DEVLET REİSLERİNE NÂMELER
Allah Rasûlü, bir taraftan böyle değişik istidatları etrafa gönderip irşad vazifesini sürdürürken, diğer taraftan da devlet reislerine ve meliklere gönderdiği nâmelerle, onları hak dine davet ediyordu. Bu da tebliğin ayrı bir buuduydu.
Necâşi
Necaşi, Habeş hükümdarıydı. Allah Rasulü’nü göremediği için sahabî değildi; fakat çok büyük bir insandı. Allah Rasulü, ona Amr b. Ümeyye’yi göndermişti. Necaşi’ye gönderilen mektupta İki Cihan Serveri şöyle diyordu:
Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Habeş Necâşisi (hükümdarı) Asham’a;
Selam sana! Ben, senin vesilenle, Melik, Kuddûs, Mü’-min ve Müheymin olan Allah’a hamdederim. Ve şehadet ederim ki, İsâ, Ruhullah ve Allah’ın iffetli, tertemiz, pâk ve bâkire Meryem’e ilkâ ettiği kelimesidir... Seni şeriki olmayan Bir Allah’a davet ediyorum.” 222
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-post32956.html
İki Cihan Serveri, evvela Necaşi’ye hitaben, doğrudan doğruya “Selam sana” demekle, onda bir şeyler gördüğünü îmâ ediyordu. Evet, sanki, Allah Rasûlü, onun hidayete ereceğini gayb-âşina gözüyle görmüştü ki, ona böyle hitap etmişti. İkinci olarak, kullanılan ifade ve üslûb, gayet hârikadır. Zira, Allah Rasûlü, meseleye yaklaşırken, Necaşi’nin gözünde çok büyük ve saygıdeğer olan Hz. Meryem’le yaklaşmıştır. Zaten bizler için de, Hz. Meryem o denli büyüktür. Çünkü Hz. Meryem, büyük bir peygamberi dünyaya getiren kadındır ve ilhama mazhardır.
Dikkat edilmesi gereken olan önemli bir husus, Necâşi bir hristiyandır ve Allah Rasulü, ona hitap ettiği mektubuna malzeme olarak, Kur’ân’ın o mevzu ile alakalı âyetlerini kulanmıştır. Bu, Necaşi’nin ruhuna girmek için en müessir ve en sâlim yoldur. Nitekim de öyle olmuştur.
Necaşî, mektubu almak için tahtından inmiş, öpüp başına koymuş, mektubun okunması biter bitmez de davete icabet ederek müslüman olduğunu ilan etmiş ve hiç vakit geçirmeden kâtiplerine şu mektubu dikte etmiştir:
“Allah’ın Rasûlü Muhammed’e, Habeş hükümdarı Necaşi’den,
Ben şehadet ediyorum ki, sen Allah’ın Rasulü’sün... Eğer emredersen, hemen oraya gelirim. Ancak ben, sadece kendime sahibim. Şu anda teb’ama hâkim değilim. Yine şehadet ederim ki, Senin dediklerinin hepsi de doğrudur.” 223
Necâşi, imanının şuurunda bir insandır. Birgün yakınlarına şöyle demiştir: “Keşke şu saltanata bedel, Hz. Muhammed (sav)’in hizmetkârı olsaydım.”
Ve aradan bir müddet geçer. Bir gün Allah Rasulü, mescide gelir orada bulunanlara, “Kalkın!” der, “kardeşimiz Necaşi’ye cenaze namazı kılacağız.” 224
Fukahâ arasında, gaybe cenaze namazı ihtilaflıdır. Hanefi mezhebi dışında kalan mezhep imamları, böyle namazı tecviz ederken, Hanefi mezhebi imamları aksini söylerler. Çünkü onlara göre, bir mucize eseri olarak, Necaşi’nin tabutu Allah Rasûlü’nün önünde hazır bulundurulmuş ve kılınan namaz, bu şekilde hâzır’a kılınmıştır. Bu fıkhî bir mevzudur ve tafsil edilmesinin yeri de burası değildir... 225
Hirakl
Allah Rasûlü, ikinci mektubunu Dihyetu’l-Kelbî ile Hirakl’e gönderdi. Hirakl, Roma İmparatoru idi. Hirakl’e gönderilen mektupda şunlar vardı:
“Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Rum meliki Hirakl’e, Allah’ın selamı, hidayete uyanlar üzerine olsun! İmdi, Ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol selâmeti bul. Böylece Allah, senin ecrini iki kat verir. Eğer yüz çevirirsen, kendi yüz çevirişinin yanında, bütün yüz çevirenlerin vebali de sana yüklenir.
Ey Kitap Ehli, gelin aramızdaki müşterek kelimede birleşelim (Sizinle bizim aramızda ma’nâsı aynı bir kelimeye geliniz): Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım; ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi ilahlaştırmayalım. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse işte o zaman: “Bizim müslüman olduğumuza şahitler olun!” deyiniz.” 226
Bu sözler Hirakl’a tesir etmişti. O gün orada, Ebu Süfyan da bulunuyordu.. ve hükümdarla Ebu Süfyan arasında şöyle bir konuşma geçti: Hirakl:
-Bu zatın nesebi nasıldır?
-Soylu ve asil bir nesebe sahiptir.
-Daha evvel atalarından böyle bir iddiada bulunan oldu mu?
-Hayır, olmadı.
-Ataları içinde hiç hükümdar var mıydı?
-Hayır, yoktu.
-Ona tâbi olanlar, zayıflar mı ileri gelenler mi?
-Ekseriyet itibariyle zayıflar.
-Cemaatı azalıyor mu çoğalıyor mu?
-Gün geçtikçe çoğalıyor.
-Hiç yalan söylediği oldu mu?
-Hayır, onu hiç yalan söylerken görmedik.
-Hiç vefasızlık ettiği oldu mu?
-Bugüne kadar olmadı; ancak bundan sonrasını bilemem.
İşte, Ebu Süfyan, henüz müslüman olmamasına ve Allah Rasûlü’nün amansız bir düşmanı bulunmasına rağmen, o günkü konuşmasına ancak son cümlesi kadar bir tereddüt sokuşturabilmişti.
Ve Hirakl, Ebu Süfyan’ın verdiği cevapları tekrar ederek, bütün bunların, Allah Rasûlü’nün risaletine delil olduğunu söylüyor ve piskoposunu çağırıp durumu ona da soruyor, o da aynı kanaati izhar ediyordu. Bir rivayete göre imanını izhar ediyor ve:“Çok yakın bir zaman sonra, şu benim ayaklarımı bastığım yerler, hep O’nun olacak” diyor ve dediği de aynen zuhur ediyordu.227
Ancak papazların vahşi merkep gibi homurdanmaları sebebiyle Hirakl, sözünün mecrasını değiştiriyor “Ben sizi imtihan ettim, tâ ki dininize ne derece bağlısınız göreyim...” Piskopos ise, iman etti ve Allah Rasûlü’ne gaybî olarak biatta bulundu.228
Ve Diğerleri
Efendimiz daha birçok yere ve birçok kimselere mektuplar göndermişdi. Bunlardan kimisi, davete icabet edip müslüman olmuş, kimisi de müslüman olmamakla beraber Allah Rasu-lü’ne karşı saygılı davranmıştı. Meselâ, Mukavkis ki, Kıptîlerin hükümdarı ve bunlardan biriydi. Allah Rasulü, ona Hâtib b. Ebî Beltea’yı göndermişti. Mukavkis, gerçi müslüman olmadı. Ancak Hâtib’e, orada kaldığı müddet zarfında hep ikramda bulundu ve Allah Rasulü’ne de hediyeler gönderdi. Mâriye Validemiz de bu hediyelerden biriydi. Allah Rasulü, onu istifraş buyurmuş ve ondan İbrahim adında bir çocuğu olmuştu. Ayrıca bu hediyeler arasında bir de beyaz bir katır vardı.229 Adı “Düldül” olan bu katır, o gün için Arabın gördüğü ilk katırdı.
Kisrâ ise, Allah Rasulü’nden gelen mektubu parçalayıp yere atmış.. bu da onun kendi mülkünün parçalanması şeklinde tecelli etmiş ve kısa bir müddet sonra İran parça parça oluvermişti.230
Allah Rasûlü, hükümdarlara, devlet reislerine ve değişik kabilelerin ileri gelenlerine bir ma’nâda bütün dünya ile oynamak demek olan şümullü bir tebliğde bulunuyordu.. ve O, her gün biraz daha sinelere giriyor, gönüllere taht kuruyordu. Sanki, O’nda kudsî bir câzibe vardı da, âdetâ bir kısım sırlı iplerle insanları kendine cezbediyordu. O’nun câzibesine kapılan her fert ve cemiyet, aynı zamanda nûr âlemiyle de bütünleşmiş oluyordu. O, gönüllere bu şekilde taht kurduktan sonra, artık O’na karşı mücadele etmek, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdı. Buna beyhûde bir çırpınış da denebilir.
Nitekim, az sonra, öyle de oldu. O güne kadar direnenlerin hemen hepsi boşuna uğraştıklarının farkına vardı ve O’na dehalet ettiler...