Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 4/5 İlkİlk ... 2345 SonSon
49 sonuçtan 31 ile 40 arası
  1. #31
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri




    ÖZET


    Kafkasya’nın bir köyünde Dilber adında küçük bir kız, esircilerin eline düşer. İstanbul’a getirilir. Dokuz yaşındaki güzel kız, Mustafa Efendi adında bir memura satılır. Evin hanımı serttir, kötü huyludur. Dilber’e çok cefa eder. Kızcağız bütün ağır işleri yüklenir, gücünün üstünde çalışır. Öyleyken sık sık dövülmekten, aşağılanmaktan kurtulamaz.

    Mustafa Efendi Erzurum’a bağlı bir ilçeye atanır. Dilber’İ götürmek istemediğinden bir esirciye satar. Dilber sıkıntılı yıllar geçirir. Ona müzik, okuma, ev işleri öğretilir. Ardından satılır. Bir paşa konağına düşer.
    Asaf Paşa’nın ailesi görgülü ve bilgilidir. Evde dengeli bir hava vardır. Dilber bu evi çok sever, ilk kez rahat eder. Evin oğlu Celâl, Avrupa’da okumuş, resim çalışmış, kültürlü ve yakışıklı bir gençtir. Dilber’i model olarak kullanır. İki genç zamanla birbirlerine yakınlık duyarlar. Sevişirler. Anne ve baba durumu sezince telaşa kapılırlar. Oğullarının haberi olmadan kızı, bir esirciye satarak konaktan uzaklaştırırlar. Celal olup biteni öğrenince üzüntüden yatağa düşer.

    Dilber’in yeni sahibi Mısırlı bir zengindir. Kızı haremine kapamak niyetindedir. Bunun için onu Mısır’a götürür.

    Genç kız hareme girmek istemediğinden karanlık bir odaya kapatılır. Harem Ağası Cevher kıza acır, onu kurtarıp İstanbul’a kaçırmak ister. Gece yarısı odaya ip atarak yukarı tırmanır. Önce Dilber’i aşağı indirir. Arkadan kendisi de inerken dengesini kaybeder, düşerek ölür. Dilber yalnız ve çaresiz kalır. Tek başına İstanbul’a gidemeyeceğini anlar. Kendini Nil ırmağına atarak intihar eder.





    Açıklama : Edebiyatımızın ilk natüralist romanı sayılan Zehra, 1864 yılında İstanbul'da doğan ve 29 yaşında kemik vereminden ölen Nabizade Nazım'ın tek romanıdır. Roman kişilerinin konuşmalarını, kendi dillerinin özelliklerini koruyarak veren yazar, konusunu işlerken araya girip kendi düşüncelerini belirtmekten kaçındığı için öykü tekniğine bağlı bir yapı kurmaya çalışır. Yazar, bu kitabında kıskanç bir kadının çevresindekileri nasıl mahvettiğini, ama sonunda kendi ölümüne de neden olduğunu romancılığımızda ilk kez görülen bir derinlik ve gerçekçilikle verir. Kitapta, Zehra'nın eşi Suphi'nin üç farklı kişilikteki kadınla; Zehra, Hüsnücemal ve Ürani'yle sağlıksız evlilik ve aşk ilişkileri anlatılır ve bu ilişkiler felaketle, ölümle sonuçlanır.

    ÖZET

    Zehra zengin bir aile kızıdır. Küçük yaşta annesini yitirir. Sevgi ve şefkatten yoksun kalır. Bu yüzden sinirli, kıskanç ve geçimsizdir. Her şeye öfkelenir. Büyüyünce, babası onu işyerinde kâtip olarak çalıştırdığı Suphi ile evlendirir. Zehra bir süre kocasıyla iyi geçinir. Sonra eski huyları depreşir. Eşini herkesten kıskanır, durmadan onu rahatsız eder.

    Suphi’nin annesi, ev işlerine yardımcı olmak üzere, Hüsnücemal adında güzel bir cariye alır. Bu durum Zehra’yı iyice çileden çıkarır. Karısından bıkan ve bunalan Suphi bu kez Hüsnücemal’e bağlanır, sonra da onunla evlenir. Ayrı bir eve taşınırlar. Zehra’nın babası ölünce Suphi onu boşar.

    Zehra öç almak için bir Rum kadınını Suphi’ye musallat eder. Yosma Ürani kısa zamanda amacına ulaşır. Suphi’yi kandırır, kendine bağlar. Suphi’nin gözü artık Hüsnücemal’i görmez, aklı Ürani’dedir. Bu yüzden varını yoğunu ona yedirir. Sonunda iflas eder. Bunun üzerine Ürani ona sırt çevirir. Hüsnücemal üzüntüsünden intihar eder. Suphi tulumbacılığa kadar düşer. Öyleyken Ürani’yi unutamaz. Sevgilisinin başka bir erkekle yaşadığını duyunca tepesi atar. Gizlice onları izler ve ikisini de yakalayıp öldürür. Fakat kanıt yetersizliğinden kurtulur. Trablusgarp’a sürgün edilir.

    Bu arada Zehra, Suphi’nin katibi Muhsin ile evlenmiştir. Yeni kocası bir süre sonra ölür. Zehra yalnız kalır. Ayrıca, Suphi’nin başına gelenleri öğrenince sinirleri büsbütün bozulur. Çünkü, için için, hâlâ onu sevmektedir. Bir gün sokakta giderken, bir dilenci kadının ansızın düşerek öldüğünü görür. Dikkatle bakınca yerdeki kadının Suphi’nin annesi olduğunu anlar. Ardından, hastalanıp yatağa düşer. Bir ay kadar ateşler içinde yatar, sonra da ölür.




    Açıklama : Zamanın Rusya'sını iyisiyle kötüsüyle anlatan bir eser. İnsanın olduğu yerde eksik olmayan aşk, hırs, iyilik, düşmanlık ve entrika. Bir yanda ne için yapıldığı bir türlü bilinmeyen ve onca insanın ölmesine sebep olan savaşlar; diğer yanda "barış"ın küçük bir sınıfın daimi kaderi oluşu... Savaşta da barışta da dürüstlüğü ilke edinmiş kahramanlar... Hep aykırı bir tip olan Piyer Bezukof ve onun şahsında iyiliğin üstünlüğü... Kadınların genel konumlan ve çıkar çevrelerinin ince hesapları... "Kanlı sargılar içindeki bütün bu bozuk insan etleri..." cümlesiyle özetleyebileceğimiz Savaş; balolar, partilerle süslenen Barış... Kısacası; Strakof'un deyimiyle "Hayatın, zamanın Rusya'sının, tarihin, sınıf kavgalarının olağan üstü bir tablosu; insana insanlığa ait ne varsa; insanın mutluluğunun ve büyüklüğünün; felaketinin ve küçüklüğünün mükemmel bir tanımı nedir? Derseniz cevabı şudur: "Savaş ve Barış"
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11546

    "Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı son bin yılda yazılan en büyük on edebiyat eserinden biridir. Bütün 19. yüzyıl romanları içerisinde Tolstoy'un Napolyon'un Rusya'yı işgalini anlatan panoraması, hacmi, insan anlayışı, kahramanlarının soluğu ve tarih üzerine düşüncelerinin akışı bakımından en büyüğüdür. Resmin büyüklüğüne rağmen bireysel fırça darbeleri de her zaman kesin, doğru ve vecizdir."
    John Updike



    SAVAŞ VE BARIŞ (2 CİLT)
    Savaşla barış birbirini izler, savaş sahneleri ardından aile sahneleri karşımıza çıkar. Romanın başında Nataşa Rostov henüz bir çocuktur, oysa genç Piyotr Bezuhov çoktan evli bir erkektir ama mutsuzdur; karısı, herkesi aynı gülüşle selamlayan güzel prenses Helena'dan ayrılır. Ama Helena ölür. Nataşa'ysa Piyotr'un arkadaşı Prens Andrey Bolkonskiy'le nişanlıdır. Helena, nişanlısının yokluğunda erkek kardeşi Anatol Kuragin'e aşık olur ve onunla kaçmaya kalkışır. Daha sonra Prens Bolskonskiy'in ağır biçimde yaralanması üzerine, Nataşa ona ne kadar derin bir aşkla bağlı olduğunu anlar ve ondan af dilemek ister.

    Ancak, Nataşa Piyotr ile evlenip, kendisini ailesine adar ve Dekabrist ayaklanmasına katılan kocası, 14 Aralık 1825' te Sibirya'ya sürülünce onun peşinden gider.

    Savaş ve acı dolu sahnelere karşın,"Savaş ve Barış" a egemen olan renk aşk ve yaşamla doludur. Tolstoy, "roman yazarken sanatçının amacı bir sorunu tartışılmaz biçimde kökünden çözmek değil, ama sayılamayacak kadar çok, bitmek tükenmek ilmez tezahürleri içinde yaşamı sevindirmektir" der.

  2. #32
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri



    “Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve dualarım Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim”.

    Afrikalı Leo’nun ilk sayfasında karşılaşacağınız bu sözler tüm kitabı özetliyor sanki. Gerçek bir yaşamdan çıkarılmış bir öykü olan bu kitapta Endülüslü bir tüccarın hayatı anlatılıyor. Kahramanımızın asıl adı Hasan olmasına rağmen romanda bir kaç kez ismi değişiyor.

    1489’da Granada’da doğan Hasan 1488’den başlayarak 1527’ye kadar her geçen yılı oğluna, kendi yaşadıklarını, anne ve babasından dinlediklerini tarihi gelişmelerle birlikte dört kitap şeklinde anlatıyor. Granada, Fas, Kahire ve Roma kitapları...

    1492 yılında Endülüs’ün son kalesi olan Granada’nın da Kastilyalılar tarafından alınmasıyla bir uygarlığın nasıl yok olduğunun hikayesiyle başlıyor her şey... Endülüs’te barış içinde yaşayan Müslüman Hıristiyan ve Yahudi halkın karşı karşıya kaldığı durum ve bir vatanı, bir hayatı bırakıp kaldıkları yerden nasıl devam etmeleri gerektiği konusunda düştükleri ikilemler anlatılıyor Granada kitabında.

    O büyük görkemli uygarlık Endülüs artık hiç bir güce sahip değildir. Çoğu Müslüman olan halk ellerinde yapacak hiçbir şey olmadığı için gözyaşları içinde de olsa evlerini terk edip Endülüs’ten ayrılma kararı ver. Elhamra’da varılan sonuç da kan dökülmeden önce vatanı terk etmek gerektiğidir. Ama bazı insanlar kararsızdır veya bir yolculuğu kaldıracak ne maddi ne de manevi güçleri kalmıştır. Ama elinden gelen herkes hicret etmelidir. Çünkü inancın alaya alındığı bir ülkede yaşamayı kabul ederseniz “o gün ölüm meleği size soracak; “Allah’ın toprakları yeterince geniş değil mi barınak bulmak için anayurdunuzu bırakıp başka yere gidemez miydiniz? Böylece sizin yeriniz cehennem ateşi olur.” ayetiyle Kur’an da başınıza ne geleceği kısaca anlatılmıştır. Bu yüzden Yahudi, Müslüman bir çok Endülüslü kendilerine verilen süre zarfında Granada’dan ayrılarak Fas’a göç eder.
    1494’te kendilerinin de Fas’a göç etmeleriyle Fas kitabına geçiyor Hasan.

    Bu kitapta Hasan’ın babası Muhammet’in mutluluğu yakalamak için verdiği uğraşlar, Hasan’ın büyüyüp bir hafız olması bu sırada en iyi arkadaşı olacak Gelincikle, kız kardeşi Meryem’in başından geçenler, Hasan’ın tüccarlık macerasının başlangıcı, dayısıyla birlikte Fas Sultanı’na verdiği hizmetler, Hasan’ın ilk aşkı ve geçirmiş olduğu ilk evlilik anlatılıyor kahramanımızla birebir ilişkili. Tabi yine tüm bunlarla bir örgü içinde Granada’da yaşanan içler acısı durum da gözler önüne serilmekte. Endülüs’te kalan Yahudi ve Müslümanların zorla vaftiz edilmesi daha sonra gerçekten değil de görünüşte Hıristiyan oldukları öne sürülerek canlarına kıyılması, bu olaylardan Fas’taki Endülüslülerin duyduğu üzüntü ve Kastiyalıların yakında Fas’a da gelecekleri korkusu kısaca bu kitaptaki başlıca olaylar denilebilir.

    Hasan’ın Zervali adındaki zalim kişilik, Gelincik ve Meryem’in arasında geçenler yüzünden Fas’tan ayrılması ile Fas kitabı da kapanıyor ve Hasan’ın bir sonraki durağı Kahire oluyor.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11547
    Hasan Kahire kitabında ilk kitaplarda olduğundan daha da içinde bulunuyor tarihin.

    Hasan Kahire’ye ayak bastığında halk vebadan kırılmış vaziyettedir ve geri kalan halkın çoğu canını kurtarmak için bir bir göç etmektedirler. Şans eseri tanıştığı bir Kahirelinin evine yerleşen Hasan hem veba tehlikesi geçene kadar Kahire’den ayrılan ev sahibinin evine göz kulak olacak hem de bu süre zarfında hiç bir ücret ödemeden barınak ihtiyacını çok iyi bir şekilde karşılayacaktır.

    Hasan kısa sürede bir iş kurar ve bu arada Yavuz Selim’in yeğeni Alaettin’in vebadan ölmesi üzerine dul kalmış olan eşi Çerkez güzeli Nur’la bir yakınlaşması olur. Yanlarında bir Osmanlı veliahdı, Alaettin’in oğlu Bayezitle birlikte maceralı anlar yaşarlar.

    Mısırdaki Memluk egemenliğine son veren Osmanlıdan intikam almak ve vatanı geri alabilmek için Tumanbay adlı saray katibi ve diğer Mısırlıların verdiği mücadele sonrasında gelişen olaylar ve bir şekilde Hasan’ın Roma’ya kaçırılması ile kahramanımızın Kahire macerası da son buluyor.

    Ana kitaba adını veren Afrikalı Leo Romalıların Hasana taktığı bir lakap. Papaya bir armağan olarak sunulan hasan, öğretmen oluyor, öğrenci oluyor, vaftiz ediliyor hatta papanın evlat edinmesiyle soylu sınıfına dahil ediliyor. Tabi vaftiz olunca adı da Giovanni Leonne de la Medicci oluyor. Fas’tan geliyor olması nedeniyle de ona kısaca Afrikalı Leo deniliyor.

    Roma kitabında da böyle başlıyor olaylar. Papalığın başından geçenler Fransa, Macar Kralı ve Sultan Süleyman arasındaki ilişkiler, Leo’nun Maddelena’yla yaşadığı aşk, çevirmenlik yaparak ilişkilerde oynadığı rol ve Lütherci’lerin kiliseye başkaldırısı anlatılıyor takibinde.
    Kitabın son sayfasında şu cümleler var:
    Sen Roma’da Afrika’lı Leo’nun oğluydun, Afrika’da Rumi’nin oğlu olacaksın. Nereye gidersen git birileri sana derinin rengini ve dualarını soracak.

    .....
    İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar.
    Bu sözleri Amin Maalouf’tan sık sık duyacaksınız. Romanlarında vermek istediği ve denemesi “Ölümcül Kimlikler”in de ana temasını oluşturan aidiyet ve kimlik kavramları onun tüm cümlelerine bir şekilde işliyor.

    Amin Maalouf’un ilk romanı olan Afrikalı Leo 1986’da yayımlandığında Fransız-Arap dostluk ödülünü kazandı. Bu kitapta Maalouf gerçek tarihi kişilikleri de roman kahramanları arasına alarak tarihi onlar aracılığıyla anlatıyor, tabi Leo’nun yorumlarının da unutmamak lazım. Kahramanız Leo zeki, başarılı, her gittiği yerde kendini kabul ettirmeyi beceren ve yazgısına rağmen ne yapıp edip hayattan zevk alıp mutluluğu bulabilen bir kişi, bir çok özelliği ile özenilecek biri olarak işlenmiş. Aşk unsuru da nerede ne durumda olursa olsun Leo’nun peşini hiç bırakmıyor.

  3. #33
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri


    Kitap Hakkında:

    Gustave Flaubert gerçekçilik akımının öncüsüdür.
    Madam Bovary romanı ise, edebiyatta çağ başlatan bir başyapıttır.
    Madam Bovary bir dramdır; kentsoylu yaşamın batağında, romantik düşlerin peşinde koşan bir kadının dramı.
    Doyumsuz tutkuların ağında mutluluk hayalleri kuran Emma Bovary, gördüğü bayağılık ve ihanetle yıkılır.
    Asla yaşayamayacağı bir aşk için, şöhretini ve gururunu ayaklar altına alır, hayatını feda eder.
    Var olduğunu sandığı büyük insani duygular ve değerler, küçük çıkarlar ve para karşısında tuz-buz olur.
    Sonunda aşk acılarıyla kıvranarak romantik düşlerini yitirir, her şeyden duyduğu korku ve pişmanlık içinde hayatına son verir. Evet, Madam Bovary kadın ruhunun (aşk) acılarını eşsiz bir güçle anlatan muazzam bir romandır.
    Hala ruhunu yitirmeyen kadınlara ve erkeklere ithaf olunur.

    KARAKTERLER:

    Emma Bovary : Romanın baş kahramanıdır. Romantik istekleri mantığının önüne geçmiş, güzel bir kadındır. Daima gözü yükseklerdedir. Elindeki ile yetinmeyi bilmeyen, doymayan bir kişiliğe sahiptir o nedenle hayatta hiçbir zaman mutlu olamamıştır.

    Charles : Tembel bir kocadır. Hayatı boyunca hep annesinin istediklerini yapmaya mecbur kalmıştır. Çocukluk yıllarından kalma bu eziklik onu zayıf karakterli biri yapmıştır.

    Homais : Meraklı ve misafirperver bir eczacıdır.

    Rodolphe: Zengin ve çapkın bir erkektir.

    Lheureux : Çıkarcı bir insandır. İnsanların hayatına karışan bir satıcıdır. Aynı zamanda çok paragözdür.

    Rollet Ana : Dürüst bir hizmetkardır. İşini sevmemesine rağmen güvenilir bir sütannedir.

    Leon : Yakışıklı ve saf bir duygusaldır. Emma Bovary’e aşıktır.

    ÖZET:

    Charles Bovary, orta halli bir ailenin oğludur. Annesi oğluna ne kadar düşkünse babası da o kadar ilgisizdir. Annesinin kendisine düşkünlüğü nedeniyle arkadaşlık ilişkilerinde zorluk çeker ve annesi onu sürekli yönlendirmektedir. Charles annesini baskısıyla tıp okur ve dul bir kadınla evlenir. Kısa bir süre sonra Charles’ın hasta karısı ölür. Bu arada Charles bir çiftlikte Rouault Baba’ya bakmaktadır. Bu çiftlikte tanıştığı Roualut Baba’nın kızı Emma ve Charles arasında bir yakınlaşma başlar ve evlenirler. Emma Bovary, zengin olma hayalleriyle yıllar geçtikçe

    bunalıma girer. Charles karısı için çok üzülmektedir ve hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünerekten Yonville’e taşınmaya karar verirler. Başta çok mutlu olan evlilikleri Emma Bovary’nin avunmaması nedeniyle gittikçe kötüleşir. Zengin olma hayalleri onu mutsuzluğa itmektedir.

    Güzelliğinin yanında iyi bir eğitim alması ve terbiyesi ile çevresindekileri etkilemeye başlar. Genç ve yakışıklı Leon da bunların arasındadır,ama Madam Bovary’den beklediği karşılığı bulamaz ve böylece Yonville’i terk eder. Kısa bir süre sonra Emma, Rodolphe adlı bir adama aşık olur ve onunla ilişkiye girer. Rodolphe için her tür fedakarlığı göze alır ve o kadar çok para harcar ki, son olarak elinde sadece imzaladığı senetler kalmıştır. Bu ilişki Emma’ya zarar vermeye başlamıştır. Rodolphe Emma’yı terk eder ve Emma Bovary ciddi bir bunalıma girer. Charles karısını iyileştirmek için her türlü çareye başvurmuştur; fakat sonuç alamamıştır. Ödenmeyen senetler sonucunda evlerine haciz konur. Bu acılara dayanamayan Emma Bovary ilaç içerek intihar eder. Charles Bovary de karısının acısına dayanamaz ve kısa bir süre sonra o da ölür.

  4. #34
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri

    Açıklama :
    “Talat ve Fitnat’ın Aşkları” anlamında bir ad taşıyan bu roman, Türk edebiyatının ilk yerli romanıdır. Asıl önemi bundan kaynaklanmaktadır. Acemice yazılmış, teknik yönden birçok zayıf yönü bulunan bu roman, romantizmin bir ürünü sayılabilir. Eser toplumun önemli sorunlarından biri olan görücü usulü ile evliliğin sakıncalarını konu edinmektedir. Romanın dili dönemine göre oldukça sade sayılır.

    Özet:
    Talat, küçük yaşta babasız kalır ve annesi tarafından büyütülür. İşyerine gidip gelirken Hacı Mustafa’nın dükkânına uğrar. Hacı Mustafa, Fitnat’ın üvey babasıdır. Fitnat’ın annesi, Fitnat’a hamileyken kocasından ayrılmış, Hacı Mustafa ile evlenmiştir. Bu evlilikten birkaç yıl sonra Fitnat’ın annesi ölmüş, Fitnat öksüz kalmıştır.

    Talat, Hacı Mustafa’nın üvey kızı Fitnat’ı tesadüfen görür ve ona âşık olur. Sevgisi karşılıksız kalmaz; Fitnat da Talat’a tutulur. Hacı Mustafa, kızı Fitnat’ı hiç dışarı çıkarmamakta, adeta evde hapis tutmaktadır. Talat, bir gün çarşaf giyer, kadın kılığına girer ve Fitnat’ın yanına çıkar. İki sevgili birbiriyle konuşurlar.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11549

    Hacı Mustafa, Fitnat’ı Ali Bey adında zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmeyi düşünmektedir. Fitnat ise buna yanaşmaz; çünkü Talat’ı sevmektedir. Sonunda Hacı Mustafa’nın dediği olur; fakat Fitnat buna dayanamaz ve intihar eder. Fitnat’la evlenen Ali Bey, Fitnat’ın boynuna takılı muskayı açıp okur ve deliye döner. Çünkü öz kızıyla evlenmiştir. Ali Bey bir süre sonra delirir ve ölür. Ardından bütün bu olanlara dayanamayan Talat da yatağa düşer; çok geçmeden o da yatağa düşer; çok geçmeden o da ölür. Roman, bu acıklı sonla biter.

  5. #35
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri


    Kuzeyin ormanlarında yaşam kavgası... Açlık ve hayatta kalma çabası... Beyaz Diş, bir kurt kırması; damarlarında hem kurt hem de köpek kanı taşıyor. Ormanda yapayalnız, hayatta kalmaya çalışıyor. Bir gün, o ana dek yaşadığı mağaranın duvarını geçip hayata atılıyor ve her şeyi en baştan keşfetmeye koyuluyor. Vahşî doğanın çetin şartları, yaratılışındaki sertliği gün geçtikçe daha çok besliyor. Ve sonunda Beyaz Diş, amansız bir kurt oluyor. Derken efendiyi, yani insanı tanıyor.

    Usta yazar Jack London, Beyaz Diş'te bir kurt ve ona 'sahip çıkan' farklı efendiler üzerinden evcilleşmenin imkânını sorguluyor.

    Jack London’ın klasikleşmiş ölmez eseri Beyaz Diş’... Derleme ya da uyarlama değil bu yapıt. Günümüz Türkçesiyle, duru, akıcı bir dille yapılmış, yepyeni bir çeviri. Yazarın en önemli başarılarından olan bu yapıt, Kuzey Amerika yerli yaşamının ve altına hücum yıllarının capcanlı bir aktarımı değil yalnızca. Vahşi dünyada aidiyetini kaybetmemek için mücadele eden ama nice güçlük ve eziyetlerden sonra katıksız ve koşulsuz bir sevgiyle yeni bir özgürlüğü kazanan kurt köpeğinin kimliğinde, benliğimizi oluşturmada çevremizin etkilerinin de çarpıcı bir incelemesi aynı zamanda.
    London, çetin ve acımasız bir ortamda türler arasındaki hayatta kalma savaşının vahşi gerçeklerini sürükleyici ayrıntılarla gözler önüne seriyor. Önce kurt olarak doğup sonra köpeklerin ve insanların dünyasını tanıyan Beyaz Diş’in öyküsü son derece çarpıcı.
    Beyaz Diş, cesaret ve bağlılığın, tehlike ve maceranın öyküsü olduğu kadar, insan kalbinin derinliklerine işleyen bir kurtuluş ve sevgi hikayesi aynı zamanda.




    NASA uydusu, Kuzey Kutbu’nda buzların derinliklerine gömülü az bulunur bir nesnenin varlığını belirleyince herkes şaşkına döner. Uzun süredir yeni arayışlar içinde bocalayan Uzay Dairesi bu buluşu bir zafer olarak niteler. Bu durum, ABD uzay politikası ve eli kulağındaki başkanlık seçimlerini derinden etkileyecek bir zaferdir aynı zamanda.
    Oval Ofis’in yeni sahibinin kim olacağı belli değildir, ama Başkan, Beyaz Saray Gizli Servis Analizcisi Rachel Sexton’ı, bu yeni buluşun gerçekliğini kanıtlaması için Milne buzuluna gönderir. Karizmatik bilim adamı Michael Tollan ve uzmanlardan oluşan bir ekip eşliğinde Rachel akla hayale gelmeyen ve tüm dünyayı korkunç ihtilaflara sürükleyecek bilimsel bir sahtekarlığı ortaya çıkarır.


    Rachel, Başkan’la iletişim kurmadan önce, Michael ile birlikte ölümcül görev gücünün saldırısına uğrar. Gerçeği gizlemek uğruna hiçbir engel tanımayan esrarengiz bir güç kırıcı ve suikastçılardan oluşan özel ekip onları ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
    Ekibin, ölümcül olduğu kadar ıssız bir ortamda canlarını kurtarmaya çabalarken, hayatta kalabilmek için tek bir umutları vardır: Bu korkunç tuzağın perde arkasında kimin olduğunu bulmak. Gerçeği öğrendiklerinde ise akıllara durgunluk veren bir ihanet ile karşılaşacaklardır.


    Ünlü yazar Dan Brown, İhanet Noktası ile okuyucularını çok gizli ulusal keşif dairesinden kuzey kutbunun devasa katmanlarına ve oradan da tekrar Beyaz Saray Batı Kanadı’nın buram buram güç kokan koridorlarına taşıyor.
    Bilim, tarih ve politikayı harmanladığı ünlü romanı Melekler ve Şeytanlar’dan sonra, Brown hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatan her köşenin ardından şaşırtıcı sürprizlerle dolu müthiş bir gerilim romanı ile bir kez daha okurlarıyla buluşuyor. İhanet Noktası, ustaca yazılmış bir gerilim romanı.




    Hat sanatının büyülü dünyasında bir kadın ...
    “Hattatlar içlerinden yazar, sonra kararan bedenlerinden küçücük bir parçayı harfler aracılığıyla dışa yansıtırlar.”

    Yasmine Ghata, Türk hat sanatının 20. yüzyıldaki önemli temsilcilerinden olan büyükannesi Rikkat Kunt’un hayatından esinlenerek, onun dilinden yazdığı bu ilk romanında şiirsel ve yalın anlatımı ile büyülü bir atmosfer yaratıyor. Yaşamdaki düş kırıklıklarının acısını sanatı ile dindirmeyi başarmış duyarlı bir kadının iç dünyasını yansıtırken, eski önemini yitiren bir sanat dalını incelikli bir yaklaşımla anıyor.
    ‘Hattatların Gecesi’, yazıya tutulmuş bir ayna. İçte ve dıştaki yolculuklarımızın tanıklığı aynı zamanda.


    Fransa’da en çok satanlar listesine giren ve 2004 yılı Renaudot Ödülü’ne aday gösterilen bu roman, yazarın hiç tanımadığı büyükannesine ulaşma isteğinin, onunla paylaştığı hat sanatı aşkının ürünü.


    1975 doğumlu, Türk-Lübnan asıllı bu genç yazarın romanı, ilginç bir tesadüf sonucu yazılmış. Sorbonne Üniversitesi’nde sanat tarihi okuyan ve İslam sanatları üzerine uzmanlaşan genç kadın, Louvre Müzesi’ndeki Sabancı Koleksiyonu hat sanatları sergisini gezerken tanıdık bir isme rastlamış. Büyükannesi Rikkat Kunt’un önemli bir hat sanatçısı olduğunu bu sayede keşfetmiş. ‘Hattatların Gecesi’, dilindeki ustaca yalınlık ve anlatımındaki şiirsellik ile “kadın kitabı” betimlemesini bambaşka bir düzleme taşıyan, edebi değeri yüksek bir yapıt. Duyarlı bir kadının hayata, sanatına bakışındaki özgünlük, yaşadığı acıları anlatırken kendine acımaktan uzak ifadesi, düşük kırıklıklarının tesellisini sanatında buluşu... Bir solukta okunan, sürükleyici, etkileyici bir roman.


    Yazar, ölmüş büyükannesi ile iletişim kurma arzusunu yansıtırcasına, kitabın anlatıcısı olarak büyükannesinin ruhunu seçmiş. Daha ilk cümleden bize ölümünü haber veren Rikkat Kunt, ilk evliliğinden başlayarak hayat hikayesini anlatıyor. Yaşarken sık sık ölmüş hattatların ruhları onu ziyarete geliyor, sanatına yön veriyorlar.

    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11550

    Harf devrimi ile birlikte bu sanatın yok olmaya yüz tutmasından ve hattatların terk edilmişliklerinden bahseden Yasmine Ghata’nın geçmişe özlemi kuşkusuz sanatsal ve duygusal açıdan değerlendirilmeli. Yazar da önemi eleştirme yetkinliğini kesinlikle kendinde görmediğini açıkça ifade ediyor ve “Acı çeken bir meslek grubu, Cumhuriyet’teki gelişmeler karşısında önemsiz kalıyor” diyor.


    Duyarlı, acılarını içine gömen, gerçek bir sanatçının öyküsünü anlatan ve kuşkusuz edebi açıdan da değerlendiren bir kitap...

  6. #36
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri


    Babasından duyduklarının ışığında Nazi kamplarında can veren dedesiyle babaannesinin anılarını ve başka insanların anılarını romanlaştırarak genç yaşta ün kazanan bir yazar olan 39 yaşındaki Joshua Seigl, bekâr bir erkek olarak çok değer verdiği bağımsızlığından ödün vermesini elden giden sağlığına yormak zorunda kalır. Kafasını toplayamamaktan, işlerini bitirememekten şikâyetçidir. Kendini daha çok kitaplara ve araştırmalara vermiştir. Yaşamının bu evresinde heyecan aramakta, aynı zamanda bundan kaçınmaktadır; artık alışkanlığa dönüşen yalnızlığından aslında pişmandır. Kendine bir asistan arayışına girişmekle ayrıcalıklı yaşantısının en tehlikeli serüvenine atıldığının farkında değildir.

    Vücudunun çeşitli yerlerindeki tuhaf dövmeleriyle hoş, çekici genç bir kadın olan Alma Busch Seigl’de karmaşık duygular uyandırır. Acıma? Arzu? Sorumluluk? Suçluluk? Kızın hazin geçmişinden ve sorunlu kişiliğinden habersiz onu asistanı olarak işe alır. Seigl ve Alma birlikte atıldıkları yanlış anlamalarla, bilinmezlerle, keskin dönemeçler dolu serüvenlerinde el yordamıyla ilerlerken sürüklendikleri beklenmedik ama kaçınılmaz sonun ardından gelen son perde hiç beklemediğimiz bir kapanıştır.


    Joyce Carol Oates gizemli gerilim ve şaşırtıcı duygusallık arasında ustaca bir denge kurarak etnik nefretin çağdaş tragedyasını irdelemekte ve arzularımızın kabul edilmiş sınırlarını sorgulamaktadır. Dövmeli Kız Oates’un en aykırı romanlarından biridir.

    Joyce Carol Oates
    Joyce Carol Oates kısa öykü dalında National Book Ödülü ile PEN Yazarlar Derneği’nin Malamud Ödülü’nü almış bir yazardır. Çağımızın en kalıcı öykülerinin yazarı olan Oates’un We Were Mulnaveys ve Blonde adlı kitapları Amerika Birleşik Devletleri’nde çok satan kitaplar arasına girmiş, aynı zamanda National Book Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Joyce Carol Oates, Princeton Üniversitesi Eski Yunan Klasikleri Bölümü’nde öğretim görevlisi, aynı zamanda 1978 yılından bu yana Amerikan Sanat Akademisi üyesidir.





    ‘Batak’, çırpınan fakat ilerleyemeyen bir kişinin hikayesini anlatır. Romanın hemen başında aynı zamanda romanın kahramanı da olan Gide arkadaşı Hubert’e şunları söyler: “‘Batak’, özellikle seyahat edemeyen birinin hikayesi, Virgilius onu Tityre diye isimlendirmişti. ‘Batak’, Tityre’inkine benzer bir tarlaya sahip, oradan çıkmaya çalışmak bir yana tam tersine orada kalmaktan mutlu olan bir adamın hikayesi. İşte, hikayenin özeti.” Gide, ‘Batak’ adlı bu eserinde, Romalı düşünür ve edebiyatçı Virgilius’un ‘Kır Şiirleri’ isimli eserinden sıklıkla alıntılar yapar; Virgilius’un çobanlık yapan kahramanı Tityre ile kendi kahramanı arasında benzerlikler kurar.

    ‘Batak’ aynı zamanda, Andre Gide’in yazma sanatını da ortaya koymaktadır. Çünkü yazmak, roman yazmak ayrıntıları yakalamakla alakalıdır. Gide’in bu eseri de diğer romanlarında yaptığı gibi kurmaca dilinin hikâyesi üzerinedir. Andre Gide’in kendi kendini hicvettiği tek eser olan ‘Batak’ın satirik yönü, eseri, narsistik bir hale de sokuyor.
    Çağdaş Fransız romancısı varoluşçu yazar Andre Gide’in yoğun sembollerle ördüğü ‘Batak’, sanatsal üretimin ne kadar sancılı olduğunu da ortaya koyuyor.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11551



    Colum McCann’ın dahi dansçı Rudolf Nureyev’in yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı dansçı, Püren Özgören’in çevirisi ile Can Yayınları tarafından basıldı. Dansçı, bir Nureyev biyografisi olma iddiası taşımıyor, ancak Nureyev’i tanıyan kişiler tarafından onu en iyi anlatan roman olarak nitelendirilmiş. Yazar, Nureyev’in çocukluğunu, aldığı ilk bale derslerini, babasının baskısına rağmen Leningrad Bale Okulu’na gidişini, bu inatçı Tatar gencin çevresindekilerin tanıklığından aktarırken, 1961’de Batı’ya iltica edişinden sonraki dönem daha çok dansçının kendi ağzından anlatmış. Özlelikle birinci bölümdeki Sovyetler Birliği tablosu, ayrıntılara yer verilerek gerçekçi bir şekilde çizilmiş. İlerleyen bölümlerde ise, Avrupa’daik sanat ortamı ve bu ortamdaki pek çok ünlüyü yakından tanımak mümkün. Nureyev’in sahnede kusursuz olmak için gösterdiği insanüstü çabanın, küstahlığının, acımasızlığının yanısıra içindeki bitmez tükenmez aile özlemini, babasının onu bir kez bile var olduğu yer olan sahnede görmemiş olmalarının üzüntüsü kusursuz bir akıcılıkla kaleme alınmış. Aşırılıklarla dolu yaşamını 54 yaşında 1993’te AIDS hastalığı ile noktalayan Nureyev’in, sahnedeyken izleyicilerin dikkatini mıknatıs gibi üzerine çekişi, dans ederken büründüğü vahşi güzellik, bir bakıma hem Dionysos, hem de Apollon oluşu son derece başarılı bir dille betimlenmiş., Geniş bir repertuara sahip olan Nureyev’in rollerini gerçekçi bir biçimde sahneye koymak için gösterdiği çabaya ve koreografi yeteneğine de değinilen roman, bale sanatının bu köşe taşını tanımak isteyenler için zengin bir kaynak.

  7. #37
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri



    ‘Europa’, bir yol anlatısı: Yetişkinlere yönelik bir anlatı kesinlikle. Zengin uluslararası karakterler geçidiyle birlikte, hayatını toparlamaya çalışan bir adamın bazen hayli eğlenceli bir şekilde, portresini çiziyor.
    Milano Üniversitesi’nde İngilizce okutmanı olan Jerry Marlow’un yolculuğu Strasbourg’a giden bir tur otobüsünün arka sırasında, ortanın sağındaki koltukta başlar. Milano Üniversitesi yabancı dil okutmanları, beraberlerinde onlara destek olan -çoğu kız- öğrencilerle Avrupa Parlamentosu’na gitmektedirler. Haklı davalarını, eşit hak taleplerini duyurmaya...
    Ancak, Avrupa’nın kalbine yapılan bu yolculuk bizi farklı yerlere sürükler: Saplantı derecesinde bir tutkunun peşinden zihnin dehlizlerine, en karanlık yerlerine girer, hatta zaman zaman aklın sınırlarında dolaşırız. Her şey birbiriyle bağlantılıdır: Aşk, arkadaşlık, ölüm, Eski Yunan, Fransız Devrimi ve tabii, Avrupa...
    Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en iyi örnekleri arasında sayılan eserleri büyük ilgi toplayan Tim Parks, geçtiğimiz yıl yayımlanan ‘Kader’ adlı romanı ile ilk kez Türk okuyucusunun karşısına çıkmıştı. Tim Parks yine Kanat Kitap tarafından yayımlanan ‘Europa’ ile bir kez daha karşımızda. Okuyucuyu pek çok şey hakkında, en çok da kendi hakkında düşünmeye zorluyor Tim Parks. Yine bilinç akışı tekniğini kullanarak ve yine kendine has ironik üslubu ile...
    ‘Europa’ 1997’de Booker ödülüne aday gösterildi!

    Europa’dan
    “Hayattaki bütün cinsel fantezilerimi onunla gerçekleştirdim. Dolayısıyla, bir bakıma hepsi elimden alınmış oldu.”
    “Avrupa Topluluğu böyle bir tutku karşısında çaresiz kalırdı, diyorum kendi kendime.”
    “ Carpe diem, evet, evet, gününü gün et, tadını çıkar, şimdi, şimdi, hep şimdi, sonra o aşk dolu, tutkulu birkaç değerli saate, güne, aya, her neyse, çakılıp kal; ardından gelecek boş, hüzünlü zamanlar boyunca orada çakılı kal.”
    “ Onun adı, onun soyadı, onun göbek adı, onun kızının adı, onun ev telefonu, onun iş telefonu, onun adresi, onun sutyen numarası, onun doğum günü, onun isim günü, onun kızının doğum günü, onun kolyeleri, onun küpeleri, onun bilezikleri, onun broşları, onun hal halları, onun ayakkabı numarası, onun gardırobunun tamamı, onun en sevdiği içkiler, hamur işleri, et yemekleri ve tatlılar, onun kullandığı parfüm, deodorant, sigara, tampon, çiklet markaları ve daha yüzlerce ayrıntı, unutmana asla izin verilmeyecek olan şeyler. Onları unutmana asla izin verilmeyecek...”


    Europa hakkında
    “ Europa bir virtüözün elinden çıkma traji-komik bir gövde gösterisi…”
    [Gabriele Annan , New York Review of Books]

    “Ayrıntılara dürüstçe yaklaşımı ve zeka pırıltısıyla bu roman, Avrupa Birliği’nin siyasi yönü ile ilgilenen okuyucu açısından bulunmaz bir nimet. Avrupa’nın entegrasyon süreci hakkında fikir sahibi olmayıp yalnızca orta yaş krizine sarmalanmış iyi bir aşk hikayesi okumak isteyenler de ‘Europa’dan aynı şekilde zevk alacak.”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11552
    [Jo-Ann Mort, salon.com]

    TIM PARKS (Yazar)
    1954’te Manchester’da doğdu. Cambridge ve Harvard’da öğrenim gördü. İtalyan eşiyle birlikte 1981 yılında Kuzey İtalya’ya, Verona’ya yerleşti. Hâlen eşi ve üç çocuğuyla orada yaşıyor, üniversitede çeviri dersleri veriyor.
    Alberto Moravia, Italo Calvino, Antonio Tabucchi, Roberto Calasso gibi İtalyan yazarlarını İngilizceye çeviren Parks’ın düzyazıları ve öyküleri de bulunmakta.
    Romanlarından bazıları: ‘Tongues of Flame’ (1985), ‘Loving Roger’ (1986), ‘Cara Massimina’ (1990), ‘Goodness’ (1991), “Mimi’s Ghost” (1995), ‘Destiny’ (2000), ‘Judge Savage’ (2003).
    Türkçe’de ilk romanı, Kanat Kitap tarafından yayımlanan ‘Kader’dir. (2004)




    “Thomas Penman’ın Tuhaf Hatıraları”, senarist ve oyuncu olarak tanınan Bruce Robinson’ın (‘Withnail and I’, ‘The Killing Fields’, ‘Jennifer 8’, ‘Return to Paradise’, ‘Still Crazy’) ilk romanı. Yazarın hikaye anlatmadaki yeteneği, kitabı bir ilk romandan beklenmeyecek ustalığa eriştirmiş. Robinson, ‘Ölüm Tarlaları - The Killing Fields’ filmi ile senaryo dalında Oscar adayı olmuştu.

    Otobiyografik ögelerin çok baskın olduğu bu eser, on dört yaşındaki Thomas’ın büyüme hikayesini anlatıyor. Olaylar 1950’lerin sonlarında, güneydoğu İngiltere’de (Thomas Penman’ın hayran olduğu ve izinden gitmek istediği Charles Dickens’ın yaşadığı yerlerde) geçiyor.


    Thomas, birbirleriyle ancak köpek pisliği üzerinden iletişim kurabilen bir anne ve babanın, 1. Dünya Savaşı sırasında öldükten sonra yaralarını temizleyen kurtçuklar sayesinde hayata geri döndüğüne inanan ve bütün zamanını pornografi koleksiyonuna ayıran Mors operatörü bir büyükbabanın, umursamaz bir büyükannenin, aklı beş karış havada bir ablanın ve üç köpeğin yaşadığı bir evde, bir yandan patlayıcılar üretip bir yandan da büyükbabasının koleksiyonuna ulaşmanın yollarını arayarak “normal” bir hayat sürerken karşısına ailesi hakkında bambaşka sırlar çıkıyor. Bir yanda büyük aşkı ve gündelik hayatın sorunlarıyla boğuşan Thomas, bir yandan da bu sırları da çözmeye çalışıyor.
    ‘Gönülçelen’den [Çavdar Tarlasında Çocuklar] sonra büyüme sancıları hiç bu kadar eğlenceli ve dokunaklı anlatılmamıştı

  8. #38
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri



    Alevi kökenli gelinine karşı nefret dolu öfke yumağı bir büyükanne; dayakçı, sarhoş bir baba; ezilmişliğini çaresizliğini çocuklarını döverek bastırmaya çalışan bir anne... Sonraları, genelevde edinilen dostlar, bir başka deyişle Çiçek Pazarı’nın öteki “çiçekleri”...
    Mustafa Balel, ‘Peygamber Çiçeği’nde “kurmuyor”, anlatıyor. İçten, yalın, duygu yüklü bir üslupla, gördüklerini, hepimizin gördüğü, tanık olduğu yaşanmışlıkları taşıyor romanına. Kırıp dökmeden, bozmadan, olduğu gibi, ama incelikle işleyerek, özenle dokuyarak...


    Peygamber Çiçeği’nin çok çocuklu, yoksul bir aileden geneleve uzanan yaşamını duyarlıkla aktarırken çocukluk ve gençlik yıllarının Sivas’ına bir ayna tutarak sınıfsal ve etnik ayrımları, yoksulluk ve bilgisizliğin, uçlarda yaşayan bu insanların hayatlarında açtığı onulmaz yaraları da irdeliyor.


    Balel, keskin gözlem yeteneği ve güçlü tasvirleriyle hayat verdiği karakterler ve günlük yaşamdan kesitlerle donattığı olay örgüsünü kullanarak “bireysel” aracılığıyla “toplumsal”ı sorguluyor ‘Peygamber Çiçeği’nde.


    Balel’in sımsıcak anlatımıyla bir döneme, çarpık değer yargılarına ve “yiten” bireylere yakılan bir ağıt.




    Özet

    Roman kahramanı Zeze çok çocuklu yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir. Olaylar işsizlik yüzünden ruhsal bunalımlar geçiren bir baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş bir ağabey ve ablalar etrafında gelişir. Küçük kardeşi Luis henüz yaşananları algılayamayacak kadar küçüktür. Anne karakteri ise siliktir. Çünkü anne, ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır ve çocuklarına ayıracak hiç vakti yoktur. Kısacası aile fertleri Zeze’yi anlayabilmekten çok uzaktır.

    Zeze’nin mahalledeki insanlara yaptığı, çoğu kez zarar verme boyutuna ulaşan, şakalar ve yaramazlıklar, aslında yaşadığı yalnızlık duygusundan kaynaklanır. Ama o çevresindeki insanların söylediği gibi kendini “şeytanın vaftiz oğlu” sanır. Kötü bir çocuk olduğuna inanır. Yüreğindeki sevgi açığını kapatmak için hayali arkadaşlar yaratır. Bunlardan biri bir yarasadır. Diğeriyse yeni evlerine taşındıklarında her çocuğun bahçedeki ağaçlardan birini seçmesiyle ortaya çıkar: Hiç kimsenin beğenmediği bir şeker portakalı fidanı... Zeze, bu hiç de adil olmayan paylaşımda payına düşeni kabullendiğinde artık bir dostu daha olmuştur. Onlara isim takar ve onlarla konuşur.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11553

    Aile fertleri dışında Zeze’yle ilgilenen birkaç kişi göze çarpar. Bunlardan biri Edmundo Dayı, diğeriyse Zeze’nin öğretmenidir. Edmundo Dayı ona aradığı sevgiyi değilse de en azından ara sıra para verir ve kendince yeni şeyler öğretir. Öğretmense söylenenlerin aksine Zeze’nin mükemmel bir çocuk olduğu görüşündedir.

    Bir süre sonra bir sokak şarkıcısı ortaya çıkar. Zeze onunla birlikte sokak sokak dolaşıp şarkı söylemeye başlar. Bu Zeze’nin severek yaptığı tek şeydir. Adam açık saçık şarkılar söylediği için babası onunla arkadaşlık etmesini istemez. Zeze bunu anlayamaz. Çünkü söylediği şarkıların anlamını bilmez. Bir gün sırf babasını mutlu etmek için ona bu şarkılardan birini söyler. Ve hayatının en kötü dayağını yer. Bu olaya en çok Gloria üzülür; aile fertlerinin onu dövmelerini yasaklar.

    Zeze, en büyük dostunu yine bir yaramazlık sonucu tanır. Bu daha çok tehlikeli bir oyundur. Hareket halindeki arabaların arkasına yapışıp rüzgarı ve hızı hissetmek, onun deyimi ile yarasa olmak... Portekizli Manuel Valadares ‘in arabası çok fiyakalıdır. Bu yüzden yarasa olma oyununu bu araba üzerinde denemek için büyük bir istek duyar ve iş başındayken yakalanır. Portekizli, poposuna vurup onu çevredeki herkese karşı rezil etmiştir. Yüreği yoğun bir nefret duygusuyla dolar. Sonraları onu daha yakından tanıma şansına sahip olur. Ve bu adam yaşamdaki en çok sevdiği insan haline gelir.

    Babasından yediği dayaktan sonra intihar etmeyi düşünür. Ama Portekizlinin desteğiyle vazgeçer. Ondan kendisini evlat edinmesini ister. Ne yazık ki adamın ömrü buna yetmez. Bir süre sonra ölüm haberi gelir. Talihsiz bir trafik kazası geçirmiştir. Portekizlinin ölümü Zeze’yi yaşamdan koparır. Daha sonra kendi içinde yaşadığı bir iç savaş başlar. Bu birkaç günlük süreç aynı zamanda Zeze’nin büyüme sürecidir. Hastalığı esnasında şeker portakalının çiçek açtığını öğrenir. Ama artık ne o, ne de yarasa önemlidir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.

    Zeze: Başkahraman, yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir.

    Totoca: Zeze’nin ağabeyidir. Bencilce ve tutarsız davranışlar sergiler.

    Edmundo Dayı: Yaşlı bir akrabadır. Ona ailesinden çok daha iyi davranır.

    Jandira: Zeze’nin ablasıdır. Zamanını roman okumak ve sevgililerini düşünmekle geçirir.

    Gloria: Zeze’nin ablasıdır. Onu ailede en çok seven ve koruyan kişidir.

    Bay Arivaldo: Bir sokak şarkıcısıdır. Zeze ile aralarında sessiz bir dostluk gelişmiştir.

    Lala: Zeze’nin diğer ablasıdır. Son zamanlara kadar Zeze ile ilgilenmiş ama sonraları ya bıkmış, ya da sevgilisiyle olmayı tercih etmiştir.

    Luis: Zeze’nin küçük kardeşi, kardeşlerden en küçüğüdür. Ailede herkes tarafından sevilir.

    Luciano: Luciano adındaki yarasa, Zeze’nin isim takıp konuştuğu çok sevdiği arkadaşlarından biridir.

    Minguinho (Xururuguinho): Bir şeker portakalı ağacıdır. Zeze, Luciano gibi onunla da konuşur. Hatta onların da konuştuklarını düşünür.

    Bay Paulo (Baba): İş bulamadığı için psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Bu yüzden çocuklarına karşı yeterince sevecen ve sabırlı olamaz.

    Anne: Ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır. Çocuklarıyla ilgilenemez. Bu yüzden romanda arka planda kalır.

    Manuel Valadares (Portuga): Zeze’ye sevgiyi, yaşamın sevilebilecek yanlarını öğreten insandır. Onun iyi ve mutlu bir çocuk olabilmesi elinden gelen her şeyi yapar.

    Cecilia Paim (Öğretmen): Yaptığı bütün haylazlıklara rağmen onun mükemmel bir çocuk olduğunu düşünen duygulu ve anlayışlı biridir.

  9. #39
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri



    Özet

    İkinci Dünya Savaşı’nın sınırlarımıza dayandığı 1944 yıllarında Mustafa adında bir öğretmen vardır. Bu öğretmen, yazdığı şiirler yüzünden hapishaneye atılmıştır. Solcu olan öğretmen, ezilen halkın sorunlarını, yönetimdeki yanlışlıkları şiirlerine konu edindiği için, yazdığı kitabı toplatılmıştır. Karanlık hapishanede çok kötü ve zaman kavramının olmadığı günler geçirmektedir. İkinci Dünya savaşı devam ettiğinden, geceler karartılmakta, ekmekler, karne ile verilmekte, mahkûmlar da zaman zaman sığınaklara alınmaktadır. Halk bu olağanüstü durum içerisinde bitap haldedir.

    Mustafa, hapishanedeki mahkûmları sığınağa götürürlerken, konuştuğu için, subay tarafından taş odaya kapatılır. Zifiri karanlık ve rutubetli ortamda günlerce kalan Mustafa, taş odadaki arkadaşına buralara nasıl geldiğini anlatmaya başlar. Çünkü günler geçmemektedir.

    Mustafa öğretmen, hasta olduğundan dolayı rapor almıştır. Okula gitmemektedir. O sıralarda ise, yazmış olduğu şiir kitabı yasaklanmış, toplatılmıştır. Öğretmen Mustafa Ural ise, polisler tarafından aranmaktadır. Tutuklandığından dolayı polisler, öğretmenin sürekli evine gelmektedirler. Karısı ise bu durumdan oldukça şüphelenir. Öğretmen bir ara karısını gördükten sonra evinden ayrılıp, kendini dışarı vurur. Evine gidemeyeceğine göre, kalacak yer aramaktadır. Eskiden beri gittiği kahvede, onu arayan sivil polisi görünce, Mustafa, işin ciddiyetini anlar. Halkın yanında olan bir şairin, davasında çabucak pes etmemesi gerektiğini düşünmektedir. Bu yüzden kaçar ve Cengiz adlı bir arkadaşının evinde kalmaya başlar. Fakat, Cengiz’in fakülteden kız arkadaşının durumu öğrenmesi üzerine, Mustafa yer değiştirmek zorunda kalır. Nihat adında eski öğrencisinin yanına gider. Orada Nihat’ın büyükannesine durumu çaktırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Öğretmen Mustafa, Nihat’ın evinde kalırken, onun sınavlara hazırlanmasında yardımcı olur. Bu sırada ise polisler, ellerinde resimler ile ve Mustafa’nın karısı ve arkadaşlarını sıkıştırarak öğretmenin yerini bulmaya çalışırlar. Sürekli onu ararlar. Mustafa, ancak karısına gizli gizli uğrayabilmektedir. Nihat’ın büyükannesi Mustafa öğretmenin evde kaldığını öğrenince, Mustafa oradan da ayrılmak zorunda kalır. Birkaç gün boyunca sürekli İstanbul’un sokaklarında dolaşır. Sürekli polis ve bekçilerden kaçar. Yer yer hamamda ya da kahvede gördüğü güvenilir arkadaşları ile sohbet eder, ama durumu olduğu gibi izah etmez. Ancak İstanbul’da sokakta gördüğü, evine gittiği solcu veya öğretmen arkadaşlarının yardımıyla geçinip, polisten kaçabilmektedir. Zaman zaman Cengiz, zaman zaman kendisi gibi şair olan Faruk’tan yardım alır, özellikle karısı ve ailesine yardımını bu kişiler sayesinde ulaştırıyordur.

    Bu sıralarda, sokakta gördüğü bir polise, yakalanmamak için, ismini Behzat olarak tanıtmıştır. Bir sabah, emniyete gidip, teslim olmaya karar vermiştir Mustafa. Fakat o sırada bu polisi tekrar görür. Polis, kişinin Behzat değil de, Mustafa olduğunu anlamıştır. Mustafa, onun oğlunun derslerini düzeltmesi için öğretmeni ile konuşmuştur. Bu iyiliğini hatırlayan polis, Mustafa’ya yumuşak davranır. Fakat aralarındaki bir laf dalaşı yüzünden, polis Mustafa’yı doğruca emniyete götürür.

    İşte Mustafa, taş odadayken, oda arkadaşı Halil’e bunları anlatır. O sırada komutan aşağı doğru gelmektedir. Mustafa’ya, sorguya çekilmek için çağırıldığını söyler. Mustafa, günler sonra bu defa sorguya çıkmak için dışarı çıkar. Sorgusu ise, öğleden sonraya kalır. O sırada karısını görür. Fakat onunla konuşamaz. İşte, şimdi, elleri kelepçeli, tabancası ile asker, onu götürüyordur, ya taş odaya, ya başka yere…

  10. #40
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri

    "Sokrates'in Savunması" Platon



    Platon (Eflatun) Sokrates'in Savunması
    PLATON
    Atina'da doğmuştur. Kendisine dedesinin adı -Aristo- verilmiştir. Fakat alnının veya omuzlarının genişliği sebebiyle Platon denmiş ve tarih boyunca bu ismiyle anılmıştır. İslam dünyasında çok etkili olan filozofun adını Müslüman düşünürler 'Eflatun' olarak telaffuz etmişlerdir. Eflatun'un gençlik yılları savaş içinde geçmiştir. Hocası Sokrates'in, gözlerinin önünde demokrasi adına idam edilmesine şahit olmuştur. Sokrates'in ölümünden sonra Megare, Kirenea, Sicilya, Mısır, İtalya gibi şehirlere seyahat etmiş, bu şehirlerdeki bilim adamları ile fikir alışverişinde bulunmuştur. Sicilya seyahatinden döndükten sonra M.Ö. 387 yılında Atina yakınlarında bir kasabada Akademi okulunu kurmuştur. En ünlü talebesi Aristo'dur.

    Platon, hocası Sokrates'in uğradığı zulümden çok etkienmiş; bu yüzden çalışmalarını siyasi rejimler üzerinde yoğunlaştırmıştır. Batı kaynaklarına göre, M.Ö. 347 yılında seksen yaşında iken vefat etmiştir. Akademi'nin bahçesine gömülmüştür. Platon'a ait olduğu söylenen kırktan fazla eser bulunmaktadır. Başlıca eserleri şunlardır: Apologia (Sokrates'in Savunması) Kriton, Protogaras, Gorgias, Menon, Devlet (Politeia), Mektuplar, İon, Menexenos, Parmanides, Devlet Adamı'dır.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-4.html#post11555

    SOKRATES'IN SAVUNMASI
    Sokrates'in Savunması, Mektuplarla birlikte Platon'un di-yologlardan ibaret olmayan tek eseridir. Eserde Platon'un felsefesiyle birlikte, hocası Sokrates'in suçsuz yere idam ediliş aşamalarını, İlk Çağda demokrasi gerçeğini bir arada görmek mümkündür.

    ÖZET
    Sokrates'i suçlayanlar vardır. Bu suçlayanların tam olarak kimler olduğu bilinmemekte; fakat başlarında Meletos'un olduğu sanılmaktadır. Ünlü komedya yazarı Aristophanes de Sokrates'i Sofistlerle (Şüphecilerle ) bir tutmuştur. Sokrates'in kötü, yalancı biri olduğu, her şeye karıştığı, eğriyi doğru diye gösterdiği gibi suçlamalar söz konusudur. Aristophenes, eserine Sokrates'in öğrencilere para karşılığında ders verdiğini, öğrencilerin aklını karıştırdığını yazmaktadır. Oysa Sokrates'in kimseye verecek bilgisi yoktur.

    Bir gün, Sokrates'in bir arkadaşı halka Sokrates'ten daha bilgili kimsenin olup olmadığını sormuştur. Tanrı sözcüsü, Sokrates'ten daha bilgili kimse olmadığını söylemiştir. Sokrates bu olanlardan sonra bilgili bir insan olmadığı hâlde Tanrı'nın neden böyle söylediğini düşünüp durmuştur. Sürekli kendinden daha bilgili birisini arar. Sonunda görür ki hiç kimse bilgili değildir. Yalnız kendisinin ayrıcalığı, bilgili olmadığını bilmesidir.

    Sokrates daha bilgiliyi arama sürecinde çok düşman kazanmıştır. Çünkü pek çok kişinin gerçekte bilgisiz olduklarını ortaya çıkarmıştır. Önce devlet adamlarının bilgisizliğini ortaya çıkarmıştır. Sonra şairlere gitmiş, onların şiirlerini yalnız içgüdü ile yazdıklarını göstermiştir. Sanat sahiplerinin de aynı kusuru taşıdıklarını, bilmedikleri şeylerden dem vurduklarını ispatlamıştır. Sokrates aslında asıl bilgiye sahip olanınTanrı olduğunu düşünmektedir. Bu süreçte, Sokrates kafasını meşgul eden soruların cevabını ararken çevresinde olan bitenlerin farkına varmamıştır. Etrafındaki pek çok kişi, onun gençleri doğru yoldan ayırdığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu söylemektedir. Bu söylentiler onu mahkemeye sürükler. Sokrates, mahkûm olursa suçlandığı gibi tanrıtanımaz olduğu için değil üzerine kin çektiği içindir.

    Bu gelişmeler karşısında, Sokrates çok soğukkanlıdır. Ölmek veya mahkûm olmak onun umrunda değildir, o sadece doğruların peşindedir. Tehlike karşısında yılmamak, korkmamak onun prensibidir. Ona göre insanların en çok korktuğu şey olan ölüm aslında kaçınılacak bir şey değildir. O sadece kötülük yapmaktan korkar.

    Sokrates, ideallerinden dönmemekte kararlıdır. O, asla Tanrı dışında kimseye boyun eğmez. Hakkında atılan iftiralar hep asılsızdır. Sokrates'in sürekli öğrencileri olmadığı gibi malı mülkü de yoktur. O dünya hayatına önem vermeyen bilge birisidir. Yargıçları yumuşatmak amacıyla asla mahkemeye ailesini ve çocuklarını getirmez. Kararı, tamamıyla yargıçların iradeleri elinde olan Tanrı'ya bırakır.

    Sokrates, mahkemece suçlu görülür. O bunu beklemektedir ve hemen hiç tepki göstermez. O, herkesten farklı bir kişidir. İnsanların geneli gibi makama, mevkiye, dünya hayatına hiç önem vermemiştir ki şimdi üzülsün. İnsanlara, hep ahlakı, erdemi öğütlemiştir. Böyle bir insana ancak devletin hesabına çalıştığı için ödül verilmelidir. Mahkeme, para cezası vermez; çünkü parası yoktur. Sürgün etmez; çünkü sürgüne gittiği yerlerde yine halkı yönlendirecektir. Nihayet ö-lüm cezası verilir. O, ölüm cezasına rağmen başkaları gibi ağlayıp sızlamamıştır. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymaz.

    Platon'a göre Sokrates'in öldürülmesi için oy kullananlar çok acı çekecektir. Kurtulması için oy kullananlar ise gerçek
    birer yargıçtır.

    Sokrates'e göre ölüm bir ceza değildir. Sadece bir yolculuktur. Ayrıca öteki dünyada soru sormak yüzünden mahkûm edilme tehlikesi de yoktur. Sokrates, Atinalılardan son bir şey diler: Çocukları erdemden, doğruluktan ayrılırsa kendisinin Atinalılara gösterdiği gibi onlara yol göstersinler. Çocukları kendilerine fazla değer verir ve bu dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları azarlamalarını ister Atinalılardan.

    Sokrates, ayrılık vaktinde ölüme giderken yargıçlar da yaşamaya giderler. Fakat Platon'a göre, bunların hangisinin daha iyi olduğunu ancak Tanrı bilir.

Sayfa 4/5 İlkİlk ... 2345 SonSon

Benzer Konular

  1. Rüzgârla Gelen - Cathy Lamb Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:13
  2. Nehirlerin Kadını - Philippa Gregory Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:12
  3. Sensiz Bir İlkbahar - Agatha Christie Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:11
  4. Gitmene Asla İzin Vermeyeceğim - Hope Tarr Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:11
  5. kitap özetleri ...
    By soleil in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.Ocak.2009, 23:13

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.