Askeri sipere çivileyen emir


Çanakkale Savaşları sırasında 27'nci Alay Komutanı Yarbay Şefik Aker’in, 25 Nisan 1915 Anzak çıkartmasından 3 gün sonra, durumun en kritik olduğu bir anda cephedeki bölüklerden birinden gelen ‘geri çekilme’ isteğine karşı verdiği sert emir, 94 yıl sonra gün yüzüne çıktı.

Yarbay Aker'in, geri çekilmeyi teklif eden bölük komutanına gönderdiği, “Mevziinizi muhafaza edeceksiniz. İcap ederse hepiniz orada gömüleceksiniz. Oradan her kim ayrılırsa idam edileceğini kat’i surette ihtar eylerim” emrini içeren 94 yıllık mektup, Çanakkale’deki özel bir müzede sergilenecek.

Çanakkale’de, ‘1915 Seddülbahir Özel Müzesi’nin sahibi ve tarihçi Ahmet Uslu, müzede sergilenmesi için ünlü koleksiyoner ve Harp Tarihi Araştırma Grubu Kurucu Üyesi Necmettin Özçelik’in hediye ettiği 27'nci Alay Komutanı Yarbay Şefik Aker’in cepheye gönderdiği önemli bir emri kamuoyuyla paylaştı. Ziyaretçilerle buluşturulacak olan emirin yer aldığı mektup, müzenin yayını olan ‘Çanakkale 1915’ dergisinin 3’üncü sayısında da yayınlandı.

‘ÇOK DİRAYETLİ BİR KOMUTAN’

Emrin içeriğiyle ilgili bilgi veren tarihçi Ahmet Uslu, Çanakkale Savaşı'nın kazanılmasında önemli rolü olduğunu düşündüğü emirle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:

“Arıburnu bölgesindeki Sivritepe’de bulunan 33'üncü Alay 2'nci Tabur, 3'üncü Bölük Komutanı Yüzbaşı Ahmet Necati, 27'nci Alay Komutanı Yarbay Şefik Aker’e gönderdiği mektupta, ele geçirdikleri mevzilerde durmanın imkansız olduğundan bahsediyor. Bunun üzerine Yarbay Şefik Aker, Yüzbaşı Ahmet Necati’ye 25 Nisan Anzak çıkarmasından üç gün sonra bir emir gönderiyor. Emirde, yüzlerce askerin canına *** olduğunu belirttiği siperin kesinlikle terk edilmemesi gerektiğine dikkat çekerken, geri çekilenin derhal idam edileceğini bildiriyor. Askere verdiği emirle Çanakkale Savaşları’nın ruhunu yansıtan 27'nci Alay Komutanı Yarbay Şefik Aker, Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Komutanı olmasının ardından 19'ncu Tümen Komutanı olmuş, daha sonra da Kurtuluş Savaşında Batı cephesinde büyük görevler üstlenmiş dirayetli ve basiretli bir komutandır. Çanakkale Savaşları’nda Mehmetçiği sipere mıhlayan, siperden geri adım atmamasını sağlayan emri 94 yıl sonra kamuoyuna sunmaktan dolayı çok mutluyum. İsteyenler bu emrin orijinalini Gelibolu Yarımadası’ndaki 1915 Seddülbahir Özel Müzemizde görebilir.”

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır, 27'nci Alay Komutanı Yarbay Şefik Aker’in cepheye gönderdiği öne sürülen emri değerlendirirken şöyle konuştu:

“Cephede sonucu daha vahim bitebilecek olayları engellemek, veya askerlerin geri çekilmesine engel olmak için bu tür sert emirler yayınlanmış. Bu da onlardan bir tanesi. Oldukça açık, net ve gerektiği kadar da sert. Mustafa Kemal’in verdiği ‘Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum’ emriyle aşağı yukarı eşdeğer. Bu, askerlerin gerekiyorsa ölmeleri pahasına verilen görevi yerine getirmelerini açık bir şekilde ortaya koyan bir emir. Özellikle ‘idam ederim’ sözü ilginç. Daha önceki belgelerde çok fazla rastlanmayan bir ifade. Onun için de bu belge önemlidir. Ama daha da önemlisi Yüzbaşı Ahmet Necati’nin bu emir kendisine geldikten 5 gün sonra, sanki emrin gereğini yerine getirme gibi bir olguyla şehit olmasıdır. Askerlerimiz bu bölgeden geri çekilmediği için bu bölgeyi Türk bölgesi olarak korudular ve buradan düşmanın ilerlemesine de engel oldular.”

İŞTE O EMİR

A4’ün yarısından biraz daha küçük, bloknot şeklindeki çizgisiz sarı saman kağıda, Osmanlıca olarak yazılan emir şöyle:

“....Sivritepe’de 33. Alay’dan 3. Bölük Kumandanı

(Yzb) Ahmet Necati Efendi’ye 15 Nisan 331 (28 Nisan 1915)

Kağıdınızı aldım. İşgal ettiğiniz mevzii yüzlerce askerimizin kanına bedel zabtolundu. Burada durmak adem-i imkandır (imkansızdır) gibi tabirat ve mütaalatı (fikir ve yorumu) bir daha görmek istemem. Her neye *** olursa olsun. Mevziinizi muhafaza edeceksiniz. İcap ederse hepiniz orada gömüleceksiniz. Tahkimatı ikmal edilip o mevzi temin edilinceye kadar her ne maksatla olursa olsun oradan her kim ayrılırsa idam edileceğini kat-i surette ihtar eylerim.

27. Alay Kumandanı Kaymakam Mehmet Şefik...”


94 yıl sonra Çanakkale şehidinden gelen mektup"Bu toprak bizim, biz bu toprağın sahibiyiz"

Çünkü mektup, Çanakkale Savaşı sırasında yaşanan ve bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kahramanlığı gün ışığına çıkartıyordu. Erzincanlı Hasan Çavuş, takımıyla birlikte düzenlediği süngü hücumuyla Fransızları durdurmuştu. Hasan Çavuş’un, ‘Bu toprak bizim, biz bu toprağın sahibiyiz’ sözleri ise tarihe kaydedilmişti.

MERAKLILARI bilir, Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü öğretim üyesi Prof. Haluk Oral, Türkiye’nin en zengin imzalı kitap koleksiyonuna sahiptir. Nâzım Hikmet’le ilgili en geniş koleksiyon da ondadır. ‘Ne zaman matematikle ilgileniyor’ sorusunu sorduracak bir başka ilgi alanı ise Çanakkale Savaşları’dır. Oral, Çanakkale ile ilgili olarak ne bulursa toplar ve her yıl birkaç kez gittiği savaş bölgesini de gayet iyi bilir. Zaten bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan birisi de Haluk Oral’ın imzasını taşır zaten.

İşte, Haluk Oral geçtiğimiz aylarda sahaflarda gezinirken birtakım mektuplar buluyor. Bunlar arasında en çarpıcı olanı, Kazım Karabekir komutasındaki 14. Tümen’de görev yapan yedek subay Kemal Efendi’nin babasına yazdığı mektuptur. Çünkü bu mektupta, 41. Alay’ın 2. Taburu’nun Birinci Bölük Birinci Takım Komutanı Hasan Çavuş’un Kerevizdere muharebelerindeki olağanüstü kahramanlığı anlatılmaktadır.

Haluk Oral’ın, NTV Tarih Dergisi’nde bütün detaylarıyla yazdığı hikâyeye göre, Kerevizdere’de Fransızlarla Türkler arasındaki mesafe zaman zaman on metreye kadar inmekte, iki ordu neredeyse birbirinin nefes alıp verişini duymaktadır. Savaşın seyrini değiştirmek için, Fransızlar’ın ‘köprülü siper’ini ele geçirecek bir kahramana ihtiyaç vardır. Erzincanlı Hasan Çavuş, tıpkı Namık Kemal’in ünlü oyunu Vatan Yahut Silistre’deki Abdullah Çavuş gibi, ‘Ben ölürsem kıyamet mi kopar’ diyerek öne atılır. Hasan Çavuş’un, 30 kişiden müteşekkil takımına yaptığı konuşma ise bugün artık yitirilen o saf ruhu vermesi açısından son derece önemlidir:
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/belirli-gun-ve-haftalar/58579-askeri-sipere-civileyen-emir.html#post119642
“Allah yoluna tutacağımız bu siper bin kere Kâbe’ye gitmek demektir. Bu toprak bizim, biz de bu toprağın sahibiyiz. Evvela hepiniz birer adım kadar aralıkla siperin arkasına dizilin. Süngülerinizi takın, içinizde gelmek istemeyen aşikâre söylesin.”

Yedek subay Kemal Efendi, bunca yıl sonra ortaya çıkan mektubunda, bu sahneden sonra olup biteni şöyle anlatacaktır:
“Bu hitap hepsinin beyninde yıldırım gibi tesir gösterdi. ‘Hasan Çavuş, üç aydır beraberiz, sen takımını bilirsin’ dediler. Bu arada alay kumandanının gözlerinden hafif yaşlar dökülmeye başladı. ‘Var olun evlatlarım’ demekten kendini alamadı. Hasan Çavuş devamla, ‘Ben hücum dediğim zaman hepimiz Allah der ve bu kâfirleri tepeleriz’ dedi.”
Arkasından Hasan Çavuş ve takımı süngü ile düşmana hücum edecek, Fransızlar böyle bir şey beklemediği için ilk hamlede yüzden fazla kayıp verecektir. Hasan Çavuş’un takımı köprülü siperin önünde tutunmuştur bir kez. Çatışmalar gece boyu devam etse de, Hasan çavuş ve takımını oradan kopartmak mümkün olmayacaktır. Fransızlar ertesi sabah Hisarlık’a yerleştirdiği dağ topuyla bölgeyi cehenneme çevirecek, başta Hasan Çavuş olmak üzere bütün takım son nefeslerini orada verecektir.

Bütün cephe duydu

Gerisini Haluk Oral’dan takip ediyoruz: “Erzincanlı Hasan Çavuş’un yaptıkları, tüm Türk cephesinde duyulmuştu. Mustafa Kemal’in kurmay subayı olan İzzettin Çalışlar, Kerevizdere’ye 25-30 km. uzaklıktaki Arıburnu-Anafartalar cephesinden, aynı gün günlüğüne şöyle not düşüyordu: “Hava serin. Seddülbahir’den oldukça şedid (şiddetli) top sesleri geliyor. Orada bir blokhavz muharebesi olmuş. Düşmanın blokhavzını bizimkiler zapdetmiş.” (Blokhavz: Etrafı dikenli tellerle çevrili, gözetleme imkânına sahip, hafif veya ağır piyade silahlarıyla donatılmış kapalı küçük alan.)
Fransızlar daha ileri gidemeyeceklerdir. Çünkü, Oral’ın ifadesiyle, “Hasan Çavuş, ölerek o yolu kapatmıştı...”

PROF. HALUK ORAL

Bu efsane değil gerçek bir olay

BENİM yaptığım türden çalışma yapanların bitmez tükenmez kaynağı sahaflardır. Bu mektupları da bir sahaf dostumdan, Emin Nedret İşli’den aldım. Mektubun en önemli yönü, savaş sırasında yazılması ve yazıldığı günlerde meydana gelen bir olayı anlatmasıdır. Kemal Efendi, kulağına gelen ve ona gelene kadar efsaneleşen bir olayı değil, bizzat gördüğü bir olayı anlatmıştır.

Savaş sırasında yazılan mektuplardan günümüze kadar gelenleri bulmak oldukça zordur. Kemal Efendi ise bir anlamda mektuplarını günlük tutar gibi yazmış ve tarihe not düşmüştür. Bir de Fransızlarla yapılan savaşa ilişkin kaynak çok azdır. Savaştan sonra Fransızlar da pek fazla yayın yapmamıştır. Kerevizdere’de Fransızlar on bine yakın kayıp vermiştir ve bizim şehit sayımız da on binin üzerindedir. Oradan “bir insan hikâyesi” anlatarak bir kapı açmak istedim.


Bir Çanakkale Şehidinin Son Mektubu



Valideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.

Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."

Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.

Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.

"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"

Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?

Kadir'e mektup yazdım.

Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.

Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.

Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun
Hasan Etem
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)