TEBLİĞDE METOD
Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır198. Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?..
Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Rasûlü’ne hitaben şöyle demektedir: “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder” (Kasas, 28/56). Bu itibarla, nebinin mesajı, husûsiyet arzeder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kal-malarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir. İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdetâ mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebîlerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.
Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Rasûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebu Ubeyde bunları, Allah Rasûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur199. Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir: “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!” 200(Bilmiyorlar, şayet Benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Rasûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Rasûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikayet ma’nâsına, ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.
“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”

Evet; her nebi, âdetâ böyle der: “Ağyar ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem” der ve yoluna devam eder.
Hz. Nûh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim” (A’raf, 7/61).
Hz. Nûh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine isnat ettiği sapıklık isnadıydı. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” diyorlardı (A’raf, 7/60). Bugün de değişen birşey yoktur. Denilenler hep aynı ma’nâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..
Devamındaki âyette, Hz. Nûh kavmine şöyle seslenir : “ Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum” (Araf, 7/62).
Bende dalalet olmadığı gibi, sizi dalalet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum...
Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hûd, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor :
“Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm” (A’raf, 7/67-68).
Değişen birşey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı ma’-nâya gelen sözler, cümleler..
Diğer peygamberleri böyle umûmî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:
Allah (cc) O’na hitaben şöyle buyuruyor: “Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt” (Müddessir, 74/1-3).
“Ey örtünüp bürünen (Rasulüm)! Geceyi tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4).
Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Sen’in Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur..
Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyara gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. İşte, bir ilahî ferman: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz” (İsra, 17/15).
Ve bir başka beyan:
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Zâten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” (Kasas, 28/59).
Demek ki, Allah (cc) evvela peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp ve insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (cc) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hakk, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı halde, temerrüdünde devam edenler, işte cezaya hak kazanmış onlardır.
Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metodlarını kullanarak irşatta bulunmuştur. Hz. Nûh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
“Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır..” (Nûh, 71/5-10).
Hz. Nûh: “Rabbim, cemaatımı gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüd ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdetâ hep yeni yeni usûller buldular. Bazan kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazan da elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”
O’nda Tebliğ Cibilliydi
İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet halindeydi. O, bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. ve âdetâ yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazan günlerce üst üste oruç tutardı201. Bazan da ölmeyecek kadar yerdi202. Sanki tebliğ sancısı, onda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sav) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: “Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdetâ kendine kıyacaksın” (Şuara, 26/3).
Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder: “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin” (Kehf, 18/6).
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32953
Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdetâ bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.
Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz.. işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi! Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir: “ Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!” Evet, işte Nebi ve Nebiye varis olanların hâli! Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.
Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır. Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hakk da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş... Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der: “Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, “Neden? Niçin?” diye soracaksın. Anlatayım: “Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Halbuki o, müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.”
Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim...