Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


5 sonuçtan 1 ile 5 arası
  1. #1

    Üyelik tarihi
    24 Şubat 2007
    Mesajlar
    527
    Tecrübe Puanı
    29

    Standart Küçük Şeyler 2-Üstün Dökmen

    Kitabın Adı:küçük şeyler 2
    Yazarı: Üstün Dökmen
    Yayınevi: Sistem Yayıncılık
    Basım yılı ve sayısı: Kasım 2006, 50 000 adet
    Fiyatı: 7 YTL
    Sayfa adedi: 173

    KÜÇÜK ŞEYLER 2
    Küçük şeyleri, küçümsemeyin, fazla da önem vermeyin.
    Küçük şeylere hakkını verin.
    Küçük şeylere hakkını vermek yaşama hakkını vermektir.
    Eğer siz, yaşama hakkını verirseniz, yaşam da size hakkını verir
    Siz, bu dünyaya ve ülkenize hem borçlusunuz, hem de onlardan alacaklı.
    Eğer borcunuz alacağınıza yakınsa şanslısınız;
    Kendinizi haksızlığa uğramamış hissedersiniz, haksızlık da etmemiş olursunuz, keyifli bir yaşam sürersiniz.
    Eğer dünyadan alacağınız borcunuzu aşarsa, kendinizi sömürülmüş hissedersiniz.
    Eğer borcunuz alacağınızı aşıyorsa, siz dünyayı sömürmüş, hortumlamış olursunuz, sizden davacı olurlar.
    Eğer borcunuz mu çok, alacağınız mı çok, buna bir türlü karar veremiyorsanız, yaşam muhasebesi yapmayı beceremiyorsunuz demektir.
    Eğer alacak ve borç haneleri eşitse birbirine, defteri huzur içinde kapatabilirsiniz o gece.
    Çünkü ya alış-veriş keyifli geçmiştir ya içinizdeki muhasebeci becerikli çıkmıştır;
    Veya her ikisi birlikte.’ (Kitabın arka kapağından)

    ‘Eğer bir şey sizin yarına kalma ihtimalinizi ve yaşlama sevincinizi artırıyorsa büyük bir şeydir. Bir çocuğa gülümsemeniz, onu ve sizi mutlu ediyorsa büyük bir şeydir. Eğer bir gül yaprağı üzerinde yuvarlanmadan duran bir çiğ damlasına hayretle, tebessümle bakıyorsanız, bu küçük damla, aslında büyük bir şeydir.
    Ben çiğ damlalarını severim; yeri-göğü- yaprağı, taçyaprağı, suyu, sulayanı, gözü, gözeteni özetler bize. Milyonlarca su molekülü, görünmez bir zar içinde, parlak, aydınlık bir yüzle, serin ve diri bir sabahta titreyip durur yaprakta.’ (Sy. 11-12)

    ‘Keşfedilmiş yaşamlar, ezberletilmiş yaşamlardan, keşfedilmiş bilgiler ezberletilmiş bilgilerden üstündür. Çocuklarımıza suflörlük ettiğimiz zaman, onlara ezberletilmiş yaşamlar sunuyoruz demektir.’ (Sy. 18)

    ‘Anadolumuz’da en yaygın suflör önerilerinden birisi şudur: “Kadınım, sen geldin otuz yaşına, ununu eledin, eleğini astın, artık gezip tozmak senin neyine, otur evinde çoluk çocuğunla ilgilen sen.” (Bu tür suflörleri notralize etmek için ben de şunu söylemek isterim: Sakın ha, daha iyi anne baba olabilmek için ne mesleğinizi icra etmekten vazgeçin, ne gezip tozmaktan. Bir insan, hem işini yapabilir, hem çocuklarıyla ilgilenebilir, hem de gezip tozabilir, okuyup yazabilir, hem kendini hem de çevresindekileri geliştirebilir.’ (Sy. 20)

    ‘Tercih size kalmıştır: Siz önünüze hazır konmuş, ayıklanmış bir yaşamı da tercih edebilirsiniz, balığınızı kendiniz tutmayı, kendiniz pişirmeyi, kılçıklarını kendiniz ayıklamayı ve kendi ellerinizle yemeyi de tercih edebilirsiniz.
    Tercih size kalmıştır. Siz, kendi yaşamınızı kendiniz kurmayı, kendi yaşam senaryonuzu kendiniz yazmayı da tercih edebilirsiniz, ki bu zor yoldur, szi, önünüze konan, yaşam sahnesine size sufle edilen, yeri geldiğinde size dayatılan kolay bir yaşamı da tercih edebilirsiniz. Tercih sizindir.’ (Sy. 21)

    ‘Lütfen, bir kediyle yakınlık kurmadan, özellikle bir yavru kedi alıp büyütmeden, kedi suflörlerine kulak verip kedilerin nankör olduklarını düşünmeyin. Kediler, ilişkiye kendileri karar veren, istediklerinde kendilerini sevdiren, özgürlükleri engellendiğinde araya mesafe koyan ve tepki veren varlıklardır. Evlerine ve sizlere bağlıdırlar, bağımlı değillerdir.
    Keşke hepimiz öyle olabilsek.’ (Sy. 29)

    ‘Bu durumda, psikolojinin (gerek duyulduğunda diğer bilim dallarının) ürettiği bilimsel bilgilere dayanan konferanslar, kişisel gelişim kitapları, suflörlük etmek, tek doğruyu öğretmek yerine, kişileri yaşamla, farklı görüşlerle tanıştırmaya yönelmelidir. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman yaptığımız suflörlük değil, rehberlik olur.
    Suflör ile rehber arasında iki temel fark vardır: Birincisi, suflör insanlara doğru yolu gösterir, çünkü kafasında tek bir doğru vardır. Rehber ise insanlara yollar gösterir, seçenekleri fark etmelerini ve içlerinden bir tanesini sağlamak için uğraşır, yani onlara koçluk, katalizörlük yapar. İkinci fark ise şudur: Suflör, gönüllü olsunlar olmasınlar insanlara kafasındaki doğruyu empoze eder. Rehber ise yalnızca gönüllü olarak kendisine başvuranları seçeneklerle tanıştırır.’ (Sy. 30-31)

    ‘Olaylara, yaşama tek bir bakış tarzıyla bakmak, diğer bir söyleyişle at gözlüğü kullanmak, öğrenilebilen bir şeydir ve çoğunlukla suflörlerden öğrenilir. Yaşama farklı bakış tarzlarıyla bakma becerisini de kendi kendimize öğrenebiliriz, öğrenmeliyiz.’ (Sy. 32)

    ‘Sokrates’in yönetimle arası açılmış, idama mahkûm edilmiş. Rivayete göre, ölmeden birkaç saat önce vedalaşmak için eşi gelir yanına. Kadıncağız bu sırada ağlar ve, “Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” der. Bu doğrudur ve olaya birinci bakış tarzıdır. Sokrates ise karısına şöyle cevap verir:
    “Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha iyi miydi?”
    Bence bu düşünce şeklini olaya ikinci bakış tarzı sayabiliriz. Hoşuma giden bu bakış tarzını derslerimde, konferanslarımda zaman zaman anlattım. Bir gün kızımla evde ders çalışıyorduk, yine Sokrates’in cevabını söyledim. Eşim o sırada koridordaydı, duymuş, şöyle seslendi:
    “Vay be” dedi. “Sokrates’e bak, giderayak karısına bir lâf sokuşturmuş. Adamcağız, az sonra öleceksin, filozofluk etme, şu kadına güzel bir söz söyle. “Seni seviyorum” filân de.
    Bence bu düşünce şekli olaya üçüncü bakış tarzı oldu.’ (Sy.34)

    ‘Bir bacağını kaybeden bir kişinin “Batsın bu dünya, bacağımı kaybettim” demesi birinci bakış tarzıdır. Aynı kişinin “Geride bir bacağım daha var, onunla neler yapabilirim” demesi ise ikinci bakış tarzıdır, kişiyi zenginleştirir, dirençli kılar.’ (Sy. 39)

    ‘Günümüz Türkiyesi’nde güçlü kadın motifi, bütün o Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel masallarına rağmen varlığını sürdürmektedir. Türkiye, dünyada kadın profesör sayısı en yüksek olan ülkedir ve dünyadaki toplam üç kadın yüksek mahkeme başkanı Türkiye’dedir.’ (Sy. 48-49)

    ‘Nil Karaibrahimgil’in bir şarkısı kadınların güçlü olma özlemlerini güçlü bir üslûpla dile getiriyor. Ne diyor: “Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım, girmesinler havaya” diyor. Kadının tek taşını kendisinin alabilmesi, hem maddi hem mecazi anlam taşıyor. Tek taşını kendisi alabilen, kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü kadın, aynı zamanda anne de olabilir, eş de. Kadının güçlü olabilmesi onun “kadınlıktan” uzaklaşacağı anlamına gelmez. Dedelerimizin “Kadın anam” dedikleri ninelerimiz, hem eş, hem ana, hem de güçlü olmayı becerebiliyorlardı galiba.’ (Sy. 49)

    ‘Bu dünyada güçlü zayıfı ezebilir, ezer ama ezmemelidir. Fiziksel ve ekonomik yönden güçlü olan ve toplum desteği de arkasına alan bir erkek eşini ezebilir, eziyor ama ezmemelidir. Bazı yönlerden kızından güçlü olan bir baba, sudan bahanelerle kızına vurabilir, vuruyor ama vurmamalıdır. Bizim kültürümüz, kadının ayağına altın halhal takan erkeklerin, düğün öncesi kızı ata binerken yere diz koyup ona omuz veren babaların kültürüdür. Bu kültürün insanları, kızlarının başlarına bir kaza-belâ geldiğinde onları yalnız ve çaresiz bırakmamalı, bağrına basmalıdır. Kadının ayağına halhal takan, kızının ayağına omuz veren babaların kültürü, dantele, mantıya hapsolmuş, zayıf bırakılmış kadınlarını ayağının altına alıp ezebiliyor, eziyor ama ezmemelidir.’ (Sy. 52)

    ‘Suflörler,-bunlar bazen ana babalar olur, bazen öğretmenler, bazen herhangi birileri- birtakım alışılmış dogmaları fısıldarlar. Bu dogmaların dışına çıkabilenler, olaylara alışılmışın dışında bakabilenler, bilimde, sanatta yeni ufuklar açarlar. Örneğin, yüzyıllar boyunca insanlar havada bıraktıkları cisimlerin aşağıya düştüğünü söylediler. Bu son derece doğal, basit bir şeydi. Elbette ki aşağıya düşerdi; su aşağıya doğru akar, yağmur yukarıdan aşağıya doğru yağardı. Ama birisi çıktı, bu newton’dı, “Havada bırakılan bir cisim aşağıya düşmüyor, dünyaya doğru çekiliyor” dedi. Bu olaya yeni bir bakış tarzıydı ve birincisine oranla çok daha doğruydu.
    Kuzey yarıkürede dalından kopan bir elma eğer gerçekten aşağıya doğru düşüyor olsaydı, güneyyarıkürede dalından kopan elma da aşağıya doğru düşmeli, yani dünyadan uzaklaşmalıydı. Oysa dünyanın neresinde olursa olsun, dalından kopan bir elma, aşağıya doğru düşmez, dünyaya doğru çekilir.. Bu bakış tarzı, insanlığın dünyayı algılayışını değiştiren bakış tarzlarındandır.’ (Sy. 57-58)

    ‘Yetişkin yaştaki insanlar sorumluluk alsınlar istiyoruz, karar verme sıkıntısı çekmesinler istiyoruz. Bunu sağlamk için de iş yerlerinde hizmet-içi eğitimler veriyoruz. Söz gelişi onlara “out of training” denen şeyler yaptırıyoruz; elli yaşındaki insanlara kasklar giydirip, bellerine ipler bağlatıp, sun’i dağlara tırmandırıyoruz, havada kurulmuş köprülerden geçiriyoruz. Bunları beceren insanların iş yerinde ekip olacaklarına, karar verme sıkıntısı çekmeyeceklerine inanıyoruz.
    Ekip olmayı öğretmenin bir yolu yetişkinlere “out of training” yaptırmaktır. Daha etkili başka bir yolu ise ilkokul yaşlarında resme, müziğe, beden eğitimine ağırlık vermektir. Kimi Batı ülkelerinde beden eğitimi derslerinde futbol, basketbol oynatıp ekip olmayı, müzük derslerinde ortak ritim oluşturabilmeyi, resim dersinde ise algılara yeniden şekil vermeyi, görsel kompozisyonlar oluşturmayı öğretiyorlar. Bütün bu etkinlikler, çocuklara seçme özgürlüğü tanıyarak karar verme becerilerini geliştirir, onları geleceğe hazırlar. Bizler çoğunlukla böyle yapmıyoruz. En azından benim kuşağım, resim, müzik, beden eğitimi derslerinde resim, müzik, beden eğitimi yapmadı, matematik okudu.
    Eğer çocukların resimle, müzikle, beden eğitimiyle uğraşmalarını sağlarsanız, yetişkin olduklarında, bence “out of training” e gerek kalmaz. Eğer küçük yaşlardan resimle, müzikle, beden eğitimiyle uğraşmalarına fırsat tanımamışsak, seçme özgürlüklerini kısıtlamış, karar verme becerilerini geliştirmemişsek, elli yaşında kask giydirip daldan dala atlamanın pek faydası yoktur.’ (Sy. 60-61)

    ‘Bence, günümüzde ülkemizin ve dünyamızın temel sorunu dürüstlük eksikliğidir.
    (…)
    Toplumların yoksullukları, savaşlar, doğanın, en azından ozon tabakasının yok edilmesi, genelde dürüstlük eksikliğinden kaynaklanıyor.
    Ülkemizde ve dünyada hortumcular var. (Bunlar, pazarda para, savaşta insan kanı emerler; gökten ozonu, yerden petrolü, suyu içlerine çekerler, gözden sürmeyi çekerler.) Bir de pipetçiler var. (Pipetçiler, bedava kupon biriktirirler, indirim günlerini gözlerler, birkaç lira için KDV pazarlığı yaparlar, yılandan yün kırparlar…) (Sy. 68)

    ‘Bir öğrencisi öğretmeniyle ilgili alı olmayan bir dedikodu çıkarır, dedikodu kulaktan kulağa yayılır. Daha sonra öğretmen öğrencisine öğrencisine bu dedikodunun kaynağının yanlış olduğunu ispatlar. Öğrenci hatasını anlar, çok üzülür ve “Hocam bu hatamı nasıl giderebilirim?” diye sorar. Öğretmen, kuştüyü bir yastık alıp kasabanın yanındaki tepeye gelmesini söyler. Öğrenci yastıkla tepeye geldiğinde öğretmen ondan yastığı bıçakla kesip kuş tüylerini ortaya çıkarmasını söyler. Öğrenci yastığı keser, kuş tüyleri kısa sürede(o arada esen rüzgârın da yardımıyla) ovanın her tarafına yayılır. Öğretmen öğrencisine “Şimdi senden bu tüyleri toplayıp tekrar yastığın içine koymanı rica ediyorum. Eğer bunu yaparsan hakkımda çıkardığın dedikoduyu da telâfi edebilirsin” der.’( Sy. 75)

    ‘Suflörlerin etkisiyle, kendi iradelerini kullanmayan, çevreden gelecek mesajları bekleyen, tek tip insanlardan oluşmuş bir toplum ortaya çıkar. Toplumsallaşma gereklidir, en azından bazı konularda birtakım ortak değerlerin paylaşılması gereklidir. Ancak bütün bunların süflör eliyle yapılması gerekli midir?
    Belki de asıl yapmamız gereken şey bütün süflörlükleri ortadan kaldırmak değil, yalnızca bireysel ve toplumsal gelişmeyi engelleyen suflör tavrını ortadan kaldırmaktır. Toplumsallaşma için, belirli sınırlar içinde suflörlüğe, özellikle ana baba suflörlüğüne ihtiyaç bulunabilir. Ancak pratikte görülen şu ki, suflörler işi tadında bırakmıyor, çocuğun/kişinin bireyselliğini, özerkliğini engelleyen bir iletişim atmosferi yaratıyorlar. Aslında suflörsüz bir yaşamda, hem toplumsallaşmak, başkalarıyla dayanışma içinde olmak, hem de birbirinin kopyası olmayan, kendi aklına güvenen, gelişen ve geliştirebilen bireyler olmak mümkündür.’ (Sy. 81)
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/14181-kucuk-seyler-2-ustun-dokmen.html#post25063

    ‘Gelişmeye direnç şemaları şunlar olabilir:
    “Sen çalışma, bırak paran çalışsın.”
    “İnsan aklı böyle şeylere ermez.”
    “Böyle gelmiş, böyle gider.”
    “Ben babamdan böyle gördüm.”
    “Eski köye yeni adet getirme, icat çıkarma.”
    “İcat edilebilecek her şey icat edildi.”
    “Elinin hamuruyla erkek işine karışma.”
    “Kadının saçı uzun, aklı kısadır.”
    “Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de öyledir.”
    Yukarıdaki cümleler ülkemizde, özellikle kırsal kesimde bir zamanlar kullanılan, halen de kullanılmakta olan ifadelerdir.’ (Sy. 82)


  2. #2

    Üyelik tarihi
    24 Şubat 2007
    Mesajlar
    527
    Tecrübe Puanı
    29

    Standart --->: Küçük Şeyler 2-Üstün Dökmen

    Tulumbacılar, sırtlarında tulumbaları, koşarak yangın söndürmeye giderlerdi. Ana amaçları yangın söndürmekti. Bazen bir ekip aynı yönde giden bir başka ekiople karşılaşırdı. Nezaket kuralları gereği arkadan gelen ekibin adımlarını yavaşlatıp öndeki ekibi geçmemesi gerekirdi. Ancak bazı ekipler öndekileri sollamaya çalışırlardı. Sollamak o zamanlar da tehlikeli bir olaydı ve o anda kıyamet kopardı.
    Sollanan tulumbacı ekibi sandıkları yere koyup kuşaklarından saldırmalarını (bir tür bıçak) çekerlerdi. Tabii sollayan ekip de. Yol üzerinde ciddi bir kavga başlayabilir, tulumbacıların kanlar içinde yere serildikleri olurdu. Bu onur savaşından galip çıkan taraflar, yenilen tarafın tulumbasını kapıp mahallelerine geri dönerlerdi. Ganimet sayılabilecek bu tulumbalar, mahallenin güvenli yeri olan hamamda saklanırdı. Sandık kaptırmak yüz kızartıcı, kapmak ise onur verici bir olaydı.’ (Sy. 88-89)

    İşyerlerinde tulumbacılık…İnsanlar belirli amaçlarla işe girerler, para kazanmak için, kendilerini, geliştirmek, gerçekleştirmek için, statü elde etmek için…işe girerler. Ancak işe girdikten kısa bir süre sonra, tulumbacı sendromu sergilemeye başlarlar. Örneğin işyerindeki bazı dinozorların burunlarını sürtmeye, bazı ukalâ arkadaşlarına hadlerini bildirmeye kalkışırlar. Oysa işe girmeye çabalarken bu türden amaçlar akıllarından bile geçmemekteydi.’ (Sy. 91)

    ‘…insanların birtakım yaşam amaçları ve farkında olsunlar veya olmasınlar, bu amaçlara nasıl ulaşılacağını gösteren birer “yaşam haritası” var kafalarında. Yaşam haritalarımız bize, sahip olduğumuz bir amaca doğru nasıl yürümemiz gerektiğini gösterir. Yaşam haritalarımız bir anlamda, yaşam tarzımızın bir özetidir.
    (…)
    Peki sizin haritanız nasıl?’ (Sy. 99)

    ‘Kıtlama çay, mevcut kesme şekerlerle içilmez. Eskiden, kelle şeker denilen özel sert şekerlerle içilirmiş. Günümüzde ise dikdörtgen şeklinde uzun, ancak özel makaslarla kesilebilen sert şekerlerle içilebilir. Bu sert kesme şekerlerden çok küçük bir parçayı,-örneğin küp şekerin yarısı veya dörtte bir büyüklüğünde parçayı- avurduna sıkıştıran kişi, bu küçük ve sert parçayı idareli kullanarak dört-beş bardak çay içer. Buna “kıtlama” adı verilir. Çayı kıtlama içmenin hem özel bir keyfi vardır hem de ekonomiktir. Şekerin pahalı olduğu, hatta bazen hiç bulunmadığı yıllardan kalan bir alışkanlık olsa gerek.
    Erzurumlu, bir oturuşta, ince belli küçük bardaklarla on beş-yirmi bardak çay içer. Çayı ktlama içtiğinizde, sınırlı bir şekerle alabildiğine uzun bir çay keyfi yaşayabilirsiniz. Çayı kıtlama içmek bence, sınırlı bir insan ömrünü, mümkün olduğunca uzun bir yaşama denk getirme gayretine benziyor.’ (Sy. 106)

    ‘Giderek mekanikleşen, samimiyetini kaybeden insan ilişkilerini, artık kimilerince doğal karşılanmakta olan rüşvetleri, hortumlamaları, medyanın canlı yayınlarla vermeye başladığı savaşları, işkenceleri dehşetle izliyorsanız, görmek istemiyorsanız, kendinizi böyle bir dünyaya ait hissetmiyorsanız, yadırgama içindesinizdir demektir.
    Ben yukarıda sıralananları yadırgıyorum. Lâdesçi adlı romanımda dile getirmeye çalıştığım dürüstsüzlükleri yadırgıyorum. Güvensizlikleri, alışveriş kartını uzatan müşterilerine “Kimliğinizi görebilir miyim?” diyerek onları çalıntı kart kullanmakla suçlayan kasiyerleri, kapılarda insanların üzerlerini dedektörle arayan düzeni yadırgıyorum. Kaldığım otellerde resepsiyonu aradığımda “Buyurun sayın Dökmen, size nasıl yardımcı olabilirim?” diyen resmi ve sıradan, beni sıradanlaştıran sesi yadırgıyorum; “reception” kelimesini, bir guguk kuşu gibi dışarıdan gelip Türkçe’yi yuvasından atmaya başlayan, katil yosunlar gibi tabel’aları istilâ eden “club, center, hair designer” benzeri kelimeleri yadırgıyorum. Cinayetleri, cehaletleri, şehrimin yüzüne tükürenleri, parklarımı kül tablası gibi kullananları yadırgıyorum.’ (Sy. 113)

    ‘Öncelikle belirtmek gerekir ki, sıfır öfke mümkün değildir, gerekli de değildir. Fazla öfke de zararlıdır. Yerinde ve zamanında sergilenen öfke hem sizi rahatlatır hem de sizin çevreniz tarafından ciddiye alınmanıza yol açar. Eğer yerli yersiz, gerekli gereksiz öfkelenirseniz, ağırlığınız kalmaz, adeta araba alarmlarına dönersiniz, sizi ciddiye almazlar.’ (Sy. 115)

    ‘Nereye gittiğini gerçekten bilen insana dünya kenara çekilip yol verir.’ (Sy. 120)

    ‘Rivayet doğruysa, Ernest Hemingway’in ilk romanı doksana yakın yayınevinden geri dönmüş. Van Gogh tek bir tablosunu bir şişe şaraba satabilmiş, insanlar onun resimlerini beğenmiyorlarmış ama o resme devam etmiş. İbn-i Sina gençliğinde Aristo’nun bir eserini otuz defadan fazla okumuş, anlayamamış, bu kitaba ilişkin bir şerh (açıklama) bulup okuduktan sonra tekrar okumuş ve anlamış. Bu örneklerde, nereye gittiğini bilen insanların haklı ısrarları görülüyor.
    Victor Hugo, kimse tarafından tanınmayan bir genç olduğu yıllarda, ilk romanının müsveddesini bir yayınevine götürmüş, basmamışlar. Genç Victor Hugo yayınevinin müdürüne “Büyük bir fırsatı kaçırdınız. Eğer bu ilk romanını basmayı kabul etseydiniz Victor Hugo gelecekte bütün eserlerinin yayın hakkını size verecekti” demiş. Bunu söylediğinde Victor Hugo’nun kafasında net bir yaşam haritası varmış, nereye gittiğini biliyormuş, yayınevi bilememiş.’ (Sy. 121)

    ‘Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda tek ve ufak bir hesap hatası yapmış: “Taarruz başladıktan on beş gün sonra İzmir’e gireriz” demiştir. İşte bu tahmin tutmamıştır; İzmir’e on beş gün sonra değil on dört gün sonra girilmiştir.’ (Sy. 122)

    ‘Nereye gittiklerini bilen insanlar, yakınlarını da bir yerlere taşırlar.’ (Sy. 123)

    ‘Bir insanı tanımak istiyorsan onunla yolculuk et” derler.’ (Sy. 128)

    ‘Yaşam haritalarını izlerken, hedeflerize ulaşmaya çalışırken, aklımız dümen, duygularımız yakıttır. Akıllarını ve kalplerini eşgüdümlü kullananlar hedeflerine ulaşırlar. “Arkadaşlar, işimize duygularımızı katmayalım” mantığı, “Çinliler birbirine benzer, biz benzemeyiz” demişçesine şabloncu bir mantığın ürünüdür. Büyük, küçük tüm yaşam mücadelelerinde duygular itici güçtür.’ (Sy. 129)

    ‘bazen birbirimizin duygularına yeterince saygılı olmadığımız için, uluorta özel yaşamlarımızı kurcalarız. Orta yaşa gelmiş evlenmemiş beylere ya da hanımlara “Niçin evlenmiyorsun, evlensene” dendiğini, olgun yaştaki insanlara “Efendim emekli oldunuz mu?” diye sorulduğunu çok duyabilirsiniz. Bu türden sorular, karşımızdaki kişinin duygularını dikkate almadığımız, incinebileceğini düşünmediğimiz anlamına gelir.’ (Sy. 134)

    ‘Bu noktada şunu belirtmek isterim, bazı kişiler, kendilerini geliştirmek, ruhsal sorunlarına kendi başlarına çözüm bulabilmek için kişisel gelişim kitapları okuyorlar…Ben, sürekli olarak kişisel gelişim kitabı okumayı doğru bulmuyorum. Birkaç tane okuyabilirsiniz, ancak daha sonra edebi eserler, örneğin roman okumakta yarar vardır.Tolstoy’u, Dostoyevski’yi…Cengiz Aymatov’u, Amin Maalouf’u…Adalet Ağaoplu’nu, Alev Alatlı’yı, İnci Aral’ı, Yaşar Kemal’i…’ (Sy. 144)

    ‘Çevremde nice insanın okuyarak rahatladığını, sorunlarıyla başetme gücü kazandığını yakından gözlüyorum. Okumak, ruhsal sorunları tamamen gidermese bile, onlarla baş etmeyi kolaylaştırıyor, kişilerin ufuklarını zenginleştiriyor, insan ilişkilerinde başarılı, yaşamda dirençli olmalarına katkıda bulunuyor.’ (Sy. 146)

    ‘Alman edebiyatı vardır, Alman müziği vardır ve Alman okumuştur. Muhtemelen bu yüzden ayakta kalmıştır.
    Biz nasılız? Fena okumuyoruz, ancak daha iyi okuyabiliriz. Azerbaycan’da yüz evden ellisinde piyano var, yüz evden yüzünde kütüphane var. Evinizde bir kütüphane var mı? Evinizde iki kütüphane var mı?’ (Sy. 147)

    ‘Değerli sanatçı Ferhan Şensoy’un bir oyunu sırasında seyircilerden birisinin cep telefonu çalar. Seyirci herhalde utandığı için, paniğe kapılıp telefonunu kapatamaz. Telefon uzun uzun çalar. Bunun üzerine rivayete göre Şensoy şöyle der: “Lütfen telefonu açın ve ‘Ulan…herif, tiyatro izliyorum, ne diye beni arıyorsun, deyin. Ancak dikkat edin o da size 2Ulan eşşoğlu eşek, madem tiyatrodasın ne diye telefonunu açık bırakıyorsun?’ diyebilir.”
    Yukarıdaki örneklerde kişiler, öfkelerini, mizahtan paketlere sarmış, kısmen yenilir yutulur hale getirmişlerdir…Öfkenin böyle zekice ifadesi…’ (Sy. 152)

    ‘Dar bir yolda Bektaşi ile bir kabadayı (şimdiki tabirle maganda) karşılaşırlar. Kabadayı iri cüssesiyle yolu kapatıp “Ben ciğeri beş para etmez adamlara yol vermem” der. Bektaşi ise “Ben veririm” diyerek kenara çekilir.’ (Sy. 153)

    ‘Eski tulûat ustalarımızdan Kel Hamdi Bey sahnedeyken bir izleyici sahneye bir salatalık/hıyar fırlatır. Kel Hamdi Bey eğilip salatalığı yerden alır ve “Birisi kartvizitini attı” diyerek cebine koyar.’ (Sy. 155)

    ‘Dede Korkut masallarından birisi Boğaç Han adını taşıyor. Özetle Boğaç Han, güçlü kuvvetli bir gençtir, meydanda bir boğa ile karşılaşır, yumruğunu boğanın alnına dayar. İkisi eşit güçte oldukları için yenişemezler, ne boğa bir adım geri gider ne Boğaç Han geriler; öylesine kilitlenip kalırlar. Boğaç Han “Ben bu boğaya niçin dire oluyorum?” diye düşünür. Kenara çekilir, boğa tepe üstü yıkılır. Eğer hiçbir şey yapmadan eli boğanın alnında dursaydı, yorulacaktı…’ (Sy. 160-161)

    ‘Bence, bir açıdan bakıldığında Murice Ravel’in Bolero adlı bestesi, dünyanın en sıkıcı bestelerinden birisidir, belki de en sıkıcısıdır. Niçin? Çünkü çok monotondur.
    Bolero’da trampet fonda sürekli aynı şeyi çalar ve tek bir melodi vardır, eser boyunca defalarca bu melodi tekrarlanır. Ama bu eser çok sevilen bir eserdir. Sanırım sevilme nedeni şu: Eserin tek melodisi ilk kez bir nefesli saz tarafından çalınır. Aynı melodi ikinci bir sazın katılmasıyla tekrarlanır. Üçüncü kez tekrarlandığında üçüncü saz katılmıştır. Böylece her tekrarda yeni bir saz katılır. Eserin sonunda bütün orkestra girer, kükrer ve eser muhteşem bir finalle noktalanır.
    Bu eser neyi anlatıyor? Bugüne kadar duyduğum, Bolero’nun bir dansı betimlediğidir. Olabilir…Benim yorumum şu:
    Bolero aslında insan hayatını özetlemektedir. Bir orkestralama ustası olan Ravel, sıkıcı, tekrarlanan bir şeyi, renkli, keyifli bir hale getirmiştir. Hayat da monotondur, sıkıcıdır. Ama insan, becerebilirse onu renkli, coşkulu hale getirebilir. Bolero belki bunu anlatıyor.
    (…)
    Hayat aslında rutinlerle, tekrarlarla doludur. Ama eğer becerebilirsek, monoton hayatlarımızı, her yeni günde, her yeni ayda, onlara yeni sesler, yeni nefesler katarak renklendirebiliriz. Hayatımızın kalitesini giderek artırabilir ve onu Bolero gibi muhteşem bir finalle sonlandırabiliriz.’ (Sy. 168-169)

    ‘Dostlar, hayatınızın başlangıcından sorumlu değilsiniz ama finalinden sorumlu olacaksınız.’ (Sy. 169)

    ‘Eski Yunanlı bir bilge “Doğduğun gün sen ağlıyordun, herkes gülüyordu; öyle bir hayat geçir ki öldüğünde, herkes ağlarken sen gülüyor ol” demiş. Eğer yaşamın tadını çıkararak yaşamışsak, sakızları korka korka değil, bir çingene kızı gibi tadını çıkararak çiğneyebilmişsek, az ya da çok yaşamın anlamı üzerinde düşünebilmişsek, kendimizi, yakınlarımızı, dünyayı keşfedebilmişsek, üretken olmuşsak, kendimiz için, sevdiklerimiz için, ülkemiz için, dünya için, birileri için bir şeyler yapabilmişsek, insanları-hayvanları sevebilmişsek, karşılıksız verebilmiş, bize verilenlerin karşılığını verebilmişsek, okumuş, yeni bir şeyler öğrenmiş, öğrenmekten haz duymuşsak, ölmeye az kala, geride kalan bütün bir yaşamımıza gülümseyerek bakabiliriz galiba.’ (Sy. 170)

    ‘Siz birilerine omuz verdikçe, günün birinde bütün bir dünya sizin tabutunuza omuz verecektir.’ (Sy. 171)

    ‘Rivayete göre Sokrates baldıran zehiri içmeden (idam edilmeden) az önce bir öğrencisinin elinde tanımadığı bir müzik aleti görür. Bana bunun nasıl çalındığını anlat der. Öğrencisi üzgün bir şekilde, “Öğreteyim ama Sokrates, sanırım bunu çalıp keyif alacak zamanın olamayacak” der. Sokrates ise “Evet bunu çalıp keyif alacak zamanım yok ama öğrenmenin keyfi var ya” diye karşılık verir.’ (Sy. 171)

    ‘Mevlâna’nın tabutunun evinden türbesine gitmesi, mesafe kısa olduğu halde saatler almış. Çünkü Müslümanı, Hıristiyanı, Musevîsi, tövbekârı, dinlisi, dinsizi, biz taşıyacağız diye izdiham yaratmış. Anlaşılan, yaşarken O çağırmış, “gelin” demiş, onlar da gelmişler. Mevlâna’nın tabutu da türbesine tam ulaşmadı, yüzyıllardan beri her Şeb-Aruz’da, binlerce kişi “biz de taşıyacağız” diyor hâlâ.’ (Sy. 172)

    ‘İnsanlar, dilleri, milliyetleri ne olursa olsun, âlimlerin, aydınlatanların, kurtaranların, kahramanların, şehitlerin, sanatçıların, peygamberlerin finallerini yüzyıllar boyunca sürdürüyorlar, onların tabutlarını yere bırakmıyorlar, yüreklerinde taşıyorlar. Mozart’ın cenazesine kimse katılmamış, yağmurlu bir günde görevliler belediye mezarlığında bir çukura atıvermişler. Hangi çukur belli değil. Ama o, o çukurda değil, müziğini on binlerce kez dinleyen on binlerce insanın kalbinde yatıyor şimdi.’ (Sy. 173)

  3. #3

    Üyelik tarihi
    25 Aralık 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    351
    Tecrübe Puanı
    23

    Standart --->: Küçük Şeyler 2-Üstün Dökmen

    çok güzel bi paylaşım teşekkür ederim

  4. #4

    Üyelik tarihi
    24 Şubat 2007
    Mesajlar
    527
    Tecrübe Puanı
    29

    Standart --->: Küçük Şeyler 2-Üstün Dökmen

    Ben teşekkür ederim okuduğun için.Kitabı okumaya fırsatı olmayanlar burdan belki birşeyler çıkartabilir.Sevgiyle kalın.

  5. #5

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Küçük Şeyler 2-Üstün Dökmen

    gerçekten de küçük şeyleri önemsemek gerekir,eline sağlık nazlıcan...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/14181-kucuk-seyler-2-ustun-dokmen.html#post25259
    okunmasını tavsiye ederim...

Benzer Konular

  1. küçük şeyler
    By Mustafa Uyar in forum Piyesler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 06.Ağustos.2008, 15:41
  2. PROF. ÜSTÜN DÖKMEN' iN ÇOK GÜZEL BiR YORUMU :
    By soleil in forum Konusuz Konular
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 11.Aralık.2007, 18:26
  3. 'Çocuğunuz üstün yetenekli mi?
    By Mustafa Uyar in forum Sağlık
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Mayıs.2007, 13:00
  4. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 27.Şubat.2007, 15:03
  5. Üstün Yetenekli Çocuklar
    By Beyza in forum Sağlık
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 29.Kasım.2006, 22:02

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.