Uğur Yücel'in yakın tarihimize özgün bir açıdan yaklaşan 'Yazı Tura' filminde, izleyenlerin içini kavuran bir sahne var: Askerliğini Güneydoğu'da yapan 'Şeytan' Rıdvan'ın girdiği çatışmada vurulan PKK militanlarından biri, onun eski kız arkadaşı çıkıyor.

Gerçek hayatta böyle bir şey olabilir mi? Neden olmasın?

Geçen pazar günü Hürriyet'te çıkan haber, bu sahnenin gerçekliğine yaklaştırıyor bizi. Fotoğrafçı Sebati Karakurt; Türkiye, Irak ve İran sınırlarının kesiştiği Kandil Dağı'na gitmiş ve oradaki PKK kampını görüntüleyip militanlarla röportaj yapmış. En çok da örgütteki kadınlara dair bir haber bu. Örgüt içinde çeşitli kademelerde görevlendirilmiş Sewra, Rotinda ve Tekuşin adlı kadınların sosyal yaşamını izlemiş. Kadınların saçlarının model model, tişörtlerinin rengârenk olduğunu anlatıyor. Büyük fotoğrafta da bir kadın militan klasik gitarını sırtlamış tırmanmakta.

Ya ne olacaktı ki? İnsan her yerde insan değil mi?
Büyük savaşlara katılanların anılarında ortak bir nokta olur hep: Savaşırken, düşmanın da kendileri gibi bir insan olup olmadığını merak etmişlerdir. Onun da iki gözlü ve iki bacaklı olduğunu, onu da bir eşin, annenin ya da sevgilinin beklediğini düşünmek askere zor gelir. Stratejik açıdan doğru psikoloji budur belki de. Savaşa çoluğunu çocuğunu bırakıp geldiğini düşünürseniz, o adamı vuramazsınız.

Genç subay Hakan Evrensel, anılarını derlediği 'Güneydoğudan Öyküler' kitabında şöyle diyor: "Bir terim karmaşasına girmek istemiyorum. Gerillaymış, yurtsevermiş. Bütün dünyada bunun adı bellidir. O da terörist. Elinde silah, çoluk çocuk demeden öldürene başka ne denir ki? Onun da adı teröristtir. Bu teröristler de insan tabii, ama ben buna da girmek istemiyorum. Çünkü bazen bundan bile şüphe ettiğim oldu."

Ama onun anlattığı duyguların gerçekliğinden kolay kolay şüphe edemiyor insan. Hakan Evrensel'in sözünü ettiği militanların arasında gazete haberindeki kadınlar da vardı belki. Hakan Evrensel'in asker arkadaşlarının kanını akıtanlarla Beyoğlu'ndaki Saray'da dondurma yemeyi ve martıları özlediğini söyleyenler aynı insanlar mıydı?

Böyle bir şey olabilir mi? Evet, böyle bir şey olabilir.

Savaşları unutulmaz kılan da bu oluyor çoğu zaman; yani savaşın kalbindeki yalın ve çıplak insan gerçeği. Uğur Yücel'in filmi de gücünü bu çelişkilerden alıyor. En azından, konuya farklı açılardan yaklaşma arzusu duyuyorsunuz. Cumhuriyet tarihimizin bu en puslu dönemiyle ilgili yazılıp çizilenler arttıkça elimizde zengin bir sanat malzemesi birikecek. Türkiye'nin sanatçılarını dünya ölçüsünde yıldızlaştıracak ürünler de bunların arasından çıkacak belki.

Tabii gazete haberinden yansıyan daha şiirsel bir gerçek de var: Tarihsel ve siyasi arka planından tamamen soyutlasak bile konu bizi 'kadın' ve 'dağ' metaforları arasındaki ilişki üzerine düşünmeye zorluyor. 32 yaşında genç bir kadın olan Tekuşin'in 12 yıldır dağda olmasında savaşı da emperyalizmin Ortadoğu projelerini de aşan bir hüzün var. Halk edebiyatımızda uğruna dağlar delinen kadınlar, ömürlerini o dağlara adayabiliyor demek ki.

Murat Uraz tarafından hazırlanan 'Türk Mitolojisi' adlı kitapta şöyle deniyor: "Öte tarafta Miras Suyu kıyısında da bir dağ vardır. Bu dağın adı Kölin'dir. 'Dağ Kargası' oymağı bu dağ hakkında, 'Bizim türediğimiz dağ' derler. Bu oymak, bu dağda şaman ayini yaptırır, kurban keser.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/8372-tuna-kiremitci-daglar-ve-kadinlar.html#post12866
Fakat kadınlar bu dağa 'kayın babamız' derler."

Kadınların dağlarla akrabalığı, onların biz erkeklere göre daha sabırlı ve acıya dayanıklı olduğunu düşündüğümüzde akla yatkın geliyor. Dağların coğrafi yapının tam merkezinde durup çevrelerini biçimlendirmeleri gibi, kadınlar da sosyal yaşamın kaptan köşkünde soluk alıp veriyorlar. Asur'dan Sümer'e, Bizans'tan Osmanlı'ya, Anadolu kültürlerinin içten içe 'kadın merkezli' yapılarının olduğunu da düşünürsek, dişi dağ imgesi, gözümüzde daha iyi canlanıyor.

Nâzım Hikmet, o unutulmaz 'Kuvayi Milliye Destanı'nda, şöyle buluşturuyor iki imgeyi:
"Ve kadınlar...
Bizim kadınlarımız;
Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri; öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız"
Dağlara kaçırdığımız kadınlardaki doğurganlık onlardan dağlara geçmiş sanki. Ya da dağların bitmeyen bir gebeliği andıran görünüşleri akla bunu getiriyor. Belki de bu yüzden, edebiyattaki dağ imgesi daha çok umuda, beklentiye ve geleceğe duyulan güvene bağlanıyor. Bir dağ gördüğümüz zaman bizde uyanan beklenti hem bu doğurganlıktan hem de ardında ne olduğunu merak etmemizden kaynaklanıyor. Feriddeddin Attar'ın 'Mantık-Üt Tayr' kitabında gerçeğin peşine düşen otuz kuş, kendileriyle ancak Kaf Dağı'nı aştıktan sonra yüzleşebiliyorlar.

Kadınlar da bize yaşattıkları onca sevinç ve acı sayesinde kendimizle yüzleşmemizi sağlıyor. Bir kadınla birlikte olmak, erkeğin kendisi hakkında sağlam bir kanıya varmasının en geçerli yollarından biri. Kadının sarp yamaçlarından tırmanmak, uçurumlarından düşer gibi olmak, patikalarında taban tepmek onu kendi iç dünyasına, her şeyin çok daha yalın ve gerçek olduğu o gizemli merkeze ***ürüyor. Kadının yamaçlarına tırmanırken elleri kanayan erkek zirveye ulaştığında göreceği manzaranın bütün çektiklerine değeceğini biliyor.
Hemingway, 1938'de yazdığı bir denemesinde "Savaş nedir?" diye sorup şu yalın yanıtı veriyor: "Savaş, rakibimizin isteğimize boyun eğmesi için başvurulan bir şiddet eylemidir."

Aslında her kadın ayrı bir dağ. Üstelik hepsi de sonuna kadar savaşmaya kararlı birer Amazon; ellerinde silah olsa da, olmasa da.