Kitabın Adı:küçük şeyler 2
Yazarı: Üstün Dökmen
Yayınevi: Sistem Yayıncılık
Basım yılı ve sayısı: Kasım 2006, 50 000 adet
Fiyatı: 7 YTL
Sayfa adedi: 173

KÜÇÜK ŞEYLER 2
Küçük şeyleri, küçümsemeyin, fazla da önem vermeyin.
Küçük şeylere hakkını verin.
Küçük şeylere hakkını vermek yaşama hakkını vermektir.
Eğer siz, yaşama hakkını verirseniz, yaşam da size hakkını verir
Siz, bu dünyaya ve ülkenize hem borçlusunuz, hem de onlardan alacaklı.
Eğer borcunuz alacağınıza yakınsa şanslısınız;
Kendinizi haksızlığa uğramamış hissedersiniz, haksızlık da etmemiş olursunuz, keyifli bir yaşam sürersiniz.
Eğer dünyadan alacağınız borcunuzu aşarsa, kendinizi sömürülmüş hissedersiniz.
Eğer borcunuz alacağınızı aşıyorsa, siz dünyayı sömürmüş, hortumlamış olursunuz, sizden davacı olurlar.
Eğer borcunuz mu çok, alacağınız mı çok, buna bir türlü karar veremiyorsanız, yaşam muhasebesi yapmayı beceremiyorsunuz demektir.
Eğer alacak ve borç haneleri eşitse birbirine, defteri huzur içinde kapatabilirsiniz o gece.
Çünkü ya alış-veriş keyifli geçmiştir ya içinizdeki muhasebeci becerikli çıkmıştır;
Veya her ikisi birlikte.’ (Kitabın arka kapağından)

‘Eğer bir şey sizin yarına kalma ihtimalinizi ve yaşlama sevincinizi artırıyorsa büyük bir şeydir. Bir çocuğa gülümsemeniz, onu ve sizi mutlu ediyorsa büyük bir şeydir. Eğer bir gül yaprağı üzerinde yuvarlanmadan duran bir çiğ damlasına hayretle, tebessümle bakıyorsanız, bu küçük damla, aslında büyük bir şeydir.
Ben çiğ damlalarını severim; yeri-göğü- yaprağı, taçyaprağı, suyu, sulayanı, gözü, gözeteni özetler bize. Milyonlarca su molekülü, görünmez bir zar içinde, parlak, aydınlık bir yüzle, serin ve diri bir sabahta titreyip durur yaprakta.’ (Sy. 11-12)

‘Keşfedilmiş yaşamlar, ezberletilmiş yaşamlardan, keşfedilmiş bilgiler ezberletilmiş bilgilerden üstündür. Çocuklarımıza suflörlük ettiğimiz zaman, onlara ezberletilmiş yaşamlar sunuyoruz demektir.’ (Sy. 18)

‘Anadolumuz’da en yaygın suflör önerilerinden birisi şudur: “Kadınım, sen geldin otuz yaşına, ununu eledin, eleğini astın, artık gezip tozmak senin neyine, otur evinde çoluk çocuğunla ilgilen sen.” (Bu tür suflörleri notralize etmek için ben de şunu söylemek isterim: Sakın ha, daha iyi anne baba olabilmek için ne mesleğinizi icra etmekten vazgeçin, ne gezip tozmaktan. Bir insan, hem işini yapabilir, hem çocuklarıyla ilgilenebilir, hem de gezip tozabilir, okuyup yazabilir, hem kendini hem de çevresindekileri geliştirebilir.’ (Sy. 20)

‘Tercih size kalmıştır: Siz önünüze hazır konmuş, ayıklanmış bir yaşamı da tercih edebilirsiniz, balığınızı kendiniz tutmayı, kendiniz pişirmeyi, kılçıklarını kendiniz ayıklamayı ve kendi ellerinizle yemeyi de tercih edebilirsiniz.
Tercih size kalmıştır. Siz, kendi yaşamınızı kendiniz kurmayı, kendi yaşam senaryonuzu kendiniz yazmayı da tercih edebilirsiniz, ki bu zor yoldur, szi, önünüze konan, yaşam sahnesine size sufle edilen, yeri geldiğinde size dayatılan kolay bir yaşamı da tercih edebilirsiniz. Tercih sizindir.’ (Sy. 21)

‘Lütfen, bir kediyle yakınlık kurmadan, özellikle bir yavru kedi alıp büyütmeden, kedi suflörlerine kulak verip kedilerin nankör olduklarını düşünmeyin. Kediler, ilişkiye kendileri karar veren, istediklerinde kendilerini sevdiren, özgürlükleri engellendiğinde araya mesafe koyan ve tepki veren varlıklardır. Evlerine ve sizlere bağlıdırlar, bağımlı değillerdir.
Keşke hepimiz öyle olabilsek.’ (Sy. 29)

‘Bu durumda, psikolojinin (gerek duyulduğunda diğer bilim dallarının) ürettiği bilimsel bilgilere dayanan konferanslar, kişisel gelişim kitapları, suflörlük etmek, tek doğruyu öğretmek yerine, kişileri yaşamla, farklı görüşlerle tanıştırmaya yönelmelidir. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman yaptığımız suflörlük değil, rehberlik olur.
Suflör ile rehber arasında iki temel fark vardır: Birincisi, suflör insanlara doğru yolu gösterir, çünkü kafasında tek bir doğru vardır. Rehber ise insanlara yollar gösterir, seçenekleri fark etmelerini ve içlerinden bir tanesini sağlamak için uğraşır, yani onlara koçluk, katalizörlük yapar. İkinci fark ise şudur: Suflör, gönüllü olsunlar olmasınlar insanlara kafasındaki doğruyu empoze eder. Rehber ise yalnızca gönüllü olarak kendisine başvuranları seçeneklerle tanıştırır.’ (Sy. 30-31)

‘Olaylara, yaşama tek bir bakış tarzıyla bakmak, diğer bir söyleyişle at gözlüğü kullanmak, öğrenilebilen bir şeydir ve çoğunlukla suflörlerden öğrenilir. Yaşama farklı bakış tarzlarıyla bakma becerisini de kendi kendimize öğrenebiliriz, öğrenmeliyiz.’ (Sy. 32)

‘Sokrates’in yönetimle arası açılmış, idama mahkûm edilmiş. Rivayete göre, ölmeden birkaç saat önce vedalaşmak için eşi gelir yanına. Kadıncağız bu sırada ağlar ve, “Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” der. Bu doğrudur ve olaya birinci bakış tarzıdır. Sokrates ise karısına şöyle cevap verir:
“Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha iyi miydi?”
Bence bu düşünce şeklini olaya ikinci bakış tarzı sayabiliriz. Hoşuma giden bu bakış tarzını derslerimde, konferanslarımda zaman zaman anlattım. Bir gün kızımla evde ders çalışıyorduk, yine Sokrates’in cevabını söyledim. Eşim o sırada koridordaydı, duymuş, şöyle seslendi:
“Vay be” dedi. “Sokrates’e bak, giderayak karısına bir lâf sokuşturmuş. Adamcağız, az sonra öleceksin, filozofluk etme, şu kadına güzel bir söz söyle. “Seni seviyorum” filân de.
Bence bu düşünce şekli olaya üçüncü bakış tarzı oldu.’ (Sy.34)

‘Bir bacağını kaybeden bir kişinin “Batsın bu dünya, bacağımı kaybettim” demesi birinci bakış tarzıdır. Aynı kişinin “Geride bir bacağım daha var, onunla neler yapabilirim” demesi ise ikinci bakış tarzıdır, kişiyi zenginleştirir, dirençli kılar.’ (Sy. 39)

‘Günümüz Türkiyesi’nde güçlü kadın motifi, bütün o Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel masallarına rağmen varlığını sürdürmektedir. Türkiye, dünyada kadın profesör sayısı en yüksek olan ülkedir ve dünyadaki toplam üç kadın yüksek mahkeme başkanı Türkiye’dedir.’ (Sy. 48-49)

‘Nil Karaibrahimgil’in bir şarkısı kadınların güçlü olma özlemlerini güçlü bir üslûpla dile getiriyor. Ne diyor: “Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım, girmesinler havaya” diyor. Kadının tek taşını kendisinin alabilmesi, hem maddi hem mecazi anlam taşıyor. Tek taşını kendisi alabilen, kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü kadın, aynı zamanda anne de olabilir, eş de. Kadının güçlü olabilmesi onun “kadınlıktan” uzaklaşacağı anlamına gelmez. Dedelerimizin “Kadın anam” dedikleri ninelerimiz, hem eş, hem ana, hem de güçlü olmayı becerebiliyorlardı galiba.’ (Sy. 49)

‘Bu dünyada güçlü zayıfı ezebilir, ezer ama ezmemelidir. Fiziksel ve ekonomik yönden güçlü olan ve toplum desteği de arkasına alan bir erkek eşini ezebilir, eziyor ama ezmemelidir. Bazı yönlerden kızından güçlü olan bir baba, sudan bahanelerle kızına vurabilir, vuruyor ama vurmamalıdır. Bizim kültürümüz, kadının ayağına altın halhal takan erkeklerin, düğün öncesi kızı ata binerken yere diz koyup ona omuz veren babaların kültürüdür. Bu kültürün insanları, kızlarının başlarına bir kaza-belâ geldiğinde onları yalnız ve çaresiz bırakmamalı, bağrına basmalıdır. Kadının ayağına halhal takan, kızının ayağına omuz veren babaların kültürü, dantele, mantıya hapsolmuş, zayıf bırakılmış kadınlarını ayağının altına alıp ezebiliyor, eziyor ama ezmemelidir.’ (Sy. 52)

‘Suflörler,-bunlar bazen ana babalar olur, bazen öğretmenler, bazen herhangi birileri- birtakım alışılmış dogmaları fısıldarlar. Bu dogmaların dışına çıkabilenler, olaylara alışılmışın dışında bakabilenler, bilimde, sanatta yeni ufuklar açarlar. Örneğin, yüzyıllar boyunca insanlar havada bıraktıkları cisimlerin aşağıya düştüğünü söylediler. Bu son derece doğal, basit bir şeydi. Elbette ki aşağıya düşerdi; su aşağıya doğru akar, yağmur yukarıdan aşağıya doğru yağardı. Ama birisi çıktı, bu newton’dı, “Havada bırakılan bir cisim aşağıya düşmüyor, dünyaya doğru çekiliyor” dedi. Bu olaya yeni bir bakış tarzıydı ve birincisine oranla çok daha doğruydu.
Kuzey yarıkürede dalından kopan bir elma eğer gerçekten aşağıya doğru düşüyor olsaydı, güneyyarıkürede dalından kopan elma da aşağıya doğru düşmeli, yani dünyadan uzaklaşmalıydı. Oysa dünyanın neresinde olursa olsun, dalından kopan bir elma, aşağıya doğru düşmez, dünyaya doğru çekilir.. Bu bakış tarzı, insanlığın dünyayı algılayışını değiştiren bakış tarzlarındandır.’ (Sy. 57-58)

‘Yetişkin yaştaki insanlar sorumluluk alsınlar istiyoruz, karar verme sıkıntısı çekmesinler istiyoruz. Bunu sağlamk için de iş yerlerinde hizmet-içi eğitimler veriyoruz. Söz gelişi onlara “out of training” denen şeyler yaptırıyoruz; elli yaşındaki insanlara kasklar giydirip, bellerine ipler bağlatıp, sun’i dağlara tırmandırıyoruz, havada kurulmuş köprülerden geçiriyoruz. Bunları beceren insanların iş yerinde ekip olacaklarına, karar verme sıkıntısı çekmeyeceklerine inanıyoruz.
Ekip olmayı öğretmenin bir yolu yetişkinlere “out of training” yaptırmaktır. Daha etkili başka bir yolu ise ilkokul yaşlarında resme, müziğe, beden eğitimine ağırlık vermektir. Kimi Batı ülkelerinde beden eğitimi derslerinde futbol, basketbol oynatıp ekip olmayı, müzük derslerinde ortak ritim oluşturabilmeyi, resim dersinde ise algılara yeniden şekil vermeyi, görsel kompozisyonlar oluşturmayı öğretiyorlar. Bütün bu etkinlikler, çocuklara seçme özgürlüğü tanıyarak karar verme becerilerini geliştirir, onları geleceğe hazırlar. Bizler çoğunlukla böyle yapmıyoruz. En azından benim kuşağım, resim, müzik, beden eğitimi derslerinde resim, müzik, beden eğitimi yapmadı, matematik okudu.
Eğer çocukların resimle, müzikle, beden eğitimiyle uğraşmalarını sağlarsanız, yetişkin olduklarında, bence “out of training” e gerek kalmaz. Eğer küçük yaşlardan resimle, müzikle, beden eğitimiyle uğraşmalarına fırsat tanımamışsak, seçme özgürlüklerini kısıtlamış, karar verme becerilerini geliştirmemişsek, elli yaşında kask giydirip daldan dala atlamanın pek faydası yoktur.’ (Sy. 60-61)

‘Bence, günümüzde ülkemizin ve dünyamızın temel sorunu dürüstlük eksikliğidir.
(…)
Toplumların yoksullukları, savaşlar, doğanın, en azından ozon tabakasının yok edilmesi, genelde dürüstlük eksikliğinden kaynaklanıyor.
Ülkemizde ve dünyada hortumcular var. (Bunlar, pazarda para, savaşta insan kanı emerler; gökten ozonu, yerden petrolü, suyu içlerine çekerler, gözden sürmeyi çekerler.) Bir de pipetçiler var. (Pipetçiler, bedava kupon biriktirirler, indirim günlerini gözlerler, birkaç lira için KDV pazarlığı yaparlar, yılandan yün kırparlar…) (Sy. 68)

‘Bir öğrencisi öğretmeniyle ilgili alı olmayan bir dedikodu çıkarır, dedikodu kulaktan kulağa yayılır. Daha sonra öğretmen öğrencisine öğrencisine bu dedikodunun kaynağının yanlış olduğunu ispatlar. Öğrenci hatasını anlar, çok üzülür ve “Hocam bu hatamı nasıl giderebilirim?” diye sorar. Öğretmen, kuştüyü bir yastık alıp kasabanın yanındaki tepeye gelmesini söyler. Öğrenci yastıkla tepeye geldiğinde öğretmen ondan yastığı bıçakla kesip kuş tüylerini ortaya çıkarmasını söyler. Öğrenci yastığı keser, kuş tüyleri kısa sürede(o arada esen rüzgârın da yardımıyla) ovanın her tarafına yayılır. Öğretmen öğrencisine “Şimdi senden bu tüyleri toplayıp tekrar yastığın içine koymanı rica ediyorum. Eğer bunu yaparsan hakkımda çıkardığın dedikoduyu da telâfi edebilirsin” der.’( Sy. 75)

‘Suflörlerin etkisiyle, kendi iradelerini kullanmayan, çevreden gelecek mesajları bekleyen, tek tip insanlardan oluşmuş bir toplum ortaya çıkar. Toplumsallaşma gereklidir, en azından bazı konularda birtakım ortak değerlerin paylaşılması gereklidir. Ancak bütün bunların süflör eliyle yapılması gerekli midir?
Belki de asıl yapmamız gereken şey bütün süflörlükleri ortadan kaldırmak değil, yalnızca bireysel ve toplumsal gelişmeyi engelleyen suflör tavrını ortadan kaldırmaktır. Toplumsallaşma için, belirli sınırlar içinde suflörlüğe, özellikle ana baba suflörlüğüne ihtiyaç bulunabilir. Ancak pratikte görülen şu ki, suflörler işi tadında bırakmıyor, çocuğun/kişinin bireyselliğini, özerkliğini engelleyen bir iletişim atmosferi yaratıyorlar. Aslında suflörsüz bir yaşamda, hem toplumsallaşmak, başkalarıyla dayanışma içinde olmak, hem de birbirinin kopyası olmayan, kendi aklına güvenen, gelişen ve geliştirebilen bireyler olmak mümkündür.’ (Sy. 81)
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=25063

‘Gelişmeye direnç şemaları şunlar olabilir:
“Sen çalışma, bırak paran çalışsın.”
“İnsan aklı böyle şeylere ermez.”
“Böyle gelmiş, böyle gider.”
“Ben babamdan böyle gördüm.”
“Eski köye yeni adet getirme, icat çıkarma.”
“İcat edilebilecek her şey icat edildi.”
“Elinin hamuruyla erkek işine karışma.”
“Kadının saçı uzun, aklı kısadır.”
“Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de öyledir.”
Yukarıdaki cümleler ülkemizde, özellikle kırsal kesimde bir zamanlar kullanılan, halen de kullanılmakta olan ifadelerdir.’ (Sy. 82)