Tulumbacılar, sırtlarında tulumbaları, koşarak yangın söndürmeye giderlerdi. Ana amaçları yangın söndürmekti. Bazen bir ekip aynı yönde giden bir başka ekiople karşılaşırdı. Nezaket kuralları gereği arkadan gelen ekibin adımlarını yavaşlatıp öndeki ekibi geçmemesi gerekirdi. Ancak bazı ekipler öndekileri sollamaya çalışırlardı. Sollamak o zamanlar da tehlikeli bir olaydı ve o anda kıyamet kopardı.
Sollanan tulumbacı ekibi sandıkları yere koyup kuşaklarından saldırmalarını (bir tür bıçak) çekerlerdi. Tabii sollayan ekip de. Yol üzerinde ciddi bir kavga başlayabilir, tulumbacıların kanlar içinde yere serildikleri olurdu. Bu onur savaşından galip çıkan taraflar, yenilen tarafın tulumbasını kapıp mahallelerine geri dönerlerdi. Ganimet sayılabilecek bu tulumbalar, mahallenin güvenli yeri olan hamamda saklanırdı. Sandık kaptırmak yüz kızartıcı, kapmak ise onur verici bir olaydı.’ (Sy. 88-89)
‘İşyerlerinde tulumbacılık…İnsanlar belirli amaçlarla işe girerler, para kazanmak için, kendilerini, geliştirmek, gerçekleştirmek için, statü elde etmek için…işe girerler. Ancak işe girdikten kısa bir süre sonra, tulumbacı sendromu sergilemeye başlarlar. Örneğin işyerindeki bazı dinozorların burunlarını sürtmeye, bazı ukalâ arkadaşlarına hadlerini bildirmeye kalkışırlar. Oysa işe girmeye çabalarken bu türden amaçlar akıllarından bile geçmemekteydi.’ (Sy. 91)
‘…insanların birtakım yaşam amaçları ve farkında olsunlar veya olmasınlar, bu amaçlara nasıl ulaşılacağını gösteren birer “yaşam haritası” var kafalarında. Yaşam haritalarımız bize, sahip olduğumuz bir amaca doğru nasıl yürümemiz gerektiğini gösterir. Yaşam haritalarımız bir anlamda, yaşam tarzımızın bir özetidir.
(…)
Peki sizin haritanız nasıl?’ (Sy. 99)
‘Kıtlama çay, mevcut kesme şekerlerle içilmez. Eskiden, kelle şeker denilen özel sert şekerlerle içilirmiş. Günümüzde ise dikdörtgen şeklinde uzun, ancak özel makaslarla kesilebilen sert şekerlerle içilebilir. Bu sert kesme şekerlerden çok küçük bir parçayı,-örneğin küp şekerin yarısı veya dörtte bir büyüklüğünde parçayı- avurduna sıkıştıran kişi, bu küçük ve sert parçayı idareli kullanarak dört-beş bardak çay içer. Buna “kıtlama” adı verilir. Çayı kıtlama içmenin hem özel bir keyfi vardır hem de ekonomiktir. Şekerin pahalı olduğu, hatta bazen hiç bulunmadığı yıllardan kalan bir alışkanlık olsa gerek.
Erzurumlu, bir oturuşta, ince belli küçük bardaklarla on beş-yirmi bardak çay içer. Çayı ktlama içtiğinizde, sınırlı bir şekerle alabildiğine uzun bir çay keyfi yaşayabilirsiniz. Çayı kıtlama içmek bence, sınırlı bir insan ömrünü, mümkün olduğunca uzun bir yaşama denk getirme gayretine benziyor.’ (Sy. 106)
‘Giderek mekanikleşen, samimiyetini kaybeden insan ilişkilerini, artık kimilerince doğal karşılanmakta olan rüşvetleri, hortumlamaları, medyanın canlı yayınlarla vermeye başladığı savaşları, işkenceleri dehşetle izliyorsanız, görmek istemiyorsanız, kendinizi böyle bir dünyaya ait hissetmiyorsanız, yadırgama içindesinizdir demektir.
Ben yukarıda sıralananları yadırgıyorum. Lâdesçi adlı romanımda dile getirmeye çalıştığım dürüstsüzlükleri yadırgıyorum. Güvensizlikleri, alışveriş kartını uzatan müşterilerine “Kimliğinizi görebilir miyim?” diyerek onları çalıntı kart kullanmakla suçlayan kasiyerleri, kapılarda insanların üzerlerini dedektörle arayan düzeni yadırgıyorum. Kaldığım otellerde resepsiyonu aradığımda “Buyurun sayın Dökmen, size nasıl yardımcı olabilirim?” diyen resmi ve sıradan, beni sıradanlaştıran sesi yadırgıyorum; “reception” kelimesini, bir guguk kuşu gibi dışarıdan gelip Türkçe’yi yuvasından atmaya başlayan, katil yosunlar gibi tabel’aları istilâ eden “club, center, hair designer” benzeri kelimeleri yadırgıyorum. Cinayetleri, cehaletleri, şehrimin yüzüne tükürenleri, parklarımı kül tablası gibi kullananları yadırgıyorum.’ (Sy. 113)
‘Öncelikle belirtmek gerekir ki, sıfır öfke mümkün değildir, gerekli de değildir. Fazla öfke de zararlıdır. Yerinde ve zamanında sergilenen öfke hem sizi rahatlatır hem de sizin çevreniz tarafından ciddiye alınmanıza yol açar. Eğer yerli yersiz, gerekli gereksiz öfkelenirseniz, ağırlığınız kalmaz, adeta araba alarmlarına dönersiniz, sizi ciddiye almazlar.’ (Sy. 115)
‘Nereye gittiğini gerçekten bilen insana dünya kenara çekilip yol verir.’ (Sy. 120)
‘Rivayet doğruysa, Ernest Hemingway’in ilk romanı doksana yakın yayınevinden geri dönmüş. Van Gogh tek bir tablosunu bir şişe şaraba satabilmiş, insanlar onun resimlerini beğenmiyorlarmış ama o resme devam etmiş. İbn-i Sina gençliğinde Aristo’nun bir eserini otuz defadan fazla okumuş, anlayamamış, bu kitaba ilişkin bir şerh (açıklama) bulup okuduktan sonra tekrar okumuş ve anlamış. Bu örneklerde, nereye gittiğini bilen insanların haklı ısrarları görülüyor.
Victor Hugo, kimse tarafından tanınmayan bir genç olduğu yıllarda, ilk romanının müsveddesini bir yayınevine götürmüş, basmamışlar. Genç Victor Hugo yayınevinin müdürüne “Büyük bir fırsatı kaçırdınız. Eğer bu ilk romanını basmayı kabul etseydiniz Victor Hugo gelecekte bütün eserlerinin yayın hakkını size verecekti” demiş. Bunu söylediğinde Victor Hugo’nun kafasında net bir yaşam haritası varmış, nereye gittiğini biliyormuş, yayınevi bilememiş.’ (Sy. 121)
‘Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda tek ve ufak bir hesap hatası yapmış: “Taarruz başladıktan on beş gün sonra İzmir’e gireriz” demiştir. İşte bu tahmin tutmamıştır; İzmir’e on beş gün sonra değil on dört gün sonra girilmiştir.’ (Sy. 122)
‘Nereye gittiklerini bilen insanlar, yakınlarını da bir yerlere taşırlar.’ (Sy. 123)
‘Bir insanı tanımak istiyorsan onunla yolculuk et” derler.’ (Sy. 128)
‘Yaşam haritalarını izlerken, hedeflerize ulaşmaya çalışırken, aklımız dümen, duygularımız yakıttır. Akıllarını ve kalplerini eşgüdümlü kullananlar hedeflerine ulaşırlar. “Arkadaşlar, işimize duygularımızı katmayalım” mantığı, “Çinliler birbirine benzer, biz benzemeyiz” demişçesine şabloncu bir mantığın ürünüdür. Büyük, küçük tüm yaşam mücadelelerinde duygular itici güçtür.’ (Sy. 129)
‘bazen birbirimizin duygularına yeterince saygılı olmadığımız için, uluorta özel yaşamlarımızı kurcalarız. Orta yaşa gelmiş evlenmemiş beylere ya da hanımlara “Niçin evlenmiyorsun, evlensene” dendiğini, olgun yaştaki insanlara “Efendim emekli oldunuz mu?” diye sorulduğunu çok duyabilirsiniz. Bu türden sorular, karşımızdaki kişinin duygularını dikkate almadığımız, incinebileceğini düşünmediğimiz anlamına gelir.’ (Sy. 134)
‘Bu noktada şunu belirtmek isterim, bazı kişiler, kendilerini geliştirmek, ruhsal sorunlarına kendi başlarına çözüm bulabilmek için kişisel gelişim kitapları okuyorlar…Ben, sürekli olarak kişisel gelişim kitabı okumayı doğru bulmuyorum. Birkaç tane okuyabilirsiniz, ancak daha sonra edebi eserler, örneğin roman okumakta yarar vardır.Tolstoy’u, Dostoyevski’yi…Cengiz Aymatov’u, Amin Maalouf’u…Adalet Ağaoplu’nu, Alev Alatlı’yı, İnci Aral’ı, Yaşar Kemal’i…’ (Sy. 144)
‘Çevremde nice insanın okuyarak rahatladığını, sorunlarıyla başetme gücü kazandığını yakından gözlüyorum. Okumak, ruhsal sorunları tamamen gidermese bile, onlarla baş etmeyi kolaylaştırıyor, kişilerin ufuklarını zenginleştiriyor, insan ilişkilerinde başarılı, yaşamda dirençli olmalarına katkıda bulunuyor.’ (Sy. 146)
‘Alman edebiyatı vardır, Alman müziği vardır ve Alman okumuştur. Muhtemelen bu yüzden ayakta kalmıştır.
Biz nasılız? Fena okumuyoruz, ancak daha iyi okuyabiliriz. Azerbaycan’da yüz evden ellisinde piyano var, yüz evden yüzünde kütüphane var. Evinizde bir kütüphane var mı? Evinizde iki kütüphane var mı?’ (Sy. 147)
‘Değerli sanatçı Ferhan Şensoy’un bir oyunu sırasında seyircilerden birisinin cep telefonu çalar. Seyirci herhalde utandığı için, paniğe kapılıp telefonunu kapatamaz. Telefon uzun uzun çalar. Bunun üzerine rivayete göre Şensoy şöyle der: “Lütfen telefonu açın ve ‘Ulan…herif, tiyatro izliyorum, ne diye beni arıyorsun, deyin. Ancak dikkat edin o da size 2Ulan eşşoğlu eşek, madem tiyatrodasın ne diye telefonunu açık bırakıyorsun?’ diyebilir.”
Yukarıdaki örneklerde kişiler, öfkelerini, mizahtan paketlere sarmış, kısmen yenilir yutulur hale getirmişlerdir…Öfkenin böyle zekice ifadesi…’ (Sy. 152)
‘Dar bir yolda Bektaşi ile bir kabadayı (şimdiki tabirle maganda) karşılaşırlar. Kabadayı iri cüssesiyle yolu kapatıp “Ben ciğeri beş para etmez adamlara yol vermem” der. Bektaşi ise “Ben veririm” diyerek kenara çekilir.’ (Sy. 153)
‘Eski tulûat ustalarımızdan Kel Hamdi Bey sahnedeyken bir izleyici sahneye bir salatalık/hıyar fırlatır. Kel Hamdi Bey eğilip salatalığı yerden alır ve “Birisi kartvizitini attı” diyerek cebine koyar.’ (Sy. 155)
‘Dede Korkut masallarından birisi Boğaç Han adını taşıyor. Özetle Boğaç Han, güçlü kuvvetli bir gençtir, meydanda bir boğa ile karşılaşır, yumruğunu boğanın alnına dayar. İkisi eşit güçte oldukları için yenişemezler, ne boğa bir adım geri gider ne Boğaç Han geriler; öylesine kilitlenip kalırlar. Boğaç Han “Ben bu boğaya niçin dire oluyorum?” diye düşünür. Kenara çekilir, boğa tepe üstü yıkılır. Eğer hiçbir şey yapmadan eli boğanın alnında dursaydı, yorulacaktı…’ (Sy. 160-161)
‘Bence, bir açıdan bakıldığında Murice Ravel’in Bolero adlı bestesi, dünyanın en sıkıcı bestelerinden birisidir, belki de en sıkıcısıdır. Niçin? Çünkü çok monotondur.
Bolero’da trampet fonda sürekli aynı şeyi çalar ve tek bir melodi vardır, eser boyunca defalarca bu melodi tekrarlanır. Ama bu eser çok sevilen bir eserdir. Sanırım sevilme nedeni şu: Eserin tek melodisi ilk kez bir nefesli saz tarafından çalınır. Aynı melodi ikinci bir sazın katılmasıyla tekrarlanır. Üçüncü kez tekrarlandığında üçüncü saz katılmıştır. Böylece her tekrarda yeni bir saz katılır. Eserin sonunda bütün orkestra girer, kükrer ve eser muhteşem bir finalle noktalanır.
Bu eser neyi anlatıyor? Bugüne kadar duyduğum, Bolero’nun bir dansı betimlediğidir. Olabilir…Benim yorumum şu:
Bolero aslında insan hayatını özetlemektedir. Bir orkestralama ustası olan Ravel, sıkıcı, tekrarlanan bir şeyi, renkli, keyifli bir hale getirmiştir. Hayat da monotondur, sıkıcıdır. Ama insan, becerebilirse onu renkli, coşkulu hale getirebilir. Bolero belki bunu anlatıyor.
(…)
Hayat aslında rutinlerle, tekrarlarla doludur. Ama eğer becerebilirsek, monoton hayatlarımızı, her yeni günde, her yeni ayda, onlara yeni sesler, yeni nefesler katarak renklendirebiliriz. Hayatımızın kalitesini giderek artırabilir ve onu Bolero gibi muhteşem bir finalle sonlandırabiliriz.’ (Sy. 168-169)
‘Dostlar, hayatınızın başlangıcından sorumlu değilsiniz ama finalinden sorumlu olacaksınız.’ (Sy. 169)
‘Eski Yunanlı bir bilge “Doğduğun gün sen ağlıyordun, herkes gülüyordu; öyle bir hayat geçir ki öldüğünde, herkes ağlarken sen gülüyor ol” demiş. Eğer yaşamın tadını çıkararak yaşamışsak, sakızları korka korka değil, bir çingene kızı gibi tadını çıkararak çiğneyebilmişsek, az ya da çok yaşamın anlamı üzerinde düşünebilmişsek, kendimizi, yakınlarımızı, dünyayı keşfedebilmişsek, üretken olmuşsak, kendimiz için, sevdiklerimiz için, ülkemiz için, dünya için, birileri için bir şeyler yapabilmişsek, insanları-hayvanları sevebilmişsek, karşılıksız verebilmiş, bize verilenlerin karşılığını verebilmişsek, okumuş, yeni bir şeyler öğrenmiş, öğrenmekten haz duymuşsak, ölmeye az kala, geride kalan bütün bir yaşamımıza gülümseyerek bakabiliriz galiba.’ (Sy. 170)
‘Siz birilerine omuz verdikçe, günün birinde bütün bir dünya sizin tabutunuza omuz verecektir.’ (Sy. 171)
‘Rivayete göre Sokrates baldıran zehiri içmeden (idam edilmeden) az önce bir öğrencisinin elinde tanımadığı bir müzik aleti görür. Bana bunun nasıl çalındığını anlat der. Öğrencisi üzgün bir şekilde, “Öğreteyim ama Sokrates, sanırım bunu çalıp keyif alacak zamanın olamayacak” der. Sokrates ise “Evet bunu çalıp keyif alacak zamanım yok ama öğrenmenin keyfi var ya” diye karşılık verir.’ (Sy. 171)
‘Mevlâna’nın tabutunun evinden türbesine gitmesi, mesafe kısa olduğu halde saatler almış. Çünkü Müslümanı, Hıristiyanı, Musevîsi, tövbekârı, dinlisi, dinsizi, biz taşıyacağız diye izdiham yaratmış. Anlaşılan, yaşarken O çağırmış, “gelin” demiş, onlar da gelmişler. Mevlâna’nın tabutu da türbesine tam ulaşmadı, yüzyıllardan beri her Şeb-Aruz’da, binlerce kişi “biz de taşıyacağız” diyor hâlâ.’ (Sy. 172)
‘İnsanlar, dilleri, milliyetleri ne olursa olsun, âlimlerin, aydınlatanların, kurtaranların, kahramanların, şehitlerin, sanatçıların, peygamberlerin finallerini yüzyıllar boyunca sürdürüyorlar, onların tabutlarını yere bırakmıyorlar, yüreklerinde taşıyorlar. Mozart’ın cenazesine kimse katılmamış, yağmurlu bir günde görevliler belediye mezarlığında bir çukura atıvermişler. Hangi çukur belli değil. Ama o, o çukurda değil, müziğini on binlerce kez dinleyen on binlerce insanın kalbinde yatıyor şimdi.’ (Sy. 173)