Tebliğde Hırs
Allah Rasûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatlar anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehalükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hali!
Ebû Tâlib’i Daveti
Ebu Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Rasûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebu Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Rasûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi. Allah Rasûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebu Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Rasûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâilâhe illallah” demesini ister ve: “De ki, âhirette sana şefaat edeyim” der. Ancak o esnada Ebu Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mani olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine” der ve -Allah bilir- gemiyi kaçırır. Allah Rasûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve “Men edilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim” der203. Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan onu men eder. O artık, Ebu Talip için istiğfar da edemeyecektir; zira âyet şöyle demektedir: “(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara” (Tevbe, 9/113).
O’nun, Ebu Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebu Bekir’dir. Mekke fethinde Allah Rasûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebu Kuhâfe’yi İki Cihan Serverinin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebu Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir:“Ya Rasûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (cc) ona bu hidayeti nasib etti. Ancak ben, Ebu Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”204
Allah Rasûlü, nasıl amcası Ebu Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu. İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü:
Vahşî’yi Daveti
Allah Rasulü, amcasının kâtili Vahşi’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir. Mektupda aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:
“Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyâmet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır” (Furkan, 25/68).
Vahşi, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de müslüman olayım?
Allah Rasulü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar :
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hz-muhammed-sav/17237-sonsuz-nurdan-peygamberin-sifatlari-1-a-post32954.html
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” (Nisa, 4/48).
Vahşi, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşiet-i ilahiye bırakıldığını Rasulullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir” (Zümer, 39/53).
Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Rasulü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “ra” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın katiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşi, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu.205 Bu yönüyle talihliydi.. ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Rasûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibariyle Allah Rasûlü’ne sütkardeşlik payesiyle de serfirazdı206. O, İslâm’a gireceği ana kadar müslümanlar korku içindeydi. Hamza müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşi, bu Hamza’nın kanına girmiş.. Uhud’da elinde taşıdığı talihsiz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye “ ” (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir “ ” meydana getiriyor ve yere bir “ ” gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Rasûlü, onu uzuvları paramparça halde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehidler yıkanmazdı; ancak Allah Rasûlü Hamza’yı yıkadı ve âdetâ su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı... Evet, Allah Rasûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin katili Vahşi, Allah Rasûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Rasûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşi’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşi’yi bizzat kendisi davet etmişti.207
Vahşi, iman ettikten sonra Allah Rasulü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, talihsizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”
Vahşi, bir sahabi şuuru içinde Allah Rasulü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Rasulü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı. Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Rasulü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Rasulü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “acaba”, diyordu, birgün gelir de bana: “Artık görünebilirsin”, der mi? Vahşi, o mutlu günü bekleye dursun, birgün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Rasulü, gurub edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşi, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
Vahşi’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşi’nin vicdanı, o günahın tesiriyle cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseyleme’nin halledilmesi. Vahşi, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseyleme ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseyleme, nöbet bekleyen bir sahabî tarafından görüldü. Onu gören sahabî, Vahşi’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor” dedi. Bunu duyan Vahşi, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseyleme’nin bağrına sapladı. Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı208. Gözyaşları içinde âdetâ Allah Rasulü’nün ruhaniyatına hitaben: “Artık gelebilir miyim, Yâ Rasulallah!” der gibiydi... Biz, Allah Rasulü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Rasulü’nün ruhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşi’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşi’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin”, demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir, buud meselesidir. Bizim, bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Rasulü’-nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi...
Evet, görüyoruz ki, Allah Rasulü, en az babası kadar sevdiği ve yine, en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun katili için dahi, bir rahmet oluyor. Vahşi’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşi gibi bir insandan dahi bir sahabî çıkarıyordu. Acaba, O’nda tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası haline gelmemiş olsaydı, Allah Rasûlü’nün Vahşi gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehalükünde, tebliğin Nebiye ait bir sıfat olma hakikatı saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.
İkrime’yi Daveti
İkrime’nin düşmanlığı, Vahşi’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neşet ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebu Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdetâ gayya haline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya marûz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.
İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir. Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği halde o hâlâ temerrüd ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husûmeti, devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı...
Ümmü’l-Hakem, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemene kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Rasûlü’ne revâ görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Rasûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşi’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.
İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde, Allah Rasûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben: “Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi. İslâmî ma’nâda hicret bitmişti; ancak, Allah Rasûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti. Allah Rasûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi: “Dua et, Yâ Rasûlallah!. Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi. Allah Rasûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Rasûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Ya Rasûlallah!” dedi, “bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.
İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “ağlama” der, “ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hişam girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi.” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi” der ve Allah Rasû-lü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Ya Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de : âyetini okur ve ruhunu Allah’a teslim eder209. Âyet meal olarak şöyle demektedir: “Rabbim beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!” (Yusuf, 13/101).
Evet, Allah Rasûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı. O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.