2. Perde

Bağlamanın eşliğinde perde açılır.
Sahnenin bir tarafı TAVŞAN KANI ÇAY OCAĞI. Çay ocağının önü. Kaldırıma dizilmiş üç hasır iskemle ve bir sehpa. Sahnenin diğer tarafında iki yabancı isimli dükkân vitrini. Örneğin, Charisma Fastfood, Perfect Chicken, Mellona, Bersace, Ambianca Cafe…
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=122330

Orhan, Metin, Arif, Bayan Turist (Ceren), Erkek Turist, Suzan, Şair, Cezmi, Öğretmen, 1.Esnaf (Anne), 2.Esnaf (Başkan), Nine (Ceren), Selim, üç figüran (Ayhan, Bekir, Murat)

(Metin ve Orhan girerler.)
ORHAN- (Yabancı isimli dükkânları gösterir.) Şuraya bak hocam! Adamın kanına dokunuyor be! İşgal altında mıyız? Burası neresi? Yanlışlıkla Amerika’ya filân mı geldik?
METİN- Yanlışın var Orhancığım! Biz Amerika’ya gitmedik. Amerika bize geldi. Topuyla tüfeğiyle gelecek değildi ya! Adıyla, sanıyla geldi. Hani hoş mu geldi, hoşt mu geldi, onu da bilmiyorum ya! Bereket versin çay ocağımız su katılmamış derecede Türk. Adı da Türk, tadı da... (İskemle çekip oturur.)
ORHAN- (Karşısındaki iskemleye oturur.) Çok doğru valla hocam. Şimdi bir de tavşan kanı çay içsek! Bizimkiler gelmeden... (Seslenir.) Garson! Bize iki çay!
ARİF- (İçeriden seslenir.) İki çay hemen geliyor... (Girer.)
METİN- (Şaşırır.) Arif! Derneğin lokalinde çalışmıyor muydun sen? Burada işin ne?
ARİF- Sizin haberiniz yok mu? Başkan kovdu ya beni.
ORHAN- Allah Allah! Niye?
ARİF- Ajan provokatör diye.
METİN- Ajan, ne?
ARİF- Provokatör...
ORHAN- O da ne demek? Çaycının ajan provokatörünü de ilk defa görüyorum.
METİN- Peki, nasıl yaptın bu ajanlığı?
ARİF- Derneğin çalışma yöntemlerini eleştirdim. Tüzükten bahsettim. Başkana sorumluluklarını hatırlattım. Türkçeyi koruma lafta, tüzükte kalmasın dedim. Gerçekten bu dili koruyalım dedim.
ORHAN- E sayın başkan haklı yani. Seninki de tam ajan provokatörlük. Ne diye üstüne vazife olmayan işlere karışıyorsun? Sen çaycı değil misin? Demle çayını, yap servisini, al maaşını...
ARİF- Belki de haklısınız. Ama ben de kendi çapımda bir Türkçe âşığıyım. Bu dil ağzımda annemin sütüdür, diyorum. Yahya Kemal’i çok seviyorum.
ORHAN- Vay, Yahya Kemal, Türkçe âşığı... Ne iş?
METİN- (Orhan’a) Garsonluk yaptığına bakma. Üniversite diplomalıdır. Edebiyat Fakültesini bitirmiş.
ORHAN- Yapma yahu! Bilmiyordum. Bak, o zaman iş değişir. Sıkma canını. Sağlık olsun be Arif.
ARİF- Olsun bakalım. (Çıkar.)
(İki turist girer.)
BAYAN TURİST- Ooo may gad. Burası çok seviyor ben. Amerika fark yok. Bakıyorsun. Aynı Amerika... Ah Niv York. Niv York.
ERKEK TURİST- Okey Cenifır. Türkler ne diyor? Memleket... Evet, bir başkadır benim memleket... Ben de sana katılıyor. Burada memlekete gelmiş. Bizim memleket... Hiç aramıyor ben...
BAYAN TURİST- Yes Riçırt, çok rahat oluyor ben, burda. Gidelim... Sen hamburger yemek istiyor?
ERKEK TURİST- Vaav, hem de çok... Ben çok acıktı... Bak, cıngıl, cıngıl, cıngıl...
BAYAN TURİST- Vat? Cıngıl cıngıl cıngıl...
ERKEK TURİST- (Kahkaha atar. Midesini gösterir.) Zil çalıyor, Cenifır. Türkler ne diyor? Karnı zil çalıyor, ben...
BAYAN TURİST- Ooo, Riçırt, vandırful... Sen, Türkçe ana dili kadar konuşmak... Ne diyor Türkler. Vay canına!
ERKEK TÜRİST- Sen de Cenifır, sen de... Neyse... Hadi, şimdi, yemek...
(Lokantaya girerler.)
ORHAN- (Turistlerin arkasından bir süre bakar. Metin’e) Gördün değil mi? Elin Amerikalısına rezil olduk. Baksana kendilerini Amerika’da hissediyorlar.
METİN- E, adamlar haklı. Sen de öyle hissetmiyor musun? Az önce aynı şeyleri konuşmadık mı?
ORHAN- Biz biliyoruz da, elin gâvuru söyleyince yine de zoruna gidiyor insanın.
METİN- Eee aklın yolu bir... (Bakınır.) Bizim ekip operasyona çıktı mı acaba? Bugün programda bu sokak vardı. Ne dersin? Yine bir kargaşa olur mu? Seyirlik oyun çıkar mı bize? Bu sefer kadroda Cezmi abi var. Başrollerde dört dörtlük delikanlı Cezmi. Bana sorarsan esnafın bugün hiç şansı yok! Cezmi abinin koleksiyonuna dahil olurlar.
(O sırada garson kız Suzan, lokantanın vitrini önünde belirmiştir. Orhan’dan yana işveyle bakar.)
ORHAN- (Gövdesini lokantadan yana sündürür.) Aah, ahh!
METİN- Yani, diyorum, bizim ekip, bugün...
ORHAN- (Tekrar lokantadan yana uzanır gibi yapar.) Aah ahh!
METİN- (Lokantadan yana bakar. Dönüp Orhan’ı süzer. Bakışları iki genç arasında gidip geldikten sonra, Orhan’a) Alooo! Heeey! Sen beni dinlemiyorsun. Vay kerata! Ben de diyorum, her gün, her gün bana müsaade deyip nerelere sıvışıyor bu oğlan. Bu çay ocağında ne buluyor? Meğer aşk madeni bulmuş bizimki. Helâl olsun be! Karda yürüyüp izini belli etmemek bu olsa gerek. (Omzundan tutup sarsar.) Heeey! Serseri âşık!
ORHAN- (Birden uyanmış gibi) Hah! Ne var?
METİN- Kelle paça var, biber dolma var, imambayıldı var, karnıyarık var... Sende ne var?
ORHAN- Dalga geçme yaa!
METİN- Dalga geçmiyorum. Aşk diyorum arslanım, aşk. Senin aklını uçurmuş.
ORHAN- (Kalkar, başını Metin’in omzuna yaslar.) Sorma hocam. Bitmişim ben. Yanmışım. İçim yangın yeri... Ateşimi okyanuslar söndürmez.
METİN- Vay vay vay! İtfaiye çağırayım diyorum ama boşuna desene.
ORHAN- (Ayrılır.) Ne itfaiyesi hocam? Kül olmuşum ben, kül.
METİN- Eee, sen şimdi külü küle karıştırmak istersin. Kerem gibi... Hadi bana müsaade. Ben lokale gidiyorum. Başkanın canı sıkılır şimdi. İki satır tavla oynarız belki. (Çıkışa yürür.)
ORHAN- Güle güle, Metin. Yarım saate kalmaz, gelirim ben de. (Lokantadan yana uzanır. Eliyle Suzan’ı çağırır.)
SUZAN- (Omzunda çantayla gelir. İşveli) Orhaaan.
ORHAN- (Duygulu) Suzaaan.
SUZAN- (İşveli) Orhaaan.
ORHAN- (İçli) Suzaaan.
SUZAN- Ee, yeter ama, Suzan, Suzan... Adımı mı ezberliyorsun nedir?
ORHAN- Öyle deme Suzan. Hoşuma gidiyor. Her nefeste Suzan demek istiyorum. Dinle bak, Suzan, Suzan, Suzan...
SUZAN- Peki peki, tamam. Bana söyleyeceğin bir şey mi var?
ORHAN- Hangi bir şey, Suzan’ım. Hangi bir şey? Binlerce şey var. Hangisinden başlasam, bilmiyorum. Ama önce gözlerimin içine bak!
SUZAN- Gözlerinin içine mi? Ne diye bakacakmışım?
ORHAN- Bak işte.
SUZAN- (Dikkatle bakar.) Bakıyorum.
ORHAN- Ne görüyorsun?
SUZAN- Kocaman bir boşluk...
ORHAN- Yapma ya! İyi bak! Dikkatli bak!
SUZAN- (Bakar.) Bakıyorum, bakıyorum.
ORHAN- Eee, şimdi ne görüyorsun?
SUZAN- (Bir süre bakar. Birden) Çapaaak!
ORHAN- Dalga geçme ama... Ben çok ciddiyim.
SUZAN- Ben de.
ORHAN- Neyse. Sana bir aşk şiiri okumak istiyorum Suzan'ım.
SUZAN- (Şaşkın) Yaa! Aşk şiiri ha.
ORHAN- Tabi ya! Ne sandın?
SUZAN- Ne bileyim, şaşırdım. Hiç şair tipi yok sende. Hayret! (Dudak büker.) E hadi, oku bakalım.
ORHAN- (Ceplerini aranır, kendi kendine) Nerde bu kâğıt yahu? (İç cebinden bir kâğıt çıkarır, nutuk çeker gibi) Üç kilo patates, bir kilo soğan, bir bağ maydanoz... (Telâşlı) Tüh bu annemin Pazar listesi. (Suzan’a( Affedersin Suzan'ım. (Cebinden başka bir kâğıt çıkarıp okur.) Kendi kendine) Hah işte bu. (Yüksek sesle abartılı biçimde okur.) Aşktan bahsetmek kolay değil ama / Aşk deyince tuz basarım yarama / Bende artık sevinç neşe arama / İsterim ki girmesin hiç kimse seninle arama / Haciz koydular bankadaki parama / Tarama yâr tarama / Yâr zülüfün tarama / Tuzlu su doldurdu felek benim matarama... (Kâğıdı katlayıp cebine koyarken) Nasıl, beğendin mi?
SUZAN- Eh, fena değil. Ama çok karamsar...
ORHAN- O zaman bir dakika Suzan'ım, sana yazdığım son şiiri dinlemek ister misin?
SUZAN- Tabiî dinlerim akıllım. Hadi oku!
ORHAN- Bak dinle! Sen bana gelirken bütün yollara / Kırmızı halılar sermek isterim / Sana en güzel armağan olarak / Soy adımı vermek isterim.
SUZAN- Soy adını vermek mi? Pışşık! Eski Medeni Kanunda kaldı o, akıllım. Artık herkes kendi soy adını kullanıyor. Senin haberin yok galiba.
ORHAN- Ama ben başka bir şey söylemek istiyorum Suzan'ım. Niye anlamak istemiyorsun?
SUZAN- Canım sen de doğru düzgün anlat. Ne öyle, kırmızı halılar sermek falan. Ne bu? Devlet erkânı mı karşılıyoruz? Bakan mı geliyor, başbakan mı?
ORHAN- Bak Suzan'ım. Hayatımın kız kulesi. Ömrümün domates fidesi. N’olur kızma! Bu, çok önemli benim için. Gerçekten.
SUZAN- E sıktın ama. Söylesene!
ORHAN- (Öksürür.) Suzaaan.
SUZAN- Eveeet!
ORHAN- Suzaaan!
SUZAN- Eee!
ORHAN- Çocuklarımın annesi olur musun?
SUZAN- Ne! Ne dedin? (Çantayla Orhan’ın kafasına vurmaya başlar. Öfkeyle bağırır.) Ahlâksız! Terbiyesiz! Alçak! Demek dulsun. Üstelik çocukların da var. Benim duygularımla oynamaya utanmıyor musun?
ORHAN- Bir dakika Suzan'ım, bir dakika. Yanlış anladın. Benimle evlenir misin demek istiyorum?
SUZAN- Evlenmek mi? (Sakinleşir, oturur.) Dul değilsin değil mi?
ORHAN- Hayır Suzan'ım. Nereden çıkarıyorsun? Kısmetse ilk olacak...
SUZAN- Çoluk çocuk da yok...
ORHAN- Elbette Suzan'ım.
SUZAN- O zaman başka...
ORHAN- Eee, ne diyorsun? Cevabın?
SUZAN- (Bir süre susar. Birden) Ha, ha, haayır!
ORHAN- Ne! Ciddî olamazsın. (Yere yığılır.) Yıkıldım ben. Öldüm. Bittim. Mahvoldum. Hayatım söndü. Yaşamak haram bana.
SUZAN- Şaka, şaka! Düşünelim biraz. Öyle pat diye evlenilmez ki. Aceleye ne gerek var? Önümüzdeki 5 yıl ben seni tanırım. Sonraki 5 yıl sen beni tanırsın. Sonra 5 yıl ben senin aileni tanırım. 5 yıl da sen benim ailemi tanırsın. Sonra 5 yıl amcalar, teyzeler, halalar, dayılar için. Bir 5 yıl da görümceler, enişteler, bacanaklar, kuzenler, eltiler, dedeler, nineler için... 5 yıl da...
ORHAN- Tamam, yeter. Vazgeçtim. Bu evlilik teneşirde bile mümkün değil. Elveda Suzan. Ahirette buluşuruz. Romeo’yla Jülyet gibi. Ah Jülyet. Kıydın Romeo’na. Kıy bakalım. Alacağın olsun.
SUZAN- Amma dramatize ettin ha! Trajedinin sırası mı şimdi? Tiyatro mu oynuyoruz burda?
ORHAN- Başka ne yapabilirim ki Suzan'ım?
SUZAN- (Kalkar. İşveli) Ne mi yapabilirsin? Bekleyebilirsin meselâ.
ORHAN- Beklerim tabii. Beklerim beklemesine de... Kaç yıl sürer?
SUZAN- Ne bileyim ben? On yıl, yirmi yıl, kırk yıl...
ORHAN- Sen bekle de, bir ömür beklerim, Suzan'ım.
SUZAN- Ha şöyle. Ümidini kaybetme sakın. Düşün! Leylâ ile Mecnun kavuşmuşlar mı? Ya Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin? Bizim hiç olmazsa kavuşma ihtimalimiz var, akıllım... Hadi hoşça kal! Ha bir şey daha! Alacağın olsun. Bir çay bile ısmarlamadın. (Lokantadan yana yürür.)
ORHAN- Ah Suzan'ım. Akıl mı bıraktın bende?
ŞAİR- (Elinde çanta, birinci perdedeki gibi girer.) Günün gecen hayır olsun cancağızım!
ORHAN- (Elindeki şiiri saklamaya çalışır, sonra vazgeçer.) Ooo, hoş geldin üstat, buyur! (Kalkıp yer verir.)
ŞAİR- Lutfediyorsunuz cancağızım. Geçiyordum, şöyle bir uğradım. İşimiz dostlarla muhabbet iki satır. Sonra buranın çayı da enfestir doğrusu.
ORHAN- (Seslenir.) Arif! Üstadıma çok özel bir çay!
ARİF- (İçeriden) Hemen, geliyor.
ORHAN- Ee üstat, nasılsın görüşmeyeli? Neler yapıyorsun?
ŞAİR- (Cebinden mendil çıkarıp sandalyeyi siler ve oturur.) İyidir be cancağızım. Nasıl olsun? Kelimelerle güreşmek bizimkisi. Bazen onlar galip, bazen biz. Geçinip gidiyoruz.
ARİF- (Çayı getirip bırakır.) Hoş geldin Sedat Bey!
ŞAİR- Hoş bulduk, Arif’im. Dernek lokalinden ayrılmışsın! Niye?
ARİF- Öyle icap etti.
ŞAİR- E, sağlık olsun Arif’im. Bizi çaysız bırakma da.
ARİF- İstediğin çay olsun. Her zaman... (Çıkar.)
ŞAİR- (Arif’in arkasından) Tanıyorsun değil mi? Delikanlı çocuktur. Sanattan anlar. İki de şiir kitabı yayınlamış. Aslına bakarsan, asıl şair o, bizimki kafiye cambazlığı.
ORHAN- Allah Allah. Bilmiyordum. Şiir kitabı ha... O kadar yani.
ŞAİR- E tabiî ya! Bizim çaycımız bile şairdir cancağızım. Malûm, çobanından bakanına şair bir milletiz.
ORHAN- (Şiir yazılı kâğıdı şaire uzatır.) Buyur üstat. Emanet aldığım şiir.
ŞAİR- İşe yaradı mı bari?
ORHAN- Yaramadı üstat. Çok karamsarmış.
ŞAİR- Ee herkesin şiirden beklentisi farklı tabiî. Herkes farklı bir şiirin müşterisi. Doğrusunu istersen hikâye bundan gerisi.
ORHAN- (Çaydan bir yudum çeker. Bardağı kaldırıp bakar. Şaire) Üstat be, çay için de bir şiirin var mı?
ŞAİR- (Çayından bir yudum alır.) Çayın kendisi şiirdir cancağızım. Ona kimse şiir yazamaz. Mamafih vaktiyle bir iki mısra karalamıştım. (Çantasını açar. Kâğıt tomarını çıkarırken) Noksanlık olmasın kafamızın tahtasında / Bakalım neler varmış şairin çantasında. (Çantayı Orhan’a uzatır.) Tutar mısın ciğerimin nikotinsiz köşesi / Paslanmasın gönül kapının menteşesi. (Kâğıtlardan birini çeker.) Dünyanın en nefis içkisi çaydır / Demlemesi zor, içmesi kolaydır / Çayın içildiği yer gecekondu olsa bile saraydır / Çaya hasret kalmak feci bir olaydır...
(Birkaç saniye gerilim müziği. “İyi Kötü Çirkin” filminin müziği kullanılabilir. Önde Cezmi, ardında öğretmen ve Selim, sahneye girerler. Selim’in koltuğunda Türkçe Sözlük vardır.)
ORHAN- Bunlar bizimkiler... Operasyon başlıyor. (Seslenir.) Cezmi abi, Selim! Gelin, çay içelim. Vay be! Yine kafiyeli oldu. Cezmi abi, Selim! Gelin, çay içelim.
CEZMİ- Bir dakika Orhan kardeş. Görev başındayız. Daha sonra.
ORHAN- Peki ama ben kalkıyorum. Lokalde buluşuruz. Size kolay gelsin. (Çıkışa yürür.)
CEZMİ- Eyvallah kardeş. Yarım saate kalmaz, biz de lokalde oluruz.
ŞAİR- (Kendi kendine konuşur gibi) Ben de kalkayım cancağızım. Daha yazılacak bir sürü şiir var. (Çıkar.)
CEZMİ- (Dükkândan içeri seslenir.) Efendi! Bir dakika dışarı gelir misin?
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Pardon, Cezmi Bey. Bana bırakın siz. Ben konuşurum.
CEZMİ- Hoppala! Böyle zırt pırt araya girme, hoca. Sonra söyledik değil mi? Cezmi Bey değil, sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Peki, Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi... İzin verir misiniz, önce ben konuşayım. (Seslenir.) Sayın dükkân sahibi, bakar mısınız lütfen?
1.ESNAF- (Dükkândan çıkar.) Buyurun! Ne arzu etmiştiniz?
CEZMİ- (Şaşırır, Öğretmenle Selim’e) Hay Allah... İşe bak! Bayanmış yahu... (Esnafa) Buyuralım, buyurmasına da, bacı! Burda...
ÖĞRETMEN- (Sözünü keser.) Bir dakika, bir dakika, siz bana bırakın Cezmi Bey...
CEZMİ- Yahu kaç kere söylemek lâzım hoca... Cezmi Bey değil. Mümkünse Cezmi, sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Peki, Cezmi Bey, pardon sadece Cezmi... Bakın, dükkân sahibi de bayanmış. Ben konuşurum. (Esnafa) Efendim, iyi günler.
ESNAF- Evet, buyurun, ne istemiştiniz?
ÖĞRETMEN- Efendim, fazla bir şey değil. Sadece, dükkânınızın ismiyle ilgili küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
1.ESNAF- Yani?
ÖĞRETMEN- Bakınız hanımefendi, size küçük bir sorum olacak, lütfen cevaplar mısınız? Burası İngiltere mi?
1.ESNAF- Hayır.
ÖĞRETMEN- Peki, Amerika olabilir mi?
1.ESNAF- Tabiî ki hayır.
ÖĞRETMEN- İtalya?
1.ESNAF- Elbette ki değil.
ÖĞRETMEN- Peki, söyler misiniz hanımefendi, burası neresi?
1.ESNAF- Tabiî ki Türkiye... Ne saçma sorular bunlar.
ÖĞRETMEN- İşte hanımefendi, biz de demek istiyoruz ki, madem burası Türkiye; niye İngiltere’ye, Amerika’ya, İtalya’ya benzesin? Değil mi ya? Anlatabiliyor muyum?
1.ESNAF- Hiçbir şey anlamadım.
ÖĞRETMEN- Bakınız efendim, tekrar izah edeyim. Biz diyoruz ki...
CEZMİ- Amma uzattın hoca. Görüyorsun ki, olmuyor. Çekil şöyle kenara! (Esnafa) Bak bacı, özetle, burada bir vukuat var.
1.ESNAF- Ne vukuatı?
CEZMİ- (Dükkânın adını gösterir.) Bu ne?
1.ESNAF- (Anlamaz.) Ne ne?
CEZMİ- Bu isim dedim. Ne demek?
1.ESNAF- Nasıl ne demek? Basbayağı isim işte. Ne varmış isimde?
CEZMİ- Basbayağı isim diyor yahu. Bak, bacım. Kısmen doğru söyledin. Basbayağı değil, bayağı bir isim bu. Hem ne satıyorsun sen burda?
1.ESNAF- Yemek satıyorum. Hat-dog satıyorum. Hamburger satıyorum. N’olmuş? Burası bir lokanta... Belli olmuyor mu?
CEZMİ- (Kaşlarını kaldırır.) Cıkk. Ben burda yemek yemem, bacım! Hani kırk gün aç kalsam... Bu koca şehirde de başka lokanta olmasa... Sen de yemekleri babanın hayrına versen. Yine de bu dükkâna adım atmam.
1.ESNAF- Nedenmiş o?
CEZMİ- Kıl, tüy bir vaziyet anladın mı? Ne öyle, karizma marizma filân... Şöyle adam gibi Bolkepçe, Lezzet, Tatgör, Ye de Bak, Tadım, Damaktadı filân olamaz mı icabında?
1.ESNAF- Olmaz efendim. Ne öyle kepçe, Lezzet, Tatgör? Biraz global düşünün. Moda bu. İnsanlar öyle kepçeli mepçeli lokantalara gitmiyorlar. Burger Kingler, McDonald’slar niye dolup taşıyor? İnsanlar evrensel şeyler arıyorlar.
CEZMİ- Ben de arıyorum, bacım. Emin ol ki, ben de arıyorum. Ama kendi lokantamı arıyorum. Aş evimi arıyorum.
NİNE- (Girer.) Ben de arıyorum, ben de, ben de...
CEZMİ- Sen ne arıyorsun, nine?
NİNE- Keçimi arıyorum, oğul, keçimi. Kör olasıca. Hangi deliğe girdi bilmem ki! Ha eğer kurt yediyse o başka. O zaman o rezil çobanın elimden çekeceği var. (Çıkar.)
1.ESNAF- Bu lüzumsuz konuşma daha sürecek mi? İşim var benim.
CEZMİ- Anlamıyorsun değil mi bacım? Vaziyetin ne kadar ciddî olduğunun farkında değilsin yani.
1.ESNAF- Önce ne istediğinizi anlayabilsem. Niyetiniz ne? Ne söylemeye çalışıyorsunuz? Karnınız açsa buyurun, bir şeyler ikram edelim. Ama lütfen beni boş yere meşgul etmeyin. Müşteriler bekliyor.
CEZMİ- (Selim’e) Ver şu sözlüğü, baksın bacım.
SELİM- (Sözlüğü uzatır.) Buyurun hanımefendi.
1.ESNAF- Bu ne?
CEZMİ- Sözlük, bacım, sözlük. Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumunun. İlk defa mı görüyorsun?
1.ESNAF- O kadarını biliyoruz da, ne olacak bu sözlük?
CEZMİ- Bak bakalım, orada senin bu dükkânın adı var mı?
1.ESNAF- Olması mı gerekiyor?
CEZMİ- Herhalde yani. Deminden beri ne anlatmaya çalışıyoruz?
1.ESNAF- (Sözlüğü iade eder.) Ne kadar saçma!
CEZMİ- Saçma mı? Bak, ne geldi aklıma. Senin tahtalı köyde akraban, tanıdığın filân var mı?
1.ESNAF- Bilmem, niye sordun?
CEZMİ- Hani yani onlar seni özlemiştir. Sen onları özlemişsindir. Sevenleri kavuşturmak sevaptır icabında. Paketleyip gönderelim. Bizimki bir nevi kamu hizmeti, anlayacağın... Cenaze masrafları da şirketten... Bak bacım, bir kere daha özetleyelim. Yani şimdi ne oluyor? Derhal bu tabelâyı indiriyorsun. Yerine öz be öz Türkçe bir tabelâ asıyorsun. Tamam mı? Anlaştık mı?
1.ESNAF- Hayır efendim, tamam değil. Tabelâmı indirmiyorum. Siz ne hakla benim dükkânımın tabelâsına karışıyorsunuz? Dükkânıma istediğim tabelâyı asarım.
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Lütfen, Cezmi Bey, kırıcı olmayalım.
CEZMİ- (Öğretmene) Aman be hoca. Cezmi Bey, Cezmi Bey, İllallah yahu. Kırk kere söyledik. Sadece Cezmi... Sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Kusura bakmayın, Cezmi Bey, pardon sadece Cezmi. Alışkanlık işte.
CEZMİ- Benimki de alışkanlık ama...
ÖĞRETMEN- Söz... Bir daha söylemem. Yalnız lütfen, kırıcı olmayalım, olur mu?
CEZMİ- Tamam hoca, anladık... Kırmak dökmek yok. Görüyorsun. Gayet medenî iki insan gibi konuşuyoruz işte. (Esnafa) Bak, bacım. Ben de bu tabelâyı buraya asamazsın diyorum. Dank etmedi mi? Bayan mayan dinlemem, alırım dalağını.
SELİM- Sök ciğerini Cezmi abi. Ellerin dert görmesin...
ÖĞRETMEN- Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi, lütfen, bu doğru değil. Kibar olun biraz. Güzellikle olmalı her şey. Tatlı dil yılanı...
CEZMİ- (Öğretmene) Bırak şimdi kompozisyon mevzularını hoca. Bu yılan tatlı dilden anlamıyor... (1.Esnafa) Bak ablacığım, senin için bir kere daha tekrarlıyorum. Bu tabelâ sökülecek... Yoksa en yakın dişçiden randevu alman gerekecek...
1.ESNAF- Bir dakika, bir dakika... Beni tehdit mi ediyorsunuz siz? Burası dağ başı mı be? Derhal terk edin burayı. Polis çağırırım yoksa.
CEZMİ- Çağırırsın elbet. Bu senin en tabiî hakkın. Polis çağırırsın çağırmasına da... O polisi 24 saat dükkânda tutmak zor olmaz mı?
1.ESNAF- Nedenmiş o?
CEZMİ- Ağır anlıyorsun be bacım. Geç intikal ediyorsun. Yorma beni. Şimdi polis geldi, gitti diyelim. Sonra ne olacak? Biz hep burdayız, anam. Bu civardayız. Bizim inşaat sahamız, şantiyemiz, atölyemiz burası. Bilmem şimdi anlatabildim mi?
1.ESNAF- Tamam tamam, anlaşıldı. Nasıl diyorsanız öyle olsun. Değiştiririz, olur biter. İkna oldunuz mu? (Kendi kendine) Çattık be! Deli mi ne?
CEZMİ- Ha şöyle! (Selim’e) Değiştir şu tabelâyı koçum!
SELİM- Memnuniyetle, abi. (Tabelâyı kaldırır, altından “Bolkepçe Aş Evi” yazısı çıkar.)
CEZMİ- Ellerin dert görmesin koçum. Ha şöyle. Şu isimdeki asalete bak! (Öğretmene) Bak hoca hanım, gördün mü? Ne güzel anlaştık işte. Kırmadan, dökmeden. Ne demişler? Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa. Değil mi ya? (İkinci dükkânın önüne yürürken)
ÖĞRETMEN- Bir dakika Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi. Böyle olmaz. Bizim yöntemimiz bu değil. Böyle olmamalı. Biz olumlu hareket etmeliyiz.
CEZMİ- Olmadı hoca hanım! Şimdi bizimki olumsuz hareket mi? Herkesin yöntemi kendine icabında. Sonra, bak nasıl meseleyi hâl yoluna koyduk. Ha, kabul. Biz biraz kestirmeden gidiyoruz, ama netice? Netice nasıl?
ÖĞRETMEN- İyi ama, biz insanları ikna etmek zorundayız. Medenî insanlar ikna yöntemini kullanırlar.
CEZMİ- Ne demek yani? Biz de kendi çapımızda insanları ikna ediyoruz işte. Ama bir dakika. Hatırın kalmasın. Bir de senin yöntemi deneyelim. Neydi o? İkna yöntemi... (Esnafa seslenir.) Esnaf kardeş! Rica etsem, dükkândan dışarı çıkar mısın?
2. ESNAF- (Çıkar.) Evet. Ne vardı?
CEZMİ- (Dükkânın adını gösterir.) Bak, ciğerim, bu ismin âcilen değişmesi gerekiyor...
ÖĞRETMEN- Cezmi Bey! Pardon, sadece Cezmi...
CEZMİ- (Öğretmene) Ha, anladım. Senin yöntemi kullanacaktık değil mi? (Esnafa) Kıymetli esnaf kardeşimiz, sizden küçük bir ricamız olacak... Mümkün mü?
2. ESNAF- Yani?
CEZMİ- Yanisi, demek istiyoruz ki, dükkânınızın adı Türkçeye aykırı... Değiştirmek lütfunda bulunursanız Türkçemize hizmet olur icabında...
2. ESNAF- Ne Türkçesi? Ne hizmeti? Senin başka işin yok mu hemşerim?
CEZMİ- (Alaycı) Yok! İşsizim. Ne iş olsa yaparım... (Ciddî) Benim işim bu, kardeş. Eğriyi doğrultmak, yanlışı düzeltmek... Senin gibileri hizaya sokmak. Anladın mı?
2. ESNAF- Ne saçmalıyorsun sen kardeşim? Hasta mısın nesin?
CEZMİ- (Öfkelenir.) Bak, daha kısa yoldan anlatayım istersen... Bu dükkânın ismi değişecek... Bu isim değişmezse, o surat değişecek. Şimdi anlatabildim mi? Demek ki neymiş? Ya isim değişecekmiş yahut surat...
2. ESNAF- Yaa! Nasıl olacakmış o iş?
CEZMİ- Etme eyleme kardeş, bana tatbikat yaptırma şimdi. Bu dil ağzımızda anamızın sütü değil mi? Biz Yahya Kemal’den böyle öğrenmedik mi? Anmasak üzerimizde hakkı kalmaz mı? Bizim bir de Dağlarca ustamız yok mu? O da “Türkçem benim ses bayrağım!” demiyor mu? Çaktın mı? Peki, Nihat Sami Banarlı üstadımız ne buyurmuş? Türk kadınına gâvur marka çorap olmaz demiş. Gâvurca dudak boyası, tırnak cilâsı, sabun, etek vesaire olmaz demiş.
2. ESNAF- Eee olursa ne olurmuş?
CEZMİ- Namus davası, ciğerim, namus davası. Anlamıyor musun? Bu ne kalın kafadır böyle?
2. ESNAF- (Cezmi’yi iter.) Bas git hemşerim. İşim gücüm var benim.
CEZMİ- Bak, öyle el kol hareketi yapma! El kol hareketinin kralını yaparım.
2. ESNAF- (Cezmi’yi tekrar iter.) Git işine be! Belânı benden bulma!
CEZMİ- El kol hareketi yapma, dedik. (Öğretmene) Ama bak hoca hanım, senin yöntem işe yaramıyor işte. Adam bu dilden anlamıyor ki. Beni kendi yöntemimi kullanmaya zorluyor. Ne yapabilirim? (2. Esnafa) Bak, kardeş, ikinci bir emre kadar bu mahallede salyangoz satışları yasaklanmıştır. Anlayacağın, Müslüman mahallesinde salyangoz satışları şu andan itibaren, yasak... Tamam mı? Bu “çikın mikın” ayakları derhal düzeltilecek. Bilmem, anlaşıldı mı? Tekrara lüzum var mı?
2. ESNAF- Size ne yahu! Benim müşterilerim tavuk yemek istemiyorlar. Çikın istiyorlar. Sizi ne ilgilendirir?
SELİM- Ne diyor bu Cezmi abi? Seni tanımıyor herhalde.
CEZMİ- (Selim’e) Tanıtırız, koçum. (2.Esnafa) Şöyle bir şeklime, şemailime baksana sen. Bir müşteri profilim yok mu benim? Ben de bir müşteriysem eğer, çikın mikın istemiyorum! Tavuk istiyorum, anladın mı, tavuk. Adına da çikın mikın demeyeceksin. Öz be öz Türkçe tavuk diyeceksin. Anlaştık mı?
2. ESNAF- Yürü git işine hemşerim! Senin karnın tok anlaşılan. Tok ağırlaması zordur. Hadi uza! Dükkânın önünü kapatma! Müşteriye engel olma! Uza dedim, hadi!
CEZMİ- Vay, bana... Cezmi’ye... Mahallenizin delikanlısına... Ailenizin külhanbeyine... Uza ha! Uzayalım bakalım! (Yakasına sarılır.) Ama geleneği bozmayalım. Önce rakibi iki seksen uzatalım. (Yaka paça birbirlerine girerler.)
ÖĞRETMEN- (Cezmi’yi arkadan çekiştirir.) Lütfen, Cezmi Bey, lütfen, kaba kuvvete başvurmayın.
SELİM- (Ayırmaya çalışır.) Bir dakika beyler, bir dakika. Kavgaya gerek yok. Anlaşabiliriz. Durun. (Esnafı tutar. Cezmi’ye) Cezmi abi vur. Sen işini bilirsin abi...
CEZMİ- Bak, efendi, bu dükkânın adı değişecek dedim, tamam mı?
2. ESNAF- Niçin değişecekmiş?
CEZMİ- Nâmahrem anam, nâmahrem. Benim evime yabancı ad koydun mu, nâmahrem olur icabında... Çakozladın mı moruk?
2. ESNAF- Yahu siz deli misiniz? Hastahaneden mi kaçtınız, hapishaneden mi? Belâ mısınız, çekin gidin be!
CEZMİ- (Öğretmene) Senin yöntemin iflas etti, hoca. Buraya kadardı. (2.Esnafa) Bak, usta! Terbiyemizi bozmayalım dedik. Hani anlarsın ya, delikanlılık bu. Hepimize lâzım. Formatı bozduk mu, biz de kendimizi tutamayız icabında. Ona göre. Şimdi kısaca ne demek istiyoruz, bir daha özetleyelim. O da senin gül hatırın için. Yoksa biz lafı bir kere söyleriz. İkiletmeyiz. (Sesini yükseltir.) Bu dükkânın ismi değişecek, o kadar!
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Ama böyle uyarı olmaz ki Cezmi Bey. Yanlış, vallahi yanlış.
CEZMİ- Amma yaptın hoca hanım. Adam ikna oldu da, biz “Olma!” mı dedik. Gördün işte. İnat ediyor adam. “Ben ikna olmam.” diye direniyor. Herkese anladığı dilden konuşmak lâzım. Bu vatandaş dilimizi anlamıyor belli ki.
ÖĞRETMEN- Olsun, yine de sabırlı olmalıyız. İnsanları ikna etmek kolay mı? Anlaşmak, uzlaşmak... Çaba ister.
CEZMİ- (Öğretmene) Peki, anladık. Sen kendi usûllerinle insanları ikna et! Ama bana karışma!
ÖĞRETMEN- Nasıl karışmam? Biz bir ekip değil miyiz?
CEZMİ- Ekibiz tamam da, aramızda yöntem karmaşası var. Ama söz. Bu son olsun. Bundan sonra senin yöntemlerini kullanalım. Mademki medeniyet, uzlaşma demek. Olsun. Bize uyar. Biz de kendi çapımızda medeni insanlarız icabında. Adımız zorbaya çıkmasın. Rencide olmayalım. Şimdi müsaade et. Sözümü bitireyim. (Esnafa) Duydun mu efendi, bu dükkânın adı üç vakte kadar değişecek. Çaktın mı? Üç vakte kadar diyorum. Yani şöyle demek: Ya hemen, ya şimdi, ya derhal. (Saatine bakar.) Ve süreniz şimdi başladı.
2. ESNAF- (İtişmeler...) Değiştirmiyorum işte. Defolun gidin be!
ÖĞRETMEN- (Tiz) Yeteeer! Yeter be! (Herkes donar.)
CEZMİ- (Ürkek) Ama... Öğretmenim...
ÖĞRETMEN- (Tiz) Kes sesini dedim!
CEZMİ- (Geri çekilir.) Tamam öğretmenim, sustum, kızma.
ÖĞRETMEN- Kesme sözümü. İşiniz gücünüz kavga. Başka yol bilmez misiniz siz? Bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. Yanlış yanlışla mı düzeltilir? Medeniyet diyorum, medeniyet! Buralara hiç uğramamış mı? Diyalog, anlaşma, uzlaşma... Bunlardan haberiniz yok mu sizin? Medenî insanlara yakışan ikna yöntemidir diyorum. İkna yöntemi. Anlaşıldı mı?
CEZMİ- (Suçlu gibi) Tabi öğretmenim, anlaşıldı öğretmenim... Ama niye kızdın, onu anlayamadım.
ÖĞRETMEN- (Esnafa) Ya sen? Sen anladın mı söylemek istediğimi?
2.ESNAF- Yooo. Anlamam mı gerekiyordu?
ÖĞRETMEN- (Kenara çekilir. Kızgın) Ne hâliniz varsa görün o zaman.
CEZMİ- Ha şöyle. Rahat bırak, işimize bakalım, değil mi ya! (Esnafa) Bak, efendi. Son sözümü tekrarlıyorum: Bu dükkânın adı üç vakte kadar değişecek. Ya hemen, ya şimdi, ya derhal. Süren başladı.
2.ESNAF- Anlaşıldı. Siz laftan anlamıyorsunuz. Günah benden gitti. (Islık çalar. Üç kişi sahneye girer. Titrek ışıklar altında kavga sahnesi.)
ÖĞRETMEN- Yapmayın, etmeyin, lütfen...
(Işıklar söner. Yandığında, Cezmi yerde kıvranmaktadır.)
CEZMİ- (Selim ve öğretmenin yardımıyla yattığı yerden güçlükle doğrulur ve bağırır.) Vazgeçmek yok! Pes etmek yasak! Bu Türkçe bizim. Bu dil hepimizin. Annemizin sütü, ses bayrağımız... Korumak boynumuzun borcu... Boynumuzun borcu diyorum, duymuyor musunuz? Kurumlar, kurullar, dernekler, vakıflar, ekranlar, manşetler, kürsüler, bölümler! “Türkçem, eyvah!” diyenler! Nerdesiniz heeey! (Kalkar, yürür.) Oh ne âlâ! İşi Cezmi’ye ihale et, kurtul! İhaleniz başım gözüm üstüne. Havaleniz kabul. Ama bir Cezmi ne yapsın? Cezmi’nin bildiği bir tek usul var. Ya sizin? Yağma yok! Herkes göreve! Herkes... Herkes... Herkes... (Çıkışa yürür.)
KARAMANOĞLU MEHMET BEYİN TORUNU- (Fondan) Karamanoğlu Mehmet Bey’in torunu olarak buyruğumdur: Şimden gerü evde, mecliste, yurtta, kantinde, sınıfta, sokakta Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır. Böyle biline!
Işıklar söner/Perde kapanır.