Gece geç yattığımdan sabah namazına çok zor kalkmıştım. Uykuyla uyanıklık arasında yaptığım tesbihattan sonra ancak kendime gelebildim. Kalkıp pencereden dışarı baktım. Güneş yeni yeni ufuktan güzel yüzünü gösterip, sonsuz güzellik sahibini haber veriyordu. Gökyüzü tertemiz ve pırıl pırıl haliyle, kainat denizinin ve o deniz içinde yüzen dünya gemisinin etrafını temizleyen, hiçbir süprüntü bırakmayan, sonsuz temizlik sahibine işaret ediyordu.

Sabah kahvaltısına sığırcıkların tatlı tatlı ötüşleri eşliğinde başladım. Masadaki birkaç dilim ekmek, ufak bir parça köy peyniri ve haşlanmış yumurta ile karnımı doyururken, o nimetleri göndereni düşünüp şükrederek de kalbimi ve ruhumu doyurdum.

Annemi işine yolcu ettikten sonra biraz gazete okuyup, o gün için planladığım işleri yapmaya başlayacaktım. Bakkaldan gazetemi almaya giderken, pencereden şöyle bir dışarı bakıp, güneş olduğunu görünce paltomu giymekten vazgeçtim. Apartmanın merdivenlerinden inerken yüzüme vuran sabah esintisi, havanın biraz soğuk olduğuna işaret ediyordu. Bahçeye indiğimde, keskin soğuk bütün vücudumu sardı. Başımın üzerinden esen rüzgar, buz zerrecikleri gibi kulaklarımı kesiyor, ellerimi yakıyordu. Üşütürken yakan zemherir soğuğu bu olmalıydı.

Gazeteyi alıp geri dönerken, bir yandan önüme bakıyor, bir yandan da ilk sayfa aşlıklarına göz atıyordum. Yanından geçtiğim yaşlı nineyi, ancak seslendiğinde farkettim. "Evladım, Allah rızası için bir ekmek parası ." Önce biraz durakladım, sonra tekrar yüzümü çevirip yürümeye başladım. Ama, vücudum ağırlaştı, adımlarım yavaşlamaya, boğazım düğümlenmeye, kalbim sıkışmaya başladı. Sanki birisi iple boğazımdan tutup, geri çekmeye çalışıyordu. Sonra içimden bir ses; " Vicdansız. Çekip giderken hiç mi kalbin sızlamıyor ." Dedi. O anda gözlerim doldu. Tekrar geriye dönrek yaşlı ninenin yanına doğru yürüdüm. Üzerinde, eski,yamalı bir şalvar, sırtında ince bir pardüse, ağarmış saçlarının üstünde de yarı örtülü gri bir yemeni vardı. Gözleri deniz mavisi gibiydi. Yılların buruşturduğu yüzünde ince kırışıklar geziniyordu. Deniz gibi gözlerinden akan yaşlar, kumsala benzeyen yanaklarına vururken, ilahî mehtabın nuru, çehresine yansımış, sîmasını aydınlatıyordu.

Yaklaştığımı görünce, "bir ekmek parası yavrucuğum, elini ayağını öpeyim." Dedi. "Al Teyzeciğim, bana da dua et." Dedim. Eğilip elime sarıldı ve yanağına koydu. O anda o kadar çok utandımki. Benden en az yarım asır büyük bir insanın bu hareketi karşısında, yerin dibine geçirileceğimi zannetim. Ya Rabbim ne kadar küçülmüştüm. İçimden toprak olup Onun ayaklarına serilmek geldi. Yaşlı teyzenin ağladığını görünce, hissiyatıma gem vuramadım. Zaten dolu olan gözlerim ağlaya başladı. hemen kalktım. Elimi kaçırıp, arkama bakmadan , kaçarcasına eve gittim.

Kapıyı kapatır kapatmaz, bütün hislerimi serbest bırakıp, utancımdan ağladım, ağladım... Biraz sakinleştikten sonra içimden bir ses "yanına git ve ona derdini sor." Diyordu. Ama ne yapabilirdim ? Sonra, "Hiç değilse gönlünü alır, sıkıntısını dinler, teselli vermeye çalışırım." diye düşünerek , hemen kendimi dışarı attım. Gitmiş olabilir mi? endişesiyle adımlarımı hızlandırırken, Onun , buz gibi kaldırım taşlarına oturup, soğuktan ellerini ıstmaya çalıştığını görünce, gözlerim yine buğulandı. Hislerimin önüne set çekip, duygularıma hakim olmaya çalışarak yanına gittim. Gelip geçen insanları görmezden gelerek , nefsimi ayaklarımın altında ezip buz kesmiş kaldırımlara ben de oturdum. Çok ince ve mahçup bir tebessümle selam verdim. Şefkat yüklü, derin bakışlı, mavi gözleriyle bana bakıp selamımı alınca, içimde benliğe dair ne kadar duvar varsa hepsinin yerle bir olduğunu hissettim. Kendimi, dalga vurdukça parçalanmamak için zor ayakta duran iskele tahtası gibi hayal ediyordum.

Yumuşak bir ses tonuyla "Teyzeciğim, neden bu soğukta burada oturuyorsun, evin barkın yok mu?"diye sordum. Yaşlı Teyze bu soru üzerine başını eğip, gözlerini kısarak konuşmaya başladı.; "Sorma evladım! şu yukarıdaki hastanenin arka tarafından, yıllar önce kiraladığımız derme çatma bir gecekondumuz var, beyimle beraber orada kalıyoruz. Beyim kalp hastası, durumu çok ağır, o yüzden çalışacak gücü yok. Hastane masrafları çok fazla olduğundan beyimin hastalığıyla Ben ilgileniyorum. Komşularımızın verdiği üç beş kuruşla da karnımızı doyurmaya çalışıyoruz. Bugünlerde de, ev sahibi, halimizi bile bile bizden zorla kira parası istiyor.

Yaşlı teyze, daha son kelimesini söyleyemeden, elleriyle yüzünü kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Onun bu ağlayışı rikkatime öyle çok dokundu ki, iç dünyam patlamak üzere olan bir baraj kapağı gibi oldu. Yine de kendimi sıkıp, "Teyzeciğim, çoluğun çocuğunda mı yok ?" dedim. Önce gözlerini kapattı, sonra yüzü mahsunlaştı ve derinden bir nefes alıp "aah ah sorma evladım." dedi. Belli ki çocuğundan çok çekmiş. Hayatımda daha önce hiç evladı için böyle derinden "ah" eden anne görmemiştim. O kadar terkedilmiş ve üzüntü dolu bir "ah" çekti ki "herhalde bu beddua gökteki bütün perdeleri geçip Arş-ı Alâ'ya çoktan ulaşıştır ." diye geçirdim içimden. Çünkü o anda "En çabuk kabul olan dua, belaya uğramışların ve annenin evladına yaptığı duadır. Onunla Cenab-ı Hak arasında hiçbir perde yoktur." Nebevî sözü aklıma geldi. Ben bu düşünceler içindeyken "Evladım" dedi, yaşlı teyze "Bir tane oğlum vardı, evli ve bir mobilya atölyesi çalıştırıyordu. Bir zaman önce evlerinde kalıyorduk. Günün birinde, benim ve beyimin huzursuzluk çıkardığımızı ve geçim sıkıntısı çekmelerine sebep olduğumuzu bahane ederek, bizi evden attı."

İnsaniyeti sukut etmiş,canavara dönüşmüş O evlat, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validenin evlatlarına karşı şefkatleri olduğunu ve en büyük görev, onların o şefkatlerine karşılık hürmet etmek olduğunu bilmiyor muydu? Çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından da, gayet latif bir rızık olan sütü gönderen Rahman-ı Rahîm'in, çocuklardan daha ziyade merhamete layık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını bereket sûretinde gönderdiğini, kalbi dünyaya küsmüş, yüzlerine ebedî alemlerin ışıkları vurmaya başlamış o insanlar sayesinde, evine bereket geldiğini, bu yüzden geçim sıkıntısı çekmeyeceğini anlamıyor muydu?

Soru rüzgarları düşünce değirmenini çevirirken, yaşlı teyze başını göğe kaldırıp, gözünü uzaklarda ki bir noktaya dikti ve "O günü hiç unutmuyorum, bizi evden götürüp gecekonduya birkaç eşya ile yerleştirirken 'yavrum, etme eyleme, iki hasta ihtiyar bu buz gibi yerde yapayalnız ne yaparız, hiç mi insafın yok?' diye yalvardığım sırada 'kes sesini' diye yüzüme inen sert bir tokatla yere yığılmıştım. O anda, yatakta yatan, yerinden kımıldayamayacak kadar hasta olan beyimin, çaresizlik içinde yaşlı gözlerle bana baktığını görünce saçlarımın yarısı bir anda ağarıvermişti. O üzüntüyle dilimde tek kelime çıkmıştı; 'elinden bul inşaallah' Bu olaydan iki hafta sonra, oğlumun, elini makinaya kaptırdığını, ondan sonra kangren olan kolunun da omzuna kadar kesildiği haberini aldık. Bu kazadan iki yıl sonra da işini batırıp eşinden ayrıldığını duyduk. Daha sonra bir daha haber alamadık.

Yaşlı teyzenin anlattıklarını dinlerken aklıma "her amel kendi cinsinden birşeyle karşılık görür." sözü geldi. Tam o esnada "evladım, ben ona çok söyledim; 'şu ahir ömrümüzde bize bu kadar eziyet etme, yoksa sana sütümü helal etmem' dedim, ama o yine dinlemedi, dövdü, sövdü ve ' O, dünyada da ahirette de ziyana uğramışlar'dan oldu. Sözlerini tamamladıktan sonra, soğuktan çatlamış elleriyle önündeki direkten destek alıp ayağa kalktı. Yanında duran, içi yarıya kadar elbise dolu olan çuvalı sırtlayarak ağır ağır yürümeye başladı. Bense oturduğum yerde donup kalmıştım. kendimi toparlayarak hemen ayağa fırlayıp yanına gittim. yüzünü bana döndüğünde içli içli ağladığını gördüm ve yarım saattir önüne set çekmeye çalıştığım gözlerimi durduramaz olmuştum. Çağlayanlar gibi olan gözlerimden kısa aralıklarla yere damlalar dökülmeye başladı. Tam bir şey söyleyecektim ki; "sus evladım, biz kaderin cilvesine uğradık. oğlumuz küçükken, ona imanın güzelliğini sunmadık. Allah aşkını, Peygamber muhabbetini öğretmedik, daha erken , hele biraz büyüsün dedik. Onu dünyanın kötülüklerinden, boş hayallerden korumadık. Haramların günahların olduğu yerlerden uzak tutmadık. Kendi ahiretimizi düşündük. Ama onu, küçüklüğünde, uyusun diye sabah namazına kaldırmadık. İşte görüyorsun ya bilmeden bizde onun ahiretini mahvettik."
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/5756-yasanmis-bir-hayata-dair-ders-notlari.html#post8514

Yaşlı teyze sözlerini bitirdikten sonra durdu ve "Evladım, senden istediğim bir tek şey var." Ben de "Nedir o teyzeciğim hemen yapayım" dedim . "Bu dinlediklerinden iyi ders al!" Söyleyecekleri tamamen bitmişti. Başını çevirdi ve aynı, sakatlanmış, heybetli bir kaplan gibi, yavaş yavaş yürüyerek sokağın köşesinde kayboldu gitti.

Artık gözlerimin ağlaması durmuş, içime işleyen soğuğu farketmeye başlamıştım. Bu olaydan alacağım dersi düşünürken, düşünce ufkumu kaplayan soru bulutları, tefekkür rüzgarlarıyla bir anda dağılmış ve gönül iklimimi bir bahar güneşi gibi ışıtıp aydınlatan o göz alıcı cümle meydana çıkmıştı;

"BEŞER ZULMEDER KADER ADALET EDER." Evren Teke