Osmanli Devleti, feth edip ele geçirdigi yerlerde derhal sosyal müesseseler kurup halkin hizmetine sunuyordu. Devlet sinirlari genisledikçe bu müesseseler de o nisbette artis kayd ediyordu. Bu sosyal tesisler sayesinde sehirlere Müslüman Türk damgasi vurulmus oluyordu. Bu neviden müesseseler kurulmakla yetinilmemis, bunlarin idareleri, korunmalari ve devamliliklarinin saglanmasi için genis imkânlara sahip vakiflar tesis edilmistir. Böylece devlet, bu müesseseler için, kendi hazinesinden ayrica bir bütçe hazirlama ihtiyacini duymuyordu.

Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek, konuyu eksik birakmak olurdu. Bu bakimdan vakiflar, onlarin kurulusunu saglayan âmiller ve hizmet sahalarina isaret etmek zorundayiz. Bunu da:

1. Osmanlilarda Vakiflar,

2. Vakiflarin Hizmet Sahalari, Basliklari altinda ele alacagiz.

1. VAKIFLAR

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli Devleti'nin, tarih ve müesseselerini, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin müesseselerinden tamamen müstakil olarak düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, örf, âdet ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Böylece Osmanlilar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin mirasi üzerinde ve onun bir devami olarak inkisaf etme imkânina sahip oldular. Bu vesile ile onlar, kendilerinden önce diger Islâm ve Türk Islâm devletlerinin çok zengin teskilât ve müesseselerinden de genis ölçüde faydalanma imkânini buldular. Nitekim Abbasîler devrinde, hukukî esaslari tesbit edilen vakif müessesesi, Islâm dünyasinin her kösesine sür'atle yayildi. Islâm cemiyetinin siyasî ve iktisadî gelismesiyle paralel olan bu çogalmayi, Mâveraünnehr'den Atlantik kiyilarina kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanallari, su yollari, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imâretler gibi birçok dinî ve hayrî tesis hep bu vakiflar sayesinde vücuda getirildi.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=130154

Maddî bir karsilik beklemeden baskalarina yardim etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düsüncenin mahsulü olan vakif müessesesi, yüzyillardan beri Islâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmis, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmis olan dinî ve hukukî bir müessesedir. Insan fitratinda mevcud olan yardimlasma hissi, süphesiz ki insanlik tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birlesince daha bir kuvvet kazanir. Islâm ülkelerinde vakiflarin, asirlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazimdir. Çünkü "insanlarin en hayirlisi, insanlara faydali olan, malin en hayirlisi, Allah yolunda harcanan (baska bir ifade ile vakf edilen), vakfin en hayirlisi da insanlarin en çok duyduklari ihtiyaci karsilayandir" prensibinin anlamini çok iyi bilen müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yaris edercesine vakif tesisler kurmuslardir.

Osmanli sosyal müesseselerinin kurulup gelismesinde büyük ve önemli hizmeti bulunan vakiflarin kurulus sebebini yukarida temas edilen anlayisa baglamak gerekir. Ayrica, Ebû Hüreyre'den nakl edilen bir Hadis-i Serifte Hz. Peygamber'in söyle buyurdugu belirtilmektedir: "însanoglu öldügü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye), faydalanilan ilim ve kendisine dua eden bir evlad birakanlarinki kesilmez." Hadisçiler, "sadaka-i câriyeyi" vakf ile tefsir etmis ve sadaka devam ettigi müddetçe sevabinin da devam edecegine kani olmuslardir. Hz. Peygamberin bizzat kendisinin de vakif yapmis olmasi, ashabinin onu takiben böyle eserler meydana getirmesine sebep olmustur. Nitekim Câbir (r.a.) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakif ve tasaddukta bulunmus olmasin." diyerek daha o dönemde bu gelismenin hangi seviyeye ulastigini belirtmek ister.

Lugat olarak pek çok mânâsi bulunan "vakif kelimesine farkli istilahî mânâlar verilmistir. Bununla beraber bu mânâlarin tamami birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri anlamin, hemen hemen birbirinin ayni oldugu görülmektedir.

Islâmî yardimlasma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çiktigini gördügümüz vakiflar, Islâm ülkelerinin tamaminda sayilamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardi.

Hemen hemen bütün müessese ve teskilatlarinin nüvesini kendilerinden önceki Müslüman devletlerden alan Osmanlilar, vakif konusunda da bu yolu takib ettiler. Nitekim Osmanli Devleti'nde daha ilk beyler zamaninda baslayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkisafina paralel olarak gelisip artan vakiflarin, Osmanlilar dönemindeki ilk müessisi (kurucusu) Orhan Gazi olmustur. Onun 724 Rebiülevvel (1324 Mart basi) tarihi ile azadli kölelerinden Tavasî Serafeddin'e Mekece'de vakf ettigi hankahin tevliyetini verdigine dair vakfiye ile vakfin sartlarini gösteren Farsça yazilmis tugrali belgesi, elimizde bulunmaktadir. Keza o, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurarken, onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayr-i menkul vakf etti. Kisa bir müddet sonra bu medreseden kudretli ilim ve devlet adamlari yetisti. Sultan Orhan'in yaptirdigi ilim ve hayir müesseseleri sadece isimleri verilenler degildir. Adapazari'nda halen "Orhan Bey Camii", Kandira'da "Orhan Camii" adi ile anilan camiler ile yine Adapazari'nda medrese, Bursa'da bir cami, zâviye, misafirhane ve imâret insa ederek bunlara vakiflar tahsis etti. O, topluma yararli olan bu sosyal eserlerin görevlileri olarak müderris, imam, hafiz, nakib, tabbah, hâdim ve bevvab gibi kimseleri de tayin ederek onlara maas bagladi.

Orhan Gazi'den baslayarak Osmanli padisahlari, sultanlari, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde fakirler de pek çok vakif tesisler meydana getirdiler. Nigbolu'dan zaferle Bursa'ya dönen Yildirim Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir Ebû Ishakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptirdi. Bütün bu müesseselerin ihtiyacini giderebilecek genislikte vakiflari da tayin etmeyi ihmal etmedi. Nitekim, Dârulhaynn evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil bilginlere, yerli ve yabanci yoksullara 600 müdd bugday verilmek, her gün konuga ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin buyurdu. Hastahane, Ebû Ishakîhane ve caminin her biri için ayrica vakiflar tayin etti. Bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini tayin ettirdi. Keza o, Bolu'da cami, medrese, çifte hamam ve bir kütüphâne yaptirip vakif etmisti. Bunlar için de 30 kadar dükkân vakf ederk onlara gelir tahsis etmisti.

Istanbul'u, fizikî görüntüsü ile Bizans Devleti'nin merkezi olmaktan çikarip Osmanli Devleti'nin merkezi haline getiren Fâtih Sultan Mehmed, bu fetih esnasinda ümerâ, devlet adami ve askerlere ganimetten kendilerine düsen hisselerini verdikten sonra, kendi hissesine düsen emlâktan hiç birini almayarak tamamini toplum ve milletin hayrina olmak üzere vakf etti. O, Bizanstan kalan bu harab sehri, devletin merkezi olmaya yarasir bir hâle getirirken yaptigi vakiflardan epey istifade etti.

Osmanli hükümdarlari sadece kendi adlarina vakif yapmakla yetinmediler. Onlar, baskalari tarafindan daha önce yapilmis bulunan vakiflara da yardimda bulundular. Nitekim, meshur vakiflar arasinda padisahin maddî yardimlari ile senelik bütçelerini denklestirenler az degildi. Bu yardim, nakdî oldugu gibi bazan da aynî oluyordu. Konya'daki Sadreddin Konevî zaviyesi gibi orta büyüklükte bir vakif, XVI. asrin son senelerinde Karaman gelirlerinden yilda 3600 akça aliyordu. Bununla da yetinilmiyor, mal olarak da pirinç vs. gibi yardimlar da yapiliyordu. Barçinli kazasinda bulunan Uryan Baba zâviyesi, 8 Zilkade 975 (5 Mayis 1568) tarihli bir hükme göre Beypazari enhalarindan pirinç aliyordu. Çorum civarindaki Abdal Ata zâviyesi ise padisahin salyânesi olarak Boyabat eminlerinden pirinç temin ediyordu.

Osmanlilar, zapt ettikleri yerlerdeki vakiflara dokunmadan, eskiden beri devam eden sekli ile vâkifin sartlarina riayet ediyorlardi. Konu ile ilgili pek çok vakfiye ve vesika, Osmanlilar tarafindan, ilhak edilmeden önce Müslüman hükümdarlarin idaresinde bulunan vilayetlerdeki Osmanli öncesi vakiflarinin sartlarina bu yeni idarecilerce aynen riayet edildigini göstermektedir. Vakiflar, her türlü dis müdahaleye kapali olduklarindan hiç kimse ve hatta hükümdarlar bile bunlarin statülerini degistirmeye yeltenmezlerdi. Bu yüzden Osmanlilar, vakiflarin vâkifin (vakfi kuran, tesis eden) sartlarina göre idare prensibine titizlikle riayet ediyorlardi. Bununla beraber Osmanlilar, vakiflara önemli yenilikler getirdiler. Evkaf idaresinin merkezîlestirilmesini bu yeniliklere bir örnek olarak gösterebiliriz. Misir Kanunnâmesi, bu yolda bize isik tutmaktadir. Nitekim her sene pasanin huzurunda tedkik ve tasdik edilecek gelir ve gider makbuzlarindan, her birisinden birer suretin Istanbul'a gönderilmesi prensip ittihaz edildi. Bir vakfin idaresinde münhal (bos) olursa kadi, pasaya resmî bir yazi yazarak âlim ve faziletli filan oglu filan fakir sahsin o yere tayinini arz ediyordu. Vakifta münhal oldugu Defterdar tarafindan da tasdik edilecek ve münhal yere aday gösterilen kimse ancak Istanbul'daki selahiyetli makamdan berat gelince vazifesine resmen tayin edilmis sayilacakti.

Osmanli toplumunda vakif o kadar önemli ve itibarli bir müessesedir ki, malî imkân bakimindan toplumun en alt seviyesinde bulunanlar ile en üst seviyesinde bulunanlar arasinda anlayis bakimindan bir farklilik göze çarpmaz. Bu bakimdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yasli ve kimsesiz bir kadin bile evinin bir veya iki odasini vakf etmek suretiyle bu anlayisa istirak eder. Nitekim Ortaköy (Istanbul)'de üç bab evi olan Hakime Hanim'in vakfi bize bu konuda ne kadar ileriye gidildigini göstermektedir. Gerçekten, Müslüman Osmanli dünyasinda büyük tesisleri yaptirmaya güçleri yetmiyenler, bütün bir toplum tarafindan benimsenmis olan hayir müesseselerine katilmaktan geri kalmiyorlardi. Yüzlerce kadin, geliri azalmis bir vakif tesisine ufak ve çok mütevazi de olsa bir kaynak saglamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet esyasi gibi mal varliklarini bagisliyorlardi.

O günün imkânlari içinde vakiflari, bitip tükenmek bilmeyen, uzun ve mesakkatli yollarda, farkli isimler altinda kervan ve yolcularin hizmetinde olduklarini görüyoruz. Hatta bu hizmeti geregi gibi yerine getirmeyen ve vakiflara bagli bazi tekkelerin sorumlulari hakkinda sorusturma yapildigi anlasilmaktadir. Nitekim 14 Muharrem 986 (24 Mart 1578) tarihini tasiyan bir hükümde belirtildigine göre Ankara çevresindeki yollar üzerinde bulunan tekke ve zâviyelerin, vakiflari müsait olduklari halde bunlari, sadece tekkenisîn ve zaviyedârlar "kendileri ekl ve bel' edüp âyende ve revendeye* sart-i vâkif mucibince taam verülmeyüp ebnay-i sebil ziyade müzayaka çektikleri bildirmegin ser'i serif muktezasinca evkaf teftis olunup" vakfiyeye göre hareket etmeleri istenmektedir.

Vakiflar, degisik maksatlarla tesis edilmekte ve her vâkif, vakfi üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemektedir. Bu durum normal karsilanmalidir. Zira, senelerin çaba ve emegi ile kazanilmis mal ve mülk üzerinde o kadar zahmet çekmis olan bir kimsenin, tescil ettirdigi sartlan ile ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi hakkidir. Sayet biz, onlar için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakki ellerinden alsaydik, o zaman büyük bir ihtimalle vakiflar istenilen sekilde devam etmeyecekti. Kisi, kendisinden sonra toplumun hayir ve menfaatina vesile olmayacak bir mali, daha hayatta iken israf suretiyle yok etme derecesine getirebilirdi. Bunun da bir cemiyet için ne denli kötü ve olumsuz sartlar doguracagini söylemeye gerek yoktur. Çünkü böyle bir durumda vakiflarin yüklendigi nice hizmetler, yerine getirilmeyecekti. Ne egitim, ne ibâdet, ne iktisad, ne ulasim, ne de saglik bakimindan hiç bir hizmet yeterince yapilmayacakti.

Hukukî bir müessese olmasindan dolayi vakfin kurulabilmesi için bazi sartlarin bulunmasi gerekir. Her seyden önce vakfi yapmak isteyen kimsenin o vakfi yaptigina dair "malimi vakf ettim, haps ettim, tasadduk ettim" veya "sadaka-i müebbede ile sadaka ettim" gibi ifadeler kullanmasi gerekir. Bu neviden söz ve isaretler, vakfin rüknünden sayilir. Bundan baska vakfin tesisi için gerek vakfi yapan kisi, gerekse vakf edilen malda da bazi özelliklerin bulunmasi icab eder. Bununla beraber bunlari kesin çizgilerle birbirinden ayirmak pek mümkün degildir.

a- Vakfi Yapan Kimsede Bulunmasi Gereken Sartlar:

1- Vâkifin, temlik ve teberrua ehil olmasi gerekir. Baska bir ifade ile akil, balig, resid ve hür olmalidir. Binaenaleyh, küçügün, mecnun (deli) ve matuhun yapacagi vakiflar, sahih vakif muamelesi görmezler.

2- Vâkif, borçtan dolayi mahcur bulunmamalidir.

3- Vâkifin, vakfa rizasi bulunmalidir.

4- Vâkif, vakf ettigi seyi, hayir ve sevab kazanma inanci ile yapmalidir. Burada gözetilen gâye, Allah'in rizasi ve toplumun menfaatidir.

b- Vakf edilen Malda Bulunmasi Gereken Sartlar:

1- Vakfedilen mal, vakif aninda vâkifin mülkü olmalidir. Su halde baskasina ait olan bir sey vakfedilemez.

2- Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat olmamalidir.

3- Vakfolunacak malin akaar (ev, dükkan, tarla gibi gelir getiren mülk) olmasi gerekir.

4- Vakifta muhayyerlik sarti bulunmamalidir.

5- Vakf edilecek bina ve agaçlar, müstahikkul-kal' (yikilmaya veya sökülmeye mahkum) olmamalidir.

6- Vakfin mesrutun lehi (vakiftan istifade edecek olanlar) belli olmalidir.

c- Vakiflarin Kurulus Sekilleri:

Vakiflar, sartlari haiz olan kimseler tarafindan asagidaki sekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:

1- Tescil suretiyle: Vâkif, hâkime (kadiya) müracaatla vakif kurmak istedigini bildirir. Bunun üzerine hâkim, yukarida bir kismindan bahs edilen sartlarin bulunup bulunmadigini arastirir. Sayet bu arastirma müsbet bir sekilde sonuçlanirsa o zaman sahidlerin (suhûdu'l-hal) huzurunda ve onlarin da karara istiraki ile vakfi karara baglayip tescil eder. Müslüman olmayanlar tarafindan tesis edilenler dahil bütün vakiflarin ser'î mahkemelerde tescili sart oldugundan, muhtelif vilayet mahkemeleri arsivlerinin incelenmesi suretiyle Osmanli döneminde tesis edilmis vakiflarin tam sayisi, gayesi ve karakteri hakkinda saglam bir bilgi edinmek mümkün olabilir.

2- Vasiyet yolu ile: Vakfi yapacak olan kimsenin ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakiftir. Eger vâkifin mirasçilari yoksa mâmelekinin tamamini, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir. Ölümü halinde vasiyeti geregince mülkü vakif olur.

3- Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerinde cami insa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kilmasina müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kilsa o mekân vakf-i lâzim suretiyle vakif olur. Artik burasi cami olmustur.

VAKIFLARIN IDARESI

Allah'in rizasini kazanmak ve ahirette karsiligini sadece O'ndan beklemek gayesiyle yapilan vakiflar, Islâm dünyasinin hemen her bölgesinde vardir. Dinî, iktisadî ve ictimaî hayatin vazgeçilmez unsuru olan vakiflar, Islâm âleminde büyük bir yekûn teskil ediyorlardi. Bunca büyüklükteki bir müessesenin belli bir sisteme baglanmasi, iyi idare edilmesi ile mümkündür. Bu bakimdan, daha isin basinda siki tedbirlere bas vuruldugu görülür. Nitekim her vakfin bir vakfiyesinin bulunmasi, vakfiyedeki (vakif senedi) sartlarin "nass" gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrica bunlari yönetmek için müstakil idarelerin kurulmus olmasi bunu göstermektedir.

Vakiflara idareci (nâzir) tayini Hz. Peygamberle baslamis ve günümüze kadar devam edegelmistir. Tabiatiyle Osmanlilar da vakiflarini idare etmek, onlarin devamliligini saglamak ve istenilmeyen sekilde harcamalarina mani olmak için yöneticiler tayin etmislerdi. Nitekim Orhan Gazi, Bursa'da yaptirdigi câmi ve zâviyenin idaresini Sinan Pasa'ya vermisti. Böylece Sinan Pasa'yi Osmanli döneminin ilk Evkaf Nâziri sayabiliriz. Daha sonra hükümdar vakiflari, vezir, kadiasker, sadrazam, seyhülislâm, bâbussaade ve dârussaade agalari gibi devlet adamlari tarafindan idare edilir oldu.

Yildirim Bayezid, her vilayete "Müfettis-i Ahkâmi's-Ser'iyye" tayin ederek vakif islerini teftis ettiriyordu. Çelebi Sultan Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, "Hâkimu'l-Hükkâmi'l-Osmaniyye" ünvaniyla evkaf islerinin umumî nâzirligina tayin edilmisti. Sultan II. Murad döneminde bu is, kadiaskere, Fâtih Sultan Mehmed de bunu Mahmud ve Ishak Pasalara havale etmisti. Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu oldugundan, "Sadr-i Âli Nezâreti" teskil olunmustu. Fâtih'ten sonra Sultan II. Bâyezid, evkaf islerini Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcih etti. Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarinda evkaf nezâreti ile tekrar sadrazamlar görevlendirildiler. Sultan I. Ahmad Han devrinde, Seyhülislâm idaresinde olan vakiflar, II. Mahmud Han zamaninda Kadiaskerin emir ve idaresi altinda idi. Yine bu dönemde her vilayette, "Müfettis-i Evkaf adinda bir idareci vardir.

Osmanlilar döneminde sahislar tarafindan kurulan vakiflarla mütevelliler mesgul oluyor, bunlar kadilar vâsitasiyle teftis ve murakabe ediliyorlardi. Her kadi, kendi mintikasindaki vakiflari, emrindeki müfettislerce teftis ettirdigi gibi, bazan bizzat kendisi de bunlari teftis ederdi. Istanbul kadisi ise bütün vakiflari teftis yetkisine sahipti.

Misir, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nin ilhakindan sonra buralarda bulunan vakiflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan "Haremeyn Evkaf Nezareti"ne baglandi. Daha sonra gelisen vaziyet geregi, Anadolu ve Rumeli vakiflarinin idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teskil olunan "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"ne baglandi. Bu nezâretin teskilinden sonra müessesenin basina getirilen ilk nâzir el-Hac Yusuf Efendi olmustu.

Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yilinda Evkaf-i Hümayûn Nezâreti'ne ilhak olundu.

Osmanlilar döneminde 1242 (M. 1826) yilinda kurulan Evkaf Nezâreti'nden önce vakiflar, vâkiflarinin sartlarina göre idare ediliyorlardi. Genel olarak bu idare biçimlerini asagidaki sekilde gruplara ayirmak mümkündür:

a-Haremeyn Nezâreti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bagli vakiflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise Çinili ve Atik Valide Camileri vakiflarinin idareleri "Dârussaade Agalan"nin elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habesî Mehmed Aga'nin basina getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, mesrutun lehi "Haremeyni's-Serifeyn" halki olan vakiflarin idaresine bakardi. Kurulusundan kisa bir müddet sonra Osmanli Padisahlari, hanimlari ve Dârussaade Agalari gibi önemli sahsiyetlerin vakiflari, buna ilave edildigi için bu nezâret önem kazanmisti. Bu nezâret dört daire tarafindan idare edilirdi. Bunlar:

I- Evkaf-i Haremeyn Müfettisligi: Diger vakif müfettislerinden ayri olarak nezâretin kurulus tarihi ile birlikte kurulmus hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakiflari ile birlikte diger bütün vakiflarin hukukî problemlerini ve isleyis tarzlarini da teftis ederdi. Bu müessesenin basina ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyali Mehmed Efendi getirilmisti.

II- Evkaf-i Haremeyn Muhasebeciligi: Dârussaade agalarinin nezâreti altinda bulunan bütün vakiflarin vakfiye ve kurulus gayelerini tescil eden, vakiflari, vakfiyelerinin sartlarina göre idare eden ve muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.

II Evkaf-i Haremeyn Mukataaciligi: Haremeyn vakiflarindan mukataaya baglanan, bütün vakif arazi ve binalarin kayitlarinin tutulmasi bu daireye aitti. Ayni sekilde vakiflara ait vergi ve diger gelirlerin toplanmasi (cibâyet), ferag ve intikallerin saglanmasi bu daire tarafindan yürütülürdü.

IV- Dârussaade Yaziciligi: Dârussaade Agalari'nin bütün yazismalari bu büro tarafindan yürütülüyordu. Burada çalisan görevliler, Dârussaade Agalari'nin bütün sirlarini bildikleri için genis bir nüfuza sahiptiler.

Bu dört daire tarafindan tutulan defterler, siyakat hatti ile yazildiklari gibi muhteva bakimindan da tarihî belgelerin en mükemmeli durumunda idiler.

Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray müstemilatindan olan Darphânenin üst tarafi idi.

b- Vezir Nezâreti: Sadrazamlarin nezâreti ile idare olunan vakiflardir. Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'da yaptirdigi bina ve diger ha yir eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Pasa'ya, 872 (1467)'de de veziriazam Ishak Pasa'ya tevcihiyle basladi. Bunlara daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakiflan da ilâve edilirdi. "Ser müfettis" adi ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.

c- Seyhülislâm Nezâreti: Sultan II. Bâyezid Han'in Istanbul ve diger sehirlerde meydana getirip tesis ettigi hayratinin idaresini, hicrî 912 (1506) senesinde Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile basladi. Idare merkezi Bâyezid imâret dairesi idi.

d- Tophâne Ümerâsi Nezâreti: Sultan Bâyezid, Hamidiye, Laleli, Selimiye, Mihrisah Valide ile II. Mahmud vakiflarinin mulhakat ve mukataatindan ibaret idi. Darphâne tarafindan yönetilirdi.

e- Istanbul Kadilari Nezâreti: Kadilara mesruta olan bu vakiflarin tamamina Istanbul kadilari nezâret ederlerdi. Daha sonra bu nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadiliklari ile Kaptan Pasa, Yeniçeri Agasi, Sekbanbasi, Bostancibasi gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12 sayisina kadar çikmisti.

Sultan II. Mahmud Han, yeniçeriligi "Vak'a-i Hayriye" ile ortadan kaldirdiktan sonra, vakiflar arasindaki irtibatsizligi yok etmek ve zamanla ortaya çikan bazi yolsuzluklari önlemek gayesiyle bütün vakiflarin tek bir nezâret altinda toplanmasinin daha dogru olacagi kanaatine varmis olacak ki, bütün dinî binalarin bakim ve onarimi, personelinin ayliklari ve diger hayrî maksatlar için tesis edilen vakiflarin bir çati altinda toplanmasini kararlastirdi.

Vakiflarin tek elden idaresi için 12 Rebiülevvel 1242'de çikarilan bir fermanla "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"nin kuruldugu ve Darphâne nâziri ve mütevelli kaimi makami el-Hac Yusuf Efendi'nin yeni kurulan bu nezâretin basina getirildigini biliyoruz. Böylece adi geçen nezâret resmen kurulmus oluyordu. Bununla beraber, Sultan I. Abdülhamid Han'in kendi vakiflari ile ilgili olarak tesis ettigi teskilât, Evkaf-i Hümâyun Nezareti'nin kurulusuna bir baslangiç sayilmaktadir. Bu bakimdan, nezâretin ilk kurucusu olarak adi geçen padisahi kabul edenler de bulunmaktadir.

Evkaf-i Hümâyûn Nezâreti kuruldugu zaman, "kesedarlik", "zimmet halifeligi" ile "sergi halifeligi" adinda üç daireden meydana gelmisti. Bunlarin âmiri durumundaki nâzira maas olarak 10.000 kurus baglanmisti.

Kesedarlik idaresi: Nezârete bagli vakiflarin ilamlarina, takrirlerine ve inhalarina ait bütün isleri yürütmekle görevli idi. Bu memuriyete ilk defa hâcegandan Küçük Kal'a tezkirecisi Egin'li es-Seyyid Mehmed Sevki Efendi tayin edilmisti.

Zimmet Halifeligi: Vakiflarin mukataalarini, zabitlarim ve sarraflardan alinacak kefalete bagli borç tahvilleri ile ilgili islemleri yürütürdü. Keza, kira mukavelerini düzenlemek, tahsilati yapmak ve muhasebe kayitlarini kontrol etmekle görevli idi. Bu hizmetin basina da ilk defa Mehmed Arif Efendi getirildi.

Sergî Halifeligi: Evkaf-i Hümayûn Nezâreti hazinesine gelen paralan almak, vakfiyeye göre gider bütçesini hazirlamak ve vakif bütçesine göre günlük harcamalari yapmakla vazifeli idi. Ilk defa sergi halifeligine tayin edilen kisi, Zimmet halifesi olan zatin kardesi Ahmed Izzet Efendi'dir.

Bütün bu islerin yürütülmesinde adi geçen dairelere yardim etmek üzere kâtipler, maiyyet ve hizmetliler tayin edilmisti.

Bilahare nezârete yapilan ilhaklarla isler çogaldigindan ve adi geçen üç dairenin bütün bu isleri geregi gibi ve zamaninda görmesinin mümkün olamayacaginin anlasilmasindan sonra Zilkade 1246 (Nisan 1831)'de Tahrirat Baskatipligi, Mülhakat Gedikler Kâtipligi ve Rûznâmecilik adi ile üç yeni memuriyet daha ihdas edildi.

Çalisan personel sayisinin artmasi üzerine, nezâret için büyük bir idare binasina ihtiyaç duyulmustu. Bu sebeple, eski Darphâne civarinda hasirci ve dogramaci koguslari yikilarak bunlarin yerine 17 odali bir daire insasina baslanmisti. Bu yeni binanin insaati, Cemaziyelevvel 1248 (Ekim 1832)'de bitirilerek bina dösenmis, nezâret de Receb (Kasim-Aralik 1832) ayinda yeni binasina tasinmisti.

Vakfiyelerin tahlilinden anlasildigina göre, baslangiçta Osmanli dönemi vakiflarinda hizmet gören mütevellilerin müstakil bir idare binasina sahip olmadiklari, bu is için kendi evlerini kullandiklari görülür. Ancak XVIII. asnn ikinci yarisindan itibaren Sultan III. Osman, Sultan III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Han kendi vakiflari için idare binalari ihsa ettirmeye basladilar. Onlar, bu binalar için kapicilar (bevvâb) ve bekçiler (mustahfiz) tayin ettiler. Böylece bu vakiflarin her biri, gerçek mânâda birer idarî merkeze kavustu. Söz konusu idare binalarinin ihdas edilmesi, Osmanlilardaki vakif idaresinin merkezîlestirilmesi için atilmis bir ilk adim olarak kabul edilebilir.

Osmanli Devleti'nin ortadan kaldirilisina kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çikarilan 429 sayili kanunla ilga edilerek Basbakanliga bagli bir Umum Müdürlüge havale edildi. 429 sayili kanunla Vakiflar Umum Müdürlügü de kurulmus oldu. Bununla beraber bu kanun, vakiflarda fazla bir degisiklige sebep olmuyordu. Cumhuriyetten sonra vakif mevzuatinda ilk mühim degisiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayili kanunla yapildi. Bu kanun 5 Aralik 1935 tarihinde yürürlüge girdi.

Vakiflarin kurulusu, kurulus sartlari ve idaresi gibi hukukî özelliklerine isaret ettikten sonra bir vakfin resmen tesis edilmis oldugunu gösteren belgeden (vakfiye) bahs etmemek, konu için bir eksiklik olarak kalacakti. Onun için biz de fazla teferruata girmeden bu hukukî belgeden söz etmek istiyoruz.

VAKFIYE

Vakfiye, vakfin vâkifi (vakf eden, vakfi tesis eden) tarafindan hazirlanmis nizamnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadilik siciline kayd edilip islendikten sonra kesinlesirlerdi.

Islâm tarihinde ilk vakfiyenin Hz. Ömer tarafindan yazildigi söylenmekle birlikte bunun, Hz. Peygamber devrinde mi, yoksa Hz. Ömer'in halifeligi zamaninda mi olduguna dair kesin bir bilgiye sahip degiliz. Büyük bir ihtimalle bu, Hz. Ömer'in halifeligi döneminde olmustur.

Tarih boyunca vakfiyeler, tas, deri ve kagit gibi yazi için elverisli bulunan malzeme üzerine yazilarak günümüze kadar gelmislerdir. Sayet vakfin mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanin duvarlarindan birine kazilirdi. Nitekim Türkçe ile vakfiye olan Germiyanoglu II. Yakub Bey (ö. 1428) vakfiyesinin tas üzerine yazildigini biliyoruz.

Tarih ve medeniyet açisindan bakildigi zaman vakfiyeler, büyük bir önem tasirlar. Çünkü bunlar, bize milletin muayyen bir zamanindaki hayat ve kültürüne ait muhtelif olaylari ile sekilleri görme imkâni verirler. Keza vakfiyeler, Müslümanlarin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli rol oynamis olan vakif tesisinin nasil çalistigim, kimlerin bunlari idare ettigini, kimlerin vakif gelirinden istifade ettigini vs. gibi hususlari ögrenmemize yardimci olurlar. Bunlardan (vakfiyelerden) vakfin büyüklügüne göre hacimli olup defter gibi olanlar bulundugu gibi, muhtasar ve tek sayfa seklinde olanlar da vardir. Bu arada rulo seklinde uzun ve kalin varaklar halinde olanlar da bulunmaktadir. Mufassal olanlar uslûb bakimindan edebî degeri yüksek olan eserlerdir.

Vakfiyelerde, Allah'a hamd ve senâ, Resûlüne salât ve selâmdan sonra hayir yapmaya tesvik edici, sadakanin sevabindan bahs edici âyet ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insani tesvik etmek ve edebî san'at yapmak bakimindan âyet ve hadisler, siirlerle de desteklenir. Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden olduklari için hukukî bünyeden sayilmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle su hususlar yer alir:

1- Vakf olunan mallarin neler oldugu.

2- Vakf olunan bu mallarin nasil idare edilecegi.

3- Vakif gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi sekillerde verilip sarf edilecegi.

4- Vakfin kimler tarafindan idare edilecegi, müessesede kaç kisinin çalisacagi, bunlara ne miktarda ücret ödenecegi, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edilecegi, esyanin fiyati vs. gibi konular, teferruatli bir sekilde açiklanir.

5- Hakimin (kadi), vakfin sihhat ve lüzumuna dair olan hükmü.

6- Sonunda da tarih ile kadinin mührü bulunur.

Vakfiye, eb'ad, bakimindan ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir. Bunlar:

a. Dîbâce (Giris): Vâkifin, vakfi kurma sebep ve gayesinden bahs eden bu bölüm, âyet ve hadislerle kuvvetlendirilir.

b. Vakfin Hizmet Sartlan: Gelir kaynaklan ve masraf yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kismidir.

c. Sonuç: Bu kisimda müessesenin seriata uygunlugu belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyecegi anlatilir. Bundan sonra da tarih ve sahidlerin imzalari bulunur.

Farkli dönemlerde kurulan vakiflarin vakfiyelerinde, gerek basta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen dualari iki kisma ayirmak mümkündür. Bunlardan biri hayir dua, digeri de beddua seklindedir. Vakfiyelerde bu neviden dualarin bulunmasi normaldir. Zira vakif hizmetlerinin yürütülmesinde, dogru ve dürüst çalisan, hizmetin görülmesine yardimci olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayi vâkifin hayir duada bulunmasi bir çesit sükran ve minnet borcu olarak kabul edildigi için tabii bir harekettir. Bundan baska, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin disinda kullanan idareci ve görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kismi, düsünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek sekildedir. Bu bedduada vakfi kötüye kullanan, onu degistiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin azalmasina sebep olan, haksiz olarak onun malindan yiyen vs. gibi, vakfa kötülügü dokunacak olanlar hedef alinmislardir.

Gerçekten, ebediyet (devamlilik) sarti üzerine kurulan vakiflarda, vâkifin seneler sonra (ölümden sonra) ona müdahale edenlere baska türlü karsi koymasi mümkün degildir. Bunun içindir ki o: "Allah'in, Peygamberlerin, meleklerin, insanlarin ve bütün mahlukatin lâneti"nin, vakfi degistirenin üzerine olmasini dilemekten baska bir sey yapamaz. Bu sebeple vakfiyelerin sonuna bakildigi zaman, böyle bir beddua kismi görülür ki bu, insanlar için manevî bir tehdid olmaktadir. Gerçekten inanan ve muvahhid (Allah'in birligine iman eden) olanlar, böyle bir bedduaya maruz kalmak istemezler.

Osmanlilarda vâkif, vakfiyesini Istanbul'da Defterhâne'nin bu islerle ilgili bürolarindan birine kayd ettirirdi. Defterhanede sicillere geçirilmis olan bu vakfiyeler, bugün Ankara'da Vakiflar Genel Müdürlügü Arsivinde bulunmaktadirlar. Bu arsivde 26300 kadar vakfiye oldugu belirtilmektedir. Bununla beraber bunlar, vakfiyelerin tamamini temsil etmekten çok uzaktirlar. Ancak muhtelif vilayet mahkemelerine ait bütün ser'iyye secilleri ve tahrir defterleri tarandiktan sonradir ki, Osmanlilar döneminde kurulmus bulunan vakiflarin sayisi yaklasik olarak tesbit edilebilir. Belli bölge veya belli zamanlardaki vakiflarin sayisi konusunda ancak iki örnek zikr edilebilir. Bunlardan biri 927-1005 (1519-1596) yillari arasinda Istanbul'da tesis edilen vakiflarin sayisidir ki, bunlarin yekûnu 2868'dir. Bu konuda baska bir örnek te 1718-1800 yillari arasinda Haleb'te kurulmus vakiflarin sayisidir. Buna göre belirtilen tarihte Haleb'te 485 vakif kurulmustur.

Vakfiyelerin en eski tarihi tasiyanlarindan, en yenilerine kadar tedkik edilecek olursa bunlarin kültür ve medeniyet tarihimizin bir çok özelliklerine isik tuttuklari görülecektir. Nitekim, bunarin; tarih, kültürel gelismeler, folklorik özellikler, sanat tarihi ve sosyolojik yönleri ile toplumun bilgilendirilmesine de yardimci olduklari görülür. Vakfiyelerin bu özelliklerine kisaca temas ederek, bu vesikalar üzerinde uzmanlarin hangi yönleri ile arastirma yapabileceklerine isik tutmaya gayret edecegiz.

Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine isik tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunlarin yakinlarinin düzenledikleri vakfiyeler, bu sahislarin hem hayatlari, hem de sahsiyetleri hakkinda bilgi sahibi olmamizi saglarlar.

Vakfiyeler, birer müessese olan vakiflarin, ilk elden incelenmesi gereken kaynaklaridir. Gerek dinî, gerek sosyal, gerekse ilmî müesseselerde çalisan insanlarin hangi isleri yaptiklari, çalisma sartlarinin nasil olduklari ve hatta yetisme ortami bakimindan bize bilgi veren yegane kaynak o müessesenin vakfiyesidir.

Vakfiyeler, birçok özellikleri yaninda döneminin iktisadî hayati hakkinda da faydah bilgiler verirler. Gerek fiyat hareketleri, gerekse insanlarin geçim standartlarini tesbit etmemize yardim edecek bilgiler, vakfiye metinlerinde mevcut bulunmaktadir. Bu bakimdan, dönemin iktisadî tarihini yazacaklar için vakfiyeler, basta gelen kaynaklar arasinda zikredilebilir. Keza vakfiyeler, sehir tarihçiligi ile ugrasanlar için de birer kaynaktirlar. Zira vakif müessesesi, kuruldugu sehrin bir parçasidir. Dolayisiyle vakif müessesesinin tarihi, o sehrin tarihi ile iç içedir. Özellikle sehrin yerlesim durumu ile halkinin dagilimi hakkinda bilgilerin yer aldigi vakfiyeler, bize, bölgenin cografyasi, siyasî ve fizikî haritasi, hatta iklimi bakimindan da bilgi sahibi olma imkani veren yardimci vesikalar hüviyetindedirler.

Vakfiyeler, kültürel özellikleri bakimindan da önemli birer vesika olarak karsimiza çikmaktadirlar. Nitekim vakfiyelerde kullanilan dil ve uslûb, gelisi güzel degil, belli bir sistem ve usûle bagli olarak kullanilmaktadir. Bu sebeple vakfiyelerin kendilerine ait özel bir dili bulunmaktadir.

Vakfiyeler, halkin günlük yasayislari hakkinda bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de isik tutarlar. Kara Ahmed Pasa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayrami ile mübarek gün ve gecelerde halkin yasayisi hakkinda bilgiler bulunmaktadir. Giyecek ve yiyecek satin alinabilmesi için kayitlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pisirilmesi için gerekli malzemenin alinmasi gayesiyle vakif gelirlerinden tahsisatlar ayrildigi görülmektedir. Keza vakfiyelerde devrin isinma kültürü bakimindan da bilgilerin bulunduguna tesadüf edilmektedir. Kisin odun ve kömürün yakildigini gösteren metinler, bunun açik birer delilidir.

Misafir karsilama ve ugurlama âdetleri ile bineklerin kullanimi hakkinda bilgiler buldugumuz vakfiyelerde, sünnet geleneginin Anadolu'da nasil oldugunu gösteren ifadeler de bulunmaktadir.