Kâinatta yaratılmış ufacık bir varlığın bile bir hikmeti ve bir varoluş gayesi olduğuna göre, kâinatın sultanı olabilme yeteneğine sahip olan insanın yaratılmasında da elbette büyük gayeler, kainatı kuşatan hikmetler gözetilmiş. Yaratılış gayesinin bilincinde olan insan grubu, kâinattaki sırları tam mânâsıyla çözemese de, aklen, ruhen, kalben anlayıp hissedebilme çabasında. Bir de yaratılış amacından bîhaber olan insan topluluğu var ki, onlar hissetmekten aciz ne yazık ki...

Bediüzzaman'ın üç müşkül sual dediği "Neciyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifelerim nelerdir?" sorularına birer cevap bulabilen ve hayatlarını rotalarını bu cevaplar doğrultusunda çizen insan, elbette yaratılmışlara sultan olup, halife-i arz olma özelliğini kazanıyor. Yani yeryüzüne halife... Yani hükmedicisi... Yani bütün sırları keşfeden... Çünkü insan terakkî eden bir varlık; aynı şekilde tedennî eden.
Bu kabiliyetler çekirdeği, insanın merkezi olan kalp çekirdeğine derc edilmiş. Çekirdeğin filizlenip gelişmesi ya da çürüyüp gitmesi, insanın sadece kendisine yaşayışına, inançlarına, imanına bağlı olan bir durum.

"Bir ben var bende benden içeri."
Ene ve onun yaygarası enaniyet...
Firavun'u Firavun, Nemrut'u Nemrut yapan...İnsanı mahlûk olma makamından alıp, Hâlık, yani yaratıcı makamına çıkarmaya yeltenen korkunç bir düşman! Zîra kabaran her ene, yel değirmenleriyle savaşa girişir. Ruhu paramparça ederek, maddeye kilitlenmiş bedenlerin tek dayanak noktası da enedir aynı zamanda.

Hal böyleyken, insanın yüzü tamamen dünyaya dönük oluyor. Mânâya gabileşiyor. Çünkü hem ruhu, hem de kalbi, his dediğimiz olgudan mahrum kalıyor. Yaşamın özünü, yüzünü, sırrını keşfedemiyor. Onlara bunu anlatmaya çalışmaksa, bir âmâya gökkuşağından bahsetmekten de zor oluyor. Gölgelerde, karanlıklarda, çığlık çığlığa bir hayat sürüyor. Korkunç azaplar sarıyor ruhunu. İnançsızlık zift gibi kararttığında kalbini, insaniyet mertebesinden giderek düşüyor esfeli sâfilîne. Yani çukurların zirvesine. Nitekim çukurların da zirveleri vardır. Şeytanın yükseklik dediği yanılgılardan oluşan alçaklıkların mesafeleridir onlar...

İnsan hayatının değer kazanması, insanın kendi ellerinde. Değer katıp değer verme kabiliyetinin yüksek olması ile alâkalı. Ve bu kaliteyi insan, iman ile elde ediyor.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/6427-insan-ca-yazilar.html#post9576
Oysa insan olarak bizlere iyi ile kötüyü, yanlışla doğruyu ayırt edebilmemiz için, irade denilen bir emanet verilmiş. Akıl-mantık terazisi kurulmuş içimizde ve tartmayı öğrenmişiz.
Allah ki, insanı muhatap almış zâtına, buyurmuş ki, "Hiç düşünmezler mi? Hiç akletmezler mi?"

Düşünmek gerek; kâinatta olup biten olayları akletmek gerek. Bütün seçenekler sunulmuşken bize neyin yanlış, neyin doğru olduğunu tartmak gerek denge terazisinde...

İki farklı cihet var insanda:

Birisi maddî yönü, diğeri ise manevî.

Maddî portredeki insanın en büyük özelliklerinden birisi, ben merkezli oluşu.

Maddeyle meşgul, maneviyata kör. Sırlara kör ve özüne yabanî...

Teslimiyetsiz ve dolayısıyla sabırsız.

Gururlu, ama aciz ve zalim. Güzel yaşamak arzusu, nefsî istekleri ve şehevî arzuları ön plânda.

Aceleci... Bir dirhem hazır lezzeti, binler batman lezzetlere tercih eder.

Kendini seviyor ve beğeniyor. İşte bireysellik!

Peki, mânevî alandaki duruşuyla müsbet bir tavır sergileyen insanın durumu nedir?

Aslolan hayatın ve maddenin ardındaki sırdır onun için. Maddeden sıyrılıp, o sırrı anlamaya çalışır. Yaratıcısıyla iç içedir dünyasında. Ondan başka hiçbirşeye bağlanmaz, dünyaya da!

Çünkü dünya onun için bir ticaret yeridir; ahiretin tarlasıdır. Oraya götürecek mallarını burada yetiştirir. Her şey ona dosttur. Mânevî bir yasakçı her zaman bulunur kalbinde çünkü, huzuru ve emniyeti tercih etmiştir.

Ve ölüm...

Onun için ölüm bir yayladan diğerine göç gibi sakin... Fani diyardan asıl vatana bir yolculuk...

İşte iki insan portresi!


Peki ya sen?

Hangi portredesin?