Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 1/2 12 SonSon
12 sonuçtan 1 ile 10 arası
  1. #1

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart peygamberimizin hadislerinden bir demet

    BİR DEMET HADİS TAHLİLİ
    Efendimiz’e ait bütün sözlerde en bariz hususiyet, konuşulan mevzuya ait en câmi sözü söylemiş olmasıdır. Bu ma’nâda, dediklerimizi müşahhaslaştıracak binlerce misal mevcuttur. Ancak biz, bunlardan, herkesin, her devirde “Cevamiu’l-kelim” dediği bazılarını nakledeceğiz. Fakat şunu ısrarla ifade etmeliyim ki, Efendimiz’in sözlerinin hepsi bu ma’nâya dahildir. İşte O’na ait sözlerden bazıları:
    1. Tevhidde Zirve Birkaç Söz
    Tirmizi, İbn-i Abbas’tan rivayet ediyor:
    “Ey delikanlı! Sana birkaç kelime öğreteyim: Sen Allah’a ait hakları koru ki, Allah da seni muhafaza etsin. Evet Allah’ı gözet ki, O’nu karşında bulasın. İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardımı isteyecek olursan yine Allah’tan iste ve bil ki; bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatını dokundurabilirler. Yine bütün insanlar toplansa, sana zarar vermeye gayret etseler, zerre kadar zarar veremezler; ancak Allah’ın takdir edip yazmış olduğu şey müstesna. Artık kalemler kaldırıldı, yazılar kurudu.” 268
    İşte bu kadar kısa, öz cümleler içine; kadere, teslimiyete ait en girift, en zor meseleler sığdırılmış ve en sade bir üslupla, bu derin mevzu vüzuha kavuşturulmuştur. Aynı zamanda aksiyon ve hamle adına; ibadet ma’nâsını da dahil ederek söylenebilecek pek çok şey bu birkaç cümlede hülasa edilmiştir.
    2.İnsan Bir Yolcudur
    Yine Tirmizi İbn-i Ömer’den rivayet ediyor : “Dünyada garip gibi yaşa. Veya bir yolcu gibi ol. Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say!” 269
    İşte üç cümlelik bir söz. Zühd ve takvâya ait, dünya ve ahiret muvazenesini koruma, kollamada söylenebilecek sözlerin en vecizi, en ma’nâlısı... Ancak bundan daha veciz bir ifade varsa, hiç şüphesiz bu da yine O’na aittir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!.
    İnsan, zaten dünyada gariptir. Mevlânâ’nın ifadesiyle; insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder.
    İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik çağına, yaşlılık hengamına, kabir ve derken cennet veya cehenneme kadar devam eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır? Eğer o, daima kendini bir yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir.
    İnsan kendini kabir ehlinden saymadıkdan sonra, yani eskilerin; “Ölmeden evvel ölünüz” 270 diye anlatmaya çalıştıkları husûsu, fiil ve yaşantıya dökmedikden sonra, şeytanın hile ve desiselerinden bütünüyle korunması, kurtulması mümkün değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibariyle ölmelidir ki, vicdan ve ruh itibariyle dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesedlerinin altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?
    3.Doğruluk ve Yalanın Neticeleri
    Buhari, Müslim ve Ebû Davud, Abdullah b. Mesud (ra)’-dan rivayet ediyor:
    “Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da cennete çeker, götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o insan, Allah katında “Sıddîk” olarak yazılır.
    Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, bataklığa, o da cehenneme ulaştırır. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında yalancı olarak yazılır...” 271
    Doğruluk, peygamberler şiarı, yalan ise kâfir ve münafık sıfatı. Doğruluk, bugünü, yarını kucaklayan önemli bir esas; yalan, zamanın çehresine çalınmış siyah bir leke. Yalan ikliminde mes’ut yaşamış ve ebedî mutluluğa ermiş bir tek fert gösterilemez.. doğruluğun, ebedî saadet istikâmetinde uzayıp giden aydınlık yolunda ise, dünya ve ukbâ kaybına uğramış bir tek tâlihsize rastlanmaz.
    Yalan, küfrün en önemli esası, nifakın en bâriz alâmeti, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın adıdır. Bilhassa günümüzde yalan, bütünüyle ahlâkı tahrip etmiş, dünyayı yalancıların harası haline getirmiş öyle korkunç bir içtimaî hastalıktır ki, hayatın kapılarını ona açıp yurtta-yuvada, çarşıda-pazarda, parlamentoda-kışlada ona “serbest dolaşım” hakkı tanıyan hiçbir millet iflâh olmamıştır ve olamaz da. Buna karşılık İslâmiyetin en ehemmiyetli esası, îmanın en bariz hassası, Muhammedî ahlâkın temel taşı, enbiyâ ve evliyânın en mümeyyiz vasfı, maddî ve manevî terakkinin biricik mihveri de doğruluktur.
    Biri meleklerin, diğeri şeytanların; biri Hakk’ın mükerrem kullarının, diğeri habis ruhların, biri insanlığın iftihar tablosu O en müstesna varlığın -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- diğeri de deccalların sıfatıdır.
    Metinde karşılıklı zikredilen kelimelerden ( ) bütün hayırları ihtiva eden, bütün salihata açık olan öyle şümullü bir kelimedir ki, doğru düşünce, doğru söz, doğru niyet, doğru davranış ve doğru yaşayış gibi pek çok mevzuyu o başlık altında toplamak ve bütün hayırları ona irca etmek mümkündür. İkinci kelime olan ( ) ise evvelki kelimenin aksine, bilumum şerleri ihtiva etmesi, bilumum sâlihata kapalı olması bakımından her türlü sapık düşünce, sapıkça söz ve sapıkça davranışlara ana başlık olabilecek mahiyette, âdetâ bir cehennem çekirdeği gibidir.
    Hadîs metninde, ile arasında da bir mukabele bahis mevzuudur. Bunlardan ilkini, doğruluk onda ikinci bir fıtrat haline gelmiş dosdoğru insan şeklinde tercüme edeceksek, ikincisine, tabiatı yalanla bütünleşmiş profesyonel yalancı demek uygun olur zannederim. Her iki kelimede de mübalağa sığası kullanılmış ki; o da, kendini doğruluğa adamış, doğru düşünen, doğru konuşan, doğru davranan ve doğru oturup-doğru kalkan birinin, bugün olmasa da yarın mutlaka, göklerde ve yerde doğruluk ve Hakk’a yakınlığın remzi; kendini yalana salmış, yalan düşünen, yalan konuşan, yalanla oturup-yalanla kalkan birinin de er-geç yalancılığın sembolü haline geleceğine işaret buyurulmuştur.
    Bu alabildiğine uzun ve kısa, bir hayli aydınlık ve sisli, oldukça tehlikeli ve güvenli ayrı ayrı yolların son durakları da cennet ve cehennem. Bu yollardan birinde, her menzilde ayrı bir avans, ayrı bir teşvîk primi, yol gidip cennetle noktalanıyor, yolcu da cennete ulaşıyor.. diğerinde ise, yol boyu onca dezavantaj, onca handikaptan sonra gidilip ebedî hüsrana kapaklanılıyor.
    Bu hadîsi, Efendimiz’in “sıdk”ını anlattığımız yerde de zikretmiştik. Ancak burada dikkatle üzerinde durmak istediğimiz husus, doğruluğun dünya ve ahirete ait neticelerini; yalanın, hem ferdî hem de içtimaî hayata getirdiği zararları bu kadar kısa ve özlü cümlelerle ifade edebilmedeki Efendimiz’e ait muvaffakiyettir. Evet sadece şu hadîsi inceleyen adam, kat’iyen bilecek ve anlayacaktır ki, bu kadar uzun, tafsilatlı meseleleri, bu kadar kısa ve can alıcı şekilde anlatma, ancak Allah Rasûlü’ne has bir mazhariyettir. Başkasının, bu mevzuları, bu şekilde ifade edebilmesi mümkün değildir.

  2. #2

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    .Kişi Sevdiği ile Beraberdir
    Buhari ve Müslim, yine Abdullah b. Mes’ud’dan rivayetle şu hadîsi naklediyorlar: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” 272
    Eğer bu hadîs, şerh ve izah edilmeye kalkılsa, en azından bir ciltlik kitap olur. Yürürken yolda kalan.. rehberini tam takip edemeyen.. istediği halde yapılması gerekenleri layıkıyla yapamayan nice münkesir ve kırık kalbe bir bardak kevser hatta âb-ı hayat sunan bu hadîs, insanın, müsbet veya menfî her iki kutupta da daima sevdikleriyle beraber olacağına işaret etmektedir. Kişi, burada da orada da hep sevdikleriyle beraberdir. Öyle ise, nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olmak isteyen, evvela onları sevmelidir ki, orada onlarla beraber olabilsin. Veya başka bir ifadeyle, ahirette nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olacak olanlar, burada iken onları sevip maiyetlerinde bulunanlardır. Kötülükleri temsil edenler için de, yine aynı hadîsin hükmü ve ma’nâsı geçerlidir. İşte tek cümlelik bir hadîs, böyle binlerce ma’nâ ve ifadeyi hem de bu derece veciz bir şekilde ifade etmektedir ki; böyle bir söz söylemek ancak vahye, ilhama açık bir fetanetin kârı olabilir.
    Nuayman, bazan içki içiyor ve Allah Rasûlü de, ona hadd-i şer’îyi tatbik ediyordu. Yaptığı bu şey bir günahtı. Dolayısıyla da sahabeden biri, ona kınayıcı bir söz sarfedince, Allah Rasulü, kaşlarını çattı ve: “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasulü’nü sever” 273 buyurdu. Allah ve Rasulü’nü sevme, onlarla beraber olmayı netice vereceğinden, böyle bir insan, her ne kadar günah da işlese, kötü söze muhatap olmaya müstehak değildir; çünkü o Allah ve Rasulü’nü sevmektedir... Bu sevgi ise farzlarını yapan, büyük günahlardan kaçınan birisi için Rasulullah’la beraber bulunmaya yeter. Zira kişi sevdiğiyle beraberdir...
    5.Takvâ
    Ahmed b. Hanbel, Muaz b. Cebel’den naklediyor: “Nerede olursan ol, Allah’dan kork! Günahın arkasından hemen iyilik yap onu siliversin. İnsanlarla muamelende güzel ahlâkdan ayrılma!” 274
    İnsanı, güzel ahlâkı kadar yükselten ikinci bir unsur yoktur. Güzel ahlâk ki, o bir Allah ahlâkıdır ve güzel ahlâk, insanın Allah ahlâkıyla ahlâklanması demektir.
    Ciltlerle ancak anlatılabilecek, takvâ, takvâyı muhafaza ve devamlı surette bu anlayış içinde yaşayabilme yollarını izah eden bir hadîsle karşı karşıya bulunuyoruz. Ancak burada, sadece misal vermek için zikrettiğimizden bu yüce hakikatların şerh ve izahına girmiyoruz...
    6.Nasılsanız Öyle İdare Edilirsiniz
    Bir başka hadîslerinde de Efendimiz şöyle buyurur : “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.” 275
    Keyfiyetiniz ne ise, başınızdakilerin keyfiyeti de o olur. Siz nasıl bir kaynak iseniz, başınızdakiler de o kaynağın mahsulüdür. Bu söz, öyle bir sözdür ki, idare adına kâmuslar meydana getirir. İsterseniz, sadece bu hadîs üzerinde kısaca duralım:“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mes’ul-sünüz” 276 fehvasınca, herkesin bir mes’uliyet sınırı vardır ta devlet reisine kadar... Devlet reisi de, idare ettiği dairenin bütününden mes’uldür. Ancak, “siz nasıl olursanız, başınızdaki idareciler de öyle olur” ifadesi, bu hususa, içtimâî hukuk açısından apayrı bir buud kazandırmaktadır.
    Evvela, bu hadîs, idare edilenlere diyor ki, siz çok önemlisiniz. Çünkü, başınıza geçecekler, hangi yoldan olursa olsun, sizin kapınızı çalmak zorundadırlar. Yani onlara şekil verecek olan sizlersiniz.
    İçtimâînin de kendine göre değişmeyen prensipleri vardır. Nasıl ki, bir fiziğin, kimyanın, astronominin kendine göre değişmeyen ve adına “şeriat-ı fıtriye” kanunları denilen prensipleri var, öyle de içtimaînin de kendine göre prensipleri vardır ve bunlar kıyamete kadar da değişmeyecektir. Onun içindir ki, insanlar, şerre, şirretliğe yol veriyor, bağırlarında kötülüklerin barınmasına açık yaşıyorlarsa, o insanları kötüler ve şirretler idare edecektir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur.
    Evet, şirretlik, insanların bünyelerinde neşv ü nemâ buluyor mu? Bu bünyelerde fenalıklar yeşeriyor mu? O zaman Allah (cc), onların başına, aynı çamur ve aynı hamurdan insanlar getirir, onları işte bu insanlar idare eder.
    İkincisi: Yine bu hadîs ifade ediyor ki, kanunlar, nizamlar, satırlardaki şeylerdir. Ve bunların çok tesiri de yoktur. İnsanlar kafa kafaya verip, en muhkem kanunnameler dahi hazırlasalar, önemli olan onun ihtiva ettiği hususlara riayet edilip edilmemesidir. Binaenaleyh, esas olan, idare edilen insanların ahlâkî yapılarıdır. Eğer onlar, ahlâklı, kendilerine düşen problem ve meseleleri halletmiş insanlarsa, onların başına geçecek kimseler de asla problem insanı olmazlar.
    Burada yeri gelmişken vâki bir hâdiseyi nakledeyim:
    İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzeladandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih etmektedir. Ancak taraftarları ısrar eder ve Hocayı da bir miting meydanına çeker ve bir meydanda konuşmaya ikna ederler. Ancak Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara az-öz şunları konuşur:
    “Ey cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib”siniz. Ben ise; “müntehab”ım. Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh”dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” denir. İntihab ise “nuhbe”den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, birşeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde, yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur...”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32966
    İfadelerdeki Arapça terimleri belki anlamayanlar için, istifadeli olur diye kısaca açıklamak gerekirse; “Müntehib” seçen; “Müntehab” seçilen, “Müntahabün ileyh” kendisi için seçim yapılmış yer, meclis; “İntihab”, seçmek, demektir. Bu kelime ise; “Nuhbe” kelimesinden türemiştir.
    Ve bir istidrat daha:
    Haccac’a, Hz. Ömer’in adaletinden bahseden şahsa, Haccac’ın verdiği cevap, meselemize vüzuh kazandırması bakımından mühimdir. Haccac, cevabında şöyle demektedir:“ Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum...”
    Üçüncüsü: Her insan suçu kendinde aramalıdır. Herkes kendinin avukatı olduğu, suçu hep dışarda aradığı müddetçe, müsbet ma’nâda mesafe katetmek mümkün değildir... İnsanlar, iç âlemlerinde, özlerinde kendilerini değiştirmedikçe, Cenâb-ı Hakk onları değiştirmez277. Eğer içte bir bozulma olursa, bu mutlaka, zirvelere kadar her tarafa yansır. İnsanların iç istikameti için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Demek oluyor ki, idare edilenlerin durumları, idare edenlerin durumlarına, âdetâ sebep-netice münasebeti içinde bir müessiriyeti var. Ve bu söz cevherinin ruhunda kimbilir daha neler mündemiç?. Ve erbabı daha neler ve neler seziyordur... Evet toplum plânında iyi bir yapı ve yapılanmayı bu kadar veciz izah ve ifade eden; aynı zamanda iyi ve güzel yapılanmaya yol gösteren, başka bir beşer sözü bulmak mümkün değildir. Fetanet-i azam sahibi Hz. Muhammed (sav)’dır ki, her sözü böyle beyan semasının bir üveykidir...
    Evet, O, bütün insanlar arasında, beyan hususunda en mümtaz ve seçkin bir yere sahiptir. Hiçbir edibin O’na yetişmesi mümkün değildir. Sözleri, Kur’ân değildir ama; bütünüyle ilham yüklüdür. O’nun içindir ki konunun başında da temas ettiğimiz gibi, bütün edipler ve edebiyattan anlayanlar söz söylemede ancak O’nun halâiki olabilirler.
    Hassan b. Sabit, büyük bir şairdir. Allah Rasulü’nün hususî dua ve iltifatlarına mazhar ve Cibril’in teyid ettiği bir şair. Buna rağmen, Hansâ, onun dört mısralık şiirinde tam sekiz yanlış bulmuştu. İşte şiirde böyle devleşen bu kadın, Allah Rasulü’nü dinledikten sonra İslâm’a girmiş ve artık bütün işi, Söz Sultanı’nı dinlemek olmuştur. O’nu dinlerken öyle büyülenmiş, öyle kendinden geçmiştir ki, cahiliye devrinde, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle, dünyayı yasa boğan bu kadın, Kâdisiye’de dört oğlunu şehid verirken şikayet ifade edecek tek kelime söylemediği gibi sadece şunları demişti: “Ne mutlu bana ki, dört şehidin anası oldum. Allahım Sana hamdolsun!” 278
    Hansâ mülhemundan, “ilhama mazhar” bir kadındır. Çocuklarından her biri düştükçe, oku bizzat, kendi sinesinde hissediyor gibi kıvranmıştır. Fakat Efendimiz’e olan bağlılığı da o denli kuvvetlidir ki, şikayet ifade eden tek kelimelik bir söz dahi, o ilhamla açılıp kapanan dudaklarına misafir olmamıştır.

  3. #3

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    7. Ameller Niyetlere Göredir
    Buhâri, Müslim ve Ebu Davud, Hz. Ömer’den naklediyor:
    “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasulü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasulü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” 279
    Bu sözlerin, Allah Rasulü’nden şerefsüdur olmasına, hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:
    Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti280. Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi...
    O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o, bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Rasû-lü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin husûsiyeti, hükmün umûmiyetine mâni değildir. Onun için bu hadîsin hükmü, umumidir, her işe ve herkese şâmildir.
    Niyet
    Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde niyeti, sadece Allah ve Rasûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Rasûlü’nü bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekatta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadîste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep karşısında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan, bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır... Ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hakim olur. Bu hakimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.
    Halbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir ma’nâda katlandığı her şey hebâ olup gitmiş sayılır.
    Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadîslerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” 281 buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin, ona kazandırdığı elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.
    Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadîs’e de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadîslerinde:
    “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalptir” 282 buyurmaktadır.
    İhlasınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler haline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve cennet meyveleri halinde karşınızda arz-ı endâm ederler.
    Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî cenneti kazandıracaktır. Diğer kutupda kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî cehenneme müstehak, demektir.
    Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bila-istisnâ, en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdetâ onlara hayatiyet kazandıran ancak ve ancak niyettir.
    Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazan on, bazan yüz, bazan da daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır283. Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.
    Hicret
    Bu arada hadîste, hicrete ayrı bir ehemmiyet verildiği de gözden kaçırılmamalıdır. Gerçi husûsi ma’nâsıyla hicret bitmiştir. Zira Allah Rasûlü: Mekke fethinden sonra hicret yoktur” 284 buyurmaktadır. Fakat umûmi ma’nâsıyla hicret devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü, hicret, cihadla ikiz kardeştir, beraber doğmuşlardır ve beraber yaşayacaklardır. Cihadın kıyamete kadar devam edeceğini de bildiren yine bizzat Efendimiz’dir. O, bu mevzuda şöyle buyurmaktadır: “Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir.” 285
    Evet, anadan, babadan, yardan, yârandan ayrılıp, muhtaç bir gönüle, hak ve hakikatı anlatabilme uğruna memleketini terkedip, diyar diyar dolaşan her dâvâ adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32967
    Diğer taraftan, Allah ve Rasûlü yolunda yapılan hicrete lütfedilecek belli ve muayyen bir sevaptan bahsedilmemektedir. İhtimal ki bu türlü amellerin sevabı ötede birer sürpriz olarak verileceğine işaret içindir. Melekler bu ameli, aynıyla yazarlar; mükafatını da Cenâb-ı Hakk, bizzat kendisi takdir buyurur.
    Hadîsin başındaki hasr’ı ifade eder. Böylece ma’nâ; ancak ameller, niyetle amel haline gelir.. demek olur ki, bu da niyetsiz hiçbir ibadetin makbul olmadığı ma’nâsına gelir. Nitekim insan, niyetsiz bin rekat namaz kılsa, senelerce aç kalsa, malının hepsini sarfetse, hacca ait rükünlerin hepsini niyetsiz olarak ve haccı kasdetmeden yerine getirse, bu insan ne namaz kılmış, ne oruç tutmuş, ne zekat vermiş ne de hacca gitmiş olur. Demek ki bütün bu hareket ve davranışları ibadet haline getiren insanın niyetidir.
    Günahlardan Hicret
    Mevzua bir kere daha göz atacak olursak görürüz ki, Allah Rasulü, evvela, niyet gibi şümullü bir mevzuyu üç kelime ile izah etmiş; ardından da hicret gibi, çok muhtevalı bir hususa iki üç cümleyle işarette bulunmuştur.. günahları terk etme ma’nâ-sına gelen hicretten başlayarak, kıyamete kadar cereyan edecek olan, hak yolundaki bütün hicretleri, bütün muhaceretleri, “sehl-i mümteni” bir üslupla hem de bir iki cümleye sıkıştırarak ifade etmek, ancak beyanı lal ü güher o Zat’ın işi olabilir. Şu hususu da açmak yararlı olacak; en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah sevgisinin dışında kalan bütün sevgileri kalbinden silip atandır 286. Bir gün İbrahim b. Edhem, Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi, Sen’in aşkına tutuldum. Sen’den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu...”
    O, tam bu dualarla dopdolu olduğu ve bu duanın manevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe’nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalpte iki sevgi olmaz!”
    İşte o zaman İbrahim ikinci çığlığı basar: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Ve oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir..a287
    Rahmet-i İlâhîye Hicret
    Günahlardan kaçıp Rabbin kapısını çalma, O’ndan af fermanı gelinceye dek, kapıdan ayrılmama, bu da bir hicrettir. Şu yakarış bunu ne güzel ifade eder:
    “İlâhî, günahkâr kulun sana geldi.
    Günahlarını itiraf edip sana yalvarıyor.
    Eğer affedersen bu Sen’in şanındandır.
    Eğer kovarsan, Sen’den başka kim merhamet edebilir.”

    Daha önceleri işleyip durduğu günahları terkettikten sonra, bir daha aynı günaha dönmeyi, cehenneme girmekten daha ızdırap verici bulan bir insan, hep hakiki ma’nâda hicret yolundadır.
    Helâl hudutlarının son sınır taşlarını, mayınlı bir tarla gibi görüp oralara yanaşmayan; eline, ayağına, gözüne, kulağına, ağzına, dudağına dikkat eden bir insan, ömrünün sonuna kadar hep hicret ediyor demektir. Bu insan, ister insanlar arasında bulunsun, isterse bir köşede uzlete çekilsin, mukaddes göç gönlünün derinliklerinde onun sadık yoldaşıdır. Ancak uzlette, hicretin ayrı bir buudu vardır. İnsan orada “Üns billah”a ulaşır ve İlâhî nefehatla serfiraz kılınır.
    Meseleyi özetleyecek olursak: Ayrıca, hadîs-i şerif şu hususlara da delâlet, hiç olmazsa, îmâ ve işarette bulunmaktadır:
    a-Niyet, amelin ruhudur; niyetsiz ameller ölü sayılır.
    b-Niyet, hasenâtı seyyiâta, seyyiâtı da hasenâta çeviren nurlu ve sırlı bir iksirdir.
    c- Amelin amel olması niyete bağlıdır; niyetsiz hicret, turistlik; cihad, bâğîlik; hac, aldatan bir seyahat; namaz, kültür fizik; oruç da bir perhizdir. Bu ibadetlerin, insanı cennetlere uçuran birer kanat haline gelmesi ancak niyet mülâhazasıyla mümkün olur.
    d- Ebedî cennet, ebedî kulluk niyeti, ebedî cehennem de ebedî inkâr ve ebedî küfür kastının neticesidir.
    e- İnsan niyeti sayesinde, çok küçük bir cehd ve az bir masrafla çok büyük ve çok kıymetli şeyler elde edebilir.
    f- Niyet kredisini iyi kullanabilenler, onunla dünyalara talip olabilirler.
    g- Dünya ve kadın, nîmet olmaya müsait yaratıldıkları halde, o nîmetlerin sû-i istimâli veya onlarla olan münâsebetlerin şer’î kıstaslara göre ayarlanamaması neticesinde, bu nîmetler Allah ve Resûlünün hoşnutluğuna alternatif olabilir. Dolayısıyla da kazanç kuşağında insana her şeyi kaybettirebilirler...
    İşte, bunlar ve bunlar gibi daha nice mes’eleler var ki, herbiri başlı başına birer kitab mevzûu olduğu halde zerrede güneşi gösterebilen ve deryayı damlaya sıkıştırmaya muktedir olan bir Söz Sultanı’nın beyanında, bu koskoca muhtevayı ifade için üç-beş kelime yetmiştir.

  4. #4

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    8.El ve Dil Belası
    Yine cevâmiu’l-kelim’den, Buhâri’nin naklettiği bir hadîste Efendimiz, şöyle buyurmaktadır : “Gerçek müslüman, elinden dilinden müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” 288
    İdeal Mü’min
    Şimdi bu hadîsi kısaca tahlil edelim:
    “ ” kelimesinin başında, bir lam-ı ta’rif vardır. Ayrıca, kelimesi de, lam-ı tarifle zikredilmiştir. Bu iki lam-ı tarifin, bize anlattığı bir ma’nâ vardır. İdeal mü’min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş.. ve yine kendisi gibi tam ve hakiki mü’min-lere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan mü’mindir. Öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden veya nüfus cüzdanında müslüman yazan kimseler değil; bütün zihinlerde tersim edilen hakiki ve ideal mü’minden bahsediliyor. Biz lam-ı tarifin “ahd-i zihnî” ma’nâsına gelişinden, bunu teşemmüm ediyoruz. Yani, “mutlak zikir, kemaline masruftur” kaidesinden çıkış yaparak, mü’min denince ilk akla gelen, en kâmil ma’nâdaki mü’mindir ve hadîste kasdolunan mü’min de işte budur.
    Bir insanın, normalde dildeki bu inceliği bilmesi mümkün değildir. Zira, işin bu tarafı, ancak mektep, medrese veya bir üstadın rahlesi önünde diz çökmekle öğrenilebilecek dilbilgisi veya gramer bilgisiyle mümkündür. Allah Rasûlü için, böyle bir tedris söz konusu değildir. Demek ki, O’nun konuştukları kendinden değil; O, Muallim-i Ezeli’nin konuşturduklarını konuşmaktadır. Onun içindir ki, Allah Rasûlü’nün ifade ve beyanlarında, dile ait bütün nükteler mevcud olmakla beraber dile ait bir tek kusur dahi mevcut değildir.
    Biz yine yukardaki hadîse dönelim: Hakiki müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Öyle ki, diğer bütün müslümanlar, zerrece herhangi bir kuşku ve tereddüte düşmeden ona sırtlarını dönebilirler. Zira bilirler ki, ondan kimseye zarar gelmez. Ailelerini birine emanet etmeleri icap etse, gözleri arkada kalmadan ona emanet edebilirler. Çünkü onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra, o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkada kalan o insan, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakilerinin gıybetini dinler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. Yemez, yedirir. İçmez, içirir. Yaşamaz, yaşatır. Ve bir başkası için füyûzat hislerinden dahi fedakârlıkta bulunur. Biz, bütün bu ma’nâları, lâm-ı tarifin aynı zamanda “hasr” ifade etmesinden çıkarıyoruz.
    Silm ve Müslüman
    Diğer taraftan, bu ifadelerde cinas da vardır. “Müslim” kelimesiyle, “selime” fiili, ikisi de “silm” kökünden gelir. Bazı harflerindeki benzerlikten dolayı, aralarında gayr-ı tam bir cinas mevcuddur. Ancak bu iki kelimenin babları, ayrı ayrıdır. Bu benzerlik ve ayrılık, bize şöyle bir ma’nâyı dahi hatırlatır: Müslüman; her meselesi, silm, selamet ve müslimlik çizgisinde cereyan eden insandır. O, kendisini öyle İlâhî bir cazibeye kaptırmıştır ki; artık bütün hareketleri bu kuvve-i ile’l-mer-keziye çevresinde cereyan eder.
    O, tanıdığı-tanımadığı herkese selam verir. Böylece kalplerde onun için bir sevgi vaz’edilir.289
    Namazını bitirirken, selamla bitirir. İns, cin, melek, bütün şuurlu varlıklar, onun selamını alır. O, görmediği bu varlıklarla da selamlaşır. Mü’minin dışında hiç kimse, şimdiye kadar selamlaşmayı, bu denli yaygın hale getirmiş değildir.
    İslâm’a; namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet gibi rükünleri yerine getirmekle girilir. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın “Topluca silme giriniz” (Bakara, 2/208) emrine ittiba ile, silm ve selamet deryasına yelken açmak demektir. O deryaya kendisini salan insanın ise, her hali silm ve İslâm kokar. Bu duruma gelmiş bir insandan da, hiç kimse iyiliğin dışında bir hareket ve bir mukabele görmez.
    Niçin El ve Dil
    Efendimiz’in her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu ettiğim ifadesinde de kullanılan her kelime, dikkatle seçilmiştir. Görülüyor ki burada da yine elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer azaların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya vicâhî, yüz yüze veya gıyabî yani arkadan olur. Vicâhî zararı el, gıyabîyi de dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da, gıyabında onun gıybetini yaparak, hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da mü’minden hiçbir zaman sadır olmaz. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep mürüvvetle davranır.
    Ayrıca Efendimiz, lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabele imkânı ihtimal dahilindedir. Halbuki, arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, ekseriyetle karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararların takibi, vicâhî olarak yapılmak istenenlere nisbeten daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. Diğer taraftan, bu ifadede, müslümanın Allah katındaki değer ve kıymetine de işarette bulunulmuştur. Müslüman olmanın Allah katında öyle bir değer ve kıymeti vardır ki, bir başka müslüman ona karşı elini ve dilini kontrol altında bulundurması gerekmektedir.
    Cihanşümul emniyet ve esenlik düşüncesiyle gelen İslâmiyetin önemli bir ahlâkî buudu, müslüman ferdin, maddî-ma’-nevî kendine zarar veren şeylerden uzaklaşması ise, diğer ehemmiyetli bir derinliği de, az dahi olsa, başkalarına zarar vermemektir. Zarar vermek bir yana, toplumun her kesiminde, emniyet ve güveni temsil etmektir. Evet, müslüman, sînesinde taşıdığı emniyet duygusu ve yüreğinin güvenle atması ölçüsünde hakîkî müslümandır.. ve hakîki bir müslüman da gezip-dolaştığı; oturup-kalktığı hemen her yerde “esselâm”kaynaklı bu hisse tercümandır: O, mü’minlere uğradığında selâm verir, emniyet soluklar.. onlardan ayrılırken esenlik diler, ayrılır.. namazın tahiyyatlarını selâmlarla süsler.. ve Hakk’ın huzurundan ayrılırken de mü’minleri selâmlayarak ayrılır. Artık, bütün hayatını böyle selâm yörüngesinde sürdüren bir insanın, kendi temel düşüncesine rağmen, emniyete, güvene, sağlığa ve maddî-ma’nevî, dünyevî-uhrevî selâmete ters bir yola girmesi, kendine ve başkalarına zarar vermesi herhalde düşünülemez...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32969
    Hadîsle alâkalı bu kuşbakışı ilk mülâhazadan sonra, yine onun ruhundan fışkıran şu hususlara da bir göz atıp geçelim:
    a- Hakiki müslüman, yeryüzünde cihanşümul sulhün en emin temsilcisidir.
    b- Müslüman, ruhunun derinliklerinde yaşattığı bu yüksek duyguyu her yerde soluklar-gezer.
    c- O, ezâ, cefâ etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selâmetin remzi olarak hatırlanır.
    d- Onun nazarında, elle yapılan tecâvüz ile gıybet, bühtan, tahkîr, tezyîf gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır.
    e– Bir mü’min bu günahlardan bazılarını irtikap etse de yine mü’mindir ve dinden çıkmış sayılmaz. Yani akîdemizce küfür-îmân arası bir mevkî söz konusu değildir.
    f- Her mes’elede olduğu gibi, îmân ve İslâm mes’elesinde de, himmetler âli tutulup kemâlât-ı insaniyyeye yani herhangi bir müslüman değil, kâmil müminliğe talip olunmalıdır gibi pek çok şey o mu’ciz beyân lisanda tek bir satıra sığdırılmıştır.
    9. Mâlâyaniyatı Terk İslâm’ın Güzelliğindendir
    Hadîsin, muhacirle ilgili bölümüne yukarıda kısaca temas ettiğimiz için o kadarla iktifa edip, Efendimiz’e ait bir başka nurlu beyana intikal edelim. İki Cihan Serveri buyuruyor ki: “Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir malayaniyi terketmesi...” 290
    Elbetteki, sadece böyle bir tercüme ile Efendimiz’e ait bir sözün derinliğini anlamak, bu kısa ifadenin şumûlünü kavramak mümkün değildir.
    Hadîste; mü’minin İslâmiyetinin, ihsan ve itkana ulaşabilmesinin sırrından bahsedilmektedir. Yani pratikte ve dış yönü itibariyle, sağlam, arızasız ve kusursuz bir seviyeye; iç yönü itibariyle de ihsan sırrını temsile ulaşmış bir mü’min, mutlak surette, mâlâyaniyatı terk etmelidir.. terkeder de...
    İçteki Ciddiyet Dışa Akseder
    Ciddiyetsiz ve lâubâli insanların, ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddi gibi görünebilir; fakat eğer, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. Meğer ki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter haline gelmiş olsun! Temrin ve sıkı kontrolle bu seviyeyi yakalamak mümkündür. Eğer böyle bir temrin ve kontrol varsa “olma”, “ görünme”nin önüne geçer.. bir serçe uzun müddet tâvûs kuşu olarak arz-ı endam edemez. Yani insan şuurunun ve zihin-altının çocuğudur. Onlardan kaçıp kurtulamaz.
    Meseleyi şöyle toparlayabiliriz: İçte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddi olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.
    Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir:“ Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”291
    İnsanları idare durumunda hilafet, ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma ma’nâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi?
    Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddi olabilir ki?
    İhsan Şuuru ve Ciddiyet
    Cümlenin başındaki “Min” harf-i cerri “hasr” ifade eder. Bununla, müslümanın, ihsan sırrına ermesi için gerekli olan bir yoldan bahsedilmektedir. O da laubaliliği terk etmektir. Ciddiyet kazanılıp, laubalilik terk edilmedikçe, bir insanın ihsan şuuruna sıçraması mümkün değildir.
    Cibril hadîsinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Rasûlü’ne gelen Cibril, evvela imanı, sonra İslâm’ı sormuş ve bunlara Allah Rasûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de O’na şu cevapla mukabele etmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” 292 (*)
    Bu mertebeyi yakalama da, ancak azami takva, zühd ve velayet ile olabilir. İnsan, evvela o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye haline getirmeli; sonra da, oraya götüren yolları bir bir denemelidir.
    Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bir şairin dediği gibi, insan, O’nu taşrada ararken, O, can içinde candır. “Ben taşrada ararken, O can içinde can imiş.” Bir başka şairimiz de şöyle der:
    “Maveradan bekliyorken bir haber
    Perde kalktı öyle gördüm ben beni.”

    Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evrilip çevrilmekte.. ve her şey, O’nun tecellilerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır.
    Her İşte İtkan
    İnsanın vicdanını, böyle bir ihsan şuuru sardığında, artık onun davranışlarına itkan hâkim olur. Zaten Cenâb-ı Hakk da, işin sağlam yapılmasını istemekte ve sağlam işi sevmektedir.
    O, Kur’ân’da diyor ki :
    “De ki: Amel edin! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe, 9/105).
    Yani yapılan bütün ameller, Allah’ın, Rasûlü’nün ve vicdanları hüşyar mü’minlerin teftişinden geçecektir. Onun için her amel, teftişe göre yapılmalıdır ki, sahibini utandırmasın. Bu da, yapılan amelin çok sağlam yapılmasını zarûri kılmaktadır. Böyle bir amele muvaffak olabilmek de, ancak içten “ihsan”a ulaşmakla mümkündür. İnsan, iç âlemi itibariyle böyle derinleşebildiği ölçüde, davranışları da çok mükemmel olacak ve bu insan, asla laubâliliklere düşmeyecektir. Böylece de İslâm’ın güzelliklerini elde etmiş, başka bir ifadeyle, güzel olan İslâm’ı yaşamış, zatında güzel olan İslâmiyetin güzelliğine uygun bir kemalat arşına taht kurmuş olacaktır.
    “Malayani”, insanı hiçbir zaman alâkadar etmeyen, gereksiz ve onun ne bugünü ne de yarını için hiçbir faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olması demektir. Öyle ki, meşgul olduğu şeylerin, ne şahsına, ne ailesine ne de milletine hiçbir faydası yoktur. İşte İslâmiyetteki güzellikleri yakalayabilmiş biri aynı zamanda laubalilikten de uzaklaşmış demektir. Öyleyse bu hadîs, aynı zamanda insana, ne yapması gerektiğini de öğretmektedir. İnsan daima, yüce ve yüksek meselelerle meşgul olmalı, uğraştığı her mesele ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla, hem kendine, hem ailesine hem de cemiyete faydalı bulunmalıdır. Bir cihetle, ciddi insan olmanın tarifi de budur...
    Sözün burasında, hadîste teşemmüm ettiğim ince bir meseleyi de arzetmeden geçemeyeceğim:
    Mâlâyaniyat Nedir?
    “Mâlâyaniyat” ile meşgul olan bir insan, fırsat bulamaz ki “Mâya’nî:kendisini ilgilendiren” şeylerle meşgul olabilsin. Devamlı surette, hiç kendisini ilgilendirmeyen iş ve ve düşüncelerle dopdolu olan bir insan, kendisi için gerekli ve onu yakından ilgilendiren meselelere vakit bulamaz ki onlarla meşgul olsun...
    Henüz kendi çizgisini bulamamış ve frekansını tutturamamış bir insanın, o frekansta doğru bir şeyler yapması düşünülemez. Malayanilerle dolu olan bir insanın, “mâya’ni”ye açık olması mümkün değildir. Evet kalbi ve kafası, sakat şeylerle memlû bir insan, nasıl ulvî ve sağlam şeylerle meşgul olabilir ki?
    İşte Allah Rasûlü, bütün bu ma’nâları üç-dört kelimelik bir cümlede ifade ediyor. Ben, onu izah ederken fazla birşey söylemiş sayılmam. Sadece, o granit yapılı söze, birkaç ifade kazması indirdim. Size gelip ulaşan da ondan kopan bir iki parça oldu. Belki onları da, vicdanlarınıza sindirecek ölçüde beyan edemedim. Ancak, benim ve benim gibilerin bu acizliği dahi, Allah Rasûlü’nün ifade ve beyandaki gücünü isbat etmektedir. Çünkü bizler, Efendimizin söylediği bir sözü anlamaktan dahi aciz bulunuyoruz. Halbuki O, bu sözleri hiç düşünmeden söylüyordu. Bizim düşünce dünyamızı zorlayan bu muhteva ve bu ma’nâ yüklü sözler, O’nun normalde konuştuğu sözlerdi. Bu mazhariyet, acaba, fetanetten başka ne ile izah edilebilir? Deha kelimesi böyle bir hasleti anlatmanın yanında ne kadar sönük kalmaktadır!.
    10. Sabır
    Buhârî ve Müslim müttefikan şu hadîsi naklederler: “Sabır ilk toslamada olandır.” 293
    Kabir Ziyareti
    Efendimiz, kabristanlarda cahiliyyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, müminleri kabristanlara gitmekten men etti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırdı ve :“Ben, sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Bundan böyle kabirleri ziyaret edin!” 294 buyurarak, kabir ziyaretini teşvik etmişlerdi. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. Zaten o mürüvvet abidesi de, sık sık kabir ziyaretinde bulunur ve her hafta hiç olmazsa bir kere Uhud şehidlerini ziyaret ederdi. Kabir ziyaretlerinden birinde, bir kadının evladının kabri başında, feryad u figan edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarfetmekte olduğunu gör-dü.. gördü ve kadına yaklaşarak nasihat etmek istedi. Kadın Efendimiz’i tanımıyordu. “Git başımdan” dedi, “Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!.” Efendimiz de hiçbir şey söylemeden kadının yanından ayrıldı. Orada bulunanlar, kadına onun Allah Rasûlü olduğunu söyleyince, kadın daha müthiş bir sarsıntı ile sarsıldı. Çünkü bilmeden Allah Rasûlü’ne karşı saygısızlık etmişti. Koşarak Efendimiz’in hanesine geldi. Kapıyı vurmadan içeriye girdi, Efendimiz’den özür diledi. Allah Rasûlü de ona, cevab-ı hakîm olarak şunu söyledi: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin zamandır.” 295
    Allah Rasûlü, şu dört kelimelik ifadesiyle, ciltlerle ancak anlatılabilecek bir meseleyi, mucizevî bir belagatla anlatmış oluyordu.

  5. #5

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    Sabrın Çeşitleri
    Musibete karşı sabır, günahlara karşı direnmede sabır ve ibadet üzere ısrarda sabır...
    Hergün beş vakit namaz, senede en az bir ay oruç, muayyen miktarda zekat ve kulluğa müteallik diğer bütün emirler, ancak sabırla yerine getirilebilir. Bunlar, insan ömrünü disipline eder ve ötelere göre bir boya çalar. Böyle bir hayat, bütünüyle nuranilik çizgisinde geçer; ömür bereketlenir ve cenneti semere verir. Onun için insan, dişini sıkacak, ibadetler üzerine sabredecek, ve böylece hayatını ışıl ışıl nurlandıracaktır.
    Sabır kelimesiyle “Sabir otu” aynı kökten gelen kelimelerdir. Sabir otunun zehir gibi acı olduğu söylenir. Tıbta ilaç sanayiinde de kullanılmaktır. İşte sabır, bu sabir otunu yutmak kadar acıdır. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibariyledir. Neticesi her zaman tatlı olmuştur.
    Durum Değiştirmek
    Sabretme, dişini sıkma, dayanma, metanet gösterme, sarsılmama, irkilmeme, irade felcine uğramama, hergün zehir-zemberek hâdiseleri sineye çekme ve dayanma elbette kolay bir iş değildir. Ancak, bütün bunlar ilk musibet şoku anında yapılmalıdır. Çünkü, yer değiştirme, başka bir vaziyete intikal etme, psikolojik olarak her zaman insanın ruh haletinde değişiklik hasıl eder ve onu sarsan hâdiseleri unutturur.
    Diyelim ki, başımıza bir musibet geldi. İlk bakışta, bu musibete dayanabilmemiz mümkün değil gibi... Hemen bu şoku atlatmanın çaresine bakmalıyız. Bu da ya bulunduğumuz durumu değiştirerek ki, ayakta isek oturarak, oturuyorsak yatarak veya yapmakta olduğumuz işin keyfiyetini değiştirerek; meselâ, abdest alarak, namaz kılarak veya en azından konuştuğumuz mevzudan uzaklaşarak.. veyahut da bulunduğumuz mekandan ayrılarak, başka bir atmosfere sığınmakla olur. Bazan da bir nebze uyumak, şoku atlatmamıza yetebilir. Hangi şekilde olursa olsun, hâl, durum veya mekanda yapılan bu değişiklikler, şokun tesirini kırar ve tahammül edilemez gibi görünen musibeti az dahi olsa hafifletir.
    Sabır, ibadetlere devam etme hususunda da çok lüzumludur. İlk anda, yeni namaza başlayan bir insan için, bu ibadet çok ağır gelebilir; fakat biraz sabreder de ruhu namazla bütünleşirse, artık bir vakit namazı kılamama, o insan için dünyanın en büyük ızdırabı haline gelir. Oruç, zekat, hac gibi ibadetler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32970
    Düşünün ki, hac gibi meşakkatli bir ibadeti, bir kere ifâ edenler, her sene gitmek için âdeta kendilerini yerler. Hatta bazan konulan tahdid, onları çılgına çevirir. Bu denli ibadet sevgisi bir bakıma onun ilk ağırlık şokunu atlatması demektir. Bu hemen bütün ibadetlerde de böyledir.
    İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günah ilk tosladığında gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o şoku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye “ilk bakış lehine gerisi aleyhine” 296 buyurmaktadır. Yani, insanın gözü günaha kayabilir. Ama o, hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Fakat ikinci ve daha sonraki bakışlar, zehirli birer ok gibi insanın kalbine ve ruhuna saplanır, insanın hayalinde bulantılar meydana getirir.. iradesi manevî gerilimini kaybeder. Zira her harama bakış, bir yönüyle harama girme yollarını kolaylaştıran birer davetiye hükmündedir. Dolayısıyla da her bakış, bir başka bakışı davet eder.. artık o insan, harama yelken açar ve dönüşü çok zor bir yolculuğa açılır. İşte bu duruma gelmeden, haramın ilk tosladığı anda, sabredip haramdan yüz çevirme, harama karşı gözlerini yumma, Allah Rasûlü’nün bize tavsiye ettiği altın öğütlerdendir.
    Epiktetos’un bir sözü vardır: “Fena hülyalar, seni hayallerinde yakalayınca, ilk fırsatta hemen uzaklaşmaya çalış. Sonra götürüldüğün yerden geriye dönemezsin” der. Onun bu ifadesi de ilham yüklüdür. Eğer, Allah Rasûlü’nden sonra yaşamış olsaydı, mutlaka ilhamını Allah Rasûlü’nden aldığını söyleyebilirdik...
    İnsan, harama karşı böyle davrana davrana, bu onda bir huy, bir karakter haline gelir. Zira, yaptığı egzersizlerle kalbinde hasıl olan imanın nuru, cehennemden bir kıvılcım durumunda olan günahlara karşı âdeta bir sütre olur. Öyle ki artık harama bakmama, onun asıl ve fıtrî davranışları arasına girer. Aksi bir durum aklına gelse, hemen parmağını, gönül peteğindeki iman balına batırır ve bu sağlam mülâhaza sayesinde tattığı aşkın tadıyla kendini bu manevî atmosferden uzaklaştıran her şeyden kaçar. Bu durumda olan bir insanın, iradî olarak günaha girmesi pek düşünülemez.
    Her musibetin kendine göre bir şoku vardır. O atlatıldığı zaman, musibet rahmete, elemler lezzete, dertler de zevke inkılâb eder... Böyle bir sînede artık ızdırap dinmiş, yerini de sonsuz bir neşeye terk etmiştir. Ancak bütün bunlar, ilk şok anının başarıyla atlatılmasına bağlıdır. Bu kadar tafsilatlı, derin bir mevzuyu Allah Rasulü, sadece dört kelime ile ifade buyurmaktadır. “Sabır, ilk toslama anında olandır.”
    11. Yüksek El (Veren) Olmak
    Buharî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîste de Efendimiz şöyle buyuruyor: “Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.” 297
    Yed-i ulyânın, veren ve infâk eden el, yed-i süflânın da alan el olduğu, yine bir başka hadîslerinde doğrudan doğruya Efendimiz’in yorumudur298. Realite olarak, veren elin üst, alan elin de alt sayılmasının yanında, infak edene râci sevap ve fazilet bakımından, verenin alanın üstünde olduğuna da işaret buyurulmaktadır. İnsanın şeref ve haysiyeti açısından bunlardan biri “ulvîlik” ise, bazı durumlarda diğerine de “süflîlik” denebilir ki, selim tabiatları vermeye teşvik ve almadan tenfir etmek bakımından, üslûp fevkalâde ve bu üslûba esas teşkil edecek malzeme de, değiştirilemeyecek şekilde yerli yerindedir.
    Ayrıca, verme ameliyesinin havada kalmaması ve mutlaka bir alıcının bulunması lazım geldiği için de, veren elin hayırlı olmasını ifade ile iktifâ edilmiş ve "alan el şerlidir” denmemiş.. aksine az hayırlı olduğu ifhâm edilerek; bazı şerâit dahilinde alma ameliyesinin mahzursuzluğuna da tenbihte bulunulmuştur.
    Bütün bu ma’nâlar mahfuz olmakla beraber; bu hadîsi; “veren el, alan elden üstündür” şeklinde tercüme etmek eksiktir. Zira, hadîste kullanılan kelimeler, bizim tercüme ettiğimiz kelimelerin karşılığıdır. Efendimiz, bu ifadelerinde mecazî bir üslubu tercih etmiştir. Onun için sadece “veren el” veya “alan el” ifadeleri, bu ma’nâlardan, olsa olsa bir tevcih olabilir; fakat kat’iyen bütünü değildir.
    Evvela, burada cüz zikredilip küll murad edilmiştir. Yani elden kasdedilen, bizzat insanın kendisidir. Bu ma’nâ ile“veren insan, alan insandan hayırlıdır” manası kastedilmiştir.
    Bazen Alan Hayırlıdır
    İkincisi: Arapçada veren ; alan ise kelimeleriyle ifade edilir. Eğer Allah Rasûlü, bu kelimeleri kelimesine sıfat yapsaydı, o zaman, “Veren el alan elden hayırlıdır” dememiz uygun olurdu. Halbuki Allah Rasûlü, “veren” veya “alan” elden değil de “üst” veya “alt” elden bahsetmektedir. Bu ifadeden de şöyle bir nükte hatıra gelmektedir: Her zaman veren el, alan elden hayırlı değildir. Bazı hallerde, alan el, çok daha hayırlı olmasa da, mecbur kaldığı için veya verene sevap kazandırmak kasdıyla alıp yerinde sarfettiği takdirde veya veren minnet ediyorsa, böyle durumlarda hayırlı ve üst el alanın elidir. Veren zahiren üstte olsa dahi, hakikatte belli bir ölçüde alttadır.
    Öyle insanlar vardır ki, fukara-yı sabirindendir. Saçı başı dağınık ve meclislerde hep irdelenmektedirler. Kapı çalsalar onlara kapılar açılmaz. İki Cihan Serveri’nin beyanı içinde onlar, herhangi bir mevzuda Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Bera b. Mâlik bunlardandır299. Müslümanlar harpte sıkışınca Bera b. Mâlik’e müracaat eder ve galip gelineceğine dair ona yemin ettirirlerdi. O da yemin ederdi ve galip gelinirdi300. İşte alan el, böyle bir insan da olabilir...
    Ashaptan Sevbân, çok fakirdi. Bununla beraber Allah Rasûlü ona, hiç kimseden birşey istememesini tavsiye etmişti. O günden sonra o, kimseden birşey istemedi. Hatta, devesine binmiş giderken bazan kamçısı yere düşerdi de, o, kimseden istememek için hemen devesinden iner ve kamçısını bizzat alır sonra da tekrar devesine binerdi301. İşte bazan onun gibi bir insana da birşey verilmiş olabilir.. ve bu, sanki temessül etmiş Cibril’e birşey vermek gibidir. Hiçbir zaman, alan durumunda olan bu ve bunlar gibi şahıslar, verenlerden daha aşağı değillerdir. Zira, Hz. Âişe Validemiz’den rivayet edilen bir hadîsten anlıyoruz ki, böyle insanlara birşey verilirken, evvela o verilen şey keyfiyetsiz, kemmiyetsiz Cenâb-ı Hakk’ın eline konmaktadır. Ve verilen insana o şey, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından verilmektedir.302
    Tavsiyeler
    Allah Rasulü, bu ifadeleriyle bize şu tavsiyede de bulunuyor:“Kendinizi daima aziz tutun. Dilencilikle nefsinizi hor ve hakir kılmayın. Hem ferd plânında, hem de devlet bazında, hiçbir zaman alan el durumuna düşmeyin, her zaman veren el olma durumunu korumaya çalışın. Böylece hep üstte olur ve izzetinizi korursunuz. Şunu unutmayın ki, üst daima emniyet içinde döker-saçar, alt ise endişeyle toplar, endişeyle yaşar. Siz, hâkim el olun, mahkum el olmayın. Üstte olursanız, hâkim el olursunuz.”
    Devletlerarası Ölçü
    Bu hadîs bizim için, devletlerarası münasebette de, yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçü durumundadır. Eğer biz, üst el olabilirsek, devletlerarası muvazenede bize de bir yer düşecektir. Böylece süper güçler tarafından sömürülen insanımız belini doğrultma fırsatını bulacak ve kurtulacak; aksine, hep sömürülen, hep hakir görülen insanlar olma durumundan kurtulamayacaklardır. Günümüzde umûmî manzara, arzettiğimiz hususların en açık belgeleriyle dolu... Süper güçler, göstermelik olarak verdikleri üç-beş kuruşu, o milletlerin kanını emerek, onları iliklerine kadar sömürerek geriye almaktadırlar ve bugün biz, “alan el” olma zilletini acı acı yaşamakta ve çaresizlik içinde yutkunmaktayız. Öyleyse hem ferd olarak hem de millet olarak bize düşen şey, çalışma, gayret gösterme ve bütün İslâm âleminin, hatta bir ölçüde bütün insanlığın bizden beklediklerini yapıp, edip ortaya koymaktır.
    Burada da yine çok kısa ve veciz ifadesiyle Allah Rasûlü, anlattığımız bu şeyler gibi, kimbilir daha hangi hususlara işaret buyurmaktadır?..
    12.İltifat Edilmeyecek Üç Zümre
    İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste:
    “Üç zümre vardır ki, Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Ve onlara can yakıcı bir azap vardır. Elbiselerini sürüyerek yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve malına yalan yeminle revaç verip satmaya çalışan...” 303

  6. #6

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    Meal Bir Mirsattır
    Arz ettiğimiz bu Türkçe metin yukarıdaki hadîsin kısacık bir mealidir. Mealler, sadece bir mirsad ve ölçüdürler. Onlarla hakikat aranır ama onlar hakikatın kendisi olamazlar. Kur’ân’ı dahi mealde arayanlar ne büyük bir yanlış ve yalana takılıp kalmışlardır. Çünkü Kur’ân’ın; Allah tarafından indirilen şeklinde, mucizelik vardır. Onu meâl haline getirdiğinizde, derisi yüzülmüş bir nesneye benzetmiş olursunuz. Onun için, esas olan, Kur’ân ve hadîsin bizzat kendi orijinal lafızlarıdır. Binaenaleyh, biz de yukarıda zikrettiğimiz hadîsin lafzı üzerinde bir nebze durarak, anlatılmak istenen hususa, zihni yaklaştırmaya çalışacağız. Zaten, bizim bütün yaptığımız, o nur fevvâresi etrafında dönüp durmaktan ibarettir. Bu, bir seyr-i aklî ve zihnîdir. Dua ve niyazımız, Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri seyr-i ruhânîyede muvaffak kılmasıdır.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32971
    “Üç” mutlak olarak bırakılmıştır. İsterseniz siz buna, erkek veya kadın, isterseniz zümre veya cemaat diyebilirsiniz. Ve yine bu üç kişi veya zümreden maksadın, âlimler ya da cahiller olduğunu söyleyebilirsiniz. Burada esas üzerinde durulması gereken husus, bunların kimliklerinden çok, vasıfları olduğu için, hadîste bu mesele tasrih edilmeyip mutlak bırakılmıştır.
    nekre bir kelimedir. Sonundaki tenvin, nekrelik ifade eder. Demek ki bunlar belirsiz ve meçhûl insanlardır. Onlar öyle belirsiz insanlardır ki, onları belli edecek bir kimlikleri yoktur. Onlar hor ve hakir insanlardır. O kadar hor ve hakirdirler ki, onlara değer vermeye değmez. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk, onların yüzüne bakıp onlarla konuşmaz; öyle de sizler de, merak edip onlarla konuşmaz ve onları tanımayı değerli bulmazsınız. Onlar, kalıplarıyla değil, kalpleriyle yenik düşmüş.. ve vicdanları, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş kimselerdir. Yüce ve yüksek yerlere karşı içlerinde zerre kadar istidat yoktur. Süfliyet çukurunda yuvarlanıp durmaktadırlar...
    Bu “üç” kelimesinin hemen ardından, üç tane de geniş ve gelecek zamana delâleti olan fiil zikrediliyor. Bu üç fiil, bu üç zümre için karanlık bir tablo çiziyor. İnsan daha üç denince hemen, bu “üç”ün sırtına binip, o üç zümrenin karanlık akibetini seyrediyor gibi oluyor.
    Üç Mahrumiyet
    Mukaleme Mahrumiyeti
    İlk fiil, cümlesinin başındaki fiil-i muzaridir. Fiil-i muzarinin ise, hem geleceğe hem de geniş zamana delaleti vardır. Kendisinde hitap çiçeği açan ve Allah’a muhatab olma isti’dadı verilen insanla, Allah konuşmayacaktır. Felaket, işte bu ilk cümle ile başlamaktadır. Rahman Sûresinde; Allah, onda beyanı yarattığını bir nimet, bir minnet olarak söylediği halde, gör ki, şimdi Allah (cc) bu insanla konuşmayacaktır. Halbuki, insanın konuşması, Cenâb-ı Hakk’ın mütekellim oluşunun bir delilidir. Kendi konuşmasına delil olan ve konuşan insan, öyle bir duruma düşmüştür ki, Allah (cc) onu kendisine muhatap kabul edip konuşmamaktadır.
    İnsanın, en çok konuşmaya ve derdini anlatmaya muhtaç olduğu bir günde ona, sözünün dinlenmemesinden daha büyük azap olabilir mi? O, medet istemekte ve çırpınıp durmaktadır. Ancak, onun yardımına koşacak yegane Zât onu hiç mi hiç dinlememektedir. Kur’ân-ı Kerim bu tabloyu anlatırken “kesin sesinizi ve benimle konuşmayın” der (Mü’mi-nûn, 23/108). Çünkü sizin konuşma yeriniz dünyada idi... Orada konuşacak ve “üns billahı” yakalayacaktınız. Dünyada iken Cenâb-ı Hakk’a enîs olmadınız. Bugün de O, sizin enîsiniz değildir.
    Nazar-ı İlâhî Mahrumiyeti
    İkinci tablo ise ,“Allah onlara bakmaz.” Onların, en çok rahmet nazarına muhtaç olacakları o günde, Cenab-ı Hakk, onlara kat’iyen rahmet nazarıyla bakmayacaktır. Bazı yüzler beşaşet içinde pırıl pırıl parlarken, bazı yüzler de o gün asık ve abûs olacaktır. Hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın rahmet nazarıyla bakmadıkları, bu ikinci grup insanlardır.
    Herkes ismiyle çağırılırken, herkes bir vesileyle kurtuluşa ererken, kendilerine bakılmayan bu insanların durumu, ne kadar feci, ne kadar ürperticidir!
    Ka’b b. Malik’in, çok kısa bir süre için cezalandırılarak Allah Rasûlü tarafından böyle bir muameleye tâbi tutulması, hem ona hem de vakayı duyanlara ne kadar giran gelir304. Halbuki sözünü ettiğimiz kimseler bu akibete ebedî olarak müstehak olacaklardır. Aman Allahım! Cehennem dahi bu kadar korkunç olamaz. Rahmeti sonsuz bir Rabbin, insana bir an dahi bakmaması, ne büyük bir azap, ne korkunç bir akıbettir!.
    Ne diyebiliriz ki? İnsanlar, hep yaptıklarının karşılığını bulacaklardır. Hayır yapanlar hayır, şer işleyenler de şerle karşı karşıya kalacaklar.
    Tezkiye Mahrumiyeti
    Üçüncü durum ise, “Allah onları temizlemez. veya temize çıkarmaz.”
    İnsanlar, burada temizlenip, oraya tertemiz gitmelidirler. Temizleme ameliyesi dünyada yapılır. Ahirette ise, insanı ancak cehennem temizler. Onun için Cenâb-ı Hakk, onları tezkiye de etmeyecektir.
    İnsanlar, imtihan turnikesine bir kere girer ve on ikiden vurma imkânını, bir kere elde ederler. Kendisine verilen bu fırsatı değerlendiren kazanır; ihmal eden de kaybeder. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur.
    Hz. Eyyûb’un maddî hastalıklarına bedel ruh, vicdan, latife-i Rabbaniye, sır, hafî, ahfâ, bütün his ve duyguları hırpalanmış, delik deşik olmuş zavallı insan, o gün bu perişan haline bakacak, acaba temizlenebilir miyim diye ümide kapılacak. Ne var ki, bu üç sınıfa ait insanları Cenâb-ı Hakk, orada temizlemeyecektir.
    Akıbet: Azab-ı Elîm
    Ve akıbet: “Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”Onlar, hemen bir adım daha attıklarında karşılarına çıkacak tek şey, o korkunç azaptır. Öyle bir azap ki, can yakan, insanın iliklerine kadar işleyen bir azap. İşte onlar, kendilerini böyle bir azabın gayyâ ve girdabında bulurlar...
    Böyle bir akıbete dûçar olacak olan şu üç zümre kimlerdir? Kimdir onlar ki, Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzlerine bakmayacak ve onları asla temizlemeyecektir? Ve kimdir onlar ki, onlara can yakıcı bir azap hazırlanmıştır?
    Hadîsin buraya kadar olan kısmını okuyan bir insanda, müthiş bir merak uyanmıştır.. ve şimdi o, bütünüyle dikkat kesilmiş, bu üç meçhul zümrenin kimliğini öğrenmek için, bütün tecessüs gücünü harekete geçirmiştir. Allah Rasûlü sözlerine devamla: “Eteklerini sürüye sürüye gezen.” Bu söz, kibir ve gururdan kinayedir.
    Roma, Yunan ve Grek tarihlerinde, eteklerini sürüye sürüye gezen insanların resimlerini görürsünüz. Mevzu ile alâkalı çevrilmiş filmlerde bu, daha da açık görülür. Ancak, esas olan etek sürümek değil, bu işin bir gurur ve kibir alâmeti olarak simge haline getirilmesidir. Zaten hadîste kasdolan da budur.
    Kibir ve Gurur
    Gurur ve kibirin nasıl kötü bir illet olduğu ve nasıl kötü neticeler doğurduğu birçok âyet ve hadîste ayrı ayrı ele alınıp işlenmiştir. Meselâ, bir hadîslerinde Efendimiz: “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan insan cennete giremez”305 buyurmuşlardır.
    Çünkü, kalbinde zerre kadar kibir ve gurur bulunana Allah (cc), hidayet yollarını tıkamıştır. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ında şöyle buyurmaktadır:
    “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onları anlamayacaklar). Onlar, bütün mucizeleri görseler yine de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinirler. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir” (A’raf, 7/146).
    Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbu bulunan bir vicdan, kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, idrak edip anlayamaz. Zira, basiret körleşince idrak adına basar da, hiçbir işe yaramaz.
    Büyüklük ancak Allah’a mahsustur. Günde beş defa minarelerden ilan edilen bu hakikatın bir başkasına izafesi nasıl hoş görülebilir ki?
    Bir kudsî hadîste: Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurur: “Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda münakaşaya kalkışırsa onu (başaşağı getirir) cehenneme atarım.” 306
    “Kibriya”: büyüklük, ululuk, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. İnsan için, iç ve dış elbiseler ne ifade ediyorsa keyfiyeti bizce meçhul, Cenâb-ı Hakk için de kibriya ve azamet, aynı şeyi ifade eder. Bu iki sıfatı Cenâb-ı Hakk’la paylaşmaya kalkanı Allah, hakkıyla paylar ve cehennemine atar.
    Kibirli kalbe iman taht kuramaz. Başka bir ifadeyle, Allah’tan başkasının taht kurduğu bir kalbe, Allah’a iman gelip oturmaz. Hareket ve davranışlarıyla, kibri, gururu temsil eden adamın da durumu budur. Hadîste böyle bir insan, “eteklerini sürüye sürüye yürüyen” olarak ele alınmaktadır.
    Başa Kakma
    İkinci insan veya zümre de, “mennân”dır. Allah (cc), ona mal ve mülk vermiştir ki, bu nimetlerden kendisi istifade ettiği gibi, başkalarına da infakta bulunsun, Cenâb-ı Hakk da, ona, bu infakına mukabil, birine binle karşılık versin. Ancak bu insan, hiç oralı olmamış... İnfakta bulunmadığı gibi, bazan verse de, onu da başa kakmak ve minnet etmekle iptal etmiştir. Oysa ki hem o mal, hem de kendisi Allah’ın mülkü ve memlûkü idiler. Onun bütün vazifesi Cenâb-ı Hakk’ın malını tevzi etmekten ibaret iken o, asıl mülk sahibi gibi insanlara minnet etme sevdasına düşmüştür. Bu, ne büyük bir gaflet, bu ne korkunç bir düşüştür!
    Allah (cc) ona mülk vermiştir. Ancak bu mülkte, başkalarının da hakkı vardır. Halbuki bu insan, cimrilik yapmakta, verdiği zaman da başa kakmaktadır. Kendisini eza takip eden sadakadan ise, hiç vermeyip güzelce savmak daha iyidir ki, Kur’ân-ı Kerim: buyurmaktadır (Bakara, 2/263).
    “Mennan” aynı zamanda cimri insandır. Halbuki cimrilik insanı, Allah’dan, cennetten ve diğer insanlardan uzaklaştırır.. uzaklaştırır ve cehenneme yaklaştırır. Efendimiz bir hadîslerinde cimri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Cimri Allah’tan uzaktır.. cennetten uzaktır.. insanlardan uzaktır. Cehenneme yakındır.” 307

  7. #7

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    Fiil Cinsinden Ceza
    Hadîste, belagat kaideleri açısından; “Leff-ü neşr-i müretteb” vardır. Yani, ibaresi; “Mennân”a bakmaktadır. Zira ikisi de ortadadır. Birinci ve sonuncu ifadeler de yine birbirlerine bakarlar. Durum böyle olunca, bu hadîsten şöyle bir nükte anlamak da mümkündür. Nasıl ki, mennân, dünyada iken, insanlara rahmet nazarıyla bakmamış, onlarla ilgilenmemiş, bazan verdiğini de başa kakmakla iptal etmiştir; ahirette de, bu yaptıkları cinsinden bir ceza ile karşılaşacak ve Cenâb-ı Hakk da, ona aynı şekilde muamele edecektir.
    Kibir ve gururla yürüyen, eteklerini sürüyen, başkalarıyla konuşmaya tenezzül etmeyen insanlar da, ahirette kendileriyle Cenâb-ı Hakk’ın konuşmayacağını bilmelidirler. Bilmeli ve o cezaya götüren yollarda yürümemelidirler.
    Normal zamanda bile yemin etmek doğru değilken, yalan yere ve sırf dünyevî menfaat temini gibi, hasis bir duyguya kapılarak yemin etmek ve böylece malına revaç kazandırıp onu satmaya çalışmak; bu da insanı yine karanlık akıbete doğru sürükleyen üçüncü tablodur ki tehdidi de bu hususa bakmaktadır.
    Üçüncü zümre ifadesiyle anlatılmaktadır.
    Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bunlar, ticarette yalan söyleyerek, kâr etmeyi hesaplamış, yalan yeminlerle halkı kandıracağına inanmış insanlardır. Evet, azaba müstahak olan üçüncü zümre de işte bunlardır.
    Allah Rasûlü’nün şu “cevamiu’l-kelim”ine bakın ve şöyle deyin: . Her hadîsten sonra böyle söylemek bize bir borçtur ve O’nun her ifadesi, bize “Muhammedü’r-Ra-sulullah”, dedirtmektedir.
    13.Dil Belası ve İffet
    İmam Buhari’nin Sahih’inde rivayet ettiği bir başka hadîslerinde Allah Rasûlü, şöyle buyurmaktadırlar : “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.” 308
    Bunu söyleyen, Allah Rasûlü’dür. O, bir insanın neye kefil olup neye olamayacağını herkesten iyi bilir. Cennet’e kefil olacağını söylüyorsa, mutlaka olacaktır. Zira, kardeşim deyip bağrına bastığı Osman b. Maz’ûn gibi bir sahabî hakkında hanımlarından birinin: “Cennet kuşu oldun gittin” demesine karşı çıkmış ve: “Ben Allah’ın Rasûlü olduğum halde bilmiyorum, sen onun cennetlik olduğunu nereden bildin?” 309 demişti.
    Demek oluyor ki, ağzına ve apış arasına sahip çıkacağına dair söz veren ve verdiği sözde duran bir insana, Allah Rasûlü cennet sözü verirken, bunu hevâ ve hevesine göre söylemiyor. Mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda bildirdiği bir şeye binaen böyle bir vaadde bulunuyor.
    Zaten O, hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ı kendi hevâ ve hevesine göre konuşturmadı. Böyle bir sükûttan O, her zaman muallâ ve müberrâ bulunmaktadır. Öyle ise dedikleri, aynı hak ve hakikattır, va’dettiği de günü gelince muhakkak olacaktır.
    Eğer sen, iki çene arasındaki dilini koruyabilir ve apış aranı muhafaza ile iffetli yaşayabilirsen, hiç tereddüt etmeden söylüyorum ki şayet ahirette, zebaniler seni derdest edip Cehenneme doğru götürecek olurlarsa, avazın çıktığı kadar bağırıp, Rasûlullah’ın sana kefil olduğunu haykırabilirsin. Senin bu sadâna: Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın şefaat ve kefaleti bir imdad olarak yetişecektir.
    Konuşmak Bir Nimettir
    Aslında insanın ağzı, beyan nimetine mazhar, değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük bir uzuvdur. Ancak böyle mübarek bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâkete, felakete götüren en zararlı bir âlet haline gelir ve onu mahveder. Ağız ki, insan onunla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Ma’rûf’u emir, münkeri nehiy ağızla yapılır. İnsan ağızla, Kainat kitabını ve onun ezeli tercümesi olan Kur’ân’ı tilavet eder, âyât u beyyinâtı ağzıyla okur ve başkalarına anlatır. Bazan, inanmayan bir insanı ifade ve beyanı vasıtasıyla imana getirir.. böylece üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur.. ve insan, ağzıyla a’lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyetin zirvesine taht kurar.
    Ancak aynı ağız, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta ağızdır. Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisi’ne ağız dolusu sövenler, bu iğrenç günahı ağızlarıyla işlemektedirler. Yalan, gıybet, iftira hep ağızla yapılır ve insan ağızla, Müseyleme’nin yalan çukuruna düşer.
    İşte Allah Rasûlü, sadece bir kelime söylüyor, bir uzva dikkati çekiyor... İşte bu tek kelimede, daha yüzlerce dile getirilmemiş hakikat ve bizim bir nebze işaret ettiğimiz hususlar bütünüyle matvi bulunuyor. “Ağzı, meşru dairede kullanın ki, ben de size cenneti söz vereyim” diyor. Bu, “ağzınızı kapayıp bir köşede oturun” demek değildir; meşru dairede kullanın demektir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32972
    Konuşmada Edeb
    Allah Rasulü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo haline gelivermiştir. O, ahlâk; karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı.
    İşte bak, insanlar arasında zikri utandırıcı olan bir uzvu zikredilecekken, Allah Rasûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası”, tabirini kullanıyor. Ne diyeyim, “güzellere peyrev olan elbet güzeldir..”
    Apış Arası
    Apış arası çok mühimdir. Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına vesile memnû meyve, onun karşısına bu buudda çıkmıştır. Şu anda âyetin uzun uzadıya tahlili mevzumuz dışı olduğundan, bu hususa temas edemeyeceğim. Ancak iki bacak arasının ehemmiyetine dikkat çekmek için bu kadarcık bir işarette bulunup geçeceğim.
    Neslin devamı bu yolla olduğu gibi, zina ve fuhuşla, neslin harab olması da yine bu yolla meydana gelmektedir. Zira onun su-i isti’maliyle soy-sop birbirine karışır ve bütün hukuk sistemlerinde korunması gereken hususların en önemlileri bu sebeple yıkılır gider.
    Kim kimin babasıdır? Kim kime miras bırakacak, kim kimden hak talep edecektir? Aile nasıl korunacak, millet nasıl ayakta duracaktır? Bütün bu ve benzeri sorular ancak apış arasında iffetli olmaya bağlıdır. Afîf insanlar ve bu insanlardan meydana gelmiş cemiyetler, kendi iç yapılarını kıyamete kadar devam ettirirlerken; zina ve fuhuş bataklığına gömülen fert ve milletler, mevcudiyetlerini, bir batın öteye dahi götüremezler.
    Esasen her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da helâl dairesi geniştir ve keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İnsandaki o arzu, en güzel şekilde helâl dairesinde de tatmin edilebilir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü : “Evlenin, çoğalın. Zira ben sizin çokluğunuzla (diğer) ümmetlere karşı iftihar ederim”310 buyuruyor. Zira Allah Rasûlü, diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğu ile övünecektir. O’nun ümmeti, o kadar çok olacaktır ki, diğer ümmetler ona nisbeten gölgede kalacaktır. İşte ümmetin bu kadar çoğalması, yine apış arasına bağlıdır. Evet o neticeye de ancak bu yolla varılır. Nesebsizler de, neseb-üstü nesebe sahip olanlar da hep o yolla gün yüzüne çıkmaktadır. Ve orası, iki zıdda da açık böyle münbit bir arazidir.
    İnsanın bu mevzuda helâl yol arayışı ona bir vacip sevabı kazandırır. Allah Rasûlü, ashabına bu hususu açıklayınca, sahabi hayretle, bunun nasıl olacağını sordu. Allah Rasûlü de tebessüm ederek şu cevabı verdi: “Eğer helal yolla olmasa idi, haram olmayacak mıydı” 311. Haramı terk ise vaciptir. Öyleyse helâl yolla mübaşeret insana vacip sevabı kazandırır.
    Düşünmeli ki, dış yüzü itibariyle sözü edilince insanları utandıran bu mevzu, nebilerin dahi gelip geçtiği bir yoldur. Eğer Hz. Âdem’e, böyle bir duygu verilmeseydi, Kainatın iftihar tablosu olan Hz. Muhammed Aleyhisselam nasıl vücuda gelecekti? Demek ki, o memnu meyvenin asıl gayesi ve hakikî illeti, Efendimiz’i semere vermesiydi...
    “Eğer, Hz. Âdem, o memnû meyveye el uzatmakla, Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın dünyaya gelmesi arasındaki münasebeti bilseydi, değil el uzatmak o ağacı köküyle yerdi..” sözünü coşkun bir vaizimizden dinlemiştim...
    Amûdî Velayet
    Bilhassa burada çok önemli bir hususa dikkatinizi istirham edeceğim: Allah Rasûlü, iki çene ve apış arası hakkında söz verene, cenneti va’dediyor. Cennetle müjdelenen müstesnâ kametler ma’lum.. demek onların dışında da bazı kimseler ihraz ettikleri makam ve kazandıkları kurbiyet haysiyetiyle böyle bir mazhariyeti elde etmiş oluyorlar. Buradaki mazhariyet, ağız ve apış arasını korumanın zorluğundan geliyor.. ve mümkün de; zira, şehvetin, bütün vücudu sardığı, benliği kavrayıp ruhu sarstığı bir anda, hatta iradenin gevşeyip fenalığın her türlüsüne açık hale geldiği bir zamanda, Hakk’ın hatırı için insanın kendisini frenlemesi o kadar önemlidir ki; insanın amûdî olarak zirveleşmesine vesile olabilir ve böyle bir amele muvaffak olan insan, elbette Allah Rasûlü’nün kefaleti altına girip cennetlere uçabilir.
    Evet, ısrarla söylüyorum; nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zabt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen hattâ bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, başkasının senelerce bir posta oturup postnişinlikle elde edeceği füyûzatı, bir anda elde edebilir. Yine bir başkasının, her gece kıldığı bin rekat namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazandırabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırır. Bunlarla, nafile namaz ve nafile orucun hafife alındığı zannedilmesin.. onlar, önemli birer kurbet vesilesidir ve hep öyle kalacaktır. Biz sadece insanı, insânî kemalata çıkaracak olan bir diğer vesileyi hatırlatmak istedik.
    Cenâb-ı Hakk’dan dileyelim, bize, beşeriyet itibariyle, beş-on insan kuvveti versin ve insanı “evc-i kemâlât-ı insâniye”ye yükselme esaslarıyla donatsın ama; her türlü su-i istimalatından da muhafaza buyursun! İnsanın tehlikelere açık bir fıtratla, tehlikelere açık bir zeminde çizgisini koruması çok önemlidir. Evet, fehvasınca çekilen sıkıntı kadar ganimet ve tehlike ölçüsünde de yükselme mevzubahistir. Ne kadar tehlike zemininde iyi işler görür ve ne kadar uçurum kenarında sorumluluk alırsanız başarılarınıza da o kadar mükafat verilir.
    Biraz daha açalım:
    Meselâ Allah sizin mahiyetinize bazı muzır maddeler koymuş; gazap, kin, nefret ve şehvet gibi... Ancak, bunların hiçbirisi, hiçbir zaman size hükmedememiş. Aksine siz, daima o müthiş iradenizle onları zabt u rabt altına almışsınız.. almış ve bir irade ve ruh insanı olarak yaşamışsınız. Farz ve sünnetleri yerine getirmiş.. kalb ve ruhun derece-i hayatını takib etmiş.. cehennem yolunun cazibedâr güzelliklerine takılmamış ve cennet yolunun zorluklarına katlanarak rabbâniliğinizi korumağa çalışmışsınız.. ve bir de bakmışsınız ki, nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle beraber aynı iklimi paylaşıyorsunuz.
    Zannediyorum, ahirzamanda, şu binbir fitne içinde, din-i mübine sahip çıkmaya çalışan şu ikinci diriliş cemaatına, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın kemâl-i letâfetle bakmasının arkasında da bu sır vardır... Çarşı pazar, gayyâ gibi insanları içine çekip eritmesine mukabil, varlıklarını koruyan, direnen ve dişlerini sıkıp dayanan bu insanlar, gerçekten hemen sahabinin maiyetinde sayılabilirler. Sahabe, Allah Rasulü’nün arkadaşları, bunlar da O’nun kardeşleridirler. Zira O, asırlar sonra gelecek bu insanlara, kendi yaşadığı devirde iştiyak izhar etmiş, âdetâ “Kardeşlerime selam olsun!” demiştir.312
    Evet, sanki Allah Rasulü, bütün asırlarla beraber, bu asrın insanına da husûsi olarak “kim ağzını ve apış arasını korumaya söz verirse, cennet için ona kefil olurum” demektedir. Bu söz, öyle insanlara söylenmektedir ki, onlar cennete fevkalâde müştak ve arzulu, Allah ve Rasûlü’ne kavuşmaya karşı da alabildiğine sevdalıdırlar. Ve onlar, Allah Rasûlü’nün müjde dolu bu ifadesine muvafık hareket ederek, inşaallah ipi göğüsleme azmi içindedirler.
    İşte Allah Rasûlü, en veciz bir ifadeyle, cennete gidecek yolları bu şekilde izah ediyor ve bu kısacık ifadeyle en ideal fert ve cemiyetin tablosunu resmediyor. Bu kadar uzun bir hakikatı, bu kadar veciz bir ifadeye sığdırabilmek, acaba Fetanet-i Azam sahibi olmaktan başka ne ile izah edilebilir. Evet, Söz Sultanı ancak O’dur ve “cevamiu'l-kelim”de O’nun sözlerine denir.
    14. Hataları Silip Dereceleri Yükselten Ameller
    Müslim’in naklettiği bir başka hadîste yine Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır :
    “Allah’ın, hatalarınızı silip temizleyeceği ve sizi derece derece yükselteceği (önemli) bir hususa delalet edeyim mi? Ashabı: Evet Yâ Rasûlallah dediler. O da şöyle buyurdu: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, eksiksiz tastamam abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak, işte (sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la) irtibatlandırma budur.” 313
    Şimdi, yine gücümüz yettiği ölçüde bu zeberced söz dizisi üzerinde duralım:
    Evvela, Allah Rasulü, kelimesiyle, sözünün başında tenbih yapıyor ve muhatabları uyarıyor. Zira hadîsin devamında anlatılacak olan meseleler, dikkat isteyen meselelerdir. Zaten onların yapılması, ancak dikkat ve uyanıklıkla mümkündür. Bazı davranışlara insan, uyku halinde de muvaffak olabilir. Meselâ, bir insan uyuduğu için zina etmese veya uyuduğu için gıybette bulunmasa, en azından böyle günahlara girmemiş olur. Fakat bizim üzerinde durmak istediğimiz davranışlar, bizzat uyanıklık isteyen ve ancak uyanık olanların yapmaya muvaffak olacakları amellerdendir. Onun için, sözün başına tenbih edatı olan getirilmiştir.
    “Hata” kelimesi de, hadîste dikkat çeken bir kelimedir. Her insan hata işler. Hatta hatası olmadığını söyleyen bir insan, en büyük hatayı yapmış sayılır. Hata işlememek enbiyaya mahsusdur; herkes hata işler, hata işleyenin en hayırlısı da tevbe edendir314. İşte burada Allah Rasulü, insanı gayyâya doğru sürükleyen hatalardan kurtulma çaresini haber vermek istiyor.
    Sadece hatadan kurtulmak yeterli değil, insanın derece derece yükselmesi ve mesafe alması da çok önemlidir. Aslında hatanın silinmesi de onun bir derece yükselmesi demektir. Diğer yapacağı amellerle de o, ayrı derinliklere ulaşacaktır. Böylece insan menfi-müsbet bu amelleri sayesinde nurdan bir helezon içine girecek ve sürekli nâmütenâhîliğe doğru pervaz edecektir. Zannediyorum, Marifet-i İlâhî deryasında yelken açmak da bu olsa gerek...
    Bu amellerden birincisi, en zor şartlarda abdest almaktır. Ancak bu abdest, arızasız, kusursuz olmalıdır. Karda, kışta, soğukta, bazan suyun abdest alınmaz gibi olduğu anlarda...
    İkincisi, mescid yolunda ömür tüketmektir. Böyle bir ömür, bir gün çürüyen bir çekirdek gibi, ahirette cennet meyvesi veren bir ağaç haline gelecektir. Çok uzak mescidlere gitmek ve ayağın hiç mescidden kesilmemesi, bu da ikinci ameldir.
    Hedef: Namaz
    Üçüncüsü ise, bir namazın ardından iştiyak içinde diğer namazı beklemektir. Bu da, bir başka hadîste de ifade edildiği gibi, kalbin mescide bağlı (asılı) olması, demektir.315
    Namaz, ruhun istirahatı, vicdanın tenezzühüdür. Herkesin, birşeye karşı zaaf ve şehveti vardır. Allah Rasûlü’nün şiddetli iştiyak ma’nâsına şehveti ise, namaza karşıdır316. Onun içindir ki, her defasında Bilâl’e seslenir: “Bilâl, bizi biraz rahatlat! (İçimize su serp!)” 317 der. Ve “Namaz, bana gözümün aydınlığı kılındı” 318 buyurarak bu hususa işaret eder. Zannediyorum, bizim cennete girerken duyacağımız arzu ve iştiyakı, Allah Rasûlü, her namaza duruşunda hissediyordu ve onun için de, bir namazdan sonra diğer namazı iştiyakla bekliyordu.
    Hadîste üç ayrı şey anlatılıyor: Ancak, dikkat edilirse bütün bu üç şeyin de namaz etrafında dönüp durduğu hemen anlaşılır.
    Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlara karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan, önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır.
    Namaz, dinin direğidir319 ve sefine-i dini namaz yürütür. O, olmayınca, dinin uzun süre ayakta durması mümkün değildir. Namaz, nasıl bizâtihi tenbih işidir; öyle de edası da, aynı şekilde bir münebbih olarak yerine getirilmelidir. İnsan, namazını kalbi ve duyguları başka bütün meşgalelerden âzâde olarak edâ etmelidir. Onun içindir ki, insanın abdest için sıkıştığı bir durumda namaza durması makbul sayılmamıştır320. Evet, insan, kafası böyle şeylerle meşgulken namaza durmamalıdır. Çünkü o anda insanın kafası, iki şeyle meşgul olur. Ve bu gibi durumlarda ise, ekseriyetle çok önemli hususlar kaçırılmış olur. Ayrıca, böyle bir vaziyette namaza durmada, namaza da hakaret vardır. Zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. O, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, arayı aydınlatsın diye vardır.
    Namaza Hazırlık
    Diğer taraftan, huzur-u kalple namaz kılmak için yapacağı bütün ön hazırlıklar da, aynen namaz gibi insana sevap kazandırır. Onun için evvela, atması gerekli olan şeyleri atacak ve ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girecek ve namazda kendisini meşgul edecek bütün tesirlerden kurtularak, namaza öyle duracaktır. Böylece namaza durma anına kadar geçen her merhale, o insana yine sevap kazandıracaktır. Çünkü onun niyeti, huzur içinde namaz kılmaktır ve mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır321. Düşünmeli ki, bir başkası, bu ihtiyacını görürken sadece ihtiyacını görmüş olur; halbuki mü’min ıtrahatında dahi sevap kazanır.. evet onun istincası, istibrası hep sevaptır.
    Aslında ihtiyacın giderilmesi, abdestin alınması, insanı ruhen namaza hazırlamaları itibariyle de, oldukça ehemmiyetlidirler. İster bu abdest uzuvlarının yıkanması esnasında vücuddaki elektriklenmenin mecrâ değişikliğine uğramasından, isterse getirilen başka izahlar sebebiyle olsun, netice değişmez. Aslında mü’min abdest alırken, bu gibi hikmetleri hiç de aklına getirmez. O, abdesti ne için alıyorsa sadece onu düşünür. Düşündükleri arasında en birinci sırayı da namaz alır.
    Abdest için yapılan hazırlık, tenbihin birincisi, abdest ise ikincisidir. Sonra ezan okunur, bu da, üçüncü defa insanı namaz için uyarır. Aslında hem abdest alırken, hem de abdestin sonunda mesnun olan artık suyu içmek, dua okumak gibi sünnetleri yerine getirirken insan, hep metafizik bir gerilime girmektedir. Ardından buna, bir de sünnet olan namazı kılmak eklenir ki, böylece insan farzı kılmaya tam hazır hâle gelir.
    Evet, namaz turnikesinde her şey bize namazı hatırlatıyor. Ta işin başında minarelerden yükselen lâhutî sadâ, gerilimimizi artırabildiğince artırıyor ve biz Allah’ın büyüklüğünü vicdanımızda duymaya başlıyoruz. Gideceğimiz mescide ulaşmak için, adımlarımızı daha da sıklaştırıyoruz.. böylece ezanla, ötelerden gelen bir çağrıya icabet ediyor gibi ritmimizi artırıyoruz. Ezanı okuyan ses, sona doğru erimeye yüz tutarken, biz de, vicdan ve ruhumuzla âdetâ eriyoruz. Sonra mescide gelip nafile namaza duruyoruz. Bu da, bir bakıma bizim için farzın kapılarını zorlama oluyor. Ve sanki nâfilemizle teveccüh ettiğimiz Rabbimize şöyle demek istiyoruz: Allahım istiyorum ki hep Sana teveccüh edeyim.. aradığımı Sen’de bulayım... Seni görüp, Seni duyayım... Ve hep Seni soluklayayım. Çünkü Sen’in dışında başka taraflara bakmak, başkalarını görmek, başka şeylerle meşgul olmak fuzulidir. Ben fuzuli şeylerden kaçıyor, çok önemli bir şeye teveccüh ediyorum.
    Nafilede, kapıyı böylesine zorlamak ve hak kapısının tokmağına dokunmak, farza şuurluca girebilme halini yakalamaya çalışmak, farzla konsantre olmak için önemli vesilelerdir.
    Abdest, yapacağı tesiri yapmıştı... Ezan da yaptı.. ve nafile ile üçüncü adımı da atmış olduk. İşte tam bu esnada, nağmesi sûzişî bir müezzin kalkıyor, kemal-i samimiyetle Allah’a yöneliyor ve kamet getiriyor. Bizim için bu, artık heyecan adına bardağı taşıran son damla oluyor...
    Bu son noktada olsun, vicdan heyecana gelmiyor, Allah’a tam teveccüh edemiyor ve “mihrabım neredesin!” deyip inleyemiyorsa o işte bir noksanlık var demektir.
    Müezzin kamet getirmekle, Allah’tan başka insanı meşgul edecek her şeye son darbeyi indirir ve kul da “Allahü Ekber” deyip namaza bu mülâhaza ile girer, sonra da rükua giderken, secdeye varırken hep bu sözü tekrar eder. Böylece her rükünde Rabbinin büyüklüğünü, kendisinin de küçüklüğünü ilan ederek: “Rabbim, Sen büyüksün, ben de küçük” der büyük azemetiyle durur, küçük de O’nun karşısında tam bir kulluk ve kölelik şuuru içinde serfüru eder, düşüncesiyle kıvranır durur. Siz isterseniz buna, namazla konsantre olmanın umumî serancamesi diyebilirsiniz.
    İnsan, namazda Allah’a ulaşır.. hem öyle ulaşır ki, Hz. Muhammed Mustafa’nın Mirac’ta Allah’a mülaki olup, verdiği selamı, o da tahiyyatta, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a yöneltir ve o selâmı tekrar eder.
    Hataların Temizlenmesi
    Hadîs-i şerifte hataların mahvedilmesinden bahsedilerek “hataları siler temizler” deniliyor. Burada “mahv” yazılmış birşeyin silinmesi, demektir. Öyle ise, hata bir nüve halinde tabiat-ı beşerde var. İnsan bu nüveyi ya nemalandırır veya gelişmesine fırsat vermez. Allah Rasulü’nün, tavsiye ettiği hususların yapılmasıyla Cenâb-ı Hakk, bu hataları silip süpürür ve kabiliyet-i şerri de kabiliyet-i hayra çevirir.
    âyetinde de bu hakikata işa-ret edilir. Âyet şöyle demektedir: “Allah dilediğini silip, iptal eder, (dilediğini de) isbat edip sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” (R’ad, 13/39).
    Demek oluyor ki, hata istidat olarak insan tabiatından ayrılmayan bir araz ve her insan için çok önemli bir husus... Öyle ise, onun temizlenmesi ve silinmesi de mutlaka herkesi ilgilendirecektir.
    Her insan, hata işleyebilir, hattâ hayatını inhiraflar içinde sürdürebilir. Ancak bu hataların silinerek, yerlerine âli derecelerin kaydedilmesi de, her zaman ve herkes için mümkündür. İşte böyle bir bahtiyarlığa mazhar olma yollarından biri de, her şeye rağmen, bütün sıkıntılara katlanarak abdest almaktır.. ikinci olarak ciddi bir arzu ve iştiyakla sürekli mescidlere koşmak, sonra da âdetâ kalbi mescide asılı kalmak ve hayatının diğer parçalarına da nur saçayım diye, yine mescide gelmek niyetiyle mescidden ayrılmak.. ve üçüncü olarak, namazdan sonra başka bir namazı intizar etmek. Bunlar, hem hataları siler, götürür hem de insanı, derece derece arş-ı kemalata uruc ettirir.
    Ribat
    Allah Rasulü, bu amelleri “Ribat” olarak takdim buyurmuş ve bu kelimeyi üç defa tekrarlamıştır.
    “Ribat”, maddî-manevî bereketin, akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere, kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. “Murâbıt”ın cem’isi “Murâbitûn” kelimesidir. Bir zamanlar, bu isim adı altında bir devlet de kurulmuştu.
    Kur’ân-ı Kerim : “Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin ve (ci-had için) hazırlıklı ve uyanık bulunun! Allah’tan korkun ki başarıya eresiniz” (Âl-i İmran, 3/200) buyurarak bize işte bu rabıtayı emretmektedir.
    Başka bir âyette de : “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..” (Enfal, 8/60) buyurulmakla değişik bir zaviyeden “ribât” a dikkat çekilmektedir.
    Ribat, kendini adama, vakfetme ma’nâlarına geldiğine göre, insan, tastamam abdest alır.. mescidle evi arasında âdetâ mekik dokur.. sürekli kalbi mescidde evine veya işine bu düşünce ile dönerse o insan, kendini Allah’a adamış, vakfetmiş demektir.
    Bu ifadesiyle Allah Rasûlü bir cinas kapısı da açıyor ve diyor ki: Aslında ribat, düşman karşısında, askerlerin ülke sınırlarını korumak üzere kendilerini vakfetmelerine denir. Dış düşmanlara karşı hazırlıklı olmak ve onların gelebileceği noktalara tahşidat yapmak, bu bir ribat olduğu gibi, bir de insanın, şeytan ve nefis denen düşmanlara karşı bir kavgası vardır.. ve bu kavga bir ma’nâda o cihattan daha büyüktür. İnsan ise, bu her iki cihadı da yerine getirmekle mükelleftir. Bunlardan biri, küçük cihad, “cihad-ı asgar”, diğeri ise büyük cihad, “cihad-ı ekber”dir. Düşmanla yaka-paça olurken, insan çok defa nefsine ait, aldatıcı şeyleri düşünme fırsatını bulamaz; böyle bir insanın, tenin, cesedin, bedenin altında kalma ihtimali daha azdır. Zira, bütün benliğini cihad düşüncesi sarmış ve onu bütünüyle meşgul etmektedir. Fakat o, rahata, rehavete çekildiği zaman, ruhunu fena şeylerin sarma ihtimali yüksektir. Onlara karşı ruh dünyasını koruma ve kollama mecburiyetindedir. Bu da bir cihaddır ve bu cihadda kullanacağı en mühim silah da namazdır. Cihad, yerine göre farz-ı kifaye, yerine göre farz-ı ayn olur. Maddî cihadla, iç cihad arasında, farziyette de bir benzerlik vardır. Onun içindir ki Allah Rasûlü, bir muharebeden dönerken: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. 322
    İnsanın kalbinin camiye asılı olması; yani namazla içli dışlı bulunması ve Nebi’nin anlayışıyla namaza şehvet hissiyle bağlanması âdetâ onun bir namaz âşıkı kesilmesi, kesilmesi ve namazın, o şahıs için göz aydınlığı haline gelmesi, cephede nöbet bekleyen insanın ameline denk ve müsavi tutulmuştur.
    Bu hadisle ilgili mülâhazalarımıza kısa bir hülâsa getirecek olursak: İkisi daha ziyade davranışlarla, diğeri de niyetle alâkalı öyle üç şey ki, duygu ve düşünce itibariyle insanı bir çeper içine alıyor, “Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler-süpürür götürürler” inşirah-bahş fermanı gereğince, onu geçmişteki günahlarından arındırıyor ve geleceğin muhtemel hatalarına karşı da, ibadet aşkı, Hakk’la irtibat ve niyet gücüyle techiz edip savaştırıyor.
    Birincisi; su ve hava unsurlarının rahat abdest almaya müsait olmadığı; suyun da, havanın da soğuduğu veya nedretinden dolayı suyun, abdeste sarfedilmeyecek kadar kıymetlendiği durumlarda -tabiî hayatî ve zarûrî ahval müstesna- özene özene abdest almak, çok derin bir hulûs, ciddi bir sevap hırsı ve alabildiğine bir kulluk iştiyakı ister ki, yerine getirebilsin. Eğer bir insan bütün bu derinlikleri göstermenin ifadesi olarak, en ağır şartlar altında abdest alabiliyorsa, gönlü ma’mûr ve O’nunla irtibatlı demektir. Zaten -buradaki “cihet-i câmia” da irtibattır- böyle aydınlık bir dünyada, lekeler kıymık kıymık gidip ruhun derinliklerine saplansalar bile, kat’iyen kalıcı olamazlar. Abdestin, vücudun elektriğini dengelemesi.. insanın abdestle büyük ölçüde streslerini yenmesi.. ve ruhun günde beş defa metafizik güçle yenilenmesi bizim için mahfuz ve müsellem olmakla beraber, mevzûnun çerçevesini aştığı için geçiyoruz...
    İkincisi; bir ma’nâda mirac.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescidlerin yollarını aşındırma.. bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz.. ruhun, idrakları aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması ma’nâsında öyle salih bir dairedir ki -fâsid daire karşılığında kullanıyorum- bu dairede seyahate azmetmiş birinin geç-mişi, “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak” beyanından nebean eden vefaya; geleceği de “gelecek günahlarını da..” hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, “ ” ile açılır-kapanır, gönüller de “ ” beşaretiyle coşar...
    Üçüncüsü; âşığın vuslat bekler gibi, namaz vakitlerini beklemesi ve o mübarek vakitleri, tıpkı "evkat cetveli” gibi kullanarak, hayat ve faaliyetlerini ona göre tanzim etmesi, öyle tasavvurları aşan bir zaman anlayışıdır ki; insan o sayede, amellerin belli zaman dilimlerine dağılmasından meydana gelen boşlukları, ancak, böyle bir niyet buuduyla doldurabilir, namazdaki huzuru ve Hakk’a yakınlığı namaz dışına da taşıyabilir ve bütün dünyevî meşgalelerini Allah’la irtibatlandırıp hepsini ibadet haline getirebilir. Bu itibarladır ki, sınırlılığı içinde niyet sayesinde sınırsızlaşan pek çok ibadet gibi, intizar ruhuyla kılınan namaz da, aynen maddî-ma’nevî cihad gibi“ ” sözüyle insanın Rabbi’yle münasebetinin ünvanı olmuştur.
    Bu da, abdest ufkunda tüllenip, namazla semavileşen mü’minin aydınlık dünyasından, küçük bir kesit takdim etme adına, yine O’ndan, alabildiğine kısa fakat derin, oldukça az kelime fakat şümullü bir söz örneği...
    Sözü daha fazla uzatmadan O’nun başka bir nurlu beyanına intikal etmek istiyorum. Bu defaki bir Kudsî Hadîs (mâ’nâsı Cenâb-ı Hakk’tan, lafzı Efendimiz’den olan hadîslere Kudsî Hadîs dendiğini hepimiz biliriz).

  8. #8

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    15. Salih Kullara Sürprizler
    Buhari’nin rivayet ettiği bu hadîste Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Ben salih kullarıma, ötelerde, öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” 323
    Hadîste bir sürprizden bahsedilmektedir. İnsan orada, beklemediği şeylerle hem de beklemediği bir anda karşı karşıya gelecektir. Gerçi Kur’ân’da,cennete ait bazı nimetler anlatılmaktadır. Ancak bu, onlara sadece ad ve ünvan, yaklaşma ve bir mirsad-ı tefekkürdür. Yoksa dünyada iken onların hakikatını kavramak mümkün değildir.
    İbn-i Abbas (ra) “Onlara, benzer şeyler verildi” (Bakara, 2/25) âyetinin tefsirinde der ki, cennette sizin bildiğiniz nimetlerin sadece adı vardır324. Tattığınız zaman, çeşnisiyle, “bu şuna buna benziyor” diyebilirsiniz ama kat’iyen onun aynı değildir. Çünkü cennet nimetleri de aynen cennetin kendisi gibi, onun ebedî ve bâki oluşuna muvafık yaratılmıştır. Bu dünyaya ait karpuzu, kavunu, elmayı, armutu orada aramak safdillik olur...
    Cennet, sürprizler diyarıdır. Başınızı döndürecek, bakışınızı bulandıracak, sizi mest ve sermest edip kendinizden geçirecek ve âdetâ ne yaptığınızı bilemez hale getirecek içinde her çeşit nimetin dizildiği bir ukba panayırıdır cennet. Ayrıca, binlerce sene cennet hayatı, bir anlık cemalini seyretmeye mukâbil gelmeyen, Cenâb-ı Hakk’ı müşahede de yine Cennet sürprizlerinden. Yani mü’minler cennete girince orada Rabbilerini müşahede edeceklerdir. Yoksa Cenâb-ı Hakk, zaman ve mekandan münezzehtir.. o mekan cennet ve o zaman cennet zamanı olsa bile. Evet, salih kullara, Cemalullah’ı seyretme gibi bir sürpriz de hazırlanmıştır.
    “Salih”; arızasız, kusursuz iş yapan demektir. Salihât ise, arızasız-kusursuz yapılmış işlere denir. Yapılan işlerin salihata dahil olup olmadığı ise, ancak İlâhî kıstaslara vurularak anlaşılır. Yani, Allah’ın ölçüleri içinde, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur, zekat nasıl verilir, cihad nasıl yapılır, iç âlem nasıl kontrol altına alınır, vicdana nasıl bakılır, ruh nasıl şahlandırılır, irade nasıl güçlendirilir, his ve duygular nasıl geliştirilir? Bütün bu “nasıllar”, İlahî ölçü nasılsa öylece bir değere tabi tutulur ve öylece değerlendirilir. Bu itibarla, insanın kendini Allah’ın beyanına göre ayarlaması, akord etmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidebilecek şekilde sesler çıkarmaya çalışması salihat adına ilk adım sayılır.
    Evet, bir sâzendenin çalma faslına geçmeden evvel sazını akord ettiği gibi, siz de, nezd-i Ulûhiyette hoşa gidecek, hora geçecek bir ses çıkarmak istiyorsanız mutlaka kendinizi Kur’-ân’a göre ayarlamalı ve akord etmelisiniz. Tâ sesiniz ötelerde hüsn-ü kabul görsün. Yoksa yüzünüze bakılmaz! Cenâb-ı Hakk, Semî ve Basîr’dir. Her şeyi görür, her sesi duyar. Ancak, eğer sesiniz o makama uygun değilse, sizi dinlemez. Dolayısıyla siz de sesinizi duyuramamış olursunuz.
    Bir diğer ma’nâda Sâlihât; yapılan amellerin, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından gözetildiği ve gözetileceği mülâhazasıyla, özene bezene yapılması demektir. Öyleyse insan, önüne gelen bütün iyilikleri titizlikle yerine getirmelidir. Çünkü hangi amelin, kurtuluşa vesile olacağı belli değildir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü buyurmaktadır. “Allah’tan kork ve hiçbir ma’rûfu küçük görme.” 325
    Ayrıca mevzubahis ettiğimiz hadîste: “Benim salih kullarıma” ma’nâsına denilmektedir. Demek ki salihât, onları Allah’a yaklaştırmış ve Allah tarafından sevilen sevgililer haline getirmiştir. Başka bir hadîs-i kudsîde ise Allah tarafından sevilenlerin durumu şu şekilde anlatılmaktadır:
    “Artık onu sevdim mi, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.!” 326
    Yani, kul, salihatla Allah’a öyle bir yakınlık kazanır ki, tamamen O’nun boyasıyla boyanır.. ve artık o, gassalın elindeki meyyit haline gelmiştir; onu sağa sola evirip çeviren, hep Cenâb-ı Hakk’tır. Bu ne tatlı bir cebirdir ki, Rabb, onu doğruluk istikametinde sevk etmektedir. Gayri böyle bir insanın ilahî bir lütuf eseri olarak Hakk’dan yüz çevirmesi söz konusu olmasa gerek. Çünkü o; “Benim kullarım” denilebilecek noktayı tutmuş ve mukarrebine dahil olmuştur.. ve zaten böyle biri: “Tut beni Allahım! Tut ki, edemem Sen’siz” der, inler.
    O, iyi ve güzel olan hemen her şeyi yapar ve yaptığı her şeyde de kurtuluşuna vesile arar. Zira o, hangi amelin kurtaracağını bilmediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmaz. Yaptığı bütün bu ameller ahirete bir sürpriz paketi olarak gider ve bir gün cennete girdiğinde, bu paketler onun önünde bir bir açılır ve ona gözlerin görmediği kulakların işitmediği sürprizleri yaşatırlar.
    Bazan, bir köpeğe su vermenin dahi insanı cennete ehil hale getirdiği ve getireceği327 bazan da bir kediyi susuz bırakmanın cehenneme sebep olduğu ve olacağı328 hakikatını nazara alarak diyoruz ki; cennet ve cennette verilecek de bütünüyle sürpriz şeylerdir.
    Hem, insan ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, hayalinde canlandırabildiği şeyleri bilebilir. Halbuki, insan, sınırlı olduğu gibi bu duyguları da sınırlıdır. Dolayısıyla bu duygular vasıtasıyla ancak sınırlı olan şeyler idrak edilebilir; sınırsız bir âlemdeki nimetleri, bunlarla tartmak mümkün değildir.
    “İdrak-i meâli bu küçük akla gerekmez
    Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

    Z. P.
    Diğer bir tevcih de şu olabilir: Cenâb-ı Hakk yapılan iyiliklere bazan on, bazan yüz, bazan yediyüz, bazan yüzbin, bazan bir milyon, bazan da sayısını ancak kendisinin bileceği mükafat verir. Hiçbir kul, kendisine nasıl bir mükafat verildiğini bilemez. Ahirette ise, amellerinin karşılığı böyle tasavvurlar üstü sürpriz olarak önüne çıkınca, şaşırır kalır ki, böylece onun hayalinden dahi geçmeyen şeyler, birer hakikat olur.
    İşte bu kadar derin hakikatı, birkaç kelime ile anlatıveren Allah Rasûlü, bizim idrakımızın kavrayış cidarlarını zorlayan bu sözleri hiç düşünmeden, âniden ve irticalî olarak söylemiştir. Sadece şu söz dahi, O’nun nasıl bir idrak üstü fetânete sahip olduğunu isbata yeter... Ancak biz, O’ndan bahsetmenin verdiği ledünnî hazdan vazgeçemediğimizden hiç olmazsa birkaç sözünü daha nakletmeyi düşünüyoruz.
    16. Cennet Mekârih Cehennem Şehevâtle Kuşatılmıştır
    Yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadîslerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla...” 329
    Cehennem şehvetlerle örtülü, şehvetler bohçasında dürülü ve şehvetler atmosferine açıktır. Cennet ise, aklın zahirî nazarına göre nahoş şeyler ve mekârih ile perdelidir. Her şeyi maddede arayanların gözüne, cennetlere uzanan yollardakiler hiç de güzel görünecek türden şeyler değildir.
    Esasen, hem cennet hem de cehennem, bizler için nimettir. Zira istikameti bulmada, birisinin teşvik edici, diğerinin de ürkütücü rolü vardır. İnsan, cennetin teşvik edici yüzüne bakınca hep oraya girebilmek için çalışır; cehennemin abus çehresini görünce de, ona düşmeme gayretiyle cennete doğru şahlanır. Böylece, her ikisi de bizim için rahmet olur.
    Ancak, Cenâb-ı Hakk, hem cenneti hem de cehennemi birer bohçaya sarmış, bunları insanların amel pazarına takdim buyurmuştur. İnsan kendisine verilen iradeyle bunlardan birini tercih etme durumundadır. İrade ölçüsünde isteyen, said olur cennete talip çıkar, isteyen de şaki olur cehennem yoluna girer.
    Evet, cehennemin etrafında, şehvetten bir atmosfer vardır ve cehennem böyle bir atmosferle sarılı bulunmaktadır. Bu atmosfer, dıştan çok cazip görünmektedir; yeme, içme, yatma, nefsin hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibariyle tatmin olma gibi insanın arzularına seslenebilecek ne varsa, hepsi cehennemi saran bir haliçe ve bir kaneviçe gibidir. Hâsılı, cehennem yolu insanın cismaniyetini gıcıklayan bir şehvet mozaiğidir.
    Cennet ise, etrafı mekârihle sarılı bir sadeftir; abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekat vermek, cihad etmek, Allah yolunda zorluklara katlanmak, yer yer cemiyet içinde bir parya muamelesine tâbi tutulmak, her türlü insanî haklardan mahrum bırakılmak, hapishane hapishane dolaştırılmak, sadece “Rabbim Allah” dediği için dayak yemek, sürgüne gönderilmek ve ademe mahkum edilmeye kadar daha bir sürü aklın zahirine göre kerih görünen şeyler. Evet cenneti de işte bunlar kuşatmış ve o da böyle bir atmosferle muhat bulunmaktadır. Dıştan bakanlar, hep bu perdelere takılır kalırlar. Perdeler itibariyle ise, cehennem iç gıcıklayıcı, cennet de ürperti verici bir durumdadır. Onun içindir ki, insanların çoğu işin dış yüzüne bakmış ve aldanmışlardır. Dolayısıyla cehennemin tâlibi çok, cennetin talibi ise oldukça azdır.
    İnsanların çoğu küçük hesaplar peşindedir. “Namaz iyidir, fakat günde beş defa kılmak bana zor geliyor” diyen bir insan, namazdaki çok küçük meşakkate takılıp kalmıştır. Kışın abdestin zorluğu, bazılarını yolda bırakmıştır. Halbuki, yukarıdaki hadiste gördük ki, aynı abdest, onun bu küçük sıkıntısına katlanan bir başkasını adım adım cennete yaklaştırmaktadır. Oruçta, zekatta, hacda, cihadda da aynı şeyleri düşünmek mümkündür. Akılları, akıllı davranmalarına mani olan niceleri, bu küçük engel ve engebeler karşısında gereken sıçrayışı yapamamakta ve cennetin etrafında seyrettiği mekârih, onların oraya girmelerine mani olmaktadır.
    Cehennem ise, basit hevesleri kendisine tuzak yapmış bir cadıdır. Çoğu kimse, biraz sonra hayatına mâl olacağından habersiz tıpkı sineklerin bala koşması gibi, bu zehire koşmaktadır. Evet, şehvet, onlar için zehirli bir baldır. Bu insanları, etrafında döne döne yanıp mahvolacağı ateşe doğru giden kelebeklere de benzetebiliriz; cehennemin etrafını saran şehevata doğru akılsızca gider ve kendilerini cehennemde bulurlar. Gördükleri perdenin verasını tam kestiremediklerinden cehenneme perde olan şeyler, onların cismaniyetlerini kamçılar ve onları kendine doğru cezbeder.330
    Hayat yolunda, yolların ayırımındaki Zât (sav)’la tanışan, O’ndan aldığı mesaja göre yön ve yol takip eden, kalbi hakikata uyanmış insanlar ise, cennet yollarının sağını-solunu tutan mekarihin içyüzünü anlayıp katiyyen zahirine kanmazlar. Zira onların vicdanlarında bir nüve halinde bulunan cennet her an inkişaf etmekte ve onların ruh dünyalarını sarmaktadır. Başkaları cenneti dışarda ararken, onlar dünyada dahi, içlerinde buldukları bu cennetle âdetâ safâ sürmektedirler. Halbuki, dünyanın maddî cennetinde yaşayanlar, onların vicdanlarında yaşadıkları cennetin tek dakikasını dahi hatta bütün bir hayat boyu yakalayamazlar. İman, içinde cennet taşıyan bir nüve, küfür ise, içinde cehennem taşıyan ayrı bir tohumdur. Bunlar ötede, gelişip dal budak salacak ve hakiki ma’nâda bir cennet ve cehenneme inkılâb edecektir. Demek ki, mü’min dünyada dahi cennet hayatı yaşamakta, ama yaşadığı şeyler zahiren mekârih gibi görünmektedir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32973
    Cennete ulaşma iştiyakıyla çırpınan ruhlar, her menzili ayrı bir saadet bu yolda, çok defa, ruha rağmen nefsin hoş karşılamayacağı abdest, namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerin getirdiği sıkıntılar; zekat, sadaka ve diğer vergi türleri gibi oldukça ağır mükellefiyetler; hac ve cihad gibi malî ve bedenî sorumluluklar bazıları için bu yolu âdeta yürünmez hale getirir.. bu yolda kimileri abdeste, namaza, kimileri açlığa susuzluğa, kimileri mal - can sevgisine, kimileri de bunların birkaçına birden takılır kalır da, dört adım ötede bütün depdebe ve ihtişamıyla onu bekleyen cennete ulaşamaz.
    Evet, cennet, yukarıda birkaçını zikrettiğimiz, yüzlerce mükellefiyet ve sorumluluğun öbür ucunda, dünya kadar engel ve engebelerle muhat, zirve bir dünya ve her türlü mutluluk tasavvurlarını aşan rengârenk bir rüyalar ülkesi ise, ki öyledir; buna karşılık cehennem de, nefsi coşturan, bedenî arzuları şahlandıran yığın yığın istek, iştiha ve şehvetlerle, ebed yolcularının önünü kesmiş; bedene ait her türlü arzu, iştiha ve şehveti köpürten, şişiren, her zaman zayıf ruhların dikkat nazarlarını üzerinde toplayabilen ve kara delikler gibi semtinden geçenleri o müthiş "ile’l-merkez: merkez çekim” gücüyle cezbedip bağrında eriten bir gulyabaniler gayyasıdır.
    Cehennemin o süslü hicab ve fânusuna bakıp büyülenen ve kendini o gayyaya salan, cennetin de sırf perde önünü müşahede edip o ebedî mutluluk diyarından ve o sürprizler âleminden ürküp geriye duran nice insan vardır!
    Evet, işin aslına bakılacak olursa, cenneti duyup bilenlerin ona iştiyaklarının olmaması, cehennemi tanıyanların da ona yaklaşmaları düşünülemez. Ne var ki, sırrı teklif, gaybe îman ve dünyadaki imtihan gerçeğinden ötürü, cennet, mekarihten bir nikaba, cehennem de şehvetten bir fistana bürünüp insanların karşısına öyle çıkmışlardır.
    Şimdi gel, Peygamber sözündeki kuvvet, büyü ve muhtevaya bak ki, upuzun iki muazzam ve müthiş yolu, bütün saadetleri, bütün muhataralarıyla beraber, götürüp ürperten veya inşirah veren iki kat’î neticeye bağlıyor, hem de her işinde olduğu gibi “azamî tasarruf” prensibine uyarak bu devâsâ mes’eleleri anlatmada da sadece dört-beş kelime kullanıyor.
    Burada -istitrâdi olarak- şunu da hemen ifade edeyim ki, biz, mevzumuz itibariyle, Efendimiz’e ait bu mübarek sözlerin, sadece birer söz pırlantası olduğu yönüne işaret etmekle yetinmek istiyoruz. Yoksa, bu ve benzeri hadîslerin, belağat ve dil bakımından bize anlattığı daha nice nükteler var..! Bir de bu yönüyle Allah Rasulü’nün mübarek sözleri incelenebilseydi, kimbilir daha ne ma’nâ hevenklerine şahit olunacaktı! Ancak bu husus, tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olması sebebiyle o kapıyı şimdilik açmayacağız.

  9. #9

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    17. Üç Hakk: Allah, Devlet ve Din Hakkı
    Bir başka hadîsi, İmam Tirmizi naklediyor:
    “Size Allah’tan korkmayı tavsiye ediyorum.. ve başınızda bulunan siyahî bir köle dahi olsa, dinleyip itaat etmeyi de. İçinizden ömrü olanlar, ileride pek çok ihtilaflar görecektir. Siz, benim ve raşid halifelerin yolunu yol edinin ve bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun. Bid’atlardan ise sakının. Muhakkak her bid’at dalâlettir.” 331
    Burada Allah Rasûlü, üç haktan bahsediyor. Birincisi, takvâ ki, Allah hakkıdır. İkincisi, dinleyip itaat etmek ki, o da devleti idare edenlerin hakkıdır. Üçüncüsü ise, sünnete sımsıkı sarılma ki, dinin hakkıdır.
    Takvâ, vikaye kökünden gelen bir kelimedir. Bir bakıma o, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riâyet ederek, Allah’ın himayesine girme ve böylece şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına karşı da korunma demektir.
    Başınıza seçtiğiniz insan, yani sizin seçerek başınıza getirdiğiniz kişi, saçları kıvırcık siyahî bir köle dahi olsa, onu dinleyip itaat etmek şarttır. Bu, demokrasiler üstü bir demokrasidir. İnsanların bir türlü ulaşamadığı ve böyle giderse uzun bir süre daha ulaşamayacağı bir demokrasi ki tam on dört asır evvel bu şekilde dile getirilmiştir. Ancak bir nebi eliyle gelen bu sisteme, demokrasi demek de doğru değildir. Zira, dünyada hiçbir demokrasi anlayışı, bu ufka ulaşabilmiş değildir. En modern ve medenî görünen ülkelerde dahi, böyle bir anlayış ve düşünce henüz yerleşmemiştir. Bugün Amerika’da, siyahlar yine ikinci sınıf vatandaş durumundadır. Hâlâ, siyahları insan kabul etmeyen ülkeler vardır. Halbuki İslâm, eğer insanlar, böyle birisini başlarına kendi arzularıyla getirirlerse, ona itaat etmeleri gerektiğini asırlarca evvel beyan buyurmuştur. Ayrıca burada, hilafete giden yolun herkese açık olduğu hususuna da dikkat çekilmiştir. Halk, arzu eder ve isterse, bir siyahiyi de başa getire-bilir. O başa geldikten sonra da herkes ona itaat etmek mecburiyetindedir. Önemli olan, kimin seçildiği değil, sevâd-ı âzamın kimi seçtiğidir.
    “Bugün dininizi tamamladım” (Mâide, 5/3) meâlindeki âyetle din tamamlanmıştır. Artık söylenecek hiçbir söz kalmamıştır. Dinin içine yeni bir şey sokulamaz. Zira dine girecek her bid’at, bir sünnetin öldürülmesi demektir. Onun için de, Allah Rasûlü ve O’nun Raşid Halifelerinin sünnetine sımsıkı sarılmak icap etmektedir. Bu sarılma ellerle değil, dişlerle olacaktır. O’nun sünneti, bir talih kuşudur. Avlanacaksa, o avlanmalı ve elde tutulmalıdır. Ayrıca Allah Rasûlü’nün sünneti, başkalarına ağızla anlatılacaktır. Bir de sünnete dil uzatanlara, diş gösterilecek, onların sünnet hakkında ulu orta konuşmalarına meydan verilmeyecektir...
    Burada derme-çatma söylemeye çalıştığımız bu hususları, O beyan sultanından dinleyip anlama imkânımız olsaydı, kimbilir hayâl dünyamıza ne zenginlikler akacaktı! O’nun sözlerinde açılan her yaprak, bize apayrı ma’nâlar fısıldayacaktı. Biz de O’nun sözünün ardından O’nu tasdik ma’nâsına “Rasûlullah doğru söyledi” diyecektik.. ve diyoruz da.
    Nasıl demeyelim ki, O’nun sözleri, bir adım daha atsa, Kur’ân’ın i’caz semasına yükselecektir.
    18.Bir Delikten İki Kere Isırılmak
    Buhârî ve Müslim’in beraberce naklettiği bir hadîste Efendimiz: “Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.” 332
    Geleceğin siyasilerini çok yakından ilgilendiren bu hadîs üzerinde fazla birşey söylemeyecek ve sadece işaret kabilinden bazı şeylerle iktifa edeceğiz.
    Gelecekte kendi kültürüne uyanmış, kendi dünyasını yine kendi dünyasında arayan aydınlık ruhlar, ışık ordusu, bu hadîs üzerinde tekrar tekrar durup düşünmeli ve bütün iç ve dış siyasetlerini, bu hadîsten alınacak dersler üzerine oturtmalıdırlar; o zaman, muvaffakiyete götüren önemli bir yolu bulmuş sayılırlar. Yoksa siyasî platformdaki aldanma ve aldatmalar, hiçbir zaman eksik olmaz ve insanımız hep aldatılmış ve aldanmış olur.
    19. İnsanlar Madenler Gibidir
    Geleceğin terbiyecileri de, yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettikleri şu hadîs üzerinde çalışmalar yapmalıdırlar. Allah Rasûlü buyuruyor :
    “İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenlerine benzerler. Cahiliyede hayırlı olanları, İslâm’a girip onda derinleşip, (onu hazmettiklerinde) yine en hayırlıdırlar.” 333
    Bu ifadeleriyle Efendimiz, sanki bütün pedagog ve psikologları önüne alıyor, onlara şu dersi veriyor:
    İnsanları terbiyede, onların karakterlerini tesbit çok mühimdir. Fizyonomileri, insanların ruh dünyalarını ele verir. Öyleyse evvela, her insanın ruh dünyası anlaşılmalı, daha sonra da her insan eritilebileceği potaya konarak eritilmelidir. Terbiye, bir ma’nâda ona şekil vermektir. Şekil vermek ise, ancak o insanın belli bir potada eritilebilmesiyle mümkündür.
    Bilmeden, gelişigüzel yapılmak istenen terbiyenin, hiçbir faydası olmayacağı gibi, büyük zararlara da yol açabilir. Onun için Allah (cc) bu işin başını çeken Zat’a şöyle buyurmaktadır: “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz” (Yusuf, 12/108).
    Evet, bir dava ve düşünceye davet, basiretle olmalıdır. Basiret, yapılan işin; bilerek, kime, neye, ne ölçüde davette bulunulacaksa, bunun belli bir şuurla yapılmasıdır.
    Demek oluyor ki, Allah Rasulü, davetde kendisine şuur yolunu seçmekte, ümmetine de böyle bir yolu yeğlemekte, zaten bunu emreden de, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir.
    Kim, kaç derece hararetle erir, özünü bulur; kim, hangi potada ele alınır; kim, nerede imbiklere atılır; kime mekikler nasıl gider-gelir; bunlar ancak basiretle keşfedilip bilinebilecek şeylerdir.
    Cahiliye devrinde, o günün insanları içinde, şuurlu, basiretli, hakperest ve insaflı olanlar, gözleri hak ve hakikata açılıp İslâm’ı anladıktan ve anlayış itibariyle hakikata uyandıktan sonra da yine en hayırlılardan oldular. Zira, altın, potadan geçtikten sonra yine altın, gümüş ve bakır da, potadan geçtikten sonra yine gümüş, yine bakırdır; ve asla başka madene dönüşmezler. Cahiliye devrinde madeni altın olanlar, İslâm’a geçtiklerinde yine altın olacaklardır; fakat bir şartla ki, ifadesi bunu anlatmaktadır. Dinde fakihleşmeleri, derinleşmeleri kaydıyla...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32974
    Onların bu hâle gelebilmesi için de, elbette bir muallimin, bir mürşidin ve bir ma’nâda bir kimyagerin onlara el atıp, potalarda eritmesi gerekmektedir. Evet, onların vicdanlarına İslâm’ı üflemek, ancak bu şekilde mümkündür; onlar da, fıkha ancak bu şekilde ulaşırlar.

  10. #10

    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yaş
    42
    Mesajlar
    163
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart --->: peygamberimizin hadislerinden bir demet

    20. Zulüm Cezasız Kalmaz
    İşaret etmeden geçemeyeceğimiz bir hadis de Efendimizin şu beyanıdır:
    “Allah, zalime mehil verir. Bir de onu yakaladı mı, artık iflah etmez.” Sonra da Allah Rasûlü sözlerine şu âyetle devam ettiler: “İşte Rabbinin yakalaması böyledir. O zalim ahaliyi böyle yakalar. Zira O’nun yakalaması çok can yakıcı, çok şiddetlidir.” (Hûd 11/102) .334
    Allah, zalime mehil üstüne mehil verir. Zulmedeni, kendine baş kaldıranı ve kendisine isyan edeni, hep mehillerle karşılar. Ama bir kere de yakaladı mı gayri onu iflah etmez. Demek ki, yapılan şeyler artık gayrete dokunmuş ve bir son damla gibi bardağı taşırmıştır..
    Cenab-ı Hakk’ın kâinatta câri bazı kanunları vardır. Bunlar asla değişmezler. âyeti de bize bunu anlatmaktadır. “Allah’ın yarattığında değiştirmek yoktur..” (Rûm,30/30). Bu kanunlardan biri de, zalimin Allah’ın kılıcı olma keyfiyetidir. Efendimiz bu durumu bildirirken: “Zalim Allah’ın adaletidir. Onunla intikam alır, sonra da o zalimden intikam alınır”335 buyurmaktadırlar.
    Zalim seyfullah’tır. Haddini bilmezlere Allah, zalimle haddini bildirir. Sonra da zalimden bir intikam alır ki, siz de şaşar kalırsınız. Zalimler, bugünkü halleriyle, gemi azıya almış gidiyorlar. Ancak sakın siz bu duruma bakıp ümitsizliğe düşmeyin. Nice “karye”lere Allah böyle mehil, müddet vermiş, ve âdeta onlara “yiyin, için, yaşayın” demiştir; ama bir de bakmışsınız derdest etmiş ve işlerini bitirmiştir.336
    Şöyle etrafınıza ibretle bir bakıverseniz, arzettiklerimizin müşahhas manzaralarını siz de apaçık göreceksiniz. Sodom, Gomore ve Pompei, bunun sadece üç misali... Kimbilir daha adını bilmediğimiz veya onlar kadar ibret verici olmadığı için unutulmuş daha nice misaller var ki, hepsi de, bu ilâhî kanuna hâl dilleriyle şahidlik yapmaktadır.
    Uzağa gitmeye ne gerek var? Bir zamanlar şu üzerinde yaşadığımız topraklarda bir Devlet-i Aliyye vardı. Onun yıkılması, rüyalarda bile görülecek şey değildi. Kimsenin aklının köşesinden geçmeyen bu yıkılış, bugün ciğerleri sızlatan acı bir duygu olarak tarihin hafızasına kaydedilmekten kurtulamamıştır. Bugün, bir avuç insan, Misak-ı Millî ile hudutları çizilmiş bu küçücük ülkede varlıklarını koruma mücadelesi vermekte... Hatta haricî, dahilî şekâvet cereyanları, onlara bu kadarcık hayat hakkını bile çok görmektedir...
    ... Ve değişmeyen kanun: “ İşte Rabbinin derdest etmesi böyledir..!” Hakiki tarihçi ve içtimaiyatçılar, Cenab-ı Hakk’ın bu değişmeyen kanunundan ve onun tarih mezarlığındaki misallerinden çok istifade edecekler. Belki de bu istifadeleri onların asırlar boyu canlı kalmalarını sağlayacaktır. Biz , yine ufkumuzu süsleyen O’nun söz cevherine birçok meseleyi havale ettiğimiz gibi, bu hadisin şerh ve izahını da havale edip, bir başka hadise intikal edelim. Allah Rasûlü buyuruyor:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hadis-i-serifler/17260-peygamberimizin-hadislerinden-bir-demet.html#post32975
    21.Arşın Gölgesinde Yedi Grup
    “Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden başka sığınak olmayan (kıyamet) gününde, zılli altında himaye buyuracaktır. (İlki) âdil imam, (ikincisi) ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç , (üçüncüsü) mescidlere dilbeste olan kimse, (dördüncüsü) Allah için sevişip, Allah için bir araya gelen ve Allah için birbirinden ayrılan iki insandan herbiri, (beşincisi) makam ve cemal sahibi bir kadının talep ağında (nefsine başkaldırıp) “ben Allah’tan korkarım” diyen adam, (altıncısı) solundakine infak ettiği şeyden, sağındaki birşey hissetmeyecek şekilde sadakasını gizli eda eden, (yedincisi) yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan.” 337
    İşte, her biri insan iradesi açısından başlı başına birer önem arzeden yukarıdaki hususlar ki, bunların bazısı, îfası çok zor ve çetin işler, bazısı da ruha ciddî birer çelme sayılan ağlardır. İnsan bu ağların bazılarından kurtulsa da, her an diğerlerine takılma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Ancak Allah’ın himaye ve inayetiyle aşılabilecek olan bu öldürücü tuzaklardan sıyrılabilme ve insan takatini zorlayan hatta bazen onu aşan bu çetin sorumlulukları başarıyla yerine getirebilme de, yine o inayet ve himayeyi celbin en güçlü, en makbul vesilesi sayılan, iradenin hakkını verme ve Allah’la sımsıkı irtibatta bulunma dinamikleri olsa gerek...
    İşte, yukarıya aldığımız Peygamber sözü bize, her zaman iradesiyle var olabilmiş ve Allah’la irtibattaki gücü ortaya koymuş kudsîler cemaatinden böyle bir kesitle, ötedenberi ütopyalarda aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan vicdan topluluğunu sunmakta ve onları yakalama mevzûunda içlerimizi arzu ile doldurup gönüllerimizi şahlandırmakta...
    Evet, güneşin bulutların yerini alıp her yanı kavurduğu, beyinlerin kaynayıp terlerin gırtlağa ulaştığı ve sebeblerin bütün bütün iflas edip her şeyin insanın aleyhine döndüğü o gün, Hakk’ın himaye ve inâyetinden başka gölge olmayacak ve olamaz da. Bu gölgenin arş gölgesi veya başka birşey olması önemli değil, önemli olan bildiğimiz düzenin değişmiş, kıstasların altüst olmuş, arz u semânın başkalaşmış olmasıdır.
    Bu müthiş günde, kimsenin kimseye destek olamayacağı, himaye ve iltimasların hiçbir işe yaramayacağı muhakkak. Seslerin kesildiği, canların gelip gırtlaklara dayandığı, başların dönüp bakışların bulandığı o gün, kim kimi koruyabilir ki..?
    Evet, işte böyle bir günde tek sığınak vardır; o da Allah’ın himâyesinin gölgesidir ve bu gölgeden yararlanacak olanlar da:
    a- Dünyada sorumluluğunun şuurunda olan ve uhdesine aldığı emânetlere riâyetle hak, adalet ve istikâmeti temsil eden lider ve devlet reisi.
    b- Nefsânîliğin en azgın olduğu dönemlerde, bedenî ve cismanî arzularına rağmen, kendini Hakk’a kulluğa adamış delikanlı.
    c- Kulluk arzusu ve neşvesi, cismânî isteklerinin önünde ve kalbi sürekli mescidlerde atan ibâdet eri.
    d– Birbirlerini Allah için seven; bir araya geldiklerinde Allah için bir araya gelen, ayrılırken de Allah için ayrılan, Hakk rızasını, Hakk sevgisini mihrâb edinmiş muhabbet fedâileri.
    e– Hayatını hep “mehâfetullah” ve “mehâbetullah” kuşağında sürdürebilen, iffet ve ismetini muhafazada fevkalâde hassas, şehevânî isteklerine karşı alabildiğine kararlı ve nefsin fena tekliflerini, “ben Allah’tan korkarım”düşünce ve çığlıklarıyla savabilen babayiğit.
    f- Allah’a karşı sadâkat ve vefâsının remzi olarak, dişinden, tırnağından artırıp, Hakk rızâsı için infak ettiği malını, kıskançlığa varan bir ruh hâletiyle, Allah’tan başka kimsenin bilmesini arzu etmeyen, hem öyle etmeyen ki, sağına infak ettiğini solundakinden saklamaya çalışan ihlâs ve civanmertlik kahramânı.
    g- Yalnızlık anlarını tefekkür ve murâkabe ile buudlaştıran, yer yer gönlünde bestelediği duygularını gözyaşlarıyla seslendiren, her zaman irâde gücünü Allah’tan alan ve bu bir dalga kıran mahiyetindeki o müthiş irâdesiyle mâsiyet arzularını kırıp darmadağınık eden his ve gönül erleridir.
    Evet, başka hadîslerde de ifade edildiği gibi, adâletle hükmeden hâkimin ötede nurdan minberler üzerine kurulup Hakk’ın ard arda gelen iltifatlarını yudumlaması; gençliğinde, gençliğini aşmış delikanlının Hakk’ın hoşnutluğu ile mükâfatlandırılması; hayatını mescid-ev-işyeri arasında bir dantela gibi örmeye muvaffak olmuş ibâdet erinin ilâhî himayeye alınması; kâinata "mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakıp ömürlerini, Allah için severek, sevilerek geçirenlerin mahşerde İlâhî muhabbetle mükâfatlandırılmaları; dünya hayatını mehâbet ve mehâfet atkıları üzerinde örgüleyen gönül insanının ötede korktuğundan emin bulunması; sadakasını, sadâkat nişanesi ölçüsünde te’diye eden vefâ erinin, o en vefâlıdan tasavvurlar üstü mukâbeleye mazhar olması, nihayet, zâhiri ma’nâlı, bâtını derin, âlemin kendisini bildiği yanlarıyla onlara en mükemmel örnek, dostla halvetinde de gözyaşlarıyla O’na içini dökebilen o duygu ve gönül insanının, bütün bâdireleri aşıp umduklarına nâil olması gibi, uhrevî ödüllendirmeleri ifâde etmenin yanında aynı zamanda, ideal bir toplumun kesiti sayılan böyle bir tablo ile mükemmel bir millet olmanın çerçevesi verilmekte ve insanları ona taşıyacak esaslar gösterilmektedir.
    Bilmem, artık böyle ciltlerle anlatılabilecek derin bir muhtevânın birkaç satıra sıkıştırılarak, âdetâ deryânın damla ile ifadelendirildiğini tekrar etmemize gerek var mı..?

Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Kırmızı Gül Demet Demet Türküsünün Kısa Hikayesi
    By Mustafa Uyar in forum Türkülerimiz ve Hikayeleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Kasım.2016, 20:26
  2. Bir Demet Gül
    By şehzade in forum Hikayeler & Yazılar
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 03.Ocak.2008, 10:12
  3. Peygamberimizin Dogumu
    By Mustafa Uyar in forum Hz. Muhammed (sav)
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 08.Mayıs.2007, 21:20
  4. bir demet fıkra (2)
    By :aşksız_genç: in forum Komik Yazılar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 21:04
  5. bir demet fıkra
    By :aşksız_genç: in forum Komik Yazılar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 19:52

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.