TEBLİĞDE ÖNEMLİ BAZI HUSUSLAR
Tebliğde önemli bazı hususlar vardır. Bunlardan bir kısmını yukarıda arzetmiştik. Onların kısa bir özetini vererek, arzetmediğimiz kısmı da bu hülasaya bina edip tebliğ mevzuunu bitirelim.
Birincisi: Tebliğin bir fetanet yanı vardır ki, buna peygamber mantığı da diyebiliriz.
İkincisi: Tebliğ yapan rehber, tebliğ ettiği meseleyi çok iyi temsil etmelidir. Onun anlatacağı şeyler, hep yaşadığı şeyler olmalıdır. Evet O, başkalarının yaşaması gerekli olan şeyleri değil; kendi yaşadığı hayatı anlatmalı ve davet ettiği kimseleri de böyle bir hayata davet etmelidir.
Üçüncüsü: Tebliğ neticesinde beklenen, sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası olmalıdır. Cennet dahi, tebliğe gaye olmamalıdır. Bu da maddî-manevî füyûzât hislerinden fedakârlık yapmak demektir.
Birincisi: İç fetanettir; Allah Rasûlü’nün tebliğinin de bir fetanet yanı vardır. Ama fetanet, bir kuru mantık değildir. O, zahirden batına, dünyadan ukbaya ulaşan bir mantıktır. İnsanın bir mantık tarafı olduğu gibi, bir de his ve duygu tarafı vardır. Onun sadece mantığına hitap edenler, his tarafından açılacak herhangi bir gedik karşısında iflas ederler. İnsanın sadece his yönünü işletmeyi hedefleyenler ise, mantık karşısında mağlup düşerler. Halbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselam, müşahedeye, muhakemeye ve iç sezişe birden seslenir. Gözün gördüğü şeylerle insanı ele alır, misallendirir ve ruha bu yolla nüfuz eder. Aklı kullanır ve kullandırır. Muhakemeye önem verir ve vicdanlara öyle seslenir ki; vicdanında O’nun sesini duyan herkes bir hamlede sadece vicdan yoluyla hakikata ulaşmak isteyenlerin önüne sıçrar ve hakikata ulaşıverir... Endüisyon (Intuition) yoluyla Allah’ı bulmaya çalışan Paskal ve Bergson gibi kişiler kendi sahaları olan bu mevzuda bile Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın, hayat üfleyip, yetiştirdiği mü’minlerden çok ama çok geri kalırlar. Zaten mutlak ve umûmî fazilette, onları mü’min-lerin en küçüğüne dahi kıyas etmek mümkün değildir.
Fertleri İyi Tanımak
Evet, nasıl hiçbir sahada Hz. Muhammed Aleyhisselam’a ulaşmak mümkün olmamıştır; bu fetanet itibariyle de böyledir. O, evvela müşahede ile hasımlarını dize getirmiştir... Yani parmağını kaldırarak putları göstermiş ve “şu taştan, ağaçtan, topraktan ne umuyorsunuz?” demiş.. sonra da harika mahiyetiyle veya ortaya koyacağı bir mucize ile önce aklına hitap ettiği muhatabının elinden tutup onu kalbin yanına çekmiştir. Daha sonra da ona huzurun insibağiyle bir merhale daha kazandırmış ve âdetâ uhrevîleştirmiştir.
Meselâ: Hz. Ömer’in seyr-i rûhanisini ele alalım; ona “Senin gibi akıllı bir insan nasıl oluyor da taşrada geziyor? Senin gibi bir insanın, taştan, topraktan ve ağaçtan birşeyler ummasını, doğrusu aklım bunu bir türlü kabul edemiyor.” diyerek seslenmiştir. Evvela bu sözlerde Ömer’i tebcil vardır. Mantığa karşı hürmetli davranılmıştır. Böylece Allah Rasûlü, mantık adına Hz. Ömer’i avucunun içine almıştır. Ardından da öteden beri emniyet ve güven telkin etmiş olan o harikulade durumuyla Ömer’in kalbine nüfuz etmiştir. Üçüncü safhada ise, ubûdiyetteki derinliği ile onu öyle bir hâle getirmiştir ki; o develeri boynundan tutup yere yıkan Ömer, Allah Rasûlü’nün önünde edepli bir çocuk gibi diz çöküp saygıyla iki büklüm olmuştur.
Şimdi bu mevzuda müşahhas bir misal verip diğer hususlara intikal etmek istiyorum:
Allah Rasulü’nün huzuruna bir genç gelir. Sahabe, bu gencin ismini sarahaten zikretmez; ancak bazı rivayetleri tevhid edip birleştirdiğimizde, bu gencin Cüleybib (ra) olduğu anlaşılıyor. Bu genç gelir ve: “Ya Rasûlallah, zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün değil” der. Orada bulunanların reaksiyonu çeşitli olur. Kimisi ağzını kapamak ister ve “Rasûlullah’a karşı böyle terbiyesizce konuşma!” imasında bulunur, kimisi eteklerinden tutup çeker. Kimisi de suratına bir tokat vurmak niyetindedir. Ama, bütün bu olumsuz davranışlara sadece şanı yüce Nebi, şefkat peygamberi ve merhamet âbidesi, susar; onu dinler, sonra da yanına çağırır, dizlerinin dibine alır ve oturtur. Buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar:
-Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin?
-Anam babam Sana feda olsun Ey Allah’ın Rasûlü, istemezdim.
-Hiç bir insan da, anasına böyle birşey yapılmasını istemez!
-Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
-Canım Sana feda olsun Ya Rasûlallah, istemezdim.
-Hiçbir insan da, kızı için böyle birşey yapılmasını istemez!
-Halanla veya teyzenle böyle birşey yapılmasını ister miydin?
-Hayır, Ya Rasûlallah, istemezdim!
-Kız kardeşinle ister miydin bir başkası onunla zina etsin?
-Hayır, hayır, istemezdim.! Ve son söz,
-Hiç kimse de, halasıyla, teyzesiyle ve kızkardeşiyle zina edilmesini istemez.
Evet, bu muhavere ile akıl mantık plânında Allah Rasûlü, bu genci avucunun içine almış ve âdetâ teneşir tahtasına uzatmış ve onu bir meyyit haline getirmiştir. Ve artık sadece yıkaması kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: “Allahım bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.” 235
Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi haline gelmiştir. Gelmiştir ama, daha önceki hayatı bilindiği için, kimse ona kız vermemektedir. Derken yine Allah Rasulü, araya girer ve Cüleybib evlenir236. Evlendikten sonra ilk muharebede de şehid düşer. Muharebe sonunda Allah Rasulü, etrafındakilere sorar: “Hiç eksiğiniz var mı?” Cevap “Yok, ya Rasulallah, hepimiz tamamız!” Ama, Allah Rasulü: “Benim bir eksiğim var” der. Ve Cüleybib’in başucuna gelir. Tam yedi kişi öldürmüş, sonra da o öldürülmüştür. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: “Bu Cüleybib benden, ben de bu Cüleybib’denim.” Ve Cüleybib, bu payeye kavuşarak ötelere uçar.237
Evet, Allah Rasulü’nün fetanet-i azamı, zinakâr bir genci hem de çok kısa bir zaman içinde, öyle bir seviyeye çıkarmıştır ki, akıl bunu anlamaktan acizdir.
Şimdi acaba, günümüzün bütün terbiyeci ve pedagogları bir araya gelerek Arap Yarımadası’na gitseler, Allah Rasu-lü’nün, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdiği o terbiye, o ahlâkî mükemmelliği terbiye ve ahlâkî mükemmellik şöyle dursun, ahlâka ait sadece bir iki prensibi gerçekleştirebilirler mi?
Realite, bize bütün vuzuhuyla bu cevabın müsbet olmayacağını göstermektedir.
Evet O, öyle bir devirde yaşamışdı ki, ahlâksızlığın her çeşidi o günün insanında âdetâ bir fıtrat haline gelmişti. Allah Rasulü, onlardan sadece bu kötü ahlâkı söküp atmakla kalmadı, aynı zamanda onları, ahlâkın en güzeliyle de donattı. Öyle ki, insanlık, ne onlardan evvel öyle bir ahlâkı ve ahlâklı insanlar gördü, ne de onlardan sonra.. İslâm tarihi binlerce misaliyle bunun en sadık şahidi olduğu gibi insanları bazı alışkanlıklardan vazgeçirmek için, günümüzde sarfedilen gayretlerin neticesiz kalması da apaçık olarak bunu göstermektedir. İşte bir misâl: Koskoca bir devlet, sigaraya karşı mücadele açıyor, bakanlıklar bu meseleyi sahipleniyor, yüzlerce ilim adamı çeşitli vesilelerle bu mevzu hakkında konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve çeşitli sloganlarla, sigarayı bıraktırma âdetâ seferberlik haline getiriliyor ama, netice yine sıfır, yine sıfır.
Şimdi bir de Allah Resulü’nün terbiye ettiği cemaata bir bakıverin; söylediği sözler, nasıl hemen tatbik görüyor. İşte bir misâl: Hz. Enes anlatıyor: “Ben, Ebu Talha’nın evinde içki içenlerin kadehlerini dolduruyor, onlara sâkilik yapıyordum. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bu ses: “Dikkat edin içki yasaklandı” diyordu. O anda bardağı dolu olan, bardağını döktü, ağzına götürmüş olan ağzındakini tükürdü ve herkes küplerinde ne kadar içki varsa sokaklara boşalttı, öyle ki, Medine sokaklarında günlerce içki aktı...” 238
Evet O, bütün bunları yapmıştır. Bunu görmek istemeyenlere, Arap Yarımadası’nı gösteriyor ve “haydi O’nun yaptığının milyonda birini de siz yapın” diyoruz. Hiçbir zaman yapamayacaklardır...
Tebliğ Edilecek Hususları Önce Yaşamak
İkincisi: Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O’nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu.
Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler:
“Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek, O’na inanmaya yeterli sayılırdı.” 239
O’nu kabullenenler, O’na dilbeste olanlar ve O’na ‘Ya Rasûlallah!’ diye hitap edenler, kendisinden sonra cihanı idare eden kimselerdir. Yani O, kendisini sadece üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. O’nun yetiştirdikleri arasında bir Ebû Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali (Radıyallahü anhüm ecmaîn) vardır ki, herbiri, cihanı idare edecek çapta insanlardır. Ve hiçbiri de önüne gelene teslim olacak yaratılışta değildir. Eğer O, Allah’ın Rasûlü olmasaydı, bunlardan hiçbiri, O’na teslim olmazdı. Hem Hz. Ali gibi, kalp gözü açık ve “Eğer perde açılsaydı, yakinimde bir ziyadelik olmayacaktı” 240 diyen ve imanın hakkalyakîn mertebesinde bulunan bir insan, O’nu hak nebi olarak kabullenmişse, bu dahi tek başına delil olabilecek çapta bir hâdisedir.
O’nun her hali uhrevîlik adına öyle büyüleyici idi ki Abdullah b. Selam gibi bir yahudi âlimi, sadece bir kere O’nu görmekle: “Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Rasûlullah olabilir” diyerek iman etmişti.241
Demek ki, O’nu görmek, kabul etmek için yetiyordu. Hayatını, başkalarına birşeyler anlatmaya adayan insanlar, bu türlü kabullenmenin ne kadar zor olduğunu herkesten daha iyi anlarlar. Zira, bunlarda çoğu bir ömür boyu didinir durur da iki elin parmak sayısı kadar insana birşey anlatamaz veya kendini onlara kabul ettirip, ruh dünyalarına giremez. Halbuki bir de Allah Rasûlü’ne bir bakıverin. Şu anda bir milyara yakın insanın gönüllerine taht kurmuş ikinci bir insan göstermek mümkün müdür? Günde beş defa, bütün cihanı çınlatacak bir coşkuyla ismi minarelerden söylenen bir başkası var mıdır? Öyleyse insanlık, O’nu seviyor ve günde birkaç defa O’na bağlılığını ilan ediyor. Hem de aleyhte çalışan bu kadar insan ve bu kadar sisteme rağmen. Evet, her şeye rağmen Hz. Muhammed Aleyhisselam, gönüllere taht kurmaya devam ediyor. Zira O, başkalarına dediklerini ilk olarak kendi nefsinde yaşamış ve her zaman dediklerinin canlı bir misâli olmuştur. Onun için de her sözü, kitlelere tesir etmiş, söyledikleri hep tatbik görmüş ve uğrunda hırz-ı can edilmiştir.
O, insanları Allah’a kulluğa davet ederken her zaman en ufuk noktada yine, en güzel kulluğu kendisi temsil etmiştir.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gün geldi ve bana: “Ya Âişe, (dedi) müsâde eder misin? Bu gece Rabbimle beraber olayım” ve arkasından da namaza durdu.
O gün sabaha kadar (Âl-i İmran, 3/190) âyetini okuyarak namaz kıldı.. gözyaşı döktü.. öyle ağladı ki, seccadesi sıkılsaydı, damla damla gözyaşı damlardı.242
O, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp “Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun” dendiğinde “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti243. O’na şükür kapısı açılmıştı ve bunca didinmesi ondandı.
Yine Âişe Validemiz anlatıyor: “Gece yarısı kalktım. Allah Rasulü’nü yanımda görmeyince kıskandım. “Acaba, başka hanımına mı gitti” diye düşünmüştüm. Tam yataktan doğrulup kalkacağım sırada elim, ayağına dokundu. Dikkat edince O’nun secdede olduğunu anladım ve dediklerine kulak verdim. Şu şekilde dua ediyordu: “Allahım gadabından rızana sığınırım...” 244
O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O’na -davasından vazgeçmek kaydıyla- daha Mekke’de iken teklif de edilmişti. Ancak O, davası uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti245. Birgün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden ve kul peygamberliği, melik peygamberliğe tercih eden bir Hakk kapısı vefalısıydı zaten246. O’nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine bende ediyordu.
Hz. Ömer de, esasen çok sade bir hayat yaşıyordu; ancak Allah Rasulü’nün yaşantısı, O’nun dahi gözlerini yaşartıyordu. Bir gün sordu Allah Rasulü: “Ömer niçin ağlıyorsun?” Cevap verdi: “Ya Rasulallah, şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken, Sen, hasır üzerinde yatıyor ve üzerinde yattığın hasır teninde izler bırakıyor; halbuki Sen, Rasulullah’sın. Rahat bir hayata herkesten daha çok layıksın!” Allah Rasulü, Ömer’e şunları söylüyor: “Razı değil misin Yâ Ömer, dünya onların olsun âhiret bizim?” 247
Evet, dünyanın zimamı, müslümanların elinde olmalıydı. Bunu Allah Rasûlü herkesten daha çok isterdi. Fakat O, kendi şahsî yaşantısında, sadelerden sade bir hayat yaşıyordu. Daha doğrusu O, yaşamıyor, yaşatıyordu. Zaten O’nun, bütün ruhlara girip, gönüllerde taht kurmasının sırrı da, bu şekilde bir temsil keyfiyetinden değil miydi?
Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Rasûlü’nün bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi evvela, söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.
Birisine, Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvela, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevkedecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa “Niçin yapmayaca-ğınız şeyi söylüyorsunuz?” âyetinin tokatını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız... (Saff, 61/2).
Karşılık Beklememek
Üçüncüsü: Allah Rasulü’nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmayışıydı ki, bu da, O’nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur’ân, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve “onlara uyun ”248 demektedir.
Hz. Hatice’ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Rasûlü, kendi adına kimseden birşey talep etmemişti.
O’nun en yakın arkadaşı, Hz. Ebu Bekir’di ve hicrette de O’na yol arkadaşlığı edecekti. İşte bu Hz. Ebu Bekir’in, Allah Rasûlü için hazırladığı bineği, hem de böyle zor şartlar altında, bizlerin; düşmanın bizi takip edeceğinden gayri hiçbir şey düşünemeyeceğimiz o hengamda, Allah Rasûlü, hazırlanan bineği, ancak ücretini ödemek şartıyla kabul edebileceğini söylemişti 249. İşte bu, O’nun, yaptığı işte ne kadar hasbî davrandığını isbat etmez mi? Bu kadar zor bir anda, böyle ince bir noktayı düşünen insan, daha müsait zamanlarında düşünmez mi? Ve tebliğ insanına, ders olarak sadece bu hâdise yeter zannediyorum.
Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasûlü’nü mescidde gördüm. Namazını oturarak kılıyordu. Sordum: “Ya Rasûlal-lah hasta mısınız?” “Hayır Ya Eba Hureyra, açım... Açlıktan ayağa kalkacak dermanım kalmadı.” Ben ağlamaya başladım. Allah Rasûlü, beni teselli etti: “Ağlama dedi, hesabın şiddeti aç olanlara dokunmayacaktır.” 250
Zaten açlık O’nun asla değişmeyen çilesiydi...
Yine bir gün Hz. Ebu Bekir ve Ömer’le gecenin yarısı Medine’nin bir köşesinde birbirlerinden habersiz buluşuvermişlerdi.. ve birbirlerinden soruverdiler: “Gecenin bu vaktinde sizi dışarıya çıkaran nedir?” Üçünün cevabı da aynı olmuştu: Açlık... Evet, üçü de Allah için neleri varsa vermişler ve karınlarını doyuracak bir lokma ekmek bulamadıkları için de uyuyamamış, dışarıya çıkmışlardı.251
O gün tebliğ adına kaldırılması gereken bu ağır yükü işte bu güçlü eller kaldırmıştı. Bugün de aynı yükü kaldırmaya namzet olanların, her halde aynı güce sahip olmaları gerekir.
Kendi öz kızı Fatıma ki Allah Rasûlü onun için: “Fatıma benden bir parçadır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, üzen de beni üzmüş olur” 252 demişlerdir. Evinde ev işlerine yardım edecek kimsesi yoktu. Su taşımaktan, değirmen taşı çevirmekten elleri nasır bağlamış ve omuzları da yara bere içindeydi. Hz. Ali, bu duruma çok üzülüyor; fakat elinden de birşey gelmiyordu.. ve upuzun bir çile dönemi hep böyle yaşandı.
Zaten o, babasının ahlâkını taşıyordu. Kendi işini kendisinin yapması, babasından irsiyetle ona da geçmişti. Evet, oturuşundan kalkışına kadar o, hep babasına benzerdi.253
Bir harpte, müslümanların elde ettiği esir ve ganimetler Medine’ye getirilince, herkes gidip Efendimiz’e ihtiyacını arzediyor ve durumuna göre de birşeyler alıp dönüyordu. Hz. Ali’nin teşvikiyle Fatıma Validemiz de gitti. Ancak babası evde yoktu. Niçin geldiğini Allah Resûlü’nün zevcelerinden birine söyledi ve evine döndü.
Efendimiz, durumdan haberdar olunca, hemen kızının evine geldi. Hz. Fatıma yatıyordu. Rasûlullah içeri girince yatağından doğrulmak istedi. Ancak bu fıtrat insanı, hemen yatağın kıyısına oturdu. Öyleki dizlerinin soğukluğunu, Fatıma Validemiz bağrında duyuyordu: “Kızım, (dedi) Suffe ashabının bütün ihtiyaçlarını görmeden evvel sana birşey veremem. Ama sana bundan daha hayırlısını öğreteyim. Yatmak için yatağına geldiğinde 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah ve 33 defa (Bir rivayette 34) Allahüekber de. Bu senin istediklerinden, senin ahiretin hesabına daha iyidir.” 254
Ve yine bir gün Hz. Fatıma’nın kolunda bir bilezik gördü: “Kızım, insanların, Allah Rasûlü’nün kızı, bileğinde cehennemden bir halka taşıyor, demelerini mi arzu ediyorsun? Derhal onu çıkar” dedi ve gitti.
Hz. Fatıma ise, bu bilezikle bir köle aldı ve köleyi Allah için hürriyete kavuşturdu. Az sonra durumu babasına anlatınca, Allah Rasûlü bilseniz ne kadar memnun olmuştu!255
Bu üçüncü bölümün bir yönü de şudur. Allah Rasulü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa, baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızı Fatıma’dan başka yardımına gelen olmamıştı. Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı... Bir defasında Kabe’de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O’nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebu Bekir vardı ve yetişti: “Rabbim Allah, dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek Allah Rasu-lü’nü müdafaa etti256. Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O’nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: “Ağlama kızım, Allah, babanı zayi etmeyecektir” 257 demişti ve Allah (cc) da O’nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O’na ebedî ma’kes eylemişti...
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-post32960.html
Tebliğ mevzuuna bir kere daha göz atıp, sonra başka bir bölüme intikal edelim.
Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız gibi tebliğ, Peygamberlerin ve Peygamberimizin varlık gayesidir. Onlar tebliğ için yaratılmışlardır. Biz, bu vazifeyi yaparken sadece bir sorumluluğu yerine getirmiş oluruz. Halbuki Peygamberler, onu, yaratılış gayeleri olarak yaparlar.
Ayrıca biz, bu mevzuyu tahlil ederken nasıl Allah Rasû-lü’nün getirdiği mesajın şeffaf yüzünde, yazılı olduğunu göstermeye çalıştık. Aynı zamanda O’nun getirdiği mesaj tebliğinde kullandığı usul ve metodlarla; hem O’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu isbat eden önemli bir delili, hem de kendisinden sonra tebliğ vazifesini yapmak isteyenlere, yanıltmaz, şaşırtmaz bir yol hakkında ipuçları vermeye gayret ettik. Biz, kat’iyen inanıyoruz ki, Allah Rasûlü’nün tebliğ metodu kullanılmadan, devamlı ve sürekli muvaffakiyetten söz etmek mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını, pratikte isbat eden binlerce hâdise vardır. Onun içindir ki, kat’i bir kanaat ve yakînî bir imanla bir kere daha hatırlatıyoruz ki; insanlara rehber ve imam olmak isteyenler, veya bu durumda bulunanlar, bu mihrabın ebedî imamı Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) uymalıdırlar. Hakiki Rehber O’dur ve O’nun açtığı yol da, hakiki hidayet yoludur. Zira O, kendi hevasından konuşmaz, ne dediyse muhakkak vahiydir...