Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 3/9 İlkİlk 12345 ... SonSon
85 sonuçtan 21 ile 30 arası
  1. #21

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Cebrâil aleyhisselâmın, şekline girdiği sahâbî:
    DIHYE-İ KELBÎ


    Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;

    - Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.

    Yüzüne gözüne sürdü

    Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. Îmânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi.

    Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.

    Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:

    - Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi Îsâ’ya, Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.
    Yine bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.
    Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz. Hüseyin’e verdi.

    Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip dedi ki:

    - Yavrularım, günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler verin.

    Ona harâmdır

    Hz. Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı yiyecekleri sırada, bir ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil aleyhisselâm gördü:

    - Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır, buyurarak şeytanı kovdu.

    Hicretin beşinci senesinde, Resûlullah Benî Kureyza seferine gitmeden önce Medîne’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’ate rastladı ve onlara sordular:

    - Kimseye rastlamadınız mı?
    - Yâ Resûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî’ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı.

    Bunu işitince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - O Cebrâil’dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin diye Benî Kureyza’ya gönderildi.
    Mühürsüz mektubu okumazlar

    Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu Bizans’a sefîr olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius’u İslâma da’vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları dediler ki:

    - Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.

    Bunun üzerine Resûlullah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye verdi.

    Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ’daki Gassân emîri Hâris’e başvurdu. Hâris de, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazîfelendirdi.

    Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus’tan Kudüs’e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.

    Dıhye, Heraklius’tan sonra Kudüs’e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:

    - Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.

    Bu sözler, Dıhye’ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:

    - Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.
    Derdini dinler, sıkıntısını giderir

    Bunun üzerine Kayser’in adamları dediler ki:

    - O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabûl etmez ve seni huzurundan kovar.

    - Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.

    Dıhye-i Kelbî’nin, Rum Kayser’inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:

    - Mâdem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazîfeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.

    Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.

    Hükümdârları değilim

    Bunun üzerine Hz. Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Resûlullahın mektubunu okumaya başladı.

    “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den Rumların büyüğü Heraklius’a” diye başlandığını görünce, Heraklius’un kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adam yere düştü. Bu sırada Resûlullahın mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:

    - Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip, “Rumların büyüğü Heraklius’a” demiş. Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz. Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:

    - Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları değilim.

    Sonra Yennak’ı dışarı çıkarttı.

    İslâma davet ederim

    Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi:

    (Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma da’vet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp ba’zılarımız ba’zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.)
    Resûlullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki:

    - Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektup görmemiştim.

    Onun gelmesini bekliyordu

    Heraklius, Uskuf’a bu mes’eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:

    - Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk.

    - Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?

    - Ona tâbi olmanı uygun görürüm.

    - Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler.
    Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy dedi ki:

    - Ey hükümdâr, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.

    - Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım.

    Hz. Dıhye bu soru üzerine dedi ki:

    - Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.

    Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti.

    Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu.

    Roma’daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürüp, Heraklius’un yanına çıkardı.

    Doğru olmayı emrediyor

    Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba’zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:

    - O size neyi emrediyor?

    Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:

    - Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi emrediyor.
    Heraklius, kilisede Ebû Süfyân’a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı. Resûlullahın mübârek mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser’in İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti.

    O hepinizden hayırlıdır!

    Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da’vâsını başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yemînle söylemiştir. Hz. Dıhye, o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:

    - Ey Kayser beni sana, Humus’tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya’nî Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.

    Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen insaflı olamazsın.

    Heraklius dedi ki:

    - Devam et!

    - Öyle ise ben seni, Mesîh’in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da’vet ediyorum. Seni, önceden Mûsâ’nın, ondan sonra Îsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da’vet ediyorum. Eğer bu husûsta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir.
    Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:

    - Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakîkatı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.

    O îmân ederse

    Heraklius daha sonra Hz. Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:

    - Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.

    Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i’tikâdımı açığa vururum.

    Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye’ye verip, Dağatır’a gönderdi.

    Hz. Dıhye, Heraklius’un mektubu ile beraber Resûlullahın da bir mektubunu Dağatır’a götürdü. Zaten Resûlullah efendimiz Dağatır’a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;

    - Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.

    Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va’zlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar bağırıyorlardı:

    - Dağatır’a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!

    Ahmed'den mektup geldi

    Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:

    - Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak dîne da’vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın hak peygamberidir.
    Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır’ın üzerine hücûm ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.

    Hz. Dıhye gelip, durumu Heraklius’a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:

    - Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus’taki köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:

    - Ey Rum cemâ’atı! Sizler saâdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın söylediğine uymak ister misiniz?

    - Ey bizim hükümdârımız, bunları elde etmek için ne yapalım?

    - Ey Rum cemâ’atı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni İslâm dînine da’vet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da dünyada ve âhırette selâmet bulalım.

    Öldürülmesinden korktu

    Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;

    - Ey Rum cemâ’ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm, dedi.

    Bunun üzerine Rumlar Heraklius’a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye’yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.

    Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makâm ve ölüm korkusundan îmân etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:

    “Hz. Îsâ’nın müjdelediği Allahın Resûlü Muhammed’e Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allahın hak Resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeye da’vet ettim. Fakat îmân etmeye yanaşmadılar.

    Beni dinleselerdi

    Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzû ediyorum.”

    Hz. Dıhye, Heraklius’tan ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Şenar vâdisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Hz. Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübey bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabûl etmişlerdi.

    Hz. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.

    Daha sonra Efendimiz Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes’ele böylece kapandı.

    Hz. Dıhye Medîne’ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius’un mektubunu okudu.

    - Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.

    Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah efendimiz;

    - Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.

    Mektubu muhâfaza ettiler

    Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altından yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere:

    (Bize baba ve dedelerimiz, “Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat bizden gitmeyecektir” diye tenbîh etmişlerdir) demişlerdir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19420

    Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve simâ olarak en güzellerindendir. İsmi; Dıhye bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.

    Bedir gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât etti.


  2. #22

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Tek başına hicret eden sahâbî:
    EBÛ SELEME


    Allahü teâlânın emriyle sevgili Peygamberimiz, Müslümanlara Medîne'ye hicret için izin verdiler. Bunun üzerine birçok sahâbî hicret hazırlıklarına başladılar.

    Hz. Ebû Seleme de devesini getirip, hanımını bindirdi. Oğlunu, kucağına oturttu. Hayvanın yularını çekip, kaldırmaya çalışıyordu. O sırada ba'zı öfkeli adamlar gelerek, elindeki yuları aldılar.

    Hz. Ebû Seleme, ne olduğunu anlıyamadı. Adamlar, hanımına bağırıyorlardı:

    - İn deveden aşağı! Çabuk ol!


    Kabîlemizin kızıdır

    Bunlar, Mugîreoğulları olup hanımının akrabaları idiler. Bir yandan zorla kadıncağızı çekiyorlar, öbür yandan da kocasına:

    - Sen kendin, bizi dinlemedin! Putlarımızı bırakıp, Müslüman oldun. Şimdi de kabîlemizin kızını, kaçırmaya çalışıyorsun! Onu daha nerelere götüreceksin? Buna aslâ müsaade edemeyiz, diye çıkışıyorlardı.

    Tabii oğlu da, annesiyle birlikte deveden indirildi. Zâten O'nun elini sıkı sıkı tutuyordu. Mugîreoğulları, kalabalık idiler. O zorbalarla başa çıkmak mümkün değildi. Buna rağmen münâkaşa çok uzadı. Olayı işiten, Esedoğulları da oraya koştular. Bunlar da, Hz. Ebû Seleme'nin kabîlesinden idiler. Ne olduğunu sordular. Onların da çoğu, Müslüman değildi. Fakat buna rağmen direttiler:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19421

    - Mâdem ki sizler, bizim akrabamızın hanımını bırakmıyorsunuz; biz de onun oğlunu size bırakmayız!

    Anasının elinden kopmak istemiyen yavrucağızı, çekiştiriyorlardı. İtişme, kakışma arasında küçük çocuk ağlamaya başladı. Çünkü, kolu çıkmıştı. Bu kadar zorbalık sonunda; çocuğu Esedoğulları, Anasını da Mugîreoğulları alıp, uzaklaştılar. Hz. Ebû Seleme oracıkta, sâdece devesiyle kalakaldı.

    İlk Müslümanlar buna benzer eziyet, işkence ve felâketlere artık alışmışlardı. Olaylar karşısında, sabır ve metânet göstermeye çalışıyorlardı. Çünkü sevgili Peygamberimizin emirleri öyle idi.

    Ebû Seleme hazretleri de işte bu yüzden, Hicrete tek başına devam etmeye katlandı. Allah rızâsını kazanmak ümidiyle, yollara düştü. Gözyaşları arasında nihâyet Medîne'ye vardı. Mekke'de kalan hanımı ise her sabah, şehir dışındaki Ebtah mevkiine çıkıyordu. Orada, Medîne'den gelen yolcuları bekliyor ve kocasından haber almaya çalışıyordu.

    Hiç insanlık yok mu?

    Yanında kimse olmadığı zamanlar, uzun uzun ağlıyordu. Zorla ayırdıkları oğlu ve eşi için gözyaşı döküyordu. Amcaoğullarından birisi, O'nu o vaziyette gördü. Perişân hâline acıdı. Doğruca, kendi kabîlesinin zorbalarına giderek bağırmaya başladı:

    - Bu zavallıya, daha ne kadar zulmedeceksiniz? Onu hem kocasından, hem oğlundan kopardınız. Sizde hiç insanlık yok mudur? Üstelik kendi akrabanıza işkence ediyorsunuz.

    Bu sözler üzerine, Zorbalar insâfa geldiler. Sonra da kederli kadıncağıza:

    - İstersen, gidip kocana kavuşabilirsin, dediler.

    O'nun Medîne'ye yollanacağını öğrenen, Esedoğulları da dayanamadılar. Getirip, oğlunu teslim ettiler.

    Allah ve Resûlullah yolunun yolcuları, ışıklı günlere doğru yürüyorlardı. Hz. Seleme'nin ana-babasının, duâları kabûl olmuştu. Uzun ayrılık ve hasretten sonra nihâyet, Kubâ'da hepsi birbirlerine kavuştular.

    Hicretten sonra mübârek Medîne'de, İslâmın ve Ebû Seleme ailesinin, güzel günleri başladı. Bütün Mü'minler İslâmiyeti yaymak için, canla-başla çalışıyorlardı. Bedir'de Mekkelilere karşı ilk zafer kazanıldı. Bu zaferi kazanan mücâhidlerden biri de, Hz. Ebû Seleme idi.

    Hz. Ebû Seleme sevgili Peygamberimizin yakın akrabası idi. Hz. Ebû Seleme'nin annesi, Peygamber efendimizin halaları idi. Ebû Seleme hazretleri, cihâd ve gazâ olmadığı zamanlar, daha çok ibâdet etmeye çalışıyordu.

    Sevindirici söz

    Bir gün Mescîd-i Nebevîden, sevinçle evine geldi. Kendisini karşılayan hanımına dedi ki:

    - Şimdi, Allahü teâlânın Resûlünden çok sevindirici bir söz duydum.

    Hanımı merakla sordu:

    - Hayırdır inşâallah! Ne duydunuz?

    - Peygamber efendimiz "Müslümanlar, herhangi bir belâya uğrar da; İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn dedikten sonra; yâ Râbbi! Bu uğradığım musîbetin ecrini ihsân eyle. Beni, ondan daha hayırlısına eriştir diye duâ ederse; cenâb-ı Hak, onun duâsını kabûl eder" buyurdular.

    Epeyce daha konuştular. Bir ara hanımı dedi ki:

    - Yâ Ebâ Seleme!.. Gel, seninle bir sözleşme yapalım.

    Kocası hayretle sordu:

    - Hayrola! Nasıl bir sözleşme istiyorsun?

    - İkimizden hangimiz önce ölürsek, geriye kalanımız; bir daha evlenmesin!. Buna, söz verebilir misin?

    Ebû Seleme biraz düşündü ve sordu:

    - Ey hanımcığım! Sen, beni dinler ve itâat eder misin?

    - Evet! Dinlerim ve itâat ederim.

    - Sen, sözümü dinle ve ben ölürsem, evlen!

    Hz. Ebû Seleme böyle söyledikten sonra ellerini kaldırıp, o büyük îmânlı hanımına ve bütün Müslümanlara duâlar etti.

    Bedir'deki yenilginin ateşiyle yanan Kureyş müşrikleri, bütün hınçlarıyla Uhud'da saldırdılar. Medîne civârındaki Yahûdileri de kışkırtıyorlardı. O gazânın gerçek kahramanlarından birisi, yine Hz. Ebû Seleme idi. Olanca îmânı ve olanca gücüyle savaşıyordu. Asıl gâyesi şehîd olmaktı. Fakat sâdece kolundan, pâzusundan yaralandı. Yarası küçük olmasına rağmen, kan kaybediyordu.

    Müşrikleri dağıttılar

    Gazâdan sonra bile, uzun zaman evinde yattı. Hanımı onu, güzelce tedâvi ediyordu. Bir ay sonra iyileşti, ayağa kalktı.

    İslâmın hudutları genişledikçe, düşmanları da çoğalıyordu. Kutn bölgesindeki ba'zı kabîle reisleri, hâlâ kibir ve azamet peşindeydiler. Orada başlıyan kışkırtma olayları üzerine Peygamber Efendimiz, bir ihtar hareketini uygun gördüler. Hz. Ebû Seleme ile ba'zı arkadaşlarını, bu iş için vazîfelendirdiler.

    Onlar da kısa zamanda, Kutn civârındaki âsî ve müşrikleri dağıttılar. Pek çok ganîmet alarak, Medîne'ye döndüler. Dönüşte, Hz. Ebû Seleme fenâlaştı. Çünkü Uhud'da aldığı yara yeniden açılmıştı. Bütün gayretlere rağmen, fazla kan kaybından vefât etti.

    Ümmü Seleme hatun, kocası Ebû Seleme'nin şehîd olması üzerine, "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciun" dedikten sonra, duâ etti.

    Sonda doğruca sevgili Peygamberimizin huzûrlarına giderek dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Ebû Seleme vefât eyledi.

    Peygamber efendimiz kalktılar ve halalarının oğlunu görmeye gittiler. Mübârek elleriyle hâlâ açık bulunan gözlerini kapattılar ve buyurdular ki:

    - Hakikaten, rûh kabzolunurken göz; rûhun peşinden baka kalır!

    Melekler âmin demektedir

    Resûlullah efendimiz o sırada ağlaşıp, sızlanan kadınlara ve diğer ev halkına da:

    - Sizler şimdi kendinize, hayırdan başka duâda bulunmayınız. Çünkü Melekler şu anda, duâlarınıza âmin demektedirler, îkazında bulundular.
    Daha sonra da şöyle duâda bulundular:

    - Ey Allahım! Ebû Seleme'yi rahmetine kavuştur! Doğru yola ermiş kulların arasında, derecesini yücelt! Geride kalanlardan O'na, iyi bir halef ihsân eyle! Bize ve O'na mağfiret kıl. O'nu kabirinde, ferahlandır ve nûrlandır.
    Hz. Ebû Seleme Medîne'de Bâki' Kabristanına defnolundu. Muhterem hanımı, her zaman olduğu gibi sabretti, duâlar etti. Onun yetîm kalan yavrularıyla, geçim derdini halletmeye çalıştı.

    4-5 ay kadar sonra Peygamberimiz, bir arkadaşlarını ona yolladılar. Gelen zât dedi ki:

    - Müjdeler olsun, ey Ümmü Seleme! Resûlullah efendimiz, Allahın emriyle seni nikâhlamak istiyorlar.

    Bu büyük müjdeye rağmen Hz. Ümmü Seleme, düşünceli görünüyordu. Az sonra, cevap olarak dedi ki:

    - Ey Resûlullahın elçisi! Hoş geldin, sefâlar getirdin! Yalnız şu husûsları, Efendimize arz etmelisin ki:

    1) Ben yaşlı ve kıskanç bir kadınım. Olabilir ki, aksi bir davranışta bulunurum da; o yüzden, Allahın gazâbına uğramaktan korkarım.

    2) Yetîm çocuklarım mevcuttur. Bir de onların bakımı, kendilerine yük olmaz mı?

    3) Nikâhımı yapacak velîlerim, yanımda değildirler.

    Elçi bunları, aynen sevgili Peygamberimize arz etti.


    Biz de yaşlıyız

    Birkaç gün sonra iki cihânın Sultânı bizzat, teşrîf buyurdular. Çok heyecanlanan Hz. Ümmü Seleme'ye, tekliflerini Kendileri tekrarladılar. Ve buyurdular ki:

    - Biliyorsun ki, biz de yaşlıyız. Sonra senin, o kıskançlık hâlini gidermesi için, Allaha duâ ederiz. Çocuklarına gelince onlar, Bizim de çocuklarımızdır. Velîlerin arasında, bizim evlenmemizi istemiyen kimse çıkmaz.
    Ve Allahın emriyle, nikâhları kıyıldı. Böylece, Hz. Ebû Seleme'nin muhterem hanımına ettiği vasiyeti de, yerine getirilmiş oldu.

    Ebû Seleme'nin asıl adı, Abdullah; babası, Abdülesed; annesi, Abdülmuttalib'in kızı Berre idi. Gâyet iyi okuma-yazma bilir ve her isteyene öğretirdi...


  3. #23

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Gıfârî kabilesinin reisi:
    EBÛ ZER GIFÂRÎ


    Ebû Zer-i Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabîlesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.

    Ebû Zer-i Gıfârî de çevresinin te’sîriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesâreti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu.

    Putlardan nefret ediyordu

    Fakat o, bütün bunlardan bir tat almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu.

    Nihâyet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devam etti.

    Ebû Zer-i Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmişti. Artık insanlar birer ikişer Müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çâreler arıyordu.

    Nihâyet bu haber Benî Gıfâr kabîlesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19422

    - Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu bildiriyor.

    Ebû Zer heyacanla sordu:

    - Hangi kabîledendir?

    - Kureyş’tedir.

    Ne haber getirdin?

    Ebû Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneys’e dedi ki:

    - Hayvanına bin, Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zâtla görüş, söylediklerini dinle, benim için bilgi edin, haberini bana getir.

    Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber efendimizin mübârek cemâli, sohbeti ve ihsânları ile şerefledi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer kardeşine sordu:

    - Ne haber getirdin?

    - Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.
    - Peki insanlar, onun hakkında ne diyorlar?

    Zamanın meşhur şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi:

    - Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne, ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. Onun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.

    Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:

    - Sen bana, bu husûsta arzû ettiğim, gönlüme şifâ veren, müşkillerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.

    Kardeşi Üneys dedi ki:

    - İyi olur, fakat sen Mekke halkından sakın! Çünkü Mekkeliler, ona karşı son derece kin besliyorlar ve onunla görüşenleri takip ediyorlar.

    Ebû Zer, hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi görüp Müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü.

    Kimseye sormadı

    Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.

    Ebû Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu. Burada Zemzemden başka bir şey yiyip içmiyordu.

    Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.

    Sabah olunca, tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ip ucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:

    - Bu biçâre hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.

    Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali tekrar da’vet edip evine götürdü ve ona sordu:

    - Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?

    - Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim.

    - Söyle, hâlini kimseye açmam.

    Akıllılık ettin

    - İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmesi, ondan işittiklerini ezberleyip bana nakletmesi için kardeşimi göndermiştim. Kardeşim gönlüme şifâ verecek bir haber getirmedi. Onun için bizzat kendim onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.

    - Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zât Allahın Resûlüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!

    Ebû Zer-i Gıfârî, Hz. Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:

    - Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebû Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.

    Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:

    - Sen kimsin?
    - Gıfâr kabîlesindenim.

    - Ne zamandan beri buradasın?
    - Üç gün üç geceden beri buradayım.

    - Seni kim doyurdu?
    - Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.

    - Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.
    - Yâ Muhammed! İnsanları neye da’vet ediyorsun?

    - Bir olan ve ortağı bulunmayan Allaha îmân etmeye ve putları terketmeye, benim de Allahın Resûlü olduğuma şehâdet etmeye da’vet ediyorum.
    Bana İslâmı bildir

    Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri:

    - Bana İslâmı bildir, dedi.

    Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyâkla dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kâ’be’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.
    Bundan sonra Ebû Zer-i Gıfârî Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle:

    - Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.

    Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.

    Bu hâli gören Hz. Abbâs seslendi:

    - Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?

    Böylece Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

    Kavminin yanına dön!

    Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.

    Bundan sonra Peygamber efendimiz Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine buyurdu ki:

    - Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!
    Bu emir üzerine Ebû Zer-i Gıfârî kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

    Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kavmini İslâmiyete da’vet ediyordu. Birgün kabîlesine, Allahın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve ma’nâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “Olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabîlenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:

    - Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!

    İşte sizin taptığınız şey

    Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti:

    - Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mânî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.

    Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:

    - Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?

    Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:

    - O, Allahın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allaha îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya da’vet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.
    Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabûl ettiler.

    Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civârında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medîne-i münevvereye hicret yapıldı.

    Her şeyi sorardı

    Ebû Zer hazretleri de Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabîlesi arasına gönderildi.

    Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri Hendek savaşından sonra Medîne’ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.

    Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize sorardı. Îmân, ihsân, emir ve yasaklar husûsunda, Kadir gecesi ve daha birçok husûsların sırlarını, izâhını, namaza dâir ince husûsları ve nice şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir.

    Resûl-i Ekrem efendimiz Ebû Zer’i çok sever, ona, husûsî iltifât buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın huzûrunda kalırdı. Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.

    Ayrıca Ebû Zer hazretleri, Peygamberimizin mübârek elini öpmek saâdetine kavuşmuştur. Resûlullah efendimize bi’ât ederken de, “Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun dâimâ doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husûsta Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - Dünyaya Ebû Zer’den daha sâdık kimse gelmedi.
    Tebûk seferi

    Resûlullaha anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:

    - Yâ Resûlallah, benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.

    Tebük muharebesinde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zer orduya yetişti. Resûlullahın yanında bulunan Eshâb-ı kirâm dediler ki:

    - Yâ Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

    Resûlullah efendimiz:

    - Ebû Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

    Eshâb-ı kirâm dikkatle bakıp Resûlullaha dediler ki:

    - Yâ Resûlallah, gelen Ebû Zer’dir.

    - Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşrolunur.
    Daha sonra Ebû Zer’e:

    - Ey Ebû Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.


  4. #24

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Kâdılık yapan sahâbîlerden:
    EBÜDDERDÂ


    Ebüdderdâ hazretleri, Bedir seferi sırasında Müslüman oldu. Önceleri puta tapardı. Bir gün Ebüdderdâ’nın ana bir kardeşi Abdullah bin Revâha ile Muhammed bin Mesleme, Ebüdderdâ’nın bulunmadığı bir sırada evine girerek putunu kırdılar.

    Niye mâni olamadın?

    Ebüdderdâ, eve dönünce, hem putun kırıklarını topluyor, hem de diyordu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19423

    - Yazıklar olsun sana! Ne diye seni kıranlara mâni olmadın? Onları ne diye üzerinden defedemedin?

    Zevcesi Ümmüdderdâ dedi ki:

    - Eğer o, bir kimseye fayda verebilse veya gelecek bir zararı önleyebilse idi, kendisine gelen zararı önlerdi!

    Ebüdderdâ, bunun üzerine, “Gusletmek için bana su hazırla!” dedi. Yıkandı. Elbisesini giydikten sonra, Peygamberimizin yanına gitmek üzere yola çıktı.

    Ebüdderdâ gelirken, Abdullah bin Revâha Peygamberimizin yanında bulunuyordu. Dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Bu gelen Ebüdderdâ’dır. Ben onun, bizi görmek için geldiğini sanıyorum!

    - O, Müslüman olmak için geliyor. Çünkü, Rabbim, Ebüdderdâ’nın Müslüman olacağını bana va’detti!
    Ebüdderdâ Resûlullah efendimizin huzûrunda Müslüman oldu. Ebüdderdâ’nın ev halkı ise kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.

    O Müslüman olmadan önce Bedir savaşı yapılmıştı. Uhud savaşında ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud savaşında gösterdiği cesâret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiş, Peygamberimiz onun için, “Ne mükemmel süvâridir” buyurarak methetmiştir.

    Ebüdderdâ, Peygamberimizin zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiştir. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsîrini bizzat Peygamber efendimize sorarak öğrenmiştir.


  5. #25

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Resûlullahın hizmetçisi:
    ENES BİN MÂLİK


    Medîneli çocuklar hem koşuyor, hem de sevinçle bağırarak etrafı çınlatıyorlardı:

    - Resûlullah efendimiz geldi! Kâinâtın efendisi geldi!

    Günlerce, aylarca, beklenen Allahın Resûlü işte geliyordu...

    Çocuklar arasında en coşkulusu, şüphesiz Hz. Enes idi. Ancak 9-10 yaşlarındaydı. Bütün varlığıyla koşuyor, sevinç çığlıkları atıyordu. Dikkatle bakmasına rağmen, Âlemlerin Efendisini bir türlü göremedi.


    Müjdeyi verin!

    Bir müddet daha, o heyecanla koştular, bağırdılar. Nihayet Kusvâ adlı develeri üzerinde, Resûlullah efendimiz ve arkadaşları göründüler. Kalbleri duracak gibiydi. Medîne'nin epeyce dışındaydılar. Bir Müslüman amca, Küçük Enes ve arkadaşlarına dedi ki:

    - Koşun! Medînelilere müjdeyi verin! Sevgili Peygamberimizin teşriflerini bildirin!

    Bunun üzerine çocukların yarısı, nefes nefese şehre koşmaya başladı. Büyük müjdeyi ulaştırmak için, son gayretlerini sarfediyorlardı. Bu haberi sabırsızlıkla bekleyen sayısız Müslüman, Medîne ufuklarında doğan Nûr'a doğru yarıştılar. Bütün insanların ve cinlerin Peygamberini karşılamak için, acele ettiler.

    Her taraftan sesler yükseliyordu:

    - Vedâ tepelerinden ay doğdu üstümüze.

    - Buyurunuz yâ Resûlallah, bize buyurunuz.

    - Safâ geldiniz sevgili Peygamberimiz, safâlar getirdiniz...

    - Hürmet ve şerefle Sizi selâmlıyoruz, ey Allahın Sevgilisi.

    - İnşâallah Medîne'de, emniyet ve huzûra kavuşacak ve kavuşturacaksınız.

    Resûlullah efendimiz böyle sesler arasında şehre girdiler.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19424

    Sevgili Peygamberimizin yanlarında, en yakın dostları Hz. Ebû Bekir bulunuyordu. Kadınlar ve çocuklar, şiirler okuyorlar, hangisinin Resûlullah olduğunu birbirlerine soruyorlardı.

    Medîne kurulduğu günden beri, böyle sevinçli ve heyecanlı anlar yaşamamıştı. Müslümanların çoğu Efendimizi; kendi evlerine götürmek, misâfir etmek şerefine erişmek istiyordu. Bu sebeple, Kusvâ'nın yularını yakalamaya çalışıyorlardı. Fakat sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:

    - O'nu serbest bırakınız. Kimin evi önünde durursa, oraya misâfir oluruz, İnşâallah.

    En sonunda Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd hazretleri, bu şerefe kavuştu. Efendimiz, bir müddet için, O mübârek zâtın evinde misâfir kaldılar.

    Artık bütün Medîneli Müslümanlar için, Resûlullaha hizmet yarışı başlamıştı. Herkes ellerinde ve evlerinde ne varsa, ikrâm ediyordu.




  6. #26

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Evi ilk vakıf olan sahâbî:
    ERKAM BİN EBİ'L ERKAM


    Hz. Erkam'ın ataları, Mekke'nin sayılı zengin ve reisleri idiler. Bu sebeple, eskiden beri saygı ve i'tibâr görürlerdi. Kâ'be-i muâzzamanın batı taraflarında, yüksek bir evleri vardı. Beytullahı ziyâret edenler mutlaka, onların evi önünden geçmeye mecburdular. Safâ tepesinde bulunduğu için, uzaktan bile Kâ'be'yi görmek mümkündü.

    Evim evinizdir

    Hz. Erkam Müslüman olduktan sonra, sevgili Peygamberimizi evlerine da'vet etti. Peygamber efendimiz de münâsip bir zamanda, Hz. Ebû Bekir'le birlikte şeref verdiler. Evin geniş ve ferah salonlarında, topluca namaz kıldılar. Huzûr içinde sohbet ettiler, uzun uzun konuştular. Bir ara Hz. Erkam dedi ki:

    - Yâ Resûlallah, evim, evinizdir. Emrinizdedir. Nasıl, ne zaman ve ne kadar arzû ederseniz, kullanabilirsiniz.

    O sırada ilk Müslümanlar gerçekten, büyük baskı ve tehdit altındaydılar. En yakın akrabâları bile onlara, eziyet ediyorlardı. Abdestlerini gizli alıyor, namazlarını gizli kılıyorlardı. Çünkü müşrîkler, puta tapanlar; büyük bir kin ve nefretle doluydular. Hz. Erkam'ın teklifi bu yüzden, sevgili Peygamberimizi çok ferahlattı.

    Hz. Erkam'ın tertemiz evi, Müslümanlar için gerçek bir kurtuluş kalesi oldu. Bir dâr-ül İslâm ya'nî İslâm yuvası hâline geldi. Peygamber efendimiz, sayıları 10-15'i geçmeyen mü'minler ile birlikte oraya yerleştiler. Rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19425

    İki Cihân Güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk İslâm Kalesinde bulundular. Birçok âyet-i kerîme, orada nâzil oldu. Birçok meşhur kimse, orada hidâyete erdiler, Müslüman oldular. Sayıları kırka yaklaştığı bir gün, Hz. Ebû Bekir sordu:

    - Yâ Resûlallah! İnsanları açıkça İslâma da'vet zamanı, daha gelmedi mi?

    Peygamber efendimiz de buyurdu ki::

    - Henüz, sayımız azdır.
    Fakat Hz. Ebû Bekir ısrar etti. Bunun üzerine hep beraber, Kâ'be civârına çıktılar. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkıp, orada bulunanlara konuşmaya başladı:

    - Ey Kureyşliler! Allahü teâlâ birdir. Muhammed aleyhisselâm, O'nun Resûlüdür. Gelin, birlikte İslâma dönelim. Felâha, kurtuluşa erelim.


  7. #27

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Câhiliye devrinde de tek bir Allaha inanan sahâbî:
    ES'AD BİN ZÜRÂRE


    Resûlullah efendimiz, Mekke'de herkesi îmâna da'vet ediyor, İslâm nûru ile küfür karanlığını aydınlatarak, kalblere Allah sevgisini yerleştirmeye çalışıyordu. Mekke'nin puta tapan Arapları, bu hak da'veti bir türlü anlayamıyor, İslâmiyeti kabûl etmemekte ısrar ve inat ediyorlardı. Çok az kimse Müslüman olmuştu. Onlara da, müşrikler, akla hayâle gelmedik sıkıntılar veriyor, işkence yapıyordu.

    Siz kimlersiniz?

    Resûlullah her yıl hac mevsiminde ve Ukâz panayırı günlerinde Mekke şehrinin dışına çıkıp, başka yerlerden gelen kabîlelerle görüşerek onları İslâma da'vet ederdi.

    Peygamberliğinin 11. senesinde, hac mevsiminde Mekke dışına çıkmıştı. Akabe denilen yerde, Medîne halkından bir toplulukla karşılaştı. Onlarla aralarında şu konuşma geçti:

    - Sizler kimlersiniz?
    - Hazrec kabîlesindeniz.

    - Yahûdîlerin dost ve müttefikleri olan Hazrecîlerden misiniz?
    - Evet.

    Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

    - Oturmaz mısınız, sizinle biraz konuşayım?
    Onlar da oturunca Resûlullah efendimiz onlara Kur'ân-ı kerîmden İbrâhim sûresi 35-52'inci âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyeti anlattı. Bu dîne girmeleri için da'vette bulundu.

    Onlar da, zâten kabîlesinin büyüklerinden ve Medîne'de yaşayan Yahûdîlerden, yakında bir peygamberin geleceğini işitmişlerdi. Resûl-i ekrem, onları dîne çağırınca birbirlerine bakıştılar ve, "Yahûdîlerin, alâmetlerini haber verdiği işte bu Peygamberdir!" diye aralarında konuştular. Resûlullahın huzurunda Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular. Peygamberimize de dediler ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19426

    - Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de Yahûdîlere karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu hâlde geride bırakmış bulunuyoruz. Ümit edilir ki, Allah onları da, sizin sayenizde bir araya toplar. Biz, hemen dönüp onları senin peygamberliğini kabûl etmeye da'vet edeceğiz ve bu dinden kabûl ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah, onları bu din üzerinde toplayıp birleştirirse, senden daha azîz ve şerefli kimse olmaz!


  8. #28

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Peygamberimizin en sevgili kerimesi:
    Hz. FÂTIMA


    Hz. Fâtıma, hicretten onüç sene önce, Mekke'de doğmuştu. Küçük yaşına rağmen, Peygamber efendimize yardım ediyor ve Kureyş kâfirlerinin işkencelerine karşı geliyordu. Abdullah ibni Mesûd der ki:
    “Resulullah efendimizin Kureyşe bedduâ ettiğini asla işitmedim. Yalnız birgün, Kâbe-i şerif yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehil, kendi adamlarıyla bir yerde oturuyorlardı. O sırada bir kimse gelip, ölmüş bir deve işkembesini oraya bıraktı. Ebu Cehil dedi ki:
    - Bu kan ile bulaşmış işkembeyi, kim götürüp, Muhammed secdeye inince, arkasına koyar?
    Fâtıma'ya haber verdi
    Onların içinde en ziyade bedbaht Ukbe bin Ebî Muayt, bu çirkin işe girişip, onu, Peygamberimiz secdede iken üstüne koydu. Resulullah efendimiz secdeden kalkmadı. O bedbahtlar gülüştüler. O kadar ki, gülmekten birbirlerinin üzerine düştüler.”
    İbni Mesûd anlatmasına şöyle devam etti:
    “Ben uzaktan bakardım. Müşriklerin korkusundan yanına varamadım. Nihayet bir kimse, Hz. Fâtıma'ya haber verdi. Hz. Fâtıma gelip, Resûl-i ekremin üzerinden onu kaldırdı. Bunları yapanlara ağır sözler söyledi, bedduâda bulundu. Hz. Fâtıma bu sıralarda küçük bir kız idi.
    Müşriklerin hiçbiri Hz. Fâtıma'ya cevap vermedi. Peygamberimiz, namazdan kalkınca, bunların isimlerini sayarak üç kere buyurdu ki:
    - Ya Rabbi! Kureyşten şu topluluğu sana havale ediyorum.”
    İbni Mesûd der ki: “Allah hakkı için, onları Bedir günü gördüm. Hepsini katledip, ayaklarından sürüyerek, Bedir kuyusuna bıraktılar. Ümeyye ve Amr'ı ise parça parça ettiler. Ammar ve Velid'i çok fecî şekilde öldürüp, cehenneme gönderdiler.”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19427
    Resulullah efendimiz, Medine-i münevvereye, Allahü teâlânın emriyle hicret ettikten sonra, hanımı Sevde, kızları Ümm-i Gülsüm ve Hz. Fâtıma'yı getirmeleri için, Ebu Râfiî ile Zeyd bin Hârise'yi Mekke'ye gönderdi. Onlara 500 dirhem gümüş ile iki deve verdi.

  9. #29

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Hz. Ali’nin annesi:
    FÂTIMA BİNTİ ESED


    Fâtima binti Esed, İslâmın başlangıcında Müslüman olmuştur. Resulullah efendimiz, İslâmiyeti, önceleri açıktan açığa bildirmedi. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedrici, yani yavaş yavaş bir yol takip ediliyordu. Ahiret ile korkut!
    Üç sene sonra, nihayet İslâmiyeti açıktan bildirme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resul-i ekreme vahiy ile bildirildi. Allahü teâlâ Suara suresinin 214. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:
    (Ey Resulüm, sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını Allahın dinine davet ederek, ahiret azabı ile korkut!)
    Resulullah efendimiz, akrabalarını bir araya topladıktan sonra, onlara şu konuşmayı yaptı:
    - Hamd ancak Allahü teâlâya mahsustur. O’na hamdederim. Ancak O’ndan yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm ki; Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi O’ndan başka ilah olmayan, Allahü teâlâya iman etmeye davet ediyorum.
    Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
    İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı Cehennemde kalmaktır. İnsanları ahiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler, sizlersiniz.
    Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli, dünya ve âhiretiniz için faydalı şeyler getirdim. Araplar içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse bilmiyorum.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19428
    Ben sizi, dile kolay, hafif ve mizanda ağır gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh” [Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.

  10. #30

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Allahın kılıcı lâkabı ile tanınan kumandan Sahâbî:
    HÂLİD BİN VELİD


    Hâlid bin Velid, Kureyş arasında süvâriliği ve askerliği ile tanınırdı. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz Müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında idi. Kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp, Mekke’ye dönünce, îmâna geldi ve tekrar Medîne’ye döndü. Oradan, Hz. Hâlid bin Velid’in Müslüman olması için, teşvik edici mektuplar gönderdi. Resûlullah efendimiz de teşvik edici sözler söyledi.
    İslâma meyli arttı
    Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin sözlerini haber alınca, İslâma meylı arttı. Peygamberimizin yanına gitmek için hazırlandı. Bu durumu kendisi şöyle anlatıyor:
    "Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki:
    - Ben, Muhammed’e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed’in, muhakkak gâlip geleceğini içimde sezmiş olmayayım!
    Resûlullah efendimiz, Hudeybiye’ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müşrik süvârilerinin başında yola çıktım. Usfan’da, Resûlullah efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.
    Resûlullah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki, ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok tesir etti. Kendi kendime, “Bu zât, herhâlde, Allah tarafından korunuyordur” dedim. Mekke’ye döndüğümde, çeşitli düşünceler içinde bocalıyordum.
    Ertesi sene, Resûlullah efendimiz umre için Mekke’ye gelip girince, Ondan gizlendim. Kendisinin Mekke’ye girişini görmedim.
    Üstün tutardık
    Kardeşim, Velid bin Velid de umre için gelip Mekke’ye girmişti. Beni arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:
    (Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Hâlbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?!
    Resûlullah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Resûlullah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:
    - Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık!
    Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun firsatlara acele yetiş!)
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=19429
    Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı.”
    Hâlid bin Velid söyle anlatır: Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, Müslüman olma arzûsu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullahın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyâmda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca, bu rüyâmı Hz. Ebû Bekir’e anlatıp, tâbirini ondan sormaya karar verdim.
    Bana kim arkadaş olabilir?
    Ben Resûlullaha gitmek için hazırlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra Ikrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde dâvetimi reddedince, evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha’nın yanına gittim.
    Ona da aynı şekilde, Müslüman olmak üzere, Peygamberimize gideceğimi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmak için Medîne’ye gidiyordu.
    Hep beraber Medîne’ye vardık. Elbisenin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve dedi ki:
    - Acele et! Çünkü Peygamberimize sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor.
    Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verip dedim ki:
    - Allahtan başka ilâh olmadığına ve senin de Allahın Peygamberi olduğuna sehâdet ediyorum.
    - Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun. Senin akıllı olduğunu biliyor, bunun, er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum.
    Günahlarını bağışla!
    Sonra günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmesini istedim. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki:
    - İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar.
    Sonra da ellerini açarak duâ buyurdular:
    - Yâ Rabbî! Hâlid’in, kullarını, senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün çabalarından ileri gelen günahlarını bağışla!
    Peygamber efendimiz, bana, kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvâri birliklerinin başına kumandan tâyin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyâyı Hz. Ebû Bekir’e anlattım. O da buyurdu ki:
    - Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlânın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir.
    Hz. Hâlid bin Velid’in Müslüman olması, hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medîne’de yerleşti.
    Hz. Hâlid bin Velid, Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
    - Cihâda çıkacak olan şu insanlara Hz. Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim. Eğer o şehîd olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa, yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehid olursa, aranızda münâsip gördüğünüz birini seçip, ona tâbi olursunuz.
    Birini kumandan seçin!
    Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hz. Zeyd bin Hârise, Hz. Ca’fer ve Hz. Abdullah bin Revâha sırasıyla şehîd oldular. Sonra sancak Hz. Sâbit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca dedi ki:
    - Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz!
    Ona dediler ki:
    - Biz seni kumandan seçtik.
    Bunun üzerine, “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hz. Hâlid bin Velid’e dönerek dedi ki:
    - Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al! Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor!
    Böylece Hz. Hâlid bin Velid sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu mahâretine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı.
    Hz. Hâlid bin Velid, şaşılacak derecede askerî dehâya ve savaş tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı.
    Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca, hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar.
    Hz. Hâlid bin Velid’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm askeri, Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı.

Sayfa 3/9 İlkİlk 12345 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Eshab-ı Kiram serisi Sesli Radyo Tiyatroları
    By camkinoz_61 in forum İslami Resimler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.Mayıs.2012, 09:34
  2. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Temmuz.2008, 15:52
  3. Eshâb-i Kirâm Kimdir?
    By yoLcu in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.Nisan.2007, 15:18
  4. Eshâb-ı Kehf
    By yoLcu in forum Dini Hikayeler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.Mart.2007, 17:42

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.