Osmanli toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel bakimlardan gelismesine yardimci olan câmilerde görev yapan ve adina kisaca "imam" dedigimiz görevlinin vazifelerinden de biraz söz etmek yerinde olacaktir. Mahallenin dinî, idarî ve beledî yöneticisi durumunda bulunan imamin vazifesi, günümüzdeki gibi mihrab ile minber arasina sikisip kalmamisti. Osmanlilarda imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bundan dolayi bazi zâbita ve beledî isler de yine mahalle imamlari tarafindan takip edilirdi. Mesela ahlakî yönden zabitayi ilgilendiren olaylardan imam sorumlu idi. Nüfus kayitlari, dogum, Ölüm, evlenme, bosanma gibi islemler de imamlar vâsitasiyle yerine getirilirdi. Mahalleye gelip gidenler, mahalle halkini rahatsiz edecek sekilde uygunsuz davrananlar, içki içip sarhos olanlar ile benzer kimseler, imamlar tarafindan gözetilirdi. Tabir caiz ise onlar, mahallenin gören gözü isiten kulagi idiler. Vazifeye tayinleri padisah berati ile olan imamlarin bu özelliklerini belirten pek çok arsiv belgesi bulunmaktadir. Bu bakimdan bunlara örnek vermeye bile ihtiyaç hissetmiyoruz. Ancak baska hukukî bir durumu ortaya koymasindan dolayi bir belgeden söz etmemiz gerekir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadisi'na gönderilen bir hükümde, imam ve hatiplerin, vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerektigi bildirilmektedir. Bu müddet içinde beratlarini almayanlarin vazifeye tayin edilemeyeceklerini de yine adi geçen belgeden ögreniyoruz. Herhalde bu yüzden olsa gerek ki, baska bir vesikaya göre resmen imamlik vazifesi ile tayin edilmeyen kimseler için adi geçen tabirin (imam) kullanilmasi bile mümkün görülmemektedir. Bir baska belgeden ögrendigimize göre sadece mahalle veya köy halkinin istegi ile görev yapanlar için "imam" tabiri yerine "Namazci" ifadesi kullanilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde, imamlik vazifesine getirilen kimse, özellikle sosyal faaliyetleri bakimindan basi bos birakilmazdi. Kadilar, her zaman imamlari teftis edebilirlerdi. Bu teftislerde onlar sadece dinî görevleri degil, mahalledeki diger hizmetlerin yapilip yapilmadigini da arastirirlardi. Bu bakimdan isinin ehli olmayan kimseler vazifeden uzaklastirilirlardi.

Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, kadi'nin bir nevi temsilciligini yapiyorlardi. Kadilarin, yerine getirmeleri gereken pek çok iste imamlardan yardim gördüklerine sahid olunmaktadir. Bu meyanda onlar, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Arsivlerimizdeki birçok belge, imamlarin bu konudaki yetkilerine isik tutmaktadir. Nitekim Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihini tasiyan asagidaki su hüküm dikkat çekicidir. Biz bu hükmün bir kismini aynen buraya almayi faydali görüyoruz:

"Âsitane kaymakamina ve Istanbul Kadisi'na ve Sekbanbasiya ve

Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahrûse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmûmeleri üzre bazi erazil ve müdmin-i hamr olan eskiya ile ihtilat ve irtikab-i fisk u fücûr ve baise-i fitne ve fesad olduklari mesami-i âliye-i malûkâneme ilka olunup emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker'in meviza-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeabimi vacib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lazim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarun ileyh ve siz ki muma ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vâcibu'l-imtisâlim vusûluna mahruse-i Istanbul ve tevabü mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede cemaat ile eday-i salâti mefruza içün hazir olup ve içlerinden tarik-i salât ve siirb-i hamr ve sair menâhiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzere..." diye devam eden emre göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Vesikanin metnini verdigimiz için burada fazla bir açiklama yapma geregini duymuyoruz. Keza,Haslar Kadisi'na selh-i Safer 975 (7 Agustos 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyub ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücûr ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve ve sair oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulundugu yerlerin kapatilmasi için de imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere itaat etmeyenlerin haps edilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.

Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vâsitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerinde ayni anda (yatsi namazi vakti) emir veya yasaklarini bildiriyordu. Zira o asirlarin toplum suuru geregi, mahallede ergenlik çagina gelmis bulunan erkeklerin büyük bir kisminin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat, dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilân ederdi.

Günümüzle mukayese edildigi zaman gerçekten büyük bir farklilik gösterdigine sahid oldugumuz Osmanli devri mahalle imamlarinin bu görevleri, o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri, degisen dünya sartlarina göre zamanla daraltilmistir. Bu durum, Tanzimat (1839)'a takaddüm eden senelere kadar uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar, imamlarin yanina verilmistir. Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin yönetimdeki vazifelerine son vermek için atilmis bir adim oldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece câmiye hasr edilmistir.

TEKKE

Islâm dünyasi kültür ve sosyal hayatinda önemli yeri bulunan müesseselerden biri de tekkedir. Tasavvuf düsüncesinin, anlayis ve terbiyesinin islendigi, derinlestirildigi ve halka takdim edildigi tekkeye (tekye), zâviye, hankah ve dergâh gibi isimler de verilmektedir. Ilk tekkenin Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafindan kurulmasindan kisa bir müddet sonra her tarafta yayilan ve dolayisiyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kurulus faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerlesmesinde de büyük ölçüde rol oynadilar. Anadolu'nun Islâmlastirilmasinda da tekkelerin oynadigi rol, inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Nitekim Mentese Beyligi adli arastirmasinda Paul Wittek, adi geçen bölgede dervislerin Islâmlastirma hareketlerinde nasil faal bir rol oynadiklarini anlatir.

Tekke ve zâviyelerin, Osmanli fütûhatim kolaylastirmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarini biliyoruz. Zira Osmanogullari ile birlikte birçok seyh, gelip Anadolu'nun bati taraflarina yerlesir. Bu yeni gelen dervis muhacirlerin bir kismi, gazilerle birlikte memleket açmak ve fütuhat yapmakla mesgul oluyor, bir kismi da o civardaki köylere veya tamamen bos ve tenha yerlere yerlesiyorlardi. Köy veya bos araziye yerlesenler, bu yerlerde müridleri ile birlikte ziraat ve hayvan yetistirmekle mesgul oldular. Bunlar, özellikle bos topraklar üzerinde zâviye kuruyordu. Bu sayede buralar kisa bir zamanda din,kültür ve imar merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarina yerlesmeleri, onlarin (ordularin) harekâtini kolaylastiriyordu. Bundan baska Osmanlilar, fetihlerden önce istedikleri yerlere dervis gönderiyorlardi. Böylece yerli halkin psikolojik olarak hazirlanmasi saglaniyordu. Evliya Çelebi'deki bir kayit bunu teyid etmektedir. Tekke seyhleri, maddi olarak da orduya yardim ediyorlardi. Nitekim gerek Âsikpasazâde, gerekse Nesrî'de bulunan asagidaki ifadeler, bu yardimlarin, ordularin sevk ve idaresi için ne denli kiymetli oldugunu göstermektedir. Buna göre Göynük ve Taraklu'ya hazirlanan bir akinda Osman Gazi, Köse Mihal'in tedbirlerini sevab (dogru) bilip güzati cem' edüp gelüp Bes tas (Besiktas) zâviyesine konup seyhine Sakari (Sakarya) suyunun geçidini sorarlar. Seyh de kendilerine geçidi gösterir.

Bundan baska tekkelerin, köylerin gelismesinde ve köy halkinin ilerlemesinde de büyük hizmetler yerine getirdikleri bilinmektedir. Gerçekten, köy ictimaî toplulugu içinde bir imam ile bir de zâviye seyhinden (varsa) bahs etmek gerekir. Zâviye seyhleri, XIII. asirdan itibaren "Köy Gençlik Ocaklari"ni nüfuzlari altina alarak buraya tarikat usûl ve âdetlerini sokmuslardir. Böylece bunlar da sehirlerdeki ahî teskilâtlari gibi kuvvetli bir manevî birlik kazanmislardi.

Osmanli toplum hayatinin ekonomik ve sosyal gelismesinde harç vazifesi gören tekkelerin son zamanlarindaki durumlarina bakip bunlarin devamli böyle olduklarini zannetmek, büyük bir haksizlik olur. Nitekim M. Cevdet de bu mevzuya temasla "son zamanlardaki tereddisine bakip ta tekkelerin daim öyle olduguna hükm etmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortaligi yapraksiz ve yesilliksiz sanmak dogru olmadigi gibi, kemâl zamanlarinda tekkeler, ruhlari çok terbiye etmistir. Eskiden tekkeler, edebiyat, musikî ve tarih ocaklari idi. Hayatin izdirabini dindirmek ihtiyacinda olanlar, oralara kosar, nefis bir ahengin selâlesi altinda ruhlarini yikar, tesellikâr söz ve tarihî menkibelerle yeniden canlanirlardi. Hâsili tekkeler, ye's ve mahrumiyet ile canina kiyacak insanlarin, yeniden tamir gördügü yerlerdir" diyerek tarihî bir gerçegi dile getirmeye çalisir. Bu ifadeler, tekkelerin insan hayatinda, özellikle psikolojik rahatsizligi bulunan ve çesitli sebeplere bagli olarak bunalima giren insanlar için nasil bir mânâ ifade ettigini göstermektedirler.

Osmanlilar, tekke düsüncesini sistemlestirmek, müesseselestirmek ve bu düsünceyi çesitli yol ve teskilatlarla cemiyete aktarmak hususunda önemli hizmetler ifa ettiler. Bu anlayistan hareketledir ki, daha önceki Müslüman devletlerin tekke ve zâviye seyhlerini korumalari an'anesi, Osmanlilarda da aynen devam etti.

Görüldügü gibi, psikolojik, pedagojik ve tibbî problemlere varincaya kadar genis bir hizmet sahasina sahip olan tekke, o devrin mektebidir, hastahanesidir, spor yurdudur, moral kaynagidir, dinlenme kampidir, beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocagidir. Velhasil tekke, insanlarin hayrina olan her seydir. Tekke'nin, tarih boyunca icra ettigi fonksiyonlarini kisaca söyle özetleyebiliriz:

a. Tekkeler, özellikle kurulus yillarinda kendi seyhleri tarafindan seçilen bölgelerde kuruluyorlardi. Bundan dolayi onlar, etraflarindaki insanlarin manevî ihtiyaçlarini temin ederek bölgelerinin insanlarina sahip çikiyorlardi. Böylece, Kur'an'in tavsiye ettigi bir metod olan hikmet ve güzel ögütle insanlari dine ve hakikata çagiriyorlardi.

b. Tekke ve zâviyelerin bir kismi, devlet tarafindan, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyorlardi. Bu bakimdan, daglarda korkunç bogaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askerî sevk ve idareyi kolaylastirmak, ticarete engel olabilecek eskiya vs. gibi kimselere mani olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardi. Böylece tekkeler, kar ve yagmurlu günlerde de ticarî sevkiyatta bulunanlara birer siginak oluyorlardi.

c. Çok genis topraklara sahip olan Osmanli Devleti'nin, merkeze olan uzakliklari dolayisiyle, otoritenin zaaf gösterdigi yerlerde bazi isyanlarin çikmasi normaldi. Devlet, böyle yerlere maas vermek suretiyle devamli bir zâbita kuvveti yerlestirecegine, orada bir zâviyenin kurulmasini daha uygun ve netice itibari ile daha faydali görüyordu. Devlet, tekke vasitasiyle bu neviden dert ve sikintilari ortadan kaldiriyordu.

d. Oturma merkezlerinde (meskûn mahallerde) kurulan dergahlarin gördügü önemli hizmetlerden biri de temel inanç ve kültürün, halk arasindaki birlik ve saglikli bir haberlesmenin saglanmasi idi. Günümüz yayin organlari tarafindan verilen hizmet, o dönemde câmi ve tekkeler vâsitasiyla yerine getiriliyordu. Tamamen vakiflara bagli olan bu müesseseleri hemen her yerlesim biriminde görmek mümkündür. Söz gelimi, Urfa'da Seyh Yalincik, Seyh Tahir, Câbir el-Ensarî, Halil Rahman; Erzurum'da Ibrahim Hakki; Maras'ta Ereglice, Seyyid Mazlum; Sam'da Zeyne'l-Âbidin; Mustafa Pasa tekkesi gibi tekkeler ilk akla gelenler olarak zikr edilebilir.

e. Nihayet tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve sinir hastaliklari için tedavi merkezi olarak kullanildigini da biliyoruz. Daha çok telkin ve irsad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu sifa yurtlari, çogu zaman bir seyhin önderliginde toplumun bu sahadaki yaralarina çareler ariyordu. Bu seyhlerden bir kisminin da gerçek mânâda doktor (tabib) olduklarini düsündügümüz zaman, tekkelerin bu konudaki hizmetlerinin ne kadar önemli olduklari anlasilir.

Tamamiyle vakiflara bagli olan tekkeler, insanlara yardimi hedeflemislerdi. Devlet, çesitli yollarla bunlara yardimda bulunuyordu. Hatta bu yardimlarin yaygin sekli, kendilerine bagli olan vakif arazilerden vergi almamakti.

Tekkeler, insanlara sunduklari hizmetleri yanisira, dervislerin devamli olarak ikamet ettikleri ve tarikata intisab edenlerin, zikir ve merasimi toplu olarak yaptiklari yerlerdir. Bu sebeple tekkeler mimarî yapi olarak su kisimlardan meydana geliyordu:

1. Semâhâne: Semâhâneler, zikir ve ibadet etmek için hazirlanmis özel sofalardir. Bunlarin sekli tarikatlara göre degisir. Mevlevilerde dönmeyi kolaylastiracak sekilde ortasi yuvarlak bir meydan seklinde yapilir. Semâhâneler ayni zamanda birer mescid vazifesi de görürler. Bu sebeple mihraplari da bulunur. Buralarda cemaatla namaz kilinir. Bazi büyük semâhânelerde kadin ve itibarli insanlar için özel mahfiller de bulunur. Kadinlar, zikri kafes arkasindan seyrederler ki buraya haremden girilir.

2. Türbe: Genellikle tekkelerin içinde bir veya bir kaç kisinin türbesi bulunur ki, bunlar, tekke seyhleri ile yakinlarina aittirler.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turk-tarihi/65995-osmanlida-sosyal-muesseseler-vakiflar-post130156.html

3. Çilehâne: Bazi tekkelerde çilehâne denilen los isikli bir bölüm vardir. Dervisler burada çile çekip derece kazanirlar. Mevlevî çilehaneleri ise aydinliktir.

4. Dervis odalari: Tekkelerin de camiler gibi birer avlusu vardir. Oraya bir kapidan girilir. Avlunun etrafinda, medreselerde oldugu gibi sira ile dizilmis odalar bulunur. Önlerinde revak bulunan bu odalara hücre denir. Dervisler ayri ayri bu odalarda yatip kalkarlar.

5. Selamlik: Seyh efendinin dairesidir. Buna meydan evi de denir. Misafirler burada kabul edilir. Burasi ayni zamanda yemek yenen yerdir.

6. Harem: Seyhin ailesi ile birlikte oturdugu ikametgâhidir. Buranin disardan da bir kapisi vardir.

7. Mutfak ve Kiler: Dervislerin, yemeklerini yapmak ve erzaklarim saklamak için avlunun uygun bir yerine yapilmistir.

8. Kahve Ocagi: Kahve pisirilen ve seyhin hizmetinde olanlarin bulunduklari yerdir.

IMÂRET

Osmanli toplum hayatinin sosyal gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de imârettir. Temeli vakif sistemine dayanan imâretin, memleketin kültür ve ekonomik hayatinin gelismesinde de büyük hizmetleri olmustur.

Dar mânâsiyla "asevi" demek olan imâret, genis ve daha kapsamli bir sekilde tarif edilmektedir. Buna göre neredeyse bir sehir veya kasabanin nüvesini teskil eden bir külliye hüviyetini tasimaktadir. Bu açidan bakildigi zaman müessesenin kapsamina câmi, medrese, bimarhâne, kervansaray, kütüphâne, hamam gibi insanlara faydali olan tesisler girmektedir. Imâret külliyesinin kapsamina giren tesislerin azligi veya çoklugu, vakfin imkânlarina göre degisir.

Sosyal birer hayir kurumu olan imâretlerdeki yemeklerin kaliteli olmasina dikkat edilirdi. Bu konu gerek Fâtih, gerekse Kanunî Sultan Süleyman'in vakfiyelerindeki imâret ile ilgili bölümlerde ifade edildigi gibi bizzat imâret mütevellisi, bazan da onun imkânlarindan istifade edenler tarafindan dikkatle izlenirdi. Uygun olmayan ve hijyen sartlarini tasimayan gidalar imârete sokulmazdi. Aksi takdirde gerekli mercilere sikâyetlerde bulunulurdu. Bu sikayetler üzerine gerekli tedbirler alinirdi. Nitekim Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini tasiyan bir belge Istanbul ve tevabündeki imâretlerde "talebe-i ulûm ve fukuray-i müstahakkîn" için daha önce her gün firinlarinda pisirilen ekmegin (nan-i aziz) unu beyaz ve has oldugundan yenmesi de güzel oluyordu. Fakat bir müddetten beri Degirmenderesi uncularinin verdikleri un karisik oldugundan yenmesi güzel olmadigindan bu firinlarin degistirilmesi ve daha kaliteli un veren firinlardan un alinmasi gerektigi bildirilmektedir. Keza, Bursa Kadisi'na yazilan bir hükümde imârette pisen yemeklerin kaliteli olmasi, kasaplarin en iyi etten imârete vermesi ve mütevellinin bizzat bunu kontrol etmesi gerektigi istenmektedir. Imâretlerde saglik ve temizlik kaidelerine de siki bir sekilde riayet edilirdi. Nitekim XVI. asir ortalarinda Istanbul'a gelip Fâtih külliyesi misafirhanesinde kalan Radiyüddin el-Gazzî, burada karsilanisini söyle anlatir:

"îmârethâneye bakan zat yanimiza gelerek hal ve hatirimizi sorduktan sonra ihtiyaçlarimizin iyi bir sekilde temin edilecegini vaad etti. Dogrusu her seyleri gibi yatak ve yorganlari da temizdi". Bu sözler, misafirhanenin kurulusundan bir asir sonra dahi yatak ve yorganlarinin ne denli temiz oldugunu ve bu temizlige nasil riayet edildigini göstermektedir.

kimsesiz ve yoksullarin da imkânlarindan istifade ettigi imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda adam basina günde 3-5, hatta bazan 10 akçaya kadar para da veriyordu.

Bütün imâretlerde her seyden önce mektep ve medrese talebesinin ihtiyaçlari temin ediliyordu. Bu da imâretlerin kültür hayatimizda nasil bir fonksiyon icra ettiklerini göstermektedir. Her imâretin, vâkifin sartlarina uygun olarak hazirlanan bir nizamnâmesi (yönetmeligi) bulunur. Bu bakimdan, ögrencilerin imâretlere nasil girecekleri, ne kadar yemek alacaklari, nerede ve nasil oturmalari gerektigine varincaya kadar her türlü hareketleri bir nizama baglanmistir. Istanbul'da talebelerden sonra yemek yiyen fakirlerin en çok bulundugu imâretler, Lâleli, Sehzâde; Üsküdar'da Valide-i Atik ile Mihrimah; Eyyub'te de Mihrisah imâretleri idi.

Cemiyetin daha saglikli olmasi için, ögrenci, fakir ve kimsesizlere yardimda bulunmak gerektigini bilen Osmanli toplumu, bu neviden kurumlan gelistirmek için bütün imkânlarini efer etmisti denebilir. Gerçekten, Orhan Bey'den baslamak üzere Osmanli Devleti'nde pek çok hayir tesisi kuruldugu görülür. Nitekim Orhan Bey, daha isin basinda eski kiliseleri mescid ve medreselere çevirir. Bursa'da yoksullar evi yaptirir ve onlari doyurmak için mallar vakf eder. Yoksullar evindeki bilgin ve hafizlara da maas baglar. Daha önceki müslüman devletlerde de varligina sahid oldugumuz bu müessesenin (imâret) Osmanlilardaki ilk müessisi (kurucusu), Orhan Bey oldu. O, Iznik'in Yenisehir kapisinda bir imâret kurdu. Bu imâretin seyhligini de, dedesi Edebali'nin müridi olan Haci Hasan'a verdi. Orhan Gazi, bu ilk imâretin açilis merasiminde bizzat kendisi hizmet etmis, fakirlere çorba dagitmis, aksam olunca da imâretin kandillerini bizzat kendisi yakmistir. Sultan Orhan'dan sonra oglu Murad da pek çok hayir ve hasenatta bulundu. Bunlar içinde Kaplica nahiyesinde tesis ettigi imâreti ve imâretle ilgili bilgiyi onun 787 (1385) tarihli vakfiyesinden ögreniyoruz. O, ahiret azigi olarak insa ettigi imâretine pek çok arazi vakf etmisti. Vakfiyeye göre hiç kimse imârete inmekten men olunmaz. Hizmetçiler, gelenlere en güzel sekilde hizmet etmek zorundadirlar. Hele fakirlere bu hizmeti daha iyi yapmalilar. Çünkü onlar, kalbi kirik kimselerdir. Imârete inen kimse orada üç gün kalabilir. Bundan sonrasi mütevellinin kararina baglidir. Artik böyle bir baslangiçtan sonra feth edilen her yerde imâret sitelerinin kuruldugu görülür. Kisa bir müddet sonra imâretler, öyle bir artis gösterdi ki, XVIII. asrin sonlarinda, sadece Istanbul imâretleri her gün 30.000'den fazla insani doyurma imkânina sahib olmuslardi. Ayni sekilde 937 (1530) tarihinde yalniz Fâtih imâreti, günde bin kisiden fazla insani doyuruyordu. Hadidî, "Tarih-i Âl-i Osman" adli eserinde, hem kimlerin imâretten istifade ettigini, hem de bunlarin sayisini su ifadelerle dile getirmektedir:

"Yine emr etti bir âli imâret

Imarindan kala sonra emâret

Ki bin kisiye her gün iki nevbet

Verilir as u et ekmek ziyafet

Yaya, atli, misafir u hassu âmi.

Konukluk eyleyüp üç gün tamami.

Nefaisten niam-i vâfir ulfeler

Gece gündüz ziyafetler ederler."

Meshur seyyahimiz Evliya çelebi (1611-1682) de Istanbul'da bulunan imâretlerin isimlerini verdikten sonra: "Ben, elli yilda on sekiz padisahlik ve krallik yer seyahat ettim. Hiç bir yerde bu kadar hayrat görmedim" diyerek, memleketteki hayir müesseselerinin çoklugundan iftiharla bahs eder.

Dar mânâsiyla "asevi" veya "ashane" demek olan imâretin imkânlarindan istifade edecek olanlar medrese talebesi, câmi veya hayrat hademesi, fakirler ve misafirlerdir. Bundan baska gerçekten dikkat çeken ve baska bir yerde örnegine rastlanamayacak bir istifadeci sinif daha vardir. Bu, kuslar sinifi idi. Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfin kuruldugunu biliyoruz. Fakat bu vakiflarin disinda kalan ve hem kuslarin beslenmesini saglayan hem de çevrenin temizlenmesine katkida bulunan imâretler, bu imkânlarin saglanmasi bakimindan bas vurulan baska bir çaredir. Böylece imâretten kuslar da (yirtici, vahsi kuslar) istifade ediyordu. Nitekim Sultan Ahmed Camii Imâreti'nde, bunlar için, kule gibi bir yer yapilmisti ki, vakfiyesinde yenmeyecek yemeklerin vuhus-i tuyura (vahsi kuslara) burada verilmesi yazilidir. Görüldügü gibi bu, hem artik yemeklerin bosa gitmemesi, hem de ortaligin kirlenmemesi için bas vurulan güzel bir çaredir. Bu vesile ile kuslar da imâretin yemeklerinden nasiplerini almis oluyorlardi.

Biraz önce imâretlerde bir iç nizamin bulundugunu ve herkesin buna göre hareket etmesi gerektigine isaret etmistik. Imâretlerde pisen yemekler ve onlardan istifade edenlerin nasil hareket edeceklerine dair olan hükümler, hemen hemen bütün imâretlerde ayni olmakla beraber biz, kültür tarihimiz bakimindan önem arz eden bu konuyu Müftüzâde Es'ad Bey'den kisaca özetlemek istiyoruz:

"Talebe efendilere "fodla", çorba, pilav, zerde, bazen de zirve (incir, üzüm, hurma ile pirinç ve sekerden yapilir) gibi çesitli yemekler tevzi olunurdu. Bir fodla 90 dirhem-i atik miktarinda ekmektir. Bazi imâretlerde 45'lik fodlalar da yapilirdi. Bir medreseye yeni kayd olan bir talebeye mülazim istihkaki olan bir tam fodla verilirdi. Bilâhere sahib-i hücre olunca bir misli zam alir. Imâretler, sabah namazi vakti açilir, sabah derslerinden evvel fodlalar dagitilarak talebeye bugday ve arpa unundan veya kirmasindan mamul çorba dagitilir. Bu çorba, imâret içinde "me'kel" denilen yerde her talebeye büyük bir kepçe olarak verilerek taslarla içilirdi. Dersten çiktiktan sonra yagli pirinç çorbasi alinir. Buna bazen de nohut katilirdi... Persembe günleri her imârette zerde, pilav ve Hamidiye ile Lâleli imaretlerinde Pazartesi ile Persembe günleri zerde ve etli pilav yapilarak bolca dagitilir."

Imâretlerde yemek konusuna büyük bir titizlikle dikkat edilirdi. Yukarida genel olarak verdigimiz bilgiden baska bir de daha açik bir örnek olmasi bakimindan imâret vakfiyesinde bizi ilgilendiren sartlara deginmek yerinde olacaktir:

"Müsarun ileyh vâkif hazretleri, bina olunacak imârette Ramazan geceleri için her gün kirk vukiyye (okka = 1282 gr.) taze et pisirilmesini, sair günlerde sabahlari 15 vukiyyesinin ve aksamlari mütebaki yirmi bes vukiyyesinin pisirilmesini sart etmistir.

Her bayramda dahi körpe ve güzel etten kirk vukiyye pisirilmesini sart ve tayin etmistir.

Cuma ve Regaib ve berat gecelerinde... devam üzre tane pirinç ve zerde pirinç... ve Ramazan gecelerinde devam üzre tane pirinç ve münavebe ile arpa çorbasi ve icasiye pisirilecektir. Bayram günlerinde tane pirinç ve zerde ve zirve pisirilecektir. Bu mübarek günler ve gecelerin gayrinda sabahlari pirinç çorbasi ve aksamlari arpa çorbasi pisirilecektir...

Medrese odalarina her gün pisirilen yemeklerden sabah ve aksam ekmekle beraber birer çanak verilecektir.

Her gün, hususiyle aksamlari misafirlere ziyafet olmak üzere mübarek günlerden maada günlerde tane, pirinç pisirilecek ve beher kimsenin hakki elli dirhem pirinç ve on bes dirhem hâlis yag olacaktir...

Mutfak ve diger mahallerde kullanilan bakir kaplarin kalayi için günde birbuçuk dirhem tayin etmistir...

Vâkif, (Allah, hayratini kabul ve ecr ü mükâfatin mebzul eylesin). Imâret için emanet ve diyânet ve ahlâk-i hamîde sahibi bir de seyh tayin etmistir ki bu zât yemeklerin iyi ve kötüsünü bilecek ve her gün iki defa muayyen saatlerde imârete gelip me'kûlat ve metbuhata nezâret edecek ve yemeklerin harçlarinda veya pisirilislerinde veya lezzet ve rayihalarinda bir kusur ve noksan görecek olursa bunlari islah ve ikmâl kilacak ve tenbihatta bulunacaktir.

Bu seyh, ulema ve sulehadan ve fukaha ve zuafadan gelen misafirlere taam tevzi edecek ve her kim olursa olsun bunlari üç gün ve üç gece agirlayacak ve her birinin hal ve sânina münasip yatak ihzar ile bunlari münasip mahallere yerlestirecek ve hepsine güler yüz gösterecektir. Buna günde sekiz dirhem verilecektir..."

Görüldügü gibi vakfiyenin imâretle ilgili kismindan nakl ettigimiz bu ifâdeler, imâretin nasil olmasi, gelenlerin kaç gün misafir edilmesi ve bunlarin idaresi için hangi sifatlari haiz kimselerin bulunup seçilmesi gerektigini anlatmaktadir. Bundan baska imârette çalisacak kimse ve vazifelileri de burada tafsilatli bir sekilde anlatilmaktadir.

Sadece ögrenci ve memleket fukarasinin ihtiyaçlarinin giderildigi yer olmayan imâretler, ayni zamanda birçok kimseye is imkâni saglayan yerlerdi. Böylece, mütevazi bir sekilde de olsa imâretler, memleketteki issizligin ortadan kalkmasina sebep oluyorlardi. Nitekim sadece Fâtih imâretinde 44 kisiye is imkâni saglanmistir. Bunlar, çalismak suretiyle imâretten maas alan kimselerdi. Kezâ, Isa Bey vakfiyesinden anlasildigina burada da 17 kisiye is imkâni saglanmistir. Halbuki bu imâret pek fazla geliri olmayan ve sultanlarin imâretleri ile mukayese edildigi zaman çok küçük kalan bir kurulustur. Burada özellikle sunu da belirtmek isteriz ki verilen bu rakamlar bütün vakiflarin veya külliyelerin kadrosu degil, sadece imârette çalisanlarin ve bu yolla geçimlerini saglayan kimselerin kadrosudur.

Memleketin iktisadî ve ictimaî hayatinda, irfan, imar ve kültürünün gelismesinde büyük bir hizmet ifa eden imâret müessesesi, ne yazik ki son zamanlarda, memleketin umumî sartlarina bagli olarak vazifesini hakkiyle icra edemez oldu. Bunun üzerine 19 rebiülevvel 1329 tarihinde (20 Mart 1911) çikarilan bir kanunla Istanbul'daki yirmi imâretin onsekizi kapatiliyor, sadece fakirlere bakmak üzere iki tanesi ibka ediliyordu. Nihayet farkina varilan bu hata düzeltilerek, 10 Zilkade 1332 (30 Eylül 1913) de nesredilen baska bir nizamnâme ile (madde 12) yine talebeye mahsus olmak üzere Fâtih, Sehzâde, Nur u Osmaniye ve Valide-i Atik imâretleri tekrar ihya edildiler.