Yazarına teşekkürlerimle;

Sevginin Kokusu
Gülgün Baltacı


En güzel anılarımı sizlerle tekrar yaşayacağım. Kısaca sizleri evimde konuk edeceğim. Bazen düşünecek, bazen kahkahalarla güleceğiz. Belki birazcık hüzün de olacak...


Deniz masmavi... Rumeli Hisarı tüm haşmetiyle karşımızda duruyor. Geçen gezi teknelerinden yükselen sesler, tüm insanları hiçbir kuvvetin mutsuz edemeyeceğini söylüyor...

Balkonumuz doğadaki tüm renklerin varlığını hissettiriyor… Bizlere sunulmuş en güzel ve en büyük armağan paketi, sesi ve kokusuyla…

Masamız çocukluğumdan beri alışık olduğum görünümde, bembeyaz bir tuvale en ünlü ressamın fırçasından hayat verilmişçesine sıcak ve renkli.

Masayı çevirip duvara assam, resim sergisinin en güzel parçasını oluşturacak. Beyaz örtünün üzerinde konmuş lacivert tabakların içindeki yiyecekler rengârenk… Beyaz, yeşil, sarı, kırmızı yiyecekler özenle tabağa yerleştirilmiş, sanki o tablonun bir parçası değil de kendi içlerinde ayrıca bir yarışmaya katılacaklar…

Babamın rakı ve su bardağının içi de pek farklı değil. (Babam resmi kâğıda değil, kadehinin içine çizer…)

Bir dal maydanozla birlikte atılmış kiraz, erik ve küçük bir kayısı akvaryumdaki en güzel süs balıkları sanki... Kabarcıklar çıkarıyor, bardağın içinde inip kalkıyorlar nefes alıp verirken... Ya kokusu? Bunu size nasıl anlatsam bilmem ki… En üstte yüzen portakal çiçeği, havuz ya da gölde açmış nilüfermişte biz anlamamışız edasıyla bize kokusunu yayıyor dudaklarımızı bardağa yaklaştırdığımızda...

Balkondan yükselen sesleri duyanlar peri masalı kahramanlarının o gece bizim evde parti verdiğini, Münir Nurettin Selçuk ve Yesari Asım Arsoy’un da o geceye konuk olarak davet edildiklerini sanabilirler.

Rüzgârgüllerim balkonumuzda yaşanan masalsı gecenin sesiyle dönüyorlar rüzgârla değil de. Çıkan her sesle kendi etraflarında dönüp, renklerini dağıtıyorlar bizlere…

Balkonun dört bir tarafında yakılan mumların ışığı, bizim çok uzaklarda yaşayan sevdiklerimizin “Bizlerde geldik!” diyen sesleri gibi melodik…

Mutluluğun resmi sanırım böyle çizilir...



Hepimiz armağan almaya ya da vermeye bayılırız… Gördüğüm her armağan paketi, bana yıllar önce açtığımızda içinden sevgi kokusu yayılan “Minik armağan paketlerini” anımsatır…


Annem, yılbaşının her zaman olduğu gibi bizim evde geçirileceğini bildiğinden, tüm yakınlarımıza minik minik armağanlar alır, onları sevgiyle paketler, üzerine numaralar yazardı. Yılbaşı gecesi yaptığımız çekilişte çıkan armağanları heyecanla açardık. Renkli paket kâğıtlarına sarılmış o görüntüsü minik ama anlamı büyük armağanlarla göklerde uçardım. Renkli kâğıtları da armağanımın bir parçası olarak özenle katlar, saklardım. Şimdi yüzlerce çeşidi olan paket kâğıtlarından daha güzel ve özeldi… İçinde pahalı armağanlar olmayan, sadece verilecek kişiye duyulan sevgiyi anlatan minik plastik oyuncaklar ya da birer saç tokası sarılmış kâğıtlardı onlar. Abartısızdı…

Alırken ve açarken o paketi, anlaşılırdı sevginin büyüklüğü…


“Mecburum!”, “Özel gün!”,” Bir armağan almalıyım!” diye rasgele alınmış pahalı armağanlar değillerdi o parlak kâğıtlara sarılı armağanlar…

Sevginin kokusu varsa, eminim böyle kokuyordur…


Bugün sevgilimle Taksimde buluşacağız okul çıkışı… Gözleri ışıl ışıl bana bakıyor; elinde tuttuğu paketi bana uzatıyor... Teksir kâğıdına sarılmış bu paketin içinde olan neydi dersiniz? Okulda çıkan ve çok sevdiğim kabak tatlısının plastik kabında sevgiyle sunuluşuydu. En güzel armağan paketlerinden biri daha… Benim yemem için fedakârlık edilip yenmemişti o tatlı, her kabak tatlısı çıktığında yapıldığı gibi. Taksim parkının bir kenarında heyecanla ve afiyetle yiyorum, üzerine sayılı ceviz parçaları serpilmiş tatlıyı.

Hava çok soğuk, günlerce yağan karın erimesiyle yollar vıcık vıcık. Yine sevgilimle buluştum Taksimde. Donuyoruz ikimizde. Sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Belli etmemeye çalışıyorum botlarımın içinin suyla dolduğunu… Film başlayıp her yer karanlık olunca usulca botlarımı çözüp, yerin daha sıcak olduğunu düşündüğümden yere basıyorum ayaklarımı yavaşça, sıksan suyu çıkacak çoraplarımla… Ayaklarımı görünmesinler diye iyice koltuğun altına çekiyorum.

Kıpırtımı fark eden sevgilim ayaklarımı görüp, sessizce yere eğildi ve botlarını kararlı bir şekilde çözmeye başladı... Ne yapacağını merakla izliyordum... Ayaklarından çoraplarını çıkartıp bana uzattı.

Ellerlimde çorapları tutarken, “Aynı fedakârlığı yapabilir miydim?” diye düşündüm… Sanırım aklıma bile gelmezdi O’nun gibi yapmak…

Bu çıkarsızca beni düşünen adamla evliyim.

Renkli kâğıtlara sarılmış armağanlar gibi sunulmamıştı bana o çorap. Ellerimde tuttuğum çorap değil, sevgiyle çarpan yüreğiydi. Paket yapmadan, bütün doğallığıyla avuçlarıma bırakmıştı yüreğini…

Ayaklarıma giydim çorapları kafamı kaldırmadan...

İzleyemediğim film boyunca, ayaklarımı ve beni ısıtan yüreğin hep yanımda olacağını hissederek, sessizce oturdum...

Karnımız aç, cebimizdeki paraları birleştiriyoruz. Bir şeyler yersek yine yürümek zorunda kalacağız. Yenikapı sahilinde, minik köfte arabasında köfte satan Çorlulu amcadan çeyrek ekmek arası köftelerimizi alıyoruz…

Ben sevgilime göre insanlarla çabuk iletişim kuran biriyim. Belki yatılı okumam bazı konularda rahat olmamı sağladı… Oturup köftemizi yemek istiyoruz bir şişe soğuk gazozla. Sıcak bir gün, kahveye tıkılmak istemiyoruz. Mis gibi havayı içimize çekerek yiyebileceğimiz her yeri balık lokantası yapmışlar…

Rengârenk tenteleri vardı lokantaların, masaların üzerinde ki güneşi engelleyen… Çakıl taşlarının üzerine konmuştu masalar…

Deniz çakıl taşlarına doğru uzanırken “Burada yemeliyiz! “ diye geçirdim içimden, gözüme kestirdiğim o lokantayı düşünerek. Sevgilime desem “Kesinlikle olmaz! “ derdi.

Lokantaydı orası teklif bile etmemeliydik, hoş olmazdı…

Kafama koyduğum ve olabilecek şeyleri inatla tuttururdum “Olmalı!” diye. Kendimce planlar yapardım…

Sahile sıralanmış lokantalar arasından bunu sevmiştim. Bir gazoz isteyip köfte ekmeğimizi yesek kime ne zararı olurdu ki? Bu çok mu zordu. Üstelik gazoz paramızı da ödeyecektik. Kesinlikle sormama izin vermezdi sevgilim, reddedileceğimizden emindi.


Lokantalara birkaç basamakla iniliyordu. Tam önüne geldiğimizde, basamakları hızla indim ve yukarıya baktım. Sevgilim şaşkın bana bakıyordu elinde köfte ekmeğiyle… Kasada duran esmer beye gülümseyerek “İzin verirseniz köftelerimizi şu masada (oradaki en güzel masayı göstermiştim) yiyebilir miyiz?” diye sordum. O esmer bey “Buyurun kızım!” dediğinde, hala yukarda beni hayretle izleyen sevgilime dönüp seslendim “Hadi gel… Bak bu masada oturacağız!” Çaresiz ve mahcup bir suratla aşağıya indi. Elinden tutum, masaya doğru yürüdük, oturduk…

Hep köfte alacak paramız olduğunda o lokantaya gittik. Bize ikram edilen gazozlarımızla aynı masada köftelerimizi yedik. Daha sonra hep “Lokantacı amcamız!” diye bahsettiğimiz Mardinli amcamızı sevgi ve rahmetle andık...

Sesi hep kulaklarımda “Çocuklara soğuk birer gazoz!”

O lokantada kapris yaptım sevgilime... O lokantada attım yüzüğümü denize; yerini tespit ettiğimden emin olduğum için, nasılsa buluruz diye…

Bu kez kalabalıktık lokantada ve deniz pırıl pırıldı… Çakıl taşlarının arasında yok olmuştu yüzüğüm…

Ağladım bulamayınca da. Yenisini aldık sonra...

Yüzük, şimdi hangi Denizkızı’nın parmağında parlıyordur kim bilir…

Artık lokanta bizimdi. Amcamızın çocukları ve eşiyle de tanışmıştık. Canımız artık sadece köfte ekmek istemiyordu… Kek, börek, kısırda çekiyordu. Nasılsa o güzel ailenin bir parçası olmuştuk…

Kurulan yer sofralarında attık en içten kahkahalarımızı. …

Eskiden yolculuğa çıkan dostlara kolonya, havlu gibi armağanlar verilirmiş… Bu geleneği en son ve ilk kez Mardinli amcamla yaşadım. Bana verdiği armağanlar yetmiyormuş gibi anneme de yolladı…

Bu yazıyı yazarken ben, annem hala o armağanların durduğundan söz etti.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/ask-sevgi-ve-evlilik/46735-sevginin-kokusu.html#post95281



Şimdiki öğrencilerin ne Çorlulu, ne de Mardinli amcaları var…

O köftenin ve gazozun tadını da asla bilemeyecekler…