Tebliğ Sancısı Uykularını Kaçırırdı
Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet: “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı”, sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnad edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.
Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Rasûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazan bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32955
“En yakın akrabanı inzar et”, mealindeki “ ”210 âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi: “Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için birşey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim.”
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Rasulü’ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı-: “Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?” demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti.211
Hz. Hatice’nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişdi. Allah Rasûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada “acaba birkaç kelime birşey anlatabilir miyim” diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır: “Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Rasûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: “Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?” dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Rasûlü’nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Rasûlallah!’ dedim. Allah Rasûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı.” 212
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Rasulü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O’na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da kalb sahibi insan bulmak, sanıldığı kadar kolay olmadı. Taif’te taşlandı, alaya alındı213. Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu214. Ne varki, O’ndaki bu ciddi talep O’nu bir sürprizler âlemine çekiyor gibiydi ve öyle de oldu. Kader O’nu Akabe’ye sürükledi ve bir kısım temiz insanlarla buluşturdu. Bu ilk Aka-be’de altı kişiyle tanıştı. Bunlar ertesi sene Akabe’ye yetmiş insan olarak geldiler. Allah Rasulü, onlara bazı hususları tebliğ etti. Kendisine inanacaklarsa bu şartlar dahilinde inanmalıydılar... Onlar da Allah Rasulü’nün bütün tekliflerini tereddütsüz kabul ettiler. Bu arada, Hz. Abbas, onlara düşünerek karar vermelerini tavsiye etti. Ve böyle bir teklifi kabul etmenin, bütün cihanı karşılarına almak olduğunu onlara tafsilatıyla anlattı. İçlerinde dönen olmadı. En ağır şartlarda dahi Allah Rasulü’nü kendilerine tercih edeceklerine söz vererek biat ettiler. İki Cihan Serveri, onlarla beraber Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab onlara dinlerini öğretecekti.215
Sahabede Tebliğ Aşkı
Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi.216 Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.217
İşte Allah Rasûlü’nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine’ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine’de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine’de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdetâ karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es’ad b. Zürâre (ra) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es’ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına rağmen ve daha Allah Rasûlü de Medine’yi şereflendirmemişti ki, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namı kıldırmıştı.218
Medine’de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus’ab’ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa’d b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine’de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. zira ona, Mus’ab’ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus’ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle birşeyler anlatıyordu. Sa’d, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus’ab, ona şu teminatı verdi: “Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim.” Bu sözler Sa’d b. Muaz’ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa’d b. Muaz, Mus’ab b. Umeyr’in önünde diz çökmüş ve müslüman olmuştu219. O günün Medine’sinde , Ömer’in Mekke’de müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa’d b. Muâz’ın müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
Görüldüğü gibi, Allah Rasûlü, durmadan, dinlenmeden hak ve hakikatın neşrini yaptığı gibi, O’nun, sadık çırak ve tilmizleri de aynı şekilde, cihanın dört bir yanına dağılmış ve hakkı neşretme vazifesini en seviyeli şekilde edâ etmeye çalışmışlardı. Cihan, bu meşalelerin tutuşturduğu nurlu kalplerle apaydın olacaktı. Zaten Mus’ab’ı Medine’ye, Talha’yı Dûmetü’l-Cendel’e ve daha sonraki yıllarda, Berâ ve Halid’i Yemen’e sevk eden aynı duygu ve düşünce değil miydi?
Bazen bir sahabi gittiği yerde muvaffak olamazsa, Allah Rasûlü, onların yerlerini değiştiriyor ve bu değişiklik de muhakkak surette, müsbet ma’nâda tesirini gösteriyordu. Meselâ, Halid b. Velid, irşad adına gönderildiği Yemen’de çok muvaffak olamadı. Allah Rasûlü, daha sonra oraya Hz. Ali’yi gönderdi. Halid’i de Necran’da Hristiyanların bulunduğu bölgeye tayin etti.
Berâ b. Azib, bu hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
“Halid’le günlerce Yemen’de kaldık; Ali gelinceye kadar kimse bize inanmadı ve saflarımıza dahil olmadı. Ancak Hz. Ali’nin gelişiyle her şey birdenbire değişiverdi. İnsanlar, bölük bölük İslâm’a girmeye ve müslüman olmaya başladılar.”220
Evet, Yemen’de Hz. Ali muvaffak olmuştu. Zira O’nun Allah Rasulü’yle uzun bir geçmişi vardı. Ayrıca O, Hz. Hasan ve Hüseyin’den gelen altın halka ve kıyamete kadar gelecek bütün kutupların, mukarrebinin, evliya ve asfiyanın babaları durumundaydı. Bugün dahi, hak ve hakikat onların himaye kanatları altında temsil edilmektedir. Ve işte bu Hz. Ali, bütün Yemen’i, yürekleri eriten sözleriyle fethediyordu ki, gün gelip Mekke fethedilince bunların hepsi gelerek İslam’a iltihak edeceklerdi.221