İLÂHÎ İLTİFATA MAZHARİYET
Allah (cc), Nebisine hitaben bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
“Ey Rasul!” Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, Seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik edip doğru yola iletmez” (Maide, 5/67).
Allah (cc) hiçbir peygambere böyle hitap etmemiştir. Diğerlerine hitap, hep mücerred isimleriyle yapılır; ancak Hz. Muhammed (sav)’dir ki, O’na hitap edilirken böyle tazimkâr bir ifade kullanılmıştır.
“Ey Rasul! sözü ile Hakk’tan mesaj getiren, haber ulaştıran ve ötelerden haberdar insan kasdedilmektedir. Bu hitap tarzıyla Allah , O’na çok şerefli bir hususiyet izafe ederken, bizlere de, O Nebi’nin şeref ve kıymetini hatırlatır. Buna, O’nun şerefini ilan da denebilir. Ve O, bu şerefin gölgesi altında, bize sunacağı mesajı sunar. Yani, şu anda size muhatap olan veya sizi muhatap alan zât öyle bir Zât’tır ki, âdetâ Allah (cc) O’na saygı gösteriyor (tabir caizse) O’na adıyla “Ya Ahmed, Ya Muhammed, Ya Mustafa, Ya Mahmud” demiyor da “Ey şanı yüce Rasul!” , Yani duygu, düşünce ve gönülleri dirilten mesajlarla insanlığın imdadına koşan nebî diyor. Zira Allah, O’nu nurdan bir helezonun zirvesine çıkarmış, O’nu peygamberlikle serfiraz kılmış ve vicâhî olarak konuşulabilecek bir muhatap haline getirmiştir. Evet, bu gibi beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Allah, O’nu karşısına alıyor ve O’nunla yüz yüze konuşuyor. Nitekim, bazı muhakkikin, Efendimiz’in, Miracta Cenâb-ı Hakk’la fiilen böyle konuştuğunu söylemektedirler. Nasıl, diğer vahiyleri, bazan perdeler ardından; fakat yine bizzat Cenâb-ı Hakk’tan telakki etmiştir. Öyle de Mirac’ta bu iş doğrudan doğruya bizzat görüşerek olmuştur234. İşte Hz. Muhammed Mustafa bu zâttır. Allah (cc), O’nu seviyeler üstü bu sevi-yeye çıkarmış ve bu noktaya ve bu seviyeye çıkardığı O Zât’a demiştir ki: “Sen, sana tevdî ettiğim mesajları insanlığa hiç durmadan duyurmalısın ve bu işte, hiçbir şey de sana engel olmamalıdır.. evet Sen, hiçbir şeye takılıp kalmamalısın. Ne korku, ne endişe, ne mânialar ne açlık ve susuzluk, ne de dünyaya ait makam ve mansıp seni tebliğden alıkoymamalıdır.”
Elhak, Rasul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, hiçbir engele takılıp kalmamış ve bir an dahi tevakkuf etmeden kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmiştir. O’na bir risalet kapısı açılmış, O ise bu kapının sövelerini sökercesine rekorlar üstü rekora ulaşmıştır ki, ’yı da bir noktada böyle an-lamak mümkündür... Evet onun kendisi için bir yükselme sınırı takdir olunmuş; O ise, bu sınırı çok geride bırakmıştır. Zira öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Hz. Cibril o noktadan sonra O’na şöyle demiştir: Yürü yâ Muhammed! Bundan sonra top Senin, çevkan Senin, ben parmak ucu kadar daha ilerlesem, Rabbimin azamet nuru beni yakar mahveder!.
Bu, imkan sahasını zorlama, hatta aşma demektir. Bu ifadeler, bana hep Auguste Comte’u hatırlatır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), pozitivizmin kurucularındandır. Hayatı, hep din düşmanlığı ile geçmiştir. Çünkü ona göre, bilimin tecrübe sahasına girmeyen her şey safsatadır. Ancak, Tarih-i Murad’da onunla ilgili şöyle bir hâdise nakledilir: Bir aralık Comte, Endülüs’e gitmiş; oradaki İslâmî sanat eserlerini hayranlıkla seyretmiş ve İslâm hakkında ma’lûmat edinmek için bazı kişilere sorular yöneltmiş... Aldığı cevaplar arasında bilhassa, Efendimiz’in ümmî oluşu, onu şaşkına çevirmiştir. İnanamamış ve Roma’ya giderek 9. Papa ile görüşmüş ve yemin ettirerek bu mevzuyu ona sormuştur. O da söylenenlerin doğ-ruluğunu tasdik edince, filozof şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muhammed bir ilah değil; fakat beşer de değil...”
Zaten bizim Buseyrî’miz de şöyle demiyor mu?
“İlmin vardığı son nokta şudur: O, bir beşerdir, ancak Allah’ın yarattığı varlıkların en hayırlısıdır.” Yani O, Âmine’den doğma, Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur. Evet O’nun da bir anası, babası ve bir maddî yanı vardır. Ancak madde ile O’nu izah edip anlatmak mümkün değildir. O, peygamberlik semasında tayerân eden bir tâvustur. Halbuki bizim sözlerimiz hep O’nun içinden çıktığı yumurta etrafında dönüp durmaktadır. O, miracta öyle bir noktaya adım atmıştır ki, biz ayağını nereye koyduğunu bile bilmekten aciz bulunuyoruz. Çünkü bu, beşerî idrak ve beşerî şuurla kavranabilecek bir husus değildir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-post32959.html
Tebliğ, o derece lüzumludur ki, kendisine bu derece yakın bulunan en sevgili kulunu Cenâb-ı Hakk, bu vazife ile vazifelendirmiş ve eğer tebliğ vazifesini yerine getirmezse bütünüyle risalet vazifesini yerine getirmemiş olacağını da O’na bizzat ihtar etmiştir.
Öyle ise, O’nun ümmeti olan bizlere düşen en lüzumlu vazife de, yine tebliğ vazifesidir. Unutmayalım ki, bütün bir beşeriyeti, hayatın hemen her sahasında yeniden diriltmek, ancak Hz. Muhammed’in diriltici soluklarına ve O’nu soluklayanların soluklarına sığınmakla mümkün olacaktır.