idi. Nu'man hazretleri İslâm ordusuna:

    - Mü'minlerin emîri minbere çıkıp, hutbede Müslümanların zaferi için duâ edinceye kadar hücuma geçmeyiniz, emrini verdi.

    Yakınımıza kadar geldiler

    O zaman, Mugire bin Şu'be, Nu'man hazretlerine dedi ki:

    - Durumu görüyorsun. Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden ba'zılarını da yaraladılar. Hemen hücuma geçelim.

    - Evet doğrudur. Sen menkıbeler sahibi bir kimsesin. Fakat ben Resûlullahın savaşlarında bulundum. Günün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin sıcaklığı kaybolup rüzgârın esmesine, Allahü teâlânın yardımının gelmesine kadar savaşı geciktirirdi.

    Bundan sonra, Nu'man bin Mukarrin atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe teşvik edip, coşturdu. Sonra dedi ki:

    - Ben sancağı üç defa sallıyacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip abdest tazelesinler. İkincisinde harbe hazır hale gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz hücuma geçiniz. Ben bile olsam, birisi şehîd düşerse, kimse onun yanında toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri durmasın! dedi.

    Sonra şöyle duâ etti:

    Allahım! Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan'a şehîdlik ihsân eyle . Zaferi müyesser kıl!
    Bütün İslâm ordusu, "âmin" dedi.

    Hz. Numan bayrağı üç defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir savaş oldu. Müslümanların birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı Nu'man bin Mukarrin idi. Nu'man bin Mukarrin:

    - Üzerime bir elbise örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup, gevşetmesin, buyurdu.

    Kimse düşenle oyalanmasın

    Numan bin Mukarrin yere düşünce, bayrağı Huzeyfe bin Yemân aldı. Bu sıradaki manzarayı Hz. Ma'kil bin Yesar şöyle anlatır:

    "Numan bin Mukarrin yaralanıp düşünce, yanına geldim. Kimse, kimse ile oyalanmasın, velev ki ben bile olsam, sözünü hatırlayınca orada beklemedim. Yalnız, belli olması için bir işâret koydum. Düşman, kumandanları öldürüldüğü zaman onun başına toplanır, savaşla ilgileri pek kalmazdı.

    Nihayet İran ordusu kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesîle ile Allahü teâlâ Müslümanlara zaferi müyesser kılmış, İran ordusu hezimete uğramıştı. Savaş bitmişti. Nu'man bin Mukarrin'in yanına gittim. Vefât etmek üzere idi. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana sordu:

    - Sen kimsin?

    - Ma'kil bin Yesar'ım.

    - Müslümanlar ne yaptılar?

    - Allahü teâlâ zaferi müyesser kıldı.

    - Elhamdülillah! Bu zaferi Hz. Ömer'e yazınız."

    Hz. Nu'man bin Mukarrin bundan sonra kelime-i şehâdet getirip şehîd oldu.

    Nu'man bin Mukarrin'in şehâdeti ve Müslümanların zaferi haberi Medîne-i Münevvereye geç gitmişti. Hz. Ömer, İslâm ordusunun muzaffer olması için devamlı duâ ediyordu. Medîne âlimlerinden yaşlı bir zât şöyle anlattı:

    Medîne'ye bir Bedevî geldi ve sordu:

    - Nihavent ve İbni Mukarrin'den haberiniz var mı?

    - Niçin soruyorsun?

    - Hiç, soruyorum işte!

    Bu durum Hz. Ömer'e haber verildi. Hz. Ömer, onu çağırdı ve dedi ki:

    - Nihâvent ve İbni Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize anlat.

    Kırmızı deve

    Bedevî anlatmaya başladı:

    - Ey mü'minlerin emîri! Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla Allah ve Resûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansızın bir benzerini görmediğimiz, kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca, Irak'tan geldiğini söyledi. Bunun üzerine, oradaki Müslümanların durumlarını da sorunca şöyle dedi:

    - Düşmanları ile muharebe ettiler. Allahü teâlânın izni ile, düşman mağlup oldu. Nu'man bin Mukarrin şehîd düştü. Vallahi Nu'man'ı da Nihavent'i de bilmem.

    Hz. Ömer muharebenin hangi Cum'a olduğunu, bilip bilmediğini sordu. Bedevî, hangi Cum'a olduğunu bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik, diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. O bunları anlatınca, Hz. Ömer buyurdu ki:

    - O gün Cum'adır. Herhalde, haber getirip götüren biri ile karşılaşmışsın. Onların böyle postacıları vardır.

    Sonradan alınan haberlerden, Nihavent muharebesinin Bedevînin bildirdiği günde yapıldığı anlaşılmıştır. Hz. Ömer'e Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberi gelince, mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberini verip ağladı.

    Abdullah bin Mes'ud şöyle buyurdu:

    - Îmânın ve münâfıklığın birçok yerleri, evleri vardır. Mukarrinoğullarının evi, îmânın konakladığı evlerden birisidir.
    Kardeşleri de kumandan

    Şehîdlik gibi yüksek br makâma kavuşan Nu'man bin Mukarrin, Müzenî kabîlesindendir. Künyesi Ebû Amr'dır. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin ile birlikte Hudeybiye antlaşmasından önce Müslüman olmuştur. Kardeşleri de Nu'man gibi askerlik ve kahramanlık bakımından meşhur sahâbîlerdendir.

    Nu'man bin Mukarrin Resûlullah ile beraber Mekke'nin fethine ve Huneyn gazvelerine katılmıştır. Vedâ Haccı'nda da hazır bulunmuştur.

    Resûlullahın vefâtından sonra, halîfe olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat ya'nî dinden çıkış hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19544

    Nu'man bin Mukarrin bu irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmiyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Nu'man bu hizmetlerine Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavent'te şehîd oldu.


  6. #46

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Meleklerin bile hayâ ettiği halîfe:
    Hz. OSMAN


    Hz. Osman, Müslüman olmadan önce ticâretle uğraşırdı. Zengin bir tüccârdı. Cemiyette, sevilen, sayılan bir kimseydi. İ’tibârı yüksek idi. Hz. Ebû Bekir’in de arkadaşı, yakın dostu idi. Önemli işlerinde ona danışır, onun fikrini alırdı. Câhiliye devrinin pisliklerine bulaşmadı.
    Peygamber kızı olsa gerek
    Müslüman olmasını şöyle anlatır:

    Benim firâset sahibi olan bir teyzem vardı. Hastalandığında ziyâretine gitmiştim. Bana dedi ki:

    - Yâ Osman! Sen öyle biri ile evleneceksin ki, ne o senden önce bir erkek görmüş olacak, ne de sen ondan önce bir kadın görmüş olacaksın. Bu kız çok güzel olup, sâliha biridir. Ayrıca bu kız, Peygamber kızı olsa gerek.

    Ben teyzemin bu sözüne çok hayret ettim. Çünkü, peygamber olarak bildiğim kimse yoktu. Hiç ortada böyle bir şey yok iken, teyzem bunları nereden çıkartmıştı. Şunu da biliyordum ki, teyzem pek çok lâf etmezdi. Benim hayretler içinde kendisine baktığımı görünce konuşmasına şöyle devam etti:

    - Merak etme, O kimseye cenâb-ı Haktan vahiy gelmeye başladı. Sen O’nu bulmakta güçlük çekmiyeceksin!

    - Ey teyzem, hep sır olan şeyler söylüyorsun. Beni meraklandırıyorsun. Sözlerini biraz açarak beni meraktan kurtar.

    - Muhammed bin Abdullah’a peygamberliği bildirildi. Artık halkı hak dîne da’vete başladı. Çok zaman geçmez ki, sen O’nun dînine girer kurtulursun. O’nun dîni, bütün âlemi aydınlatacaktır.

    Bu mes’ele benim zihnimi çok meşgûl etmeye başladı. Her önemli mes’elede fikrini aldığım, Hz. Ebû Bekir’e koştum. Teyzemin söylediklerini kendisine aynen bildirdim. Bana dedi ki:

    - Teyzen doğru söylemiş. Yâ Osman, sen akıllı adamsın. Hiç görmiyen, işitmiyen, fayda veya zarar veremiyen şeye nasıl tapınılır? O nasıl ilâh olarak kabûl edilir?

    - Yâ Ebâ Bekir, doğru söylüyorsun. Ben de bu mantıksızlığın farkındayım. Fakat çâre bulamamıştım.

    - Merak etme, artık bize hak yolu gösteren zât geldi. Ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et!

    Cennete da'vet eder

    Beraberce Resûlullahın huzûruna vardık. Bana buyurdu ki:

    - Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe da’vet eder. Sen de bu da’veti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.
    Resûlullahın, güleryüzle gâyet samîmî bir şekilde yaptığı bu da’vet üzerine, hemen büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman oldum.

    Daha sonra Resûlullaha, Şam’a gittiğimde gördüğüm rü’yâyı anlattım. Rü’yâmda, “Ey insanlar, uyanın! Ahmed Mekke’de zuhûr etti” diye nidâ işitmiştim. Sonra da Mekke’ye gelince de, teyzem bana Resûlullah efendimizden haber vermişti.

    Hz. Osman, çok cömert idi. İyilik yapmayı, muhtaç kimselerin ihtiyaçlarını görmeyi çok severdi. Güzel hâllerinden dolayı, Resûlullah efendimiz kendisini çok severdi.

    Peygamber efendimiz, Eshâbının ileri gelenlerinden çoğunun bulunduğu bir toplantıda, sohbet buyururken:

    - Herkes dostunun yanına varsın, buyurdu.

    Sen benim sevdiğimsin

    Herkes sevdiği arkadaşının yanına gitti. Peygamber efendimiz de, Hz. Osman’ı yanına alıp buyurdu ki:

    - Sen, dünyada ve âhırette benim sevdiğimsin.
    Hz. Âişe anlatır:

    Resûlullah efendimiz, bir gün istirahat ediyordu. Bu sırada Hz. Ebû Bekir içeri girmek için izin istedi.

    İzin verilip içeri girdi. Resûlullah hiç hâlini değiştirmedi. Sonra, Hz. Ömer izin alıp içeri girdi. Yine hâlini değiştirmedi. Uzanmış vaziyette iken onlarla sohbet ettiler.

    Daha sonra, Hz. Osman kapıya gelip içeri girmek için izin istedi. Peygamber efendimiz oturdular. Hz. Osman’ı bu şekilde kabûl ettiler.

    Hepsi gittikten sonra sordum:

    - Babam Ebû Bekir ve Hz. Ömer içeri girdiklerinde hiç hâlinizi bozmadınız. Fakat Hz. Osman içeri girince, oturdunuz. Bunun sebebi nedir?

    - Meleklerin hayâ ettikleri bir kimseden ben nasıl hayâ etmem.
    İbni Mes’ûd hazretleri anlatır:

    Bir gün gazâda, Resûlullah ile beraberdim. Yiyecek bitti, asker sıkıntı içerisindeydi. Resûl-i ekrem bu hâle vâkıf olunca buyurdu ki:

    - Allahü teâlâ size, güneş batmadan rızık gönderecektir.
    Hz. Osman bu sözü işitince, “Resûl-i ekremin her sözü muhakkak doğru çıkar” diye düşünüp, yiyecek bulmaya çalıştı. Bu rızkın gelmesine sebep olmak ve Resûlullahı memnûn etmek istiyordu.

    Bunlar nedir?

    Bir yerde dört deve yükü yiyecek buldu. Bunu yüksek fiyatla satın alıp, Resûlullahın huzûruna getirdi. Peygamber efendimiz Hz. Osman’a sordu:

    - Yâ Osman! Bunlar, nedir?
    - Osman’dan Allahü teâlânın Resûlüne hediyedir.

    Seyyid-i Kâinatın buyurdukları, gecikmeden yerine gelince, mü’minler sevindiler, münâfıklar mahzûn oldular. Server-i âlem hazretleri mübârek ellerini açıp, şöyle duâ ettiler:

    - Yâ Rabbî! Osman’a çok ecir ver.
    Hz. Osman muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı. Peygamber efendimiz şöyle duâ buyurmuştur:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19545

    - Yâ Rabbî! Osman’ın geçmiş ve gelecek gizli, âşikâr bütün günâhlarını affet.
    Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.

    Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu.
    Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.


  7. #47

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Kâbe'nin hizmetinde olan sahâbî:
    OSMAN BİN TALHÂ


    Osman bin Talhâ, Mekke'de Kâbe Kayyımlığı ile vazîfeliydi. Sülâlesi câhiliye devrinde Kâbe'nin hicâbet vazîfesini yapardı, ya'nî kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz, hicretten önce Osman'ı da bizzat îmâna da'vet etti. Osman:

    - Yâ Muhammed! Sen kavminin dînine aykırı davranmış ve ortaya yeni bir dîn çıkarmış bulunuyorsun. Doğrusu, benim sana tâbi olacağımı ümit etmen şaşılacak şeydir, diyerek îmâna gelmedi.

    Bir defasında Resûlullah efendimiz, îmân edenlerle birlikte Kâbe'ye girmek istemişlerdi. Osman Kâbe'ye de sokmak istemediği gibi sert de davrandı.


    Kime isterseniz verirsiniz

    Fakat Resûlullah efendimiz onun bu hareketini sükûnetle karşılayıp, şöyle buyurdu:

    - Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide de göreceksin!
    - O zaman Kureyş mahvolmuş, kıymetten düşmüş olur.

    - Hayır! Asıl o zaman, Kureyş yaşayacak ve kıymetlenecektir.
    Osman bin Talhâ, Uhud harbine müşriklerin safında katıldı. Babası, kardeşleri ve akrabası öldürülünce, Kâbe'nin hicâbet vazîfesi tek başına üzerinde kaldı.

    Mekke'nin fethinden altı ay önce Amr bin Âs ve Hâlid bin Velid ile birlikte Medine-i münevvereye gelerek, Müslüman oldu. Fetihten önce îmâna gelen Muhâcirlerin derecelerine kavuştu.

    Emâneti ehline veriniz

    Mekke'nin fethine katılıp, Resûlullahın yanında bulundu. Kâbe'nin anahtarını Resûlullaha arzetti, beraber girdiler. Burada Resûlullah efendimiz iki rek'at namaz kıldı. Beyt-i şerîften çıkarken, Resûlullah efendimiz, Nisâ sûresinin, ( Allahü teâlâ size emânetleri ehline vermenizi emreder) meâlindeki 58. âyet-i kerîmesini okuyup, anahtarı Osman bin Talha'ya ve amcasının oğlu Şeybe'ye verdi. Ona buyurdu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19546

    - Ey Ebû Talhâ evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti sizde payidar ve bâki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse sizden alamaz.
    Sonra, "Sana vaktiyle söylemiş olduğum şey gerçekleşmedi mi?" buyurarak Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı. O da dedi ki:

    - Evet, şehâdet ederim ki, sen hiç şüphesiz Resûlullahsın.

    Resûlullah efendimiz o gün şöyle bir hutbe okudu:

    - Va'di, sözü hak olan, kuluna yardım eden, kendinden başka kulluğa müstahak bir ilâh bulunmayan Allahü teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz! Câhiliye devrinde değer verdiğiniz her türlü âdet ve kan dâvâsı ayağımın altındadır. Bunlardan Kâbe'ye hizmet etmek ve hacılara su dağıtmak müstesnâdır.
    O günden itibaren hicâbet vazîfesi, Osmanlı devletinin sonuna kadar, Osman bin Talhâ'nın sülâlesinde kalmıştır.

    Mekke'nin fethinden sonra Resûlullah efendimiz ile Huneyn gazâsına katıldı. Resûlullahın vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye döndü. Kâbe-i muazzamadaki hicâbet vazîfesine devam etti. Dört Halîfe devrinde gazâlara katıldı. Hz. Muâviye'nin hilâfeti devrinde 662 senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.


  8. #48

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe:
    Hz. ÖMER


    Hz. Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı.

    Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu.

    Kalbim meyletti

    Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:

    “Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.”

    Bu hâdisenin, Hz. Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır.

    Hz. Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:

    - Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!

    Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:

    - Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.

    - Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur.

    Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.

    Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:

    - Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?

    - Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.

    - Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!

    Yakınlarınla uğraş

    Bu söze çok hiddetlenen Hz. Ömer kılıcına sarıldı:

    - Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.

    Nuaym bin Abdullah cevap verdi:

    - Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!

    - Hayır, onlar Müslüman olamazlar.

    - Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!

    Bunun üzerine Hz. Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz. Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı.

    Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hz. Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu:

    - Ne okuyordunuz?

    - Bir şey okumuyorduk.

    - Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız!

    Niçin utanmazsın?

    Hz. Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:

    - Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.
    Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki:

    - Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.

    - Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.

    Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı.

    (Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki:

    - Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır?

    - Evet, öyle ya! Şüphe mi var?

    - Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu.

    (Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki:

    - Hakîkaten, ne kadar doğru.

    Ömer ile kuvvetlendir

    Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi:

    - Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.

    Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;

    - Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.

    Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûl-i ekrem, Hz. Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hz. Hamza dedi ki:

    - Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.

    Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - Yol verin, içeri gelsin!
    Îmâna gel yâ Ömer!

    Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:

    - Îmâna gel, yâ Ömer!
    O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.

    Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:

    “Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:

    - Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?

    - Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.
    - Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.

    Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım.

    Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı."

    Beni bilen bilir
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19547

    Hz. Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hz. Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:

    - Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh!
    Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:

    - Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!

    Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar.

    Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.

    Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.

    Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:

    - At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?

    Hz. Ömer dedi ki:

    - Hayır, ben denemek için koşturdum.

    Atı almak macbûriyetindesiniz

    Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:

    - Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.

    Hz. Ömer;

    - Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi.

    Hz. Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.

    Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu:

    - Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?

    - Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.

    - Konuş, sana zarar gelmiyecektir.

    - Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.

    Söz vermiştiniz

    Hz. Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:

    - Ne yapalım bunu?

    - Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.

    - Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?

    - Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.

    Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.

    Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.

    Hz. Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı.

    Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.



  9. #49

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Peygamberimizin hanımlarından:
    Hz. REYHANE


    Peygamber efendimiz Hendek savaşından sonra, 626 senesinde, Medine’nin dışında bulunan ve bir kaleye sığınan Benî Kureyza yahudîlerinin üzerine yürüdü. Çünkü bunlar orada devamlı huzursuzluk kaynağı oluyorlardı. Benî Kureyza yahudîlerinin bulunduğu kale; muhasara ve kuşatmadan
    sonra müslümanların eline geçti. İçinde bulunan yahudîler malları, mülkleri, çocukları ve kadınları ile birlikte ganimet olarak alındılar.

    Peygamberimizin hissesine düştü
    Benî Kureyza’dan alınan savaş ganimetleri ve esirler, müslümanlar arasında İslâm dinine uygun bir şekilde taksim edildi. Ganimetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhane de savaş esirleri arasında bulunuyordu. Reyhane de Peygamber efendimizin hissesine düsmüştü. Bunun üzerine, Reyhane Ümm-i Münzir’in evine gönderildi.
    Resulullah efendimiz o zaman yahudîlik dinine inanan Reyhane’yi, dilerse kendi dininde kalmak, dilerse müslüman olmak hususunda serbest bırakmışlardı. Reyhane de, Peygamber efendimize şöyle arzetmişti:
    - Ben kendi dinimde kalmak istiyorum.
    Peygamberimiz bu hareket ve davranışıyla, “İIslâm dinine girmek için zorlamak yoktur” hükmünü bizzat kendileri tatbik etmişlerdir.
    Daha sonra Salebe bin Sâye’nin tavsiyesiyle Reyhane’nin kalbi İslâmiyete ısındı. Bunun üzerine Peygamberimiz daha sonra Reyhane’ye şöyle buyurdular:
    - Sen Allahü teâlânın ve Onun Resulünün yolunu tutmak ister misin? Ben böyle münasip görüyorum.
    Hz. Reyhane de; “Evet” dedi. Peygamber efendimiz, bu davranışından sonra Reyhane’yi azat ettiler. Kendilerini, bizzat Mehir vererek, nikâhına aldılar. Düğünleri de Ümm-i Münzir’in evinde oldu. Böylece bütün müslümanların annesi olmak şerefine kavuştu.
    “Evliliklerim izinle olmuştur”
    Peygamber efendimiz, evlenmelerinin hepsini Allahü teâlânın emri ile yaptı. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yapılan evlenmelerdir. Reyhane ile de olan evlenme böyledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19548
    (Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrail’in Allahü teâlâdan getirdiği izinle olmuştur.)
    Hz. Reyhane sakin, temiz karaktere sahip, yumuşak huylu bir hanımefendi idi. Peygamber efendimizden önce vefat ettiği için naklettiği hadis-i şerif yoktur.
    Hz. Reyhane, Medine’de bulunan yahudîlerin Benî Kureyza kabilesindendir. İlk önceleri Hakem isimli biri ile evlenmişti. Adi Reyhane binti Semun’dur. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Bakî kabristanlığına defnedilmiştir.

  10. #50

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Ensârın sancaktarlarından:
    SA’D BİN UBÂDE


    Sa’d bin Ubâde, ikinci Akabe bîatinda Müslüman oldu. O da bu bîatte, Peygamberimizle görüşüp, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım edeceklerine söz veren Sahâbîlerdendi. Her gün yemek gönderdi
    Bu bîatte seçilen 12 temsilciden biri de Hz. Sa’d bin Ubâde’dir. Çok zengin ve cömert idi. Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret ettiğinde, Hz. Hâlid bin Zeyd’in evinde yedi ay misâfir olmuştu. Sa’d bin Ubâde hazretleri, Peygamberimize bu misâfirliği sırasında her gün yemek göndermiştir. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk gazve olan Ebvâ gazvesinde, Hz. Sa’d bin Ubâde Medîne’de vekil olarak görevlendirildi.
    Peygamberimiz Bedir savaşı yapılmadan önce müsâvere heyetini topladığında, Sa’d bin Ubâde hazretleri de bu heyette bulunmuştur. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır. Uhud savaşında Peygamberimiz Hazrec kabîlesinin sancağını Sa’d bin Ubâde hazretlerine vermiştir. Bu savaşta düşman karşısı da büyük bir sebatla savaşmıştır.
    Müreysi gazâsında ensârın sancağı onun tarafından taşınmıştır. 627 yılında vuku bulan Gared gazvesinde, orduya erzak olarak on deve yükü hurma vermiştir. Onun bu hizmeti üzerine Peygamberimiz, “Allahım Sa’d’a ve Sa’d ailesine rahmet eyle!” diyerek duâ etti ve buyurdu ki:
    - Sa’d bin Ubâde ne iyi kimsedir.
    Hazrec kabîlesinden olanlar da dediler ki:
    - Yâ Resûlallah! Sa’d bin Ubâde aramızda büyüğümüzdür. Babası da öyle idi.
    Kuraklık ve kıtlık yıllarında halkı doyururlar, yolda kalanlara da yardım ederlerdi. Misâfirleri ağırlarlar, musibet ve ihtiyaç zamanlarında yardım yaparlar, kabileleri yurtlarına göçürürlerdi.
    Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
    - Câhiliye devrinde en ileri olanınız, İslâmiyette de en ileridir.
    Ensârın sancağını taşıdı
    Hendek savaşı yapılmadan önce, Peygamberimiz istişâre için Sa’d bin Mu’âz ve Sa’d bin Ubâde’yi çağırmıştı. Bu istişâre sırasında, Peygamberimizin emirlerine uymakta en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını fedâ etmeye hazır olduklarını belirtmişlerdir.
    Bu sırada gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma hususundaki kararları karşışıda, Peygamber efendimiz çok memnun olmuştur. Hendek savaşına da katılan Sa’d bin Ubâde hazretleri, bu savaşta ensârın sancağını taşımıştır.
    Hendek savaşından hemen sonra yapılan Benî Kurayza gazâsında bütün orduya yiyecek vermiştir. Hudeybiye antlaşmaşında ve Bîat-i Ridvânda bulundu. Hayber gazvesindeki ordunun kumandanlarından birisi de Sa’d bin Ubâde idi. Mekke’nin fethinde de bulundu. Bu sırada sancaklardan birini de o taşıdı. Bundan sonra vuku bulan Huneyn gazvesinde Hazrec kabîlesinin sancağını taşıdı.
    Sa’d bin Ubâde hazretleri, vefât edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda bulunmuştur. Medîne civarında pek çok arazisi, bağı ve bahçesi vardı. Evi, Medîne’nin kenar mahallesinde idi. Mescid-i Nebîye uzak olduğu için, orada bir mescit yaptırmıştı.
    Hz. Sa’d bin Ubâde, sülâlece cömert bir âiledendi. Dedesi, “Et, yağ isteyen, Düleym’in evine gelsin” diye nida ettirir ve gelenlere et ve yağ dağıtırdı. Düleym vefât edince, oğlu Ubâde de aynı şekilde nida ettirir ve gelenlerin ihtiyaçlarını görürdü.
    Su sadakası iyidir
    Hz. Sa’d, dedelerinden beri sürüp gelen bu cömertliklerini, Müslüman olduktan sonra daha çok artırmıştır. “Allahım, bana cömertlik yapabileceğim mal ver” diye duâ ederdi.
    Kale şeklinde bir evi vardı. Orada ikâmet ederdi. Burada hergün büyük ziyâfetler verirdi. Herkes oraya gidip, yer içerdi.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19549
    Eshâb-ı kirâm içinde Eshâb-ı Suffa denilen kimsesiz, yoksul Müslümanlardan hergün 80 kişiye yiyecek ve içecek verirdi.
    Resûlullah efendimiz hicret edince de, Peygamberimize her gece et, süt ve tereyağı veya yemek gönderirdi.
    Annesi vefât edince, Peygamberimize gelip dedi ki:
    - Yâ Resûlallah! Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?
    Peygamber efendimiz buyurdu ki:
    - Su sadakası iyidir. Zîrâ sadaka vermek, Allahü teâlânın gadabını yumuşatır. İnsanı azâbdan kurtarır. Eceli gelmemiş olan hastanın şifâ bulmasına sebep olur.
    Bunun üzerine Hz. Sa’d bin Ubâde Medîne’de bir kuyu açtırdı. “Sikâye-i âl-i Sa’d” adını verdiği bu su kuyusunu Müslümanların iştifadesine sundu.
    Arap kabîleleri içinde ensârdan olan Evs ve Hazrec kabîlesinin İslâma çok büyük hizmetleri olmuştur. Savaşlarda çok şehit vermişlerdir. Sa’d bin Ubâde ve Sa’d bin Mu’âz bu kabîlelerin en ileri gelenlerinden idi.
    Her ikisinin de İslâmiyete hizmetleri ve Müslümanlar için gösterdiği fedakârlıkları, akılları şasırtacak derecede idi. Bu uğurda feda etmedikleri hiçbir şeyleri kalmamıştı. Mallarıyla, canlarıyla hizmet ettiler. Sa’d bin Mu’âz Peygamberimiz hayatta iken şehit olmuştur.
    Hizmete teşvik etmiştir
    Onun vefâtından sonra, Ensâr arasında en önde gelen zat, Sa’d bin Ubâde olmuştur. O da dâimâ İslâmiyete hizmet etmiş, Medîneli Müslümanları Dîn-i İslâm için fedâkârlık ve hizmet etmeye teşvik etmiştir.
    Hz. Sa’d bin Ubâde, Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında Medîne’de ikâmet etti. Sonra Şam tarafında Havran’a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. 635 senesinde orada vefât etti. Gûta kasabasında defnedildi.
    Sa’d bin Ubâde hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek hadis-i şerif rivâyet etmiş ve hadis-i şerif öğrenmekle meşgul olmuştur. Rivâyetleri, meşhur hadîs kitaplarından olan Kütüb-i sittenin dördünde yer almıştır.

Sayfa 5/9 İlkİlk ... 34567 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Eshab-ı Kiram serisi Sesli Radyo Tiyatroları
    By camkinoz_61 in forum İslami Resimler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.Mayıs.2012, 09:34
  2. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Temmuz.2008, 15:52
  3. Eshâb-i Kirâm Kimdir?
    By yoLcu in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.Nisan.2007, 15:18
  4. Eshâb-ı Kehf
    By yoLcu in forum Dini Hikayeler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.Mart.2007, 17:42

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.