Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 2/2 İlkİlk 12
12 sonuçtan 11 ile 12 arası
  1. #11

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    22. Dünya Bir Gölgeliktir
    Bir başka hadis:
    “Dünya ile benim ne alâkam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” 338
    Dünya nedir? İnsan fâni ve geçici olan şeylere karşı nasıl bir durum ayarlaması yapmalıdır? Hem insan, bu dünyaya niçin gelmiştir ve nereye gitmektedir? İşte felsefenin en birinci mevzuları ve haklarında asırlardır söz söylenen mevzular.. görüldüğü gibi, Allah Rasûlü tarafından çok veciz bir ifadeyle vuzuha kavuşturulmakta. Başkalarının kitaplık çapta eserlerle, kesin ve net bir şekilde ortaya koyamadığı bu ve benzeri mese-leler, Allah Rasûlünün lâl ü güher beyanları içinde, nasıl da en net şeklini almaktadır! Evet, bütün insanlık, O’nun ifadelerindeki vecizliğe hayrandır...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet-2.html#post32976
    23. Öncekilere Verilmeyen Beş Şey
    “Bana, benden evvel, hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesâfeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (ilâhî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i taharet kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes; (bulunduğu yerde) namaz kılsın! Ganîmet, benden evvel kimseye helâl sayılmadığı halde bana helâl kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine, benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben bütün insanlığa elçi olarak gönderildim.” 339
    Allah’ın küllî ma’nâda herkese, hususî ma’nâda da her ümmet ve her nebîye ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsânı olmuştur: Hz. Âdem ve evlâdına safvet ve esmâya mazhariyet; Hz. Nuh’a, mücadele, kararlılık ve azîmet; Hz. İbrâhîm’e, pek çok nebîye baba olma mazhariyeti, tevhid aşkı ve hillet; Hz. Musâ’ya, tâlim, terbiye, içtimâî ilimler ve içtimâiyyâtta dirâyet; Hz. İsâ’ya, beşerî münasebetlerde yumuşaklık, sabr u tahammül, müsamaha, şefkat ve muhabbet; zaman ve mekânın efendisi Hz. Muhammed (sav) ve O’nun ümmetine ise, enbiyâ-i sâlifeye lütfedilen hususlara ilave olarak irâde, hikmet, muvazene, te’lîf, terkip gibi mükemmellik ve cihanşümûl olmanın özellikleri bahşedilmiştir. Bu itibarla, İslâm dininin, diğerlerine nisbeten daha külfetli, daha mes’ûliyetli olmasına karşılık, daha latîf, daha yüksek, daha bereketli ve daha beşerî olduğu söylenebilir. Bu da O’nun cihanşümûl husûsiyetlerinden biri sayılır.
    Yukarıya aldığımız hadîs-i şerif ise, İslâm Peygamberi ve O’nun âlemşümûl mesajını, daha çarpıcı, daha rengin bir üs-lûpla ele alır ve gözlerimizin önüne serer.
    Bu âlemşümul dîn ve âlemşümul da’vânın şerefli mübelliği ve ilk temsilcileri, bu cihanşümul sistemi dünyanın dört bir yanına taşırken, vazifelerinin şuurunda ve mes’uliyetlerini de müdrik bulunuyorlardı. Topyekun dünyayı teshir için cepheden cepheye koşuyor, Allah yolunda cihâd ediyor, öldürüyor, ölüyor; cennete girmeye ve Cemâlullâhı görmeye liyâkatlarını ortaya koyuyorlardı.. gönül verdikleri da’vâ uğrunda hayatı istihkâr ediyor; en az başkalarının yaşama arzusu kadar, Allah’a mülâkî olma iştiyâkıyla yanıp-tutuşuyor ve yeryüzü hilâfetini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı ki, hayatlarını böyle ötelerle irtibatlı bir yörüngede sürdürenlerle savaşmaya kimsenin gücü yetmezdi. Yanılarak bilmeyerek kendilerini böyle muhataralı bir yola atma bahtsızlığına düçar olanlar da, mesâfeleri aşan bir korku ile tir tir titrer ve daha yolun başında felç olur giderlerdi. Hele bir de îman cephesinin Allah’ı ta’zimi dönüp mü’minlerde bir mehâbet hâlini almışsa... Hakîkî îmânı elde edenler için : “ ” ne müthiş bir silâh, ne müstahkem bir kale...
    Arzın, bu dinin müntesiplerine bir mescid hâline gelmesi, isteyen her müslümanın istediği yerde, mâbede, namazgâha ihtiyaç duymadan ibadetini edâ edebilmesi, İslâm dininin cihanşümûl olmasının bir buudu; kıyamete kadar devam edecek olan cihad vazifesinin, hiçbir şeye takılmadan devam ettirilebilmesi için ganîmetin meşrû kılınması ayrı bir buudu.. ötede "şefaat-ı uzmâ” ünvanıyla, belli ölçüde herkesin elinden tutularak belli bir selâmet seviyesine ulaştırılması da ayrı bir buudu.. ve her peygamberin kendi kavmine husûsî elçiliğine mukâbil, O’nun bütün insanlara gönderilmesi de, bu işin sarahat buudu...
    Ayrıca bu hadîs-i şerîften, herhangi bir tekellüfe girmeden şu hususları istinbât etmek de mümkündür:
    a- Peygamberlik ve onunla gelen mesaj, öyle İlâhî bir mevhîbedir ki, kat’iyen cehd ü gayretle elde edilemez.
    b- Bu beş hususiyet tamamen mazhariyet-i Muhammediye olup, başka hiçbir nebî ve mürsele verilmemiştir.
    c- Belli bir mesâfeden düşmanların kalbine korku salma, peygamberâne bir hâlin tezâhürüdür ve ancak o kuşakta yaşayanlara İlâhî bir armağandır.
    d- İbadetin, mâbedlere ve din adamlarına bağlı olmayışı ise340 bu dînin cihanşümûl bir buudunu teşkil ettiği gibi, her yerde, her zaman Hâlık-mahlûk alâkasıyla, ma’budla münasebete geçme kolaylığını da ifade etmektedir. Burada İslâm mesajıyla gelen ve kaydedilmesi yararlı bulunan bir diğer husus da, su gibi toprağın da temizleyiciliği keyfiyetidir. Bilmem ayrıca, İslâm’da yıkanmanın önemi, suyun temizleyicilik ve hayatiyeti, toprağın istihâle ettiriciliği üzerinde durmamıza gerek var mı..?
    e- Ganimetin zâtında haram olmadığı, o mevzûdaki yasağın zamanla alâkalı bir imtihan olduğu, Efendimiz döneminde ise, yasağa esas teşkil edecek hususların aşıldığı veya ortadan kalktığı, husûsiyle de, ganimetin en önemli ve birinci kaynağı olan cihad,“ ”341 fehvasınca, kıyamete kadar devam edecek bir amel olduğu için, ganimet, bu işe kendini adamış olanlara hem bir medâr-ı maîşet, hem müşevvik bir prim hem de düşman cephesini mâli yönden sarsma, zayıf düşürme, toparlanmalarına fırsat vermeme bakımından fevkalâde önemlidir.. ve önemli olduğu için de, vacip olmasa bile, mübah kılınmıştır ve aynı zamanda, i’lâ-yı kelimetullahda önemli bir esas olan ihlâsa da mâni değildir.
    f– Şefaatin hak olduğu.. Allah’ın izniyle herkesin şefaat edebileceği.. ancak, şümulü, ihâtası ve keyfiyeti itibariyle bir ölçüde herkesi alâkadar eden şefaat-ı uzmânın (âhiretteki büyük şefaat) sadece O’na lütfedildiği de yine hususiyet-i Ahmediye’den biri.. tabiî bizim için de iftihâr ve sürur vesilesi...
    g- Önceki peygamberlerin dar dairede, kavim ve kabîlelerine, Peygamberler Sultanı’nın ise, topyekûn insanlığa hatta bütün varlığa elçi olarak gönderilmesi, dolayısıyla da değişik cemaat ve kabîlelere gönderilen peygamberlerin elçiliklerinin, o cemaat ve kabîlelerin devamıyla kayıtlı olmasına karşılık, bütün varlığı alâkadar eden bu büyük risâletin dünya durdukça sürüp gideceğine işaret buyurulmaktadır.
    İşte, muhteva ve ifadedeki güç, rasânet ve şümûl bakımından, çok önemli bir cihet-i câmia etrafında örgülenmiş ışıktan bir söz dizisi daha..!
    24. Mü’min Mesûliyet İnsanıdır
    “Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyetinden mes’ûldür. Kadın beyinin hânesinin râîsi ve gözeti-minde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mes’uldür. Herbirerleriniz râî ve herbirerleriniz raiyetinden sorumludur.” 342
    Râî, herhangi bir şeyi görüp-gözeten, koruyup-kollayan ma’nâsına gelir. Çobana "râi” denmesi de, kendine emânet edilen hayvanları en emin, en müsâit yerlerde otlatması, onları kurda-kuşa kaptırmaması herhangi bir şeye maruz kaldıklarında onlarla içden alâkadâr olması, bu kudsî vazifeyi îfa ederken de fıtrî safvetiyle, her zaman hasis ihtiraslardan uzak kalabilmesi ve sürüsüne karşı duyduğu derin şefkat, beslediği engin merhamet hissiyle, onların elemleriyle müteellim, lezzetleriyle de mütelezziz olması gibi önemli hususlardan ötürüdür.
    Ve işte, bir ma’nâda devlet reisi ile teb’a arasında da böyle bir münâsebet söz konusudur. Devlet reisi ve derecesine göre değişik dâirelerdeki onun temsilcileri, ellerinin altındakilerini görüp gözetmek, onların elem ve lezzetlerini paylaşmak, onlara mutlu gelecekler hazırlamak ve onların sıkıntılarını göğüslemekle sorumludurlar...
    Hâne reisi ile aile fertleri arasında da aynı münasebet bahis mevzûdur; hâne reisi nafaka, elbise ve onları uygun bir yerde iskân etme gibi hususlarda birinci derecede sorumlu olduğu gibi, ta’lim, terbiye, hüsn-ü muâşeret, dünya ve ukba saadetini te’min gibi mes’elelerde de sorumludur.
    Aynı durum, kadının kocasıyla olan münâsebetlerinde de geçerlidir; kadın evinin işlerini tedvirde, kocasının malını, ırz ve nâmusunu muhâfazada, sürüsünden mes’ul bir çoban gibi sorumludur.
    Hizmetkârın, efendisinin malını, mülkünü; evlâdın, babanın servet, şeref ve haysiyetini koruyup kollamadaki durumları, hep bu "râî" ve "raiyye” mülâhazasıyla alâkalıdır. Denilebilir ki, din nazarında râî ve mer’î olmadık hiçbir mükellef yoktur. Bir yönüyle herkes tıpkı bir çoban, diğer yönüyle de güdülen raiyye mesâbesindedir. Hatta bir râi için güdülecek herhangi bir râiyye olmasa bile o yine sorumludur. Evet, herkes kendi nefsini, aklını ve bütün duygularını, bütün uzuvlarını birer emanet gibi koruyup kollama mecburiyetindedir.
    İslâm, bildiğimiz bütün sistemler ve dinler içinde, devlet reisinden, evlerimizde çalışan hizmetçilere kadar, hem de, henüz demokrasi rüyalarının görülmediği bir dönemde, herkesin sorumluluğunu en ince teferruatına kadar belirleyip ilân eden biricik hayat nizamıdır ve bu mevzûda ona rakîb bir başka sistem göstermek de mümkün değildir.
    İslâm Peygamberi "devlet reisi mes’ûldür”der, onun sorumluluğunu, sorumluluk sınırlarını, vazife ve mükellefiyetlerini bir bir sıralar.. kadın ve erkeğin mes’ûliyetlerini hatırlatır ve ayrı ayrı sahalarda, her ikisine de belli sorumluluklar yükler.. babanın evlâda, evlâdın babaya karşı mes’uliyetlerinden söz eder ve her iki tarafın da hak ve mükellefiyetlerine dikkat çeker.. hatta, bu mevzûda, dünyadaki gelişmeler nazar-ı itibara alınacak olursa, çok erken sayılabilecek bir dönemde, hizmetçi ve işçilerin hak ve mes’ûliyetlerinden bahisler açarak, beşer tarihindeki içtimaî çalkantılardan çok önce sosyal bir probleme çözüm teklif eder.
    İşte size, devlet reisi ve teb’anın karşılıklı haklarından -ki, çoğu Ahkâm-ı Sultaniyelerde beyan edilmiştir- evlâd ve ana-baba haklarına, ondan karı-koca ve işçi-işveren haklarına kadar, fıkıh kitaplarında, ahlâk ve terbiye risalelerinde, içtimâiyat ve hukuk eserlerinde; oldukça hacimli birer yer işgal eden onca mes’elenin üç-beş kelime ile peygamberâne bir ifadesi daha..!

  2. #12

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    25.Bazı Haram ve Mekruhlar
    “Allah size, analara isyânı, kız çocuklarının diri diri gömülmesini, (eda edilecek hukuk ve borçların) eda edilmemesini, (hak edilmedik şeylerin de) alınmasını haram kılmıştır. Güft u gûyu, (dedikodu) çokça sual sormayı, (şurada-burada) servet tüketip (israf etmeyi de) kerih görmüştür.” 343
    Ana’ya İsyan
    Annelere karşı serkeşlik etme, “ukuk-u ümmehât” sözüyle ifâde ediliyor ki; sanki, annesine baş kaldıran evlat, onunla arasındaki bütün hukukî münasebetleri kesip ve onu yalnızlığa atıyor gibi bir ma’nâyı hatırlatıyor. Babaya isyan da aynı ölçüde haram olduğu halde, sadece annenin zikredilmesi, kadınların himayeye ihtiyaçları, bir kısım zaafları, şefkatte erkeklerin önünde bulunmaları ve bu arada fıtratlarındaki incelik ve mukavemetsizlikten ötürü serkeşlikten daha çok ve daha çabuk müteessir olmaları söylenebilir... Aynı zamanda bu ifade ile annenin sahip olduğu aynı haklara sahip bulunması itibariyle, baba-ya karşı gösterilen isyanın da bir isyan olduğu, fakat anneye karşı yapılanlarla kat’iyen mukayese edilemeyeceği de hatırlatılmaktadır.
    Kız Çocuklarını Diri Diri Gömme
    Cahiliyede kız çocuklarının diri diri gömülmesi “ ” sözcüğüyle ifade ediliyor. Cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibariyle diri diri toprağa gömülürdü. Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ve sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı. Hangi sebebe istinâd ettirilirse ettirilsin, hangi sâikle yapılırsa yapılsın, bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi, önlendi de.. ve önlenme istikâmetinde Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîhada bir hayli emir, saadet nüzûl ve şeref südûr oldu...
    Emanete Hıyanet
    Edâ edilmesi gerekli olan hukuk ve borçların ödenmesi “ ” kelimesiyle; alınması ve istenmesi memnu’ bulunan şeyleri değişik yollarla isteme, alma da “ ” sözüyle ifade edilmiştir ki, her ikisi de yâni verilmesi gerekli olan şeyi vermemek ve alınmaması lâzım gelen şeyi de almak haramdır.. ve bu haramın çizgisi de ana-babaya baş kaldırma, kız çocuklarını diri diri gömme çizgisidir. Aynı zamanda bu kelimelerden birincisi; ferdin, zekât, sadaka ve sâir iânât gibi, uhdesindeki, fukaraya ait hakları yerine getirmemesi, ikinci kelimeyi de, dilen-cilik ve tese’ülde bulunması şeklinde anlamak da mümkündür. Bulunduğumuz noktadan ileriye doğru bir adım daha atarak; birinci kelime ile, doğrudan doğruya zimmete geçirilen hakların inkâr edilip üzerine oturulmasından, çek ve senetlerin karşılığının ödenmemesine, ondan da hileli iflas ve her türlü spekülâsyona kadar, bütün gayr-ı meşru yollarla elde edilen hak-sız kazançları ve sonra da bu haksızlıkların giderilmemesini, hatta haksızlıkta temerrüd edilmesine; ikinci kelime ile de, basit dilencilikten, milletin dînî ve millî hislerini istismara, ondan resmî-gayr-ı resmi, bir kısım mütegallibenin açık-kapalı, milletten hakk-ı temettu taleplerine ve ondan da büyük-küçük mafya örgütlerinin, binbir türlü yollarla, yığınları soyup-soğana çevirmelerine kadar ızrâr edici her çeşit alma gayretini istinbat etmek kabildir.
    Bu kısa ve muhtevâlı hadîste, evlâtların, anne ve babalarına karşı, sıla-i rahimi bırakıp kopukluğa düşmelerine, anne ve babaların da, fıtratlarında mündemic bulunan şefkat ve merhameti görmemezlikten gelerek, hatta onu inkâr tavrına girerek çocuklarına karşı merhametsiz ve gayr-i insanî davranmalarına ve daha büyük bir aile sayılan toplumda, bir kısım egoist kimselerin şahsî çıkar ve menfaatlerini değerler üstü tutarak, emniyet, güven, hak ve adalet düşüncesini dolayısıyla da içtimâî nizamı sarsmalarına, aradaki fasl-ı müşterekten ötürü haram deyip geçildikten sonra, aynı ölçüde olmasa bile, yine de yasaklanan diğer üç hususa temas ediliyor ki, onlar da : dedikodu; yerli-yersiz sual sorma veya dilenciliği sanat haline getirme; malını şurada-burada saçıp savurmadır.
    Dedikodu
    Dedikodu ve güft ü gû demektir. Kelimelerin asılları hakkında söylenecek sözleri geçerek muhtevaları üzerinde durmak istiyoruz. Kîl ü kâl, dünyevî-uhrevî hiçbir yararı olmayan, fuzulî muhavere ve lüzumsuz konuşmalara denir. Bu türlü bir konuşma, ister Türkçe’deki “laklâkiyât” türünden, ister üzerimize lâzım olmayan şeyleri ifade cinsinden, isterse yasaklar sınırında dönüp dolaşan beyanlar nev’inden olsun, dedi-kodu yapanların içtimâî seviyelerine ve dedikodunun intişar sahasının genişliğine göre (gazete, mecmua, radyo ve televizyonla yayılması gibi) fertleri âtıl, yığınları şuursuz ve ufuksuz toplumlarda içtimaî bir hastalıktır. İslâmın iki dudak arası günah-lardan saydığı ne kadar öldürücü levsiyât varsa, hepsi bu kîl ü kâl meşcereliğinde çimlenir-gelişir. Onun içindir ki, Allah Resû-lü, bir çizgi üzerinde sıraladığı üç şey arasına, konuşma veya konuşmamayı da sokarak şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin! Allah’a ve ahiret gününe inanan her fert misafirine ikramda bulunsun! Allah’a ve ahiret gününe îmanı olan herkes ya hayır söylesin veya sussun..!”
    Çok Soru
    Yerli-yersiz sual sorma veya ihtiyacı olmadığı halde dilenme, hatta dilenmeyi âdet haline getirme şeklinde yorumlanabilir ki, ikisi de mezmum; ikisi de zararlıdır. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i sahîhada, mecburiyet ve ihtiyaç hali dışında dilenmek kınandığı gibi, ulu orta her zaman sual sorup durma da zem edilmiş ve hemen her fırsatta insanların duygu ve düşünceleri yararlı şeyleri öğrenmeye yönlendirilmiştir. Mamafih, Kur’ân-ı Kerim’de, makbûl ve mezmum olmak üzere suallerin iki kısma ayrıldığını görürüz. Makbûl ve müstahsen suâle misal olarak : “Ashabın Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar” âyetini; mezmûm ve hoş karşılanmayan suâle de “Sana ruhun hakikatından soruyorlar” nazm-ı celilini gösterebiliriz.
    Sual sorma veya sormama, dilencilik yapma veya yapmama, bir zarurete dayanıp-dayanmama veya bir ihtiyaçtan kaynaklanıp-kaynaklanmamaya göre, ef’âl-i mükellefîn arasında, çizginin altında veya üstünde yerlerini alarak vâcip, haram veya mübah olurlar. Bu itibarla da, ayrı ayrı gibi görünen bu iki mes’elenin, işaret ettiğimiz "cihetü’l-vahdet” etrafında, müşterek mütâlaa edilmelerinin ve müşterek yorumlanmalarının daha isâbetli olacağı kanaatindeyim.
    Maddî-ma’nevî, dünyevî-uhrevî herhangi bir fayda gözetilmeden servetin, şuraya-buraya saçılıp savrulması şeklinde tarif edilebilir ki; hem ferdî hem de içtimaî bir hastalıktır. Evet, bir insanın, kendi servet ve kendi malını olmayacak yerlerde zâyi etmesi, evvelâ, sadece ferde ait bir zarar gibi görünse de, kendi malının zımnında millî serveti de hebâ etmesi bakımından, topyekun bir milleti alâkadar eden bir hâdisedir ve topyekun toplumun ızrâr edilmesi söz konusudur.
    Günümüzde bir hayli önem arzeden ve gelecekte daha da arzedeceğe benzeyen bu iktisat ve tasarruf ihtivâlı son mes’eleyi de noktalarken, bir kere daha, Söz Sultanı’nın, seçip isti’mal ettiği kelimelere kullandığı yerler itibariyle kazandırdığı derinlikleri, vüs’at ve televvünü hatırlatmak istiyoruz.
    26. İhsan
    “İhsan senin Al-lah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır; sen O’nu görmesen bile O seni görüyor...” 344
    İmanın, İslâm’la bütünleşmesi, İslâm’ın ihsan kutbunda yaşanması, kâmil mü’minlerin şiârı. Mü’minin, îmân ve İslâm içinde, îman ve İslâm üstü bir buuda ulaşması ve ulaştığı bu son noktanın hakkını eda etmesi bir ihsan, hayrın hayır doğurması esasına göre, Cenâb-ı Hakk'ın bu samimi teveccühe azametine uygun mukabelesi ise, “ Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerin kalbine hutûr etmemiş”345 sürprizler faslından ayrı bir ihsan.. zaten “ihsanın karşılığı da ancak ihsandır.” Ama, kulun ihsanı kendi derinliği ölçüsünde ihlâs, edep, saygı ve haşyet şeklinde, Allah’ınki de kendi azamet ve servetine göre ve binbir vâridatla, kulunun gönlünü inançla donatıp ilhamlarla coşturma; gözünden perdeyi kaldırıp eşyanın hakikatına muttali kılma; ağzını mâlâyâniyattan koruyup lisânını hikmetle konuşturma ve hislerini uyarıp onu tecellî meşrıklarında dolaştırma şeklinde... Varlığın perde arkasının aralandığı bu noktaya ulaşan mü’min, O’nu “bîkem u keyf”görüyor gibi olur. Ne var ki O: “Basar ve basîretler O’nu ihata edemez” (En’am, 6/103) hakikatının sahibi olduğundan, O’nun kendisini görüp bildiği yakîniyle, O’nu görmenin zevkinden, O’nun tarafından görülmenin mehabetiyle bîhûş olur; taat, ihlas, hudû ve huşû televvünatıyla rü’yet-i tâmme-i âcile adına, rü’yet-i nâkısa-i âcileden, tıpkı oruçlu olan birinin oruçlu olduğu saatlerde, oruçla beraber iftar dakikalarının da hazzını ruhunda duyduğu gibi, dünya savmı visâlinin “eyyâm-ı ma’dûde”sinde, dostla vuslat âşirelerinin kat kat olmuş hazlarını duyar ve bir yaşamışlık içinde bin yaşamışlığı birden zevk eder.
    Evet kul, O ezel ve ebed sultanını görmek, görüp görmenin zevkine ermek kadar, görülüp bilinmekten de, yani efendisine hizmetlerinde O’nun tarafından murakabe edilip müşahedeye tâbi tutulmaktan da derin bir zevk duyar.. zevk duyar da, o uğurda yaptığı şeylerin en küçüğünü dahi engin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirir.
    İşte, peygamber sözlerine doğru hafif aralanmış minik bir menfez! İşte, Söz Sultanı’ndan lâl ü güher gibi mübarek üç-beş kelime.. ve işte, mücelledlere sığmam diyen engin muhtevâ..!
    İşte, deryadan bir damla, güneşten bir zerre ve yıldızların kol gezdiği âlemlerden de birkaç şûle..! Hakîkat-ı Ahmediye’nin mir’ât-ı mücellâsı olan o nûrefşân sözler üzerinde durup onların kadrine tercüman olmak, herhalde söz bilmez nâdanların işi olmasa gerek.. gerçi, biz de şu anda, bile bile böyle bir saygısızlığı irtikap etmiş durumdayız.. evvelen ve âhiren O’na dehâlet ediyor ve Allah’tan cür’etimizi bağışlamasını diliyorum.
    O’nun nurlu sözlerini, bütün buuduyla şerhetmenin bizi aştığını, tâ baştan arzetmiş ve bu işin erbabının zuhurunu intizarda bulunduğumuzu da açıklamıştık. Bütün bunlara rağmen, yine de, bazı cür’etkârlıklarda bulunmuş ve bazı hadîslerin bazı yanlarını tahlil etmeyi denemişsek, tahliline cür’et ettiğimiz husus, hadîsin o engin dünyasından sadece birkaç nurlu söz; onların da sadece muhtevâ derinliği, ifade rasaneti ve beyan gücüyle alâkalı olmuştur. Hem de bir avam lisanıyla...
    Allah’ın bizi affetmesini, erbâb-ı nazarın da kusurlarımıza nazar-ı müsâmaha ile bakmalarını dilerim.
    O’NUN DUÂ KUŞAĞI
    Bu arada bir de Efendimizin bir-iki duasına dikkatinizi çekmek istiyorum. O’nun dualarında kullandığı kelimeler ve bu dualardaki derinlik de, apayrı ve başkalarının ulaşamayacağı kadar ulvî bir zenginlik arzetmektedir. Şunu hiç tereddüt etmeden söylemeliyim ki, Allah Rasûlü’nün her duası, bir kitap kadar (ihtiva ettiği ma’nâ bakımından) hacimlidir. Nasıl O’na ait sözler , bütün beşerî sözlerden üstündür; O’na ait dualar da, bütün insanların yaptıkları, yapacakları beşerî dualardan çok çok derindir. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ı en çok bilen, O’ndan en çok korkan Allah Rasûlü’dür. Öyleyse en derin ve seviyeli duayı da yine O, yapacaktır. O’nun duası da bir bitirimdir. Efendiler Efendisi, bize şöyle bir dua talim ediyor : “Yatağınıza gideceğinizde namaz abdesti gibi bir abdest alın sonra da şöyle dua edin : Allahım! (Rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim.” 346
    Şu duada kullanılan kelimeler, öyle baş döndürücü, o derece müthiştir ki, daha üstünde söz söylemek mümkün değildir.
    İleride, ayrı bir bölüm halinde Allah Rasûlünün dualarından bahsederken bu duaları arzedeceğimiz için burada tafsilattan sarf-ı nazar ediyor ve sadece ifadedeki vecizliğe dikkat çekmek istiyoruz.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet-2.html#post32977
    Başka bir duası da şöyledir : “
    Allahım! Benimle günahlarımın arasını, doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır. Allahım! Beni hatalardan, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle.” 347
    Şu duadaki ifadeler, kitablarla ancak izah edilebilir.. ve diyecek başka söz de bulamıyorum. Evet, duanın da sultanı, ancak O’dur.
    İşte bir duası daha:“
    Allahım! Sen’den bildiğim bilmediğim şu anda lütfedilen, ileride lütfedilecek bütün hayırları istiyorum. Allahım, bildiğim bilmediğim şu anda gelip çatan, ileride başa gelecek olan bütün şerlerden Sana sığınırım.” 348
    İşte bu cümleden olarak, Efendimiz (sav)’in cevâmiu’l-kelîm dualarından birkaç inci mercan daha:“ Allahım, Senin ihsan ettiğine mâni olacak yoktur. Senin mâni olduğuna da lütfedecek yoktur. Hiçbir servet sahibi fayda veremez, bütün servetler Sendedir.” 349
    “Allahım, bir söz söylememiş, bir yemin etmemiş, bir nezir yapmamış veya bir amel işlememiş olmayayım ki, hepsini Sen önceden dilemiş olmayasın. Neyi ki diledin, o olmuştur; olmamasını dilediğin şey de olmamıştır. Güç ve kuvvet ancak Sen’dendir, şüphesiz Sen’in her şeye gücün yeter. Allahım, yaptığım her dua, Senin rahmet ettiğin, ettiğim her lanet de Senin lânet ettiğin kimsenin üzerine olsun. Sen, dünyada ve Ahiret’te benim dostum ve Velim’sin; beni Müslüman olarak öldür ve salih (kul)ların arasına ilhak buyur.” 350
    “Allahım Sen’den muzır bir şeye ve saptırıcı bir fitneye uğramaksızın, kazâya rızâ, ölümden sonra rahat bir hayat cemâline bakma lezzeti ve Sana kavuşma şevki istiyorum. Ve, zulmetmekten ya da zulme uğramaktan, düşmanlık etmekten veya düşmanlığa maruz kalmaktan, hatâ işlemekten veya bağışlanmayacak bir günaha girmekten Sana sığınırım.” 351
    “Beni nefsimle baş başa bırakırsan, (bu takdirde) beni za’fa, muhtaçlığa, günaha ve hataya itmiş olursun. Ben ancak Senin rahmetine güveniyorum; günahlarımın hepsini bağışla, zira günahları ancak Sen bağışlarsın. Tevbemi kabul et, zira Sen Tevbeleri kabul eden ve çok Merhametli olansın.”352
    “Allahım, Sen, adı anılmaya en lâyık olansın; İbadet edilmeğe ancak Sen lâyıksın; Sen’sin yardım istenilenlerin en çok yardım edeni, güç ve saltanat sahiplerinin en şefkatlisi; kapısında bir şeyler dilenilenlerin en cömerdi ve verenlerin en eli açığı, Sen’sin her şeyin sahibi ve hakimi; Sen’in ortağın yoktur; Sen’sin eşi ve benzeri olmayan yegane Varlık. Sen’den başka her şey helâke mahkumdur. Sana, ancak Sen’in müsaaden ile itaat edilir ve yine ancak malumatın dahilinde isyan edilir. Sana itaat edilir, karşılığını verirsin, Sana isyan edilir, affedersin. Her şeye en yakın şâhid Sen, en yakın koruyucu da Sen’sin. Nefislerin (arzularının) önüne geçersin; ve ense köklerinden yakalarsın. (İnsanların) yaptıklarını yazdın ve ecellerini takdir ettin. Kalbler Sana akar; gizli, Senin yanında âyândır. Helâl, Senin helâl kıldığın, haram da haram kıldığındır. Din, Sen’in teşrî buyurduğun; emir, Sen’in hükmettiğin; mahluk, Sen’in mahlukun; kul, Sen’in kulundur. Sen, Rauf ve Rahim Allah’sın. Göklerin ve yerin onunla parıldadığı yüzünün nuru hürmetine, Sen’in olan her bir hak hürmetine ve Sen’den isteyen kulların hürmetine, Sen’den beni şu sabah ve şu akşam affetmeni ve kudretinle ateşten korumanı diliyorum.” 353
    “Allahım, nebin Hz. Muhammed (sav)’in Senden istediği her hayrı Sen’den istiyor, yine nebin Hz. Muhammed (sav)’in Sana sığındığı her şeyden de Sana sığınıyoruz.”354
    “Allahım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, icabet edilmeyen duadan Sana sığınırım.”355
    “Allahım, Senden işimde sebatı diliyorum, doğru yolda azim istiyorum. Sen’den nimetine şükretmeyi ve Sana güzelce ibâdet etmeyi istiyorum. Ve sâdık bir dil, selim bir kalb istiyorum. Bildiğin şeylerin şerrinden Sana sığınıyorum. Bildiğin şeylerin hayrını Sen’den istiyor ve bildiğin şeylerden Sana istiğfâr ediyorum. Şüphesiz Sen, Allâmu’l-guyûbsun.”356
    “Allahım Sen’den hayırlı işler yapmayı; kötülükleri terk etmeyi ve fakirleri sevmeyi, beni bağışlamanı, bana merhamet etmeni ve insanların fitnesini murad buyurduğunda, fitnelere düçâr olmadan beni vefat ettirmeni dilerim. Sen’den, Sen’in sevmeni, Sen’in sevdiklerinin sevgisini ve Sen’in sevgine beni yaklaştıracak amellerin sevgisini dilerim.”357
    “Allahım, Senden hayrın başını ve sonunu, en kapsamlı olanlarını, evvelini ve ahirini, açığını ve gizlisini ve cennette en yüksek dereceleri istiyorum, Âmin.” 358
    “Allahım, Sen’i zikir, Sana şükr ve güzelce ibadet etmemiz için bize yardım et.” 359
    “Allahım, Senden hidayet, takvâ, iffet ve (gönül) zenginliği dilerim.” 360
    “Allahım, bütün işlerimizde akıbetimizi güzel yap, dünyada rezil-rüsvay olmaktan ve ahiret azabından bizi koru.”361
    Şu ifadeler içinden, bir kelime dahi kaldırmak mümkün değildir. Sözün akışındaki insicam ise, bir hârikadır. Duanın buudunu yakalamak ise imkânsızdır. Evet, Allah Rasulü’nün duada dahi eşi-menendi yoktur.
    Bütün büyük veliler, münacaat ve yakarışlarına, Allah Rasûlünün dualarından iktibaslarla renk ve can katmaya çalışmış ve Cenab-ı Hakk’ın kapısını O’nun dua eliyle çalmışlardır. Efendimizin dualarında öyle bir ifade, üslub ve öyle bir nûrâ-niyet vardır ki, diğerlerinin sözleri arasında hemen tefrik edilir ve “bu Hz. Muhammed Mustafa’ya ait bir sözdür”, denilir..
    Ben şahsen, Hasan Şazelî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rufâî ve Şâh-ı Geylânî gibi zatların münacaat ve dualarını okurken kendimden geçer; hatta bazı yerleri okurken tahammül dahi edemem. Onların duaları da, çok müthiştir! Fakat hepsi de Efendimizin bazı dualarından iktibaslar yapmış ve O’nun dualarını, kendi ifadeleri arasına katarak o ifadelerle zenginliğe ulaşmışlardır. Nitekim, bizler de, bu büyüklere ait duaları kendi dualarımıza şefaatçı yapıyor ve Rahmet kapısını, bu dualardaki makbuliyet ümidiyle çalıyoruz.
    Son olarak diyoruz ki, Allah Rasulü’nün ifadelerinin bütünü, O’nun fetanetine bir delildir. Bazı sözleri ise,“cevâmiu’l-kelîm” olması itibariyle, bir başka ehemmiyeti haizdir. O’nun dualarındaki ifade ve üslup da, bu gruba dahildir. Öyleyse hem sözleri hem de duaları, O’nun peygamber mantığını yani aklın ukba buudlusunu ve ilham kaynaklısını gösterir. Dolayısıyla O, başka değil ancak bir Nebi ve Nebiler Sultanı’dır...

Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Kırmızı Gül Demet Demet Türküsünün Kısa Hikayesi
    By Mustafa Uyar in forum Türkülerimiz ve Hikayeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Kasım.2016, 20:26
  2. Bir Demet Gül
    By şehzade in forum Hikayeler & Yazılar
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 03.Ocak.2008, 10:12
  3. Peygamberimizin Dogumu
    By Mustafa Uyar in forum Hz. Muhammed (sav)
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 08.Mayıs.2007, 21:20
  4. bir demet fıkra (2)
    By :aşksız_genç: in forum Komik Yazılar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 21:04
  5. bir demet fıkra
    By :aşksız_genç: in forum Komik Yazılar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 19:52

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.