T.C.ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİEĞİTİM FAKÜLTESİPSİKOLOJİK DANIŞMA VE REHBERLİK BÖLÜMÜÜNİVERSİTE SON SINIFTAKİ ÖĞRENCİLERİN KAYGILARINI ETKİLEYEN ETMENLER
Şükrü AKKAYA
SAMSUN 1999
BÖLÜM I
1. GİRİŞ
İnsanın sağlığı konusunda Dünya Sağlık Örgütünün “sağlık bedensel, ruhsal ve sosyal olarak iyilik durumudur.” (Öztürk, 1994, ss 101). İnsanın sağlıklı olabilmesi için biyolojik, psikolojik, sosyal yönden bütün bu etmenlerin birbirleriyle uyum içinde olması gerekir. Ruh sağlığı kişinin kendisi ve çevresiyle olan ilişkilerinde dengeli ve uyum içinde olmasıdır. Kaygı kişinin ruh sağlığı önemli belirtilerinden biri olarak görülür.
Kaygı (anksiyete) sözcüğünün kökü eski yununca “anxietas” olup endişe, korku, merak anlamına gelir ‘Köknel, 1988,ss 138).
Genelde kaygı; stres ve depresyon konuları ile birlikte neden-sonuç ilişkisi açısından incelenmektedir. Kişiler yaşadıkları olayları abartarak ve çarpıtarak algılama eğilimindedirler. İnsanın geleceği olumsuz açıdan görmesini ve algılamasını içerir. Kaygı, depresyonda sıkça görülen bir olgudur. (Aytar ve Erkan, 1986, ss 75).
Çavuşoğlu’nun (1990, ss 2) Lin’den (1975) aktardığına göre Kaygı; başa gelebilecek bir tehlike duygusu, huzursuzluk, gerilim ve korku ile karakterize edilen, hoş olmayan bir durum olarak tanımlanabilir.
Kaygılı yaşam, gelecekte olabilecek kötü bir olayı korku içinde beklemek şeklinde gösteren bir yaşantı şeklidir (Nemiah, 1975, ss 1201).
Kaygı subjektif bir korkudur. Kaygı solunum hızının değişmesini, kalp atışının hızının artmasını, benzin sararmasını, ağzın kurumasını terlemeyi, iskelet kaslarında bir gerginliği, titremeyi içeren karakteristik bir otonom sini sistemi faaliyetidir. Kaygı, kişinin bilinçli tarafı ile duyulan ve kavranılan bir tehlike sinyalidir. Kaygıyı doğuran, kişiliğin içinden gelen bir tehlike, tehdit işaretidir. Bu bir dış duyum tarafından uyarılmış olabilir (Çavuşoğlu, 1990, ss. 2).
Kaygı, pavlovcu deneysel psikolojisi ve günümüzün deneysel psikolojisinde korku ile eş anlamlı kullanılır. Psikanalitik kuramlarda kaygının korkudan ayrıldığını görürüz. Korku, dıştan gelen tehlikelere karşı bir reaksiyondur: Kaygı ise kontrolden kaçmak üzere olan yasaklanmış bir içgüdüsel dürtü şeklinde, kişiyi içeriden tehdit eden bir tehlikeye gösterilen tepkidir.
1-) KAYGI ÇEŞİTLERİ
Kaygı; normal ve patalojik, akut ve kronik kaygı şeklinde ayrılabilir. İnsanın yaşadığı çevreden gelen bazı etkinliklerce olan kaygı normal kaygıdır. Nörotik kaygı ise, nedensiz oluşan ve sahibinede saçma gelen kaygıdır.
Akut anksiyete; yoğun ve kısa sürelidir. Kronik anksiyete ise daha az yoğun ve süresi bilirsiz olarak düşünülür. Ayrıca Akut anksiyete psikiyatri hastalarında görülür (Çavuşoğlu, 1990, ss. 3).
Nemiah (1975, ss. 14) Anksiyete’yi dörde ayırır; (1) Süper Ego Kaygısı: İnsanın yaptığı bir hareketten duyduğu suçluluk duygusudur; kişi yaptığı hareketin yanlış olduğunu bilir, başkalarını bunu fark etmesinden korkarak kaygı duyar. (2) Kastrasyon Anksiyetesi: Bedene gelecek herhangi bir zarardan yada bedensel psişik kapasitenin azalmasından korkmak şeklinde kendini gösteren çeşitli anksiyeteleri içerir. (3) Ayrılık (Seperasyon) Anksiyetesi: Kendisi için önemli olan bir insanı kaybetmek yada o insanla ilişkisinin sona erme korkusudur. (4) I Anksiyetesi: Hastalarda sık sık iradelerine hakim olmayıp, kontrollerini kaybetmek ve irrasyonel bir harekette bulunmak korkusundan söz ederler; aşırı hallerde bütün kişiliklerinin çözüleceğinden korkarlar.
2-) KAYGIYI AÇIKLAYAN GÖRÜŞLER
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=96012
“Kaygı” sözcüğü insanlık tarihi boyunca en sık kullanılan sözcüklerden biridir. Kaygı kavramı ruhbilim alanına yüzyılın ilk yarısında girmiş ve bu alanda araştırma ve çalışmalar 1940’lı yılların sonunda yapılmıştır. (Köknel, 1988, ss. 141). Ruh bilim alanında “kaygı” sözcüğünü ilk kullanılan ve bunu bir kavram olarak tanımlayarak nedenlerini araştıra, Freud (1856-1939) olmuştur.
Freud’a göre kaygı; fiziksel yada toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürebilme işlevlerine katkıda bulunur. Hatta normal anksiyeteyi yaşamın sürmesi için gerekli görür (Geçtan, 1981, ss. 231). Her insan arada bir kaygı duysa da Freud, nevrotiklerde bu duygunun daha sık ve daha yoğun yaşandığını gözlemiştir. Ayrıca tüm nevrozların temelinde anksiyete görmüştür. Freud, ilk yazılarında kaygının kaynağını libidodan aldığını söylemiştir. Ona göre insanın kişiliği id, ego ve süper ego’dan oluşur. Kaygının kaynağı ego’dur. İd’ten gelen ve kontrol edilmediği takdirde tehlikeli olacağını gören ego buna bir kaygı reaksiyonu ile yanıt verir (Çavuşoğlu, 1990, ss. 2-4).
Freud kaygı’yı üçe ayırır: Nevrotik Kaygı; nedeni belli olmayan bir yılgı tepkisi biçiminde yaşanan ve her zaman mantık dışı olan kaygı olarak tanımlar. Kökenini yetişkin yaşamdan çok bebeklik ve çocukluk yıllarının yaşantılarından alır. Törel kaygı; ego’da utanç yada suçluluk duygusu yaratır. Özellikle süper egonun vicdan diye bilinen bölümü tarafından onaylanmayan durumlarda ortaya çıkar (Geçtan, 1989, ss. 161). Gerçek Kaygı; fiziksel yada toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyaran ve gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürebilmesine katkıda bulunan kaygıya denir.
Klasik psikanalitik kuramlarına göre kaygının gelişimsel olarak belirlenen iki önemi vardır: Birinci kaygı ve sonraki kaygılar. Freud’un değişi ile “kaygı doğum sürecinde örneklenir” (Geçtan, 1981, ss. 232). Bebek doğum anına kadar olan süre içinde ortamın özelliklerine uyum sağlamıştır. Doğumla birlikte kendini uyaran ışık, gürültü, dokunma, uyaranlar ve ısı değişiklikleri ile dolu bir dünya bulur, bu ilk kaygı durumudur. Birinci kaygıdan sonraki kaygıya geçiş egonun olgunlaşmasıyla ilgilidir (Geçtan, 1981, ss. 233).
Adler Kaygıya aşağılık duygusunun neden olduğunu söyler. Bundan acı çeken, eksiklik duyan kişi üstünlük ve güvenlik kazanmak amacını güder, bunun içinde kaygı ile başkalarını kontrole yönelir (Çavuşoğlu, 1990, ss. 4). Ayrıca kişi toplumla bağlarını kaybetmiş hissettiğinde kaygı duyar.
Otto Rank, her çeşit kaygı ve nevrozların başlangıcını doğum trovmalarına bağlar. Aslı “Anneden ayrılma” olan doğum trovması insanın ileriki yaşamında karşılaştığı tüm ayrılmalarda yinelenir ve kaygının temel evrensel nedenini oluşturur (Geçtan, 1981, ss. 237).
Kingeard kaygıyı “ölüme dek süren hastalık” diye tanımlanmıştır. Yaşamın kaçınılmaz bir parçası olarak görülmüş. “Nevrotik Kaygı”nın ise benliğin dağılmasında ve anlamsızlıktan doğduğu görüşleri ile çağdaş kavrama temel hazırlanmıştır (Geçtan 1981, ss. 237).
Goldstein’e göre kaygının ortak öğesi bireyin yeteneği ile ondan beklenilenler arasındaki uyuşmazlıktır, bu durum ise kendini gerçekleştirmesini olanaksız kılar (Geçtan, 1981, ss. 237)