Ailede Çocuk
Nevzat TÜRKTEN

Bir doktorumuzun ifadesi ile çocuk: “Dünü bugüne, bugünleri yarınlara ve yarınları diğer yarınlara bağlayan köprü... Allah’ın kuluna bahşettiği en kıymetli emanet; küçücük vücudu içinde, tertemiz aydınlık ve büyük bir dünya taşıyan varlık.. .
Allah’ın (c.c.) ve Peygamberinin (s.a.v.) insanoğluna en büyük emri gereği ailenin kuruluşunun ana sebeplerinden ve aile saadetinin ana temellerinden en başta geleni... “
Makalemizde çocuğu aile saadeti yönünden konu edinecek ve daha ziyade, aile saadetini yokeden, çocukla ilgili meselelere misaller vererek dokunacağız.
Bugünkü orta yaşa kadar olan ana babalar çocuklarının terbiyesinde -umumiyetle- kifayetli olamamakta, husûsiyle çocukların dînî ve manevî terbiyesini lâyıkı ile verememektedirler. Bu sebeple bu kabil ailelerin, aile büyüklerinden istifade etmelerinde, bilhassa cocukları yönünden, büyük fâideler vardır. Ancak, bugünün meyli, ailelerin karı - koca ve çocuklardan mürekkep olması yönünde olmakta, büyükanneler ve büyükbabalar ayrı bir aile olarak, yeni ailenin dışında kalmakta; böylece topyekün aile, büyüklerin tecrübe ve hizmetlerinden istifade edemediği gibi, bilhassa çocuklar dede - ebe terbiyesi alamamaktadırlar. Zamanımızda, başta baba olmak üzere ebeveyn, büyük meşguliyet içinde olmakta ve geçimin hakkından ancak gelebilmektedir. Bir öğretmen gibi çocuğu ile meşgul olamamakta, olmak istese bile -başta dînî olmak üzere- çok defa bilgisi ve görüşü kâfi gelmemektedir. Kendi ne biliyor ki ne öğretsin! Esasen kendi ana babası da aynı imkânsızlıklarla kendine tam olarak faydalı olamamıştır ama; hiç değilse kendisi kadar yavan da bulunmamışlardır. Ayrıca dede ve ebeler yaşlandıkça da bilgilenmiş ve görgülenmişler, yaş icabı dînî ve mânevî hayata daha çok önem vermişler ve gençliklerinde olduğunun çok çok üstünde yetiştirici duruma yükselmişlerdir. Ayrıca -ve genellikle- torunları ile meşgul olmak için kendi çocuklarına bulamadıkları geniş ve müsâit zamana da sahip bulunmuşlardır. Bu durumu etrafımıza şöyle bir baktığımızda da görürüz. Küçük çocuklara Allah’ı Peygamberi ilk öğreten veya öğrenmesi için uğraşanlar büyükanalar ve büyükbabalardır. Camilere gelen çocukların hemen tamamına yakınının yanlarında dedeleri görünür. Dede torununu elinden tutar, çarşıya, pazara, akrabalara, camiye, cocukların hoşuna gidecek yerlere götürür, çocuğun ezgisine oynar. Zira torun sevgisinin evlat sevgisinden ziyade olduğunda ittifak vardır. Ayrıca babanın, çocuğunun ezgisine oynayacak zaman ve sabıra çok defa sahip olmadığı görünür. Dede ise torununun hem dedesi, hem hocası, hem de arkadaşıdır. Büyükannenin de dededen bu hususta kalır tarafı yoktur. İnsanlarla olan münasebetleri ve tertip-düzen konusunda büyükannenin daha çok rolü vardır. Allah sözünü ilk öğreten, namazlık üzerinde daha çok duran, çocuğun yanında daha çok bulunan olması hasebiyle iyiyi kötüyü daha iyi anlatan daha çok büyükannelerdir. Hasılı, var ise her ikisi, yoksa bulunan, torununun yetişmesinde ana ve babadan daha semereli çalışma verirler ve mânevî boşluğu olmayan, terbiyeli ve ahlâklı çocuklar da ailede huzur vesilesi olurlar. Dînî ve ahlâkî yönden iyi yetişmemiş ve kendini bir boşluk içinde bulan gençlerin, aileleri için olduğu kadar memleket ve millet için de ne büyük tehlike ve huzursuzluk kaynağı oldukları gözlerımizin önünde bulunmaktadır. Bu itibarla, çocuğumuzu sıhhatli ve tahsilli yetiştirmek kadar dindar, ahlâklı ve terbiyeli de yetiştirmek mecburiyetimiz vardır. Karnını doyurup, arkasını giydirip sokağa veya mektebe bırakmak kâfî değildir. Sonra aile -en az kötüsü olarak - pansiyona döner. Daha kötüsü de, büyük annemin tâbiri ile, “yevmil gıyâme” (kıyâmete kadar mânâsında) aile ve gönül yarası olabilir. Çocuğunun terbiyesine yetişemeyenlerin, çocuk vesilesiyle huzursuzluğa ve dertlere maruz kalmamaları için, terbiyesine dikkat etmeleri ve bilhassa dînî terbiyesini alması için gereken tedbirleri almaları, bu hususta kat’iyyen ihmal göstermemeleri gerekir. Bunları aklı başına geldikten sonra kendi iradesi ve idraki ile elde edebileceğine güvenmek doğru değildir. Bu, bir insanın yeniden Müslüman olması kadar zor bir durumdur.
Zaman, cemiyetlerde inanışları değiştirdiği gibi, örf-âdet ve usulleri de değiştirmektedir. Bundan çok uzak olmayan zamanlarda babalar otoriter olmak durumunda idiler; ama şimdi, arkadaş baba olmak mecburiyetindedirler. Otoriter olacağım diye babanın çocuğu ile arasında meydana getirdiği mesafeyi, şimdi iyi yolda dolduracak bir vasıta pek bulunmamaktadır. Aile genişliği değişmiş, el–âlem yok olmuş, konu - komşu korkusu ve hakkı tarihe karışmış. kötü hallerle ve bu arada komşu çocuğu ile - veya herhangi bir çocukla- Allah rızası için ilgilenecek kimse kalmamış, ilgilenmek istese de buna imkân kalmamış. Babanın, çocuğu ile ilgilenen kimseye “ne karışıyorsun” demeyeceği belli olmadığı gibi, baskına varmayacağı da belli değildir !.
Çocukluğumda bir dükkânın parmakIıklı kepengine tırmanarak oynarken birisi gelip men etmiş ve biraz terbiyesi noksan olmalı ki, küfür de etmişti. Enseme bir de tokat yiyince soluğu evde almış ve babama şikâyette bulunmuştum. Ama “sen de uslu dur” diye adamınkine ilâve olarak, bir de babamdan tokat yiyince o an için perişan olmuştum. Fakat ömür boyu istifâde edecek dersimi de almış oldum.
Arkadaş baba, çocukları ile daha iyi anlaşıp kaynaşabileceği için, onların meselelerine de, daha kolaylık ve tehlikesizlikle inebilecek, çocuklar çekingenlikle baba terbiyesinden istifade mahrumiyetine uğramayacaklardır.
Ancak arkadaşlık ve evlat sevgisi çocuğu yüzsüz edecek seviyeye varmamalı ve çocuklar bir sevgi cenderesi içine alınmamalıdır. Onların istediği sevgi cenderesi değil, sevgi hâlesidir. Aşırı sevgi, çocuğun sevgiye boğulması; onun tabii hayatını yaşamasına, kendi irâdesi ile davranışlar içinde olmasına mânî olur. “Aman şuraya basma, şuraya bas, sokağa çıkma başına bir iş gelir; şunu ye, şunu iç; aman yanımdan ayrılma; çocukların yanına varma kötülük bulaşır, terbiyen bozulur...” gibi, çocuğa tavsiye ve nasihat vermekten ziyade onu gemleyen, ona talimat veren, nasıl hareket edeceğini ayarlayan hareketler, çocuğa fayda değil zarar verir. Çocuk, bu sevgi baskısından yılacak ve belki ana-babaya isyan edecektir. Çocuğu kötülük ve tehlikelerden kollamak ana-babanın hakkı olduğu kadar vazifesidir de. Ancak bunu, çocuğun hareket ve irade serbestisini yokedecek, onu bir tabî, bir robot haline getirecek şekilde; terbiye ve psikoloji ilmine muhalif olarak, sevgiye boğarak değil. Bir adam boğulduktan sonra, ha suda boğulmuş ha sütte... Bu şekildeki çocuklar, arkadaşları ile oynayamaz, bildiği gibi hareket ederek ve oynayarak aklını ve iradesini geliştiremez. Pısırık, başkalarına tâbî, içine kapanık, “kalkamadığından oturan”; sıkıntılı, buhranlı, gereğinde isyankâr ve mütecâviz olurlar. Ceza Hukuku’ndaki nazariyelerden birindeki “doğuştan suçluluk” hâli, daha çok böylelerinden meydana gelse gerektir.
Çocukların başı boş bırakılması ne kadar yanlış ise, fazla üzerine düşülmesi de o kadar yanlıştır. Sevginin zarara dönüşmesi hiç de tabiî bir durum değildir.
Çocuk çocukluğunu yaşamalıdır. Koşacak, oynayacak, arkadaş edinecek, düşecek - kalkacak, kavga edecek, haşarıIıklarda bulunacak... Mühim olan ona mânî olmak değil, ona usulünce ve şahsiyetine dokunmadan yön vermektir. Çocuğun benliğinin gelişmesine ziyadesiyle dikkat etmelidir. Kendi kendine yeter şekilde yetişmezse, ya tehlikeli veya elinden iş gelmez bir asalak olur.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=97107