Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 4/9 İlkİlk ... 23456 ... SonSon
85 sonuçtan 31 ile 40 arası
  1. #31

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Şehîdlerin efendisi:
    Hz. HAMZA


    Abdullah ibni Mes’ûd buyuruyor ki:

    Müşriklerden Velîd adında birinin bir putu vardı. Safâ tepesinde toplanırlar, bu puta ibâdet ederlerdi. Bir gün Peygamber efendimiz, onların yanına gitti ve onları îmâna da’vet etti. Kâfir olan bir cinnî, o putun içine girdi ve sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Peygamber efendimiz üzüldüler.

    Teşrif eder misiniz?

    Başka bir gün şahsını görmediği bir kimse, Peygamber efendimize selâm vererek dedi ki:

    - Yâ Resûlallah! Kâfir olan bir cinnî sizin için münâsib olmayan şeyler söylemiş. Ben, onu bulup boynunu kestim. Arzû buyurup, yarın Safâ tepesine teşrif eder misiniz? Siz, yine onları İslâma da’vet ederseniz, ben de o putun içine girip, sizi medhedici sözler söylerim.

    Peygamber efendimiz, Abdullah ismindeki bu cinnînin arzûsunu kabûl ettiler. Ertesi günü oraya gittiler ve yine müşrikleri îmâna da’vet ettiler. Müslüman cinnî, müşriklerin elindeki putun içine girip, sevgili Peygamberimizi ve İslâmiyeti anlatan güzel sözler ve beyitler söyledi.

    Müşrikler, bu sözleri duyunca, başta Ebû Cehil olmak üzere ellerindeki putu parça parça ettiler. Resûlullaha saldırdılar. Mübârek yüzü kana boyandı. Onların bu ezâ ve cefâlarına tahammül gösterip, şöyle buyurdular:

    - Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin Peygamberinizim.
    Peygamber efendimiz, oradan ayrılıp evine geldi. Bir hizmetçi kız, bu hâdiseyi, başından sonuna kadar görmüştü.

    Bu sırada Hz. Hamza, dağda avlanıyordu. Bir ceylana ok atmak için hazırlandı. Ceylan dile gelerek dedi ki:

    - Yâ Hamza! Bana ok atacağına kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur.
    Hz. Hamza bu sözlere hayret ederek süratle evine hareket etti. Hz. Hamza âdeti üzere, avdan dönünce, tavâf yapmak için Harem-i şerîfe uğrar, ondan sonra evine giderdi. O gün tavâf yaparken, hizmetçi kız, yanına gelerek dedi ki:

    - Ebû Cehil, kardeşinin oğluna, şöyle şöyle söyledi.

    Hz. Hamza, Peygamber efendimize hakâret edildiğini işitince, akrabâlık damarları hareket etti. Silahlarını kuşanarak, Kureyş kâfirlerinin bulunduğu yere geldi.

    - Kardeşimin oğluna, kötü söz söyliyen, kalbini inciten sen misin? diyerek, boynundaki yay ile, Ebû Cehil’in başını yedi yerinden yardı.

    Kötü şeyler söyledim

    Orada bulunan kâfirler Hz. Hamza’ya saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma çıkacaktı. Fakat, Ebû Cehil dedi ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19430

    - Dokunmayınız, Hamza haklıdır. Onun kardeşinin oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.

    Hz. Hamza oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehil, etrafındakilere;

    - Aman ona ilişmeyiniz! Bize kızar da Müslüman olur. Bununla Muhammed kuvvetlenir, dedi.

    Hz. Hamza Müslüman olmasın diye, kendi kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi.

    Hamza, Peygamber efendimizin yanına gelip dedi ki:

    - Yâ Muhammed, Ebû Cehil’den intikamını aldım. Onu kana boyadım, üzülme, sevin!

    Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:

    - Ben, böyle şeylere sevinmem.
    - Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım.

    Îmân etmenle sevinirim

    O zaman Peygamber efendimiz buyurdu ki:

    - Ben ancak senin îmân etmen ile, kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.
    Bunun üzerine Hz. Hamza hemen Müslüman oldu.

    Hakkında âyet-i kerîme geldi. Abdullah ibni Abbâs’a göre, Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde, “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu” anlatılan zâtın Hz. Hamza ve aynı âyet-i kerîmede, “Karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehil olduğu açıklandı.

    Hz. Hamza, Kureyşin yanına gidip Müslüman olduğunu ve Allahın Peygamberini her suretle koruyacağını bildirip şöyle dedi:

    “- Kalbimi, İslâmiyete ve Hakka meylettirmiş olduğu için Allahü teâlâya hamdolsun. Bu din, kullarının her yaptığını bilen, herkese lutfu ile muâmele eden, kudreti her şeye galip gelen, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir.

    Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman, kalb ve akıl sâhibi olanların gözlerinden yaşlar akar. Kur’ân-ı kerîm, açık bir lisan ile açıklanmış âyetler hâlinde Hz. Muhammed’e nâzil olmuştur. Muhammed, içimizde, sözü dinlenir, kendisine boyun eğilir bir mübârek kimsedir.

    Ey müşrikler! Aklınız başınızdan gidip, gözünüz kararıp da Onun hakkında sert, ağır ve kaba sözler, söylemeyin! Eğer böyle bir düşünceye kapılırsanız, biz Müslümanların cesedine basıp geçmeden, onu hiç kimseye vermeyiz!”
    Hz. Hamza’nın Müslüman olması ile, Resûlullah efendimiz çok sevindi. Müslümanlar, pek çok kuvvet buldu. Artık Mekkeliler Müslümanlara, hiçbir sebep yokken, fenâ muâmele yapamadılar. Bilhassa Hz. Hamza’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.

    Endişeye lüzûm yok

    Peygamber efendimiz, Hz. Hamza ve diğer bir kısım Müslümanlar Hz. Erkam’ın evinde bulunuyorlardı. Bir ara kapı vuruldu. Gelen kimsenin, silâhlarını kuşanmış şekilde Hz. Ömer olduğu görülünce, ba’zıları endişeye kapıldı. Hz. Hamza;

    - Gelen tek bir kişidir. Bu kadar endişeye lüzûm yok. Eğer, hayır için geldi ise hoş geldi. Yok eğer şer için geldi ise kendi kılıcı ile başını keserim, dedi.

    Dışarı çıktı ve dedi ki:

    - Yâ Ömer! Sen ne zannedersin? Biz Abdülmuttalib evlâdıyız. Her birimiz Allahü teâlânın izni ile demiri çiğneyip havaya püskürtürüz. Allah ve Resûlü için can ve baş fedâ ederiz. Sen Resûlullaha zarar vereceğini zannediyorsan aldanıyorsun.

    Sevgili Peygamberimiz, bu konuşmaları işitti. Kendileri gelerek, iltifat ile Hz. Ömer’i karşıladı. Hz. Ömer de Müslüman oldu. Bu iki kahraman sayesinde Müslümanlar kuvvet buldular, ibâdetlerini açıktan yapmaya başladılar.

    Hz. Hamza bir gün, Cebrâil aleyhisselâmı kendi aslî şeklinde görmeyi arzû ettiğini, Peygamber efendimize bildirdi. Peygamber efendimiz de Hz. Hamza’ya sordular:

    - Onu görmeye dayanabilir misin?
    - Evet dayanırım.

    - Öyle ise yere otur da bak!


  2. #32

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Cennet gençlerinin efendisi:
    Hz. HASAN


    Peygamber efendimizin, "Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir" buyurduğu, torunu Hz. Hasan, 625 senesinin Ramazan ayının ortasında doğdu. Peygamber efendimiz, kulağına ezan ve ikamet okuyup, ismini Hasan koydu. Doğumunun yedinci günü akika olarak iki tane koç kesti. Saçını da kestirip, ağırlığınca gümüş sadaka verdi. Hep onu tutuyorsunuz
    Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizin terbiyesiyle yetişip, büyüyen Hz. Hasan, mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Peygamberimiz, Hz.Hasan'ı çok sever, ona şefkatle muamele ederdi.
    Bir defasında Hz. Hasan, kardeşi Hz. Hüseyin ile Resulullahın huzurunda güreşiyorlardı. Resulullah efendimiz, Hz. Hasan'ı teşvik buyurdular. Anneleri Fatıma-tüz-Zehra, babasına dedi ki:
    - Ya Resulallah! Hasan büyüktür, hep onun tarafını tutuyorsunuz. Hâlbuki küçüğe yardımcı olmak daha uygun değil midir?
    Bunun üzerine buyurdular ki:
    - Ya Fatıma! Cebrail aleyhisselam, Hüseyin'e yardım ediyor.
    Ebu Eyyûb-el-Ensarî, Hasan ile Hüseyin'in, Resulullahın huzurunda oynadıkları sırada huzurlarına girince dedi ki:
    - Ya Resulallah! Sen bunları çok mu seviyorsun?
    Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
    - Nasıl sevmem. Bunlar benim dünyada öpüp, kokladığım iki reyhanımdır.
    Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre, birgün Resulullah efendimiz Hz. Hasan'ı kucağına oturtmuştu. O da mübarek sakallarıyla oynuyordu. Resulullah efendimiz üç defa buyurdu ki:
    - Ben bunu çok seviyorum. Sen de sev! Onu sevenleri de sev!
    Hz. Hasan henüz akıl ve baliğ olmadan Resulullaha biat eden çocuklardandı. Sekiz yaşına geldiği zaman, 632'de, önce dedesi, sonra da annesi Fatıma-tüz-Zehra vefat edince, yetim kaldı. Bundan sonra da babası Hz. Ali'nin terbiyesinde büyüdü.
    Abdullah bin Sebe taraftarları fitne çıkarıp, Hz. Osman'ın evini sardıkları zaman, onun imdadına gitti. Babasının şehit olmasından sonra, altı ay halifelik yaptı.
    Hz. Hasan daha küçük yaştayken, Resulullah efendimizin; “Bu oğlum seyyiddir. Ümit ederim ki, Allahü teâlâ onun vasıtasıyla iki tarafın arasını bulur” hadis-i şerifine mazhar oldu.
    Cennet gençlerinin büyüğü
    Hz. Hasan, zevcesi Cade binti Eşas tarafından, 669 senesinde zehirlenerek şehit edildi. Cenaze namazını Said bin As kıldırdı. Kardeşi Hz. Hüseyin tarafından Medine-i münevveredeki Bakî kabristanlığına defnedildi.
    Hz. Hasan hakkında sevgili Peygamberimiz; “Hasan ile Hüseyin, cennet gençlerinin büyüğüdür. Babaları onlardan efdaldir” buyurdu.
    Hz. Hasan oniki imamın ikincisidir. Birincisi Hz. Ali'dir. Vilâyet yolunda bütün velîlere feyz ve ihsanlar, bu oniki imam vasıtasıyla gelir.
    Onbeş erkek ve sekiz kız evladı olan Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif denir. Resulullah efendimizin soyu, Hz. Hasan ve kardeşi Hz. Hüseyin'in çocukları ile devam etmiştir.
    Peygamber efendimiz birgün Hasan, Hüseyin, Fatıma ve Ali’yi, abası altına alıp, Ahzâb suresinin 33. ayetini okuyup; "Ey ehl-i beytim! Allahü teâlâ sizlerden ricsi, her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor" buyurduktan sonra, şunları ilave ettiler: “Allahım! Benim ehl-i beytim bunlardır!”
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19431
    Her müslümanın sevmesi lazım gelen ehl-i beytten olan Hz. Hasan, beyaz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resulullaha çok benzeyen yedi kişiden birisidir. Resulullah efendimize ondan daha çok benzeyen kimse yoktu.
    Resulullaha benziyor
    Birgün Hz. Ebu Bekir, ikindi namazını kıldıktan sonra, yolda oynayan Hz. Hasan’ın yanına gitti. Onu omuzlarına aldı. Hz. Ali’ye buyurdu ki:
    - Ya Ali! Sana değil de, tamamen Resulullah efendimize benziyor.
    Bunun üzerine, Hz. Ali tebessüm etti.
    Hilm, yani yumuşaklık, rıza, sabır ve kerem, yani cömertlik sahibiydi. İki defa her şeyini Allah rızası için dağıttı.
    Bir kişinin, münacatında; “Ya Rabbî! Bana on bin altın ihsan eyle!” dediğini işitince, aceleyle evine gitti ve adamın münacatında istediğini gönderdi.
    Bol sadaka verirdi. Alış-verişlerinde pazarlık eder, ucuz almaya çalışırdı. Kendisine dediler ki:
    - Bir günde binlerce dirhem sadaka veriyorsun da bir şey satın alırken niçin uzun uzun pazarlık edip yoruluyorsun?
    - Verdiklerimi Allah rızası için veriyorum. Ne kadar versem yine azdır. Fakat alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır.
    Aldığı bir hediyeye değerinden fazla karşılık verirdi. Yirmibeş kere yaya olarak hacca gitti. Birgün Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr dedi ki:
    - Ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu.
    Hz. Hasan, sessizce duâ etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Orada bulunanlar; “Bu sihirdir” dediler. Hz. Hasan buyurdu ki:
    - Hayır, sihir değil, Resulullahın torununun kabul olan duâsı ile cenab-ı Hak yaratmıştır.
    Hz. Hasan, kızına ve yeğenlerine nasihat eder; “İlme çalışınız! Ezber zorunuza gidiyorsa, yazınız ve evlerinize götürünüz” buyururdu.

  3. #33

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Cennet gençlerinin seyyidi:
    Hz. HÜSEYİN


    Ümm-i Hâris hazretleri anlatır: Birgün Resulullahın huzuruna varıp, bir rüya gördüğümü ve çok korktuğumu arzettiğim zaman, buyurdular ki:
    - Ne gördün?
    - Sizin vücudunuzdan bir parça kestiler, benim yanıma eklediler.
    - İyi görmüşsün, Fatıma'nın bir oğlu olacak ve senin yanında kalacaktır.
    Beraber mescidden çıktılar
    Bir müddet sonra, Hz. Hüseyin dünyaya geldi. Resulullah her sabah namazını kıldıktan sonra, mübarek yüzünü eshab-ı kirama çevirirlerdi. Üzüntülü kimseler yüzünü görseler, mesrur olurlardı. O gün sabah namazından sonra, yüzlerini döndürmeden, Hz. Ali'yi çağırdılar. Beraber mescidden çıktılar. Eshab-ı kiram nereye, niçin gittiklerini anlayamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular. İkisi Hz. Fatıma'nın evine gittiler.
    Peygamberimiz Hz. Ali'ye, kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emretmişlerdi. Hz. Hüseyin doğmuş, melekler tebrik etmek için gelmişlerdi. Hz. Ebu Bekir duramayıp, Hz. Ali'nin evine gitti. Sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman ve bütün eshab-ı kiram Hz. Ali'nin evine gittiler.
    Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'den, Resulullahın nerede olduğunu sordu. Hz. Ali, içerde olduklarını bildirince, Hz. Ebu Bekir buyurdu ki:
    - İzin verirsen, ben de gireyim.
    - Allahın Resulü meşguldür.
    - Benim içeri girmememi sana emretti mi?
    - Hayır, yalnız dörtyüzyirmidörtbin melek geldi.
    Hz. Ebu Bekir hayret edip, durdu.
    Bir müddet sonra, Resulullah dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emrettiler. Eshab-ı kiram içeri girdiler. Hz. Ali'nin meleklerin sayısındaki sözü söylendi. Resulullah efendimiz Hz. Ali'ye sordular:
    - Meleklerin sayısını nasıl bildin?
    - Melekler grup grup geliyorlardı. Herbiri bir dil ile konuşurlardı ve sayılarını bildirirlerdi.
    Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
    - Allah aklını ziyade etsin ya Ali!
    Cennet gençlerinin efendisi
    Resulullah efendimiz Hz. Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, (O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir) diye seslenmişlerdi.
    Hz. Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselamı gördüğünü ve Onun, (Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev) buyurduğunu rivayet etmektedir.
    Bir defasında da, (Hüseyin benden, ben Hüseyin'denim, Allahü teâlâ Hüseyin'i seveni sever) buyurmuştu.
    Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde, ehl-i beyte, mealen buyuruyor ki:
    (Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, yani her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.)
    Bu ayet-i kerime gelince, eshab-ı kiram sordular.
    - Ya Resulallah! Ehl-i beyt kimlerdir?
    Benim ehl-i beytim
    O esnada, Hz. Ali geldi. Mübarek hırkasının altına aldılar. Fatıma-tüz-Zehra da geldi. Onu da yanına aldılar. İmam-ı Hasan geldi. Onu da bir yanına, sonra gelen İmam-ı Hüseyin'i de öbür tarafına alarak buyurdular ki:
    - İşte bunlar, benim ehl-i beytimdir.
    Bu ayet-i kerime ve ilgili hadis-i şerifler, Resulullahın iki mübarek torununu sevmenin şart olduğunu belirtmektedir.
    Hz. Hüseyin buyurdu ki:
    Birgün yüksek dedemin huzuruna varmıştım. Übey bin Kâb da orada idi. Bana, "Merhaba, ey Ebu Abdullah, ey göklerin ve yerin süsü" diye hitap ettiler. Übey bin Kâb hazretleri dedi ki:
    - Ya Resulallah! Gökler ve yer için, senden başka süs var mıdır?
    Resulullah bunun üzerine buyurdular ki:
    - Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için, Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyade süs, göklerin tabakalarıdır.
    Birgün Hz. Hüseyin, Resulullah efendimizin yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurlu idi. Resulullah efendimiz duâ buyurdu. Hz. Hüseyin eve gidinceye kadar, yağmur ara verdi.
    Birgün Resulullah efendimiz, Hz. Hüseyin'i sağ dizine, oğlu İbrahim'i sol dizine aldı. Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:
    - Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç!
    Resulullah efendimiz buyurdu ki:
    - Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, Ali'nin ve Fatıma'nın da canları yanar. Eğer İbrahim giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum.
    Üç gün sonra oğulları İbrahim vefat etti.
    Resulullah efendimiz, Hz. Hüseyin yanına her gelişinde, onu öper ve buyururdu ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19432
    - Selamet ve saadet o kimseye ki, oğlum İbrahim'i ona feda ettim.
    Hz. Hüseyin'in ilk çocukluğu Resulullah efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi. Zira Peygamber efendimiz vefat ettiler. Hz. Hüseyin, bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamamladı.

  4. #34

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Meşhur İslâm kumandanlarından:
    İKRİME BİN EBİ CEHİL


    İkrime bin Ebî Cehil, meşhûr İslâm düşmanı Ebû Cehil’in oğludur. Önce İslâma büyük düşman idi. Mekke’nin fethedildiği gün, öldürülmesi emir buyurulan altı kişiden biri de o idi. İkrime, o gün Yemen’e kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp, gemi batmak üzereyken, “Kurtulursam Muhammed’in ayaklarına
    kapanacağım” diye niyet etti. Kurtulup, Yemen’e varınca, Müslüman olmaya karar verdi.

    Ona taarruz etmeyin!
    Hanımı ve amcasının kızı olan Ümmü Hakîm, Mekke’nin fethedildiği gün îman edip, onun için de Peygamberimizden emân (af) almıştı. Yemen’e giderek ona müjdeyi verdi:
    - İnsanların en üstünü, en halimi ve en kerimi olan zat tarafından sana emân getirdim. Senin için Resûlullahtan emân istedim. Eshâbına, “Allahü teâlânın emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin!" buyurdu.
    İkrime, hanımı ile Mekke’ye dönüp, Resûlullahın huzûruna geldi. Resûl-ı ekrem, İkrime’nin geldiğini görünce, ona doğru gelerek ayakta karşıladı, kucaklaştılar. Sonra Peygamber efendimiz oturdular. Emir buyurunca, İkrime ve hanımı da oturdular. Zevcesinin yüzü kapalıydı.
    Bundan sonra İkrime, Peygamberimize dedi ki:
    - Zevcem, benim için sizden emân aldığını söyledi. Bu sebeple geldim. Resûl-ı ekrem efendimiz buyurdu ki:
    - Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin.
    İkrime bunun üzerine dedi ki:
    - Yâ Resûlallah! Önceki yaptıklarıma pişman oldum. Bana İslâmiyeti öğretir misiniz?
    Resûlullah efendimiz ona İslâmi öğrettiler. İkrime de, “Allahtan başka ilâh olmadığına, Peygamberimizin de Allahın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ediyorum” diyerek Müslüman oldu. Peygamber efendimiz de Cenâb-ı Hakka duâ ederek, onun için af ve mağfiret talebinde bulundu.
    Hz. İkrime, Müslüman olduktan sonra, Resûl-i ekrem ile beraber Medîne’ye gitti. Oraya yerleşti. Hicretin onuncu yılında Resûlullah efendimiz tarafından Hevazin’e zekât toplayıcı olarak gönderildi.
    Mürtedleri temizledi
    Hz. Peygamberin vefâtında Hz. İkrime, Yemen’in Tebâle şehrinde bulunuyordu. Bu sebeple Resûl-i ekremin vefâtında Medîne’de bulunamamıştı.
    Hz. Ebû Bekir devrinde İkrime, bir ordu ile Yemâme’de bulunan ve yalancı Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseylemetül-Kezzâb üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden Müseyleme’ye hücum edince mağlup oldu.
    Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, onu, önce Umman tarafında bulunan Huzeyfe’nin yanına yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Burada vazifesini yaptıktan sonra Mehre’ye yolladı. Mehre halkının İslâmiyeti kabûlünden sonra, Hz. İkrime ordusu ile birlikte Yemen’e gönderildi. Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medîne’ye geri döndü.
    Hz. Ebû Bekir, Yemen’deki mürtedleri temizleyen Hz. İkrime’yi, bir ordu ile birlikte Suriye tarafına gönderdi. Burada Ecnadın’de Bizanslılarla savaştı. Bu savaşta ağır yaralandı. Sonra Medîne’ye geri döndü. Daha sonra 636 yılında, Yermük savaşına katıldı.
    Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor:
    “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum.
    Su istiyor musun?
    Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
    - Su istiyor musun?
    Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?" der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime’nin sesi duyuldu:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19433
    - Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!
    Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime’ye götürmemi istedi.
    Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz. Iyas’ın iniltisi duyuldu:
    - Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!
    Bu feryâdı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas’a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi.

  5. #35

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Meleklerle konuşan Sahâbî:
    İMRÂN BİN HUSAYN


    İmrân bin Husayn, Hayber savaşında Müslüman oldu. Ondan sonraki bütün savaşlarda Peygamber efendimizin yanında ve hizmetinde bulunmakla şereflendi. Peygamber efendimiz kendilerini çok severdi. Eshâb-ı kirâm içinde çok faziletlere sahipti. Fikir ilminde üstün derecesi vardı.
    Duâsı kabûl olunan seçilmişlerdendir. Mekke’nin fethinde Huzaa kabîlesinin sancağını taşıdı.
    Daha hayırlı gelmedi
    Hz. Ömer halîfe olunca, Basra halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn’i gönderdi.
    Hasan-i Basrî hazretleri, kendisinden çok hadis-i şerif öğrenmiş ve yemin ederek demiştir ki:
    - Basralılar için İmrân’dan daha hayırlı biri gelmemiştir.
    Abdullah bin Amr, İmrân’i Basra kâdılığına tayin etti. Kâdılı'ğı zamanında, iki kişi hüküm vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi şâhidini getirdi, diğeri getiremedi. Hüküm şâhit getirenin lehine verildi. Şâhit getiremeyen kimse bunu kabûl etmeyip dedi ki: - Bu karar bâtıldır.
    Hz. İmrân bunun üzerine, Abdullah bin Amr’dan azlını isteyerek istifa etti.
    Yakalandığı hastalığı sebebiyle ne oturabilir, ne de ayakta durabilirdi. Kendisine hurma dallarından bir sedir yapmışlardı.
    Orada günlerini geçirir, Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hâl devam etti.
    Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A’lâ, ziyâretine gittiler. Mutarrif, onun bu hâlini görünce ağladı.
    Hz. İmrân, ona sordu:
    - Niçin ağlıyorsunuz?
    - Senin hâline ağlıyorum.
    Hz. İmrân buyurdu ki:
    - Ağlama, ben ölünceye kadar da kimseye söyleme! Melekler benim ziyâretime gelip selâm veriyorlar.
    Meleklerin selâmını alıyor, onlarla konuşuyorum. Onların bu ziyâretlerinden fazlasıyla memnun oluyor, hasta olduğumdan dolayı verilen bu nîmetlere şükrediyorum.
    Böyle bir hastalık hâlinde Melekleri gören bir kimse, bu dertlere râzı olmaz mı?
    Yalnız Kur’andan söyle!
    Bir gün İImrân bin Husayn’a birisi dedi ki:
    - Bize yalnız Kur’andan söyle!
    - Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde namazların kaç rekât olduğunu bulabilir misin?
    Böyle söyleyerek, hadis-i şeriflerin ve âlimlerin açıklamalarının da lâzım olduğunu bildirdi.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19434
    İmrân bin Husayn 672 senesinde vefât etti. Resûlullah efendimizden 120 hadis-i şerif nakletmiştir.
    Hz. İmrân bin Husayn, hasta yatağında bile ilim öğretirdi. Talebelerine şöyle anlattı:
    “Peygamber efendimiz, merhametten ayrılmamakla beraber, harp meydanlarında din düşmanlarına karşı şiddetli olurdu. Huneyn cenginde, müşrikler onu kuşattığı zaman, atından inerek, “Ben Peygamberim, yalan yok. Ben Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’in oğluyum” buyurarak, düşmana saldırdı. O gün, Ondan daha cesur ve daha metin kimse görmedim.”

  6. #36

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Peygamber efendimizin şâirlerinden:
    KÂ'B BİN MÂLİK


    Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatır:

    Bunları tanıyor musun?

    Kavmimizden müşrik olan ba'zı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyâret için Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:

    - Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür.

    Birlikte Resûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama Resûlullahı sorduk. Adam bize:

    - Mescid-i Harâm'a gidiniz! Aradığınız O zât şimdi orada amcası Abbâs ile birlikte orada oturuyor, dedi.

    Biz tüccâr olduğu için Hz. Abbâs'ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu:

    - Bu zâtları tanıyor musun?
    - Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir.

    - Şu şâir olan Kâ'b mı?
    Hz. Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü hayatım boyunca unutmadım.

    Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır:

    Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi bekliyorduk. Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.

    Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

    Tanıyamadın mı yâ Kâ'b?

    Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:

    - Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.

    Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.

    Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki:

    - Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.

    Hz. Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.

    İşleriyle oyalandı

    Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hz. Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:

    "Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı. Resûlullah efendimiz bu gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası vurulmuş kimseleri, yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."

    Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti.

    Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o Resûlullaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu.

    Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

    "Resûlullah efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum. Bana sordular:

    - Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bî'at etmemiş miydin?
    - Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19534

    Hiç bir özrüm yoktur

    - Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.

    Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim ki, gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.

    Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti. Fakat Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı.

    Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

    - İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!
    Âciz duruma düştün

    Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana dediler ki:

    - Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Resûlullah efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Resûlullah senin hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!

    Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Resûlullah efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara sordum:

    - Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?

    - Evet! İki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi söylendi.

    - Kimdir onlar?

    - Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!

    Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:

    - Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde, Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu husûsta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!

    Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.

    Allah ve Resûlü daha iyi bilir

    Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:

    - Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?

    Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:

    - Allah ve Resûlü daha iyi bilir.

    Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.

    Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam eden bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:

    - Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin, size ikrâmlarda bulunuruz.

    Tereddütsüz reddetti

    Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet teklif eden bir da'vet vardı.

    Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.

    Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı.

    Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.

    Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:

    Ey Kâ'b, müjde!

    "İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim:

    - Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!

    Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."

    Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin kabûl edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi kardeşlerine ilân etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahâbîye müjdeciler gönderdiler.

    Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle anlatır:

    "Hemen Resûlullah efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar.

    Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah efendimiz, eshâbıyla oturuyordu."

    Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:

    "Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:

    - Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!
    Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:

    - Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı?

    - Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!
    Yüzü ay gibi parlardı

    Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü, sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından anlardık.

    Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:

    - Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve Resûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!

    Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:

    - Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha hayırlıdır.
    Bunun üzerine dedim ki:

    - Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime alıkorum. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık ben, tevbemin icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!

    Vallahi, Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!

    Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahü teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım!

    Allahü teâlâyı ananlar müstesnâ

    Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâbı Hak, kelâmında meâlen buyurdu ki:

    (Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar...)
    Bu şiddetli hitap karşısında, Hz. Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve Hassân bin Sâbit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin devamını okudular:

    (Ancak îmân edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ. Onlar öteki şâirler gibi değildirler.) [Şuarâ:224]

    Hz. Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.

    Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.


  7. #37

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Peygamberimizin hırkasını verdigi şâir Sahâbî:
    KÂ’B BİN ZÜHEYR


    Kâ’b bin Züheyr, Müzeyne kabîlesinden olup, onbir şâir yetiştiren bir âileye mensuptu. Babası Züheyr bin Ebî Sülemî ve kardeşi Büceyr de şâir idi. Kâ’b bin Züheyr’in babası Hırıstiyan ve Yahûdi âlimlerinin yanlarına gider, onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir Peygamber gönderileceğini işitmişti. İşâreti anlamıştı
    Züheyr, bir gece rüyâsında, gökten bir ip uzatıldığını, o ipten tutmak için elini uzattığı hâlde yetişemediğini görmüştü. Bu rüyâsının, âhir zamanda gelecek olan Peygambere yetişemeyeceğine ve ömrünün o gönderilmeden biteceğine işâret olduğunu anlamıştı.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19535
    Fakat oğulları Kâ’b ve Büceyr’e, âhir zaman Peygamberi gönderilince, Ona îman etmelerini vasiyet etmişti.
    Kâ’b bin Züheyr ve kardeşi Büceyr, İslâmiyet gelince, Peygamberimizle görüşmek üzere Medîne-i Münevvereye doğru yola çıkmışlardı. Ebrak-ul Azzâf denilen yere geldiklerinde, kardeşi Büceyr dedi ki:
    - Sen burada bekle, ben Medîne’ye gidip, O Peygamberi bir göreyim. Söylediklerini dinleyeyim.
    Büceyr Medîne’ye gidince, Peygamberimiz ona, İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmasını söyledi. O da hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.
    Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu öğrenince, ona çok kızdı. Bunu dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler söylemişti. Kardeşi Büceyr, buna tahammül edemeyip, durumu Peygamberimize arz etti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
    - Kâ’b’a kim rastlarsa, onu öldürsün!
    Kardeşi Büceyr, Kâ’b’a bir mektup yazıp gönderdi. Mektupta, “Başının çâresine bak!” diye yazarak durumu bildirdi. Kâ’b’in yazdığı kötüleyici şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinde özetle şöyle dedi:
    - Ey Kâ’b! Kabûl etmeyip, yerdiğin bu İslâm dîninden daha gerçek ve daha sağlam bir din olamaz, var sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak, bir olan Allaha îman et, Müslüman ol ki, kurtulabilesin! Kıyâmet gününde kaçılamayacak olan Cehennem ateşinden, Müslüman olup, îman edenlerden başkası kurtulamayacaktır.
    Resûlullahın yanına gel!
    Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun bir kısmında da şöyle yazmıştı:
    - Resûlullahı şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bâzıları öldürüldü. Kureyş şâirlerinden sağ kalan İbni Zibâra ve Hubeyre bin Ebî Vehb ise başlarını alıp kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resûlullahın yanına gel!
    O, yaptığına pişman olup, tevbe ederek yanına gelen kimseyi öldürmez. Böyle tevbe ederek, gelip Müslüman olanların hepsini kabûl etti. Bu mektubumu alır almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al, nereye gideceksen git!
    Kâ'b bin Züheyr, kardeşi Büceyr'in mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti. Zaten kabîlesi arasında bulunan düşmanları, onun için, "O, artık öldürülmüş demektir!" diyerek dedikodu yayıyorlardı.
    Kâ'b bin Züheyr, bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Medîne yollarına düştü. Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de tevbe edip, Müslüman olduğunu bildiren uzun bir şiir yazdı.
    Sohbetini dinliyorlardı
    Medîne'ye varınca, gizlice Cüheyni kabîlesinden olan bir arkadaşının evine gidip, misâfir oldu. Ertesi gün sabah, evine misâfir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanına götürdü. Peygamberimiz o sırada, Eshâb-ı kirâm arasında idi. Eshâb-i kirâm etrafini sarmış, sohbetini dinliyorlardı.
    Kâ'b bin Züheyr, devesini mescidin önüne çöktürüp, içeri girdi. Peygamberimizin yanına yaklaşıp, kendini tanıtmadan dedi ki:
    - Yâ Resûlallah! Kâ'b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman verip, Müslüman olmasını kabûl eder misiniz?
    Peygamberimiz buyurdu ki:
    - Evet.
    - Yâ Resûlullah, ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O'nun Resûlüsün!
    - Sen kimsin?
    - Ben Kâ'b bin Züheyr'im.
    Eshâb-ı kirâm onun Kâ'b bin Züheyr olduğunu anlayınca, Ensârdan biri ayağa kalkıp dedi ki:
    - Yâ Resûlallah! Müsaade et, boynunu vurayım!
    Peygamber efendimiz buyurdu ki:
    - Vazgeç ondan! O, içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir.
    Bu sırada Kâ'b bin Züheyr, Müslüman olduğunu bildiren bir kaside okumaya başladı. Bu kasîdesinde uzun bir girişten sonra, asıl mevzuya geçip, Müslüman olduğunu, tevbe ettiğini ve af dilediğini dile getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ve Eshâb-ı kirâmi metheden beyitleri okudu.
    Hırkasını hediye etti
    Peygamberimiz, Kâ'b bin Züheyr'in, "Banet süâdü= Sevgili uzaklaştı" sözleriyle başlayan bu kasîdesini beğenip, çok memnun oldu. Onu affetti. Bürdesini (hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ'b bin Züheyr'in kasîdesi, "Kasîde-i Bürde" ismi ile meşhur olmuştur. Hz. Kâ'b 645 senesinde Şam'da vefât etti.
    Resûlullahın hediye ettiği bu hırka, Hz. Muaviye tarafından Kâ'b bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Serifi tarafindan diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-ı Saadet" odasında muhafaza edilmektedir.

  8. #38

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Eshab-ı kiramın okçularından:
    KATADE BİN NU’MAN


    Eshab-ı kiramdan Cabir bin Abdullah şöyle bildiriyor: Uhud Harbi sırasında, Katade bin Nu’man, Peygamberimize bir yay hediye etmişti. Peygamberimiz de yayın baş kısmı eskiyinceye kadar bu yay ile müşriklere ok atmış'idi. Sonra yayı tekrar Katadeye iade etmişti.
    Katade de bu yay parçalanıncaya kadar düşmanlara ok attı. Yay parçalandıktan sonra da, sapı ile Peygamberimizin önünde durarak, Ona hücum eden müşriklere karşı vücudunu siper etti. Nihayet gözüne bir ok isabet ederek gözü çıktı.
    Hiçbir eksiği olmaz
    Gözbebeğini eline alarak, Peygamberimizin huzuruna geldi. Resulullah efendimiz onu görünce, buyurdu ki:
    - Ya Katade bu ne hal?
    - Ya Resulallah, gördüğünüz gibi gözüm çıktı.
    Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
    - İstersen bu haline sabret! O zaman cennet senin için hazırlanır. Eğer istersen göz bebeğini yerine koyup, senin için Allahü teâlâya duâ edeyim, eskisinden hiçbir eksiği olmaz.
    Hz. Katade dedi ki:
    - Ya Resulallah! Benim çok sevdiğim bir eşim var. Beni bu halde görürse, belki hoş karşılamaz. Peygamber efendimiz Katade hazretlerinin elinden gözü alıp, çıktığı yere koydu ve, "Ya Rabbi! Katadenin gözünü güzel eyle!" diye duâ etti.
    Katadenin gözü eskisi gibi sağlam oldu. Peygamberimizin mucizesiyle görmeye başladı. Hatta bu gözü diğer gözünden daha iyi görürdü.
    İmam-ı a’zam hazretleri Peygamberimizi methetmek için yazdığı bir şiirinde, bu hadiseyi şöyle yazmıştır: “Mucizenle geri getirdin, Katadenin gözünü.”
    Mekke’nin fethedildiği gün, kabilesinin, Beni Zafer kolunun bayrağı Hz. Katadenin elindeydi.
    Dönüşte bana uğra!
    Katade hazretleri bir gece, karanlıkta yatsı namazına giderken, yolda Peygamberimize rastladı. Peygamberimiz ona sordular:
    - Katade, sen misin?
    - Evet, ya Resulallah.
    - Dönüşte bana uğra!
    Namazdan sonra uğradığında, Peygamberimiz ona bir hurma dalı verdi.
    O günden sonra Katade hazretleri gece bir yere giderken, yanında o hurma dalını taşıyınca, o hurma dalından etrafa ışık yayılır, çevresini aydınlatırdı.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19536
    Hz. Katade buyurdu ki:
    “Size, hastalığınızı teşhis ettirip, tedavi çarelerini bulduran Kur’an-ı kerim'dir.
    Hastalığınız günah işlemek, tedavisi ise, tevbe ve istiğfardır.”
    “Kabir azabı üç şeyden meydana gelir: Bunun üçte biri gıybet, üçte biri nemime yani söz taşıma, diğer üçte biri de idrardan sakınmamaktır.”
    "Elbise, servet, güzellik ve ilim gibi nimetler kendisine verilip de, tevazu etmesini bilmeyenlerin bu varlıkları, kıyamet günü kendilerine vebaldir.
    Hz. Katade hicri 646 tarihinde 65 yaşında Medine-i münevverede vefat etti.

  9. #39

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Peygamberimizin hanımlarından:
    MEYMUNE BİNTİ HÂRİS


    Hz. Meymune, Hz. Abbas’ın hanımı Ümm-i Fadl’ın kızkardeşi idi. İlk önce cahiliyye devrinde Mesud bin Amr ile evlenmişti. Ondan ayrılınca, Ebû Rühüm bin Abdiluzza ile nikâhlandı. Bu da vefat edince dul kaldı. Meymune dul kaldı
    Resulullah efendimiz, Hicretin yedinci senesi Hayber’in fethinden sonra, Zilkade ayında, umre niyeti ile yola çıktı. Cuhfe’de bulunduğu sırada Hz. Abbas ile buluşunca, Hz. Abbas, “Ya Resulallah! Meymune binti Hâris dul kaldı. Onu kendine hanımlığa alsan olmaz mı” diye teklifte bulundu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Rafi ile ensardan bir zatı Mekke’ye dünürlüğe gönderdi.
    Hz. Meymune, Resulullahın kendisine dünür olduğu haberini deve üzerinde iken alınca, dedi ki:
    - Deve de, üzerindeki de Resulullahındır.
    Peygamber efendimizin teklifini severek kabul etti. Bu işin gereğinin yapılmasını da ablası Ümm-i Fadl’a, o da kocası Hz. Abbas’a bıraktı.
    Böylece Hz. Abbas, Hz. Meymune’nin nikâhlanmasında vekil oldu. Resulullah efendimiz Mekke’de umreyi tamamladıktan sonra, Medine’ye dönerlerken Şerif mevkiine gelince, Hz. Abbas, dörtyüz dirhem mehir ile Hz. Meymune’yi Resulullaha nikâhladı. Burada düğün merasimi de yapıldı.
    Hz. Meymune, Resulullahın nikâhı ile şereflenen, son hanımı oldu. Peygamberimiz bundan sonra bir daha evlenmedi.
    Hz. Meymune çok hayır yapar, ibadette bulunurdu. Dinî emir ve yasaklara da son derece dikkat ederdi. Hz. Aişe onun hakkında buyurmuştur ki:
    - Meymune bizim hepimizden fazla Allahü teâlâdan korkan ve sıla-i rahmi, yani yakın akrabaları gözeten bir hanım idi.
    Hz. Meymune bazan borç alır ve hayır işlerine harcardı. Bir ara çok borçlanmıştı. Bunu nasıl ödeyeceğini sordukları zaman dedi ki:
    - Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: “Herkes iyi niyetle borçlanırsa, Allahü teâlâ onun borcunu öder.”
    Beni Mekke’den çıkarınız!
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19538
    Hz. Meymune 671 senesinde Mekke’de hastalandığında dedi ki:
    - Beni Mekke’den çıkarınız! Çünkü Resulullah efendimiz, benim Mekke’nin dışında vefat edeceğimi haber verdi.
    Kendisini çıkardıkları zaman, Resulullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefat etti. Cenaze namazını yeğeni Hz. Abdullah bin Abbas kıldırdı. Cenazesi kaldırılacağı zaman Hz. Abdullah şöyle dedi:
    - Bu Resulullahın hanımıdır. Cenazeyi fazla sallamayın ve edeple yola devam edin.
    Hz. Meymune, Resulullahın son nikâhı olduğu gibi, hanımlarının da en son vefat edeni idi.
    Kendisinden 46 hadis-i şerif veya başka bir rivayete göre 76 hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan 7 tanesi Buhârî ve Müslimde, diğerleri de çeşitli hadis ve fıkıh kitaplarında vardır.
    Hz. Meymune’nin ismi daha önce "Berre" iken, Resulullah efendimiz değiştirerek “Meymune” yaptı.

  10. #40

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Eshâb-i Kirâm Kimdir?

    Resûlullahın süvârilerinden:
    MİKDÂD BİN ESVED


    Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı başlayacağı sırada, Peygamberimiz Eshâbın ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişâre etti. Henüz Müslümanlar çok azdı.

    Harp için hazırlıkları yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in fikirlerini aldı. Onlardan herbiri:

    - Hiçbir hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız, diyerek, Resûlullahın dilediği gibi hareket etmesini istediler.

    Ne ise bize bildir

    Hz. Mikdâd şöyle konuştu:

    -Ey Allahın Resûlü! Cenâb-ı Hakkın emirleri ne ise, bize bildir. Biz, size itâat ederiz. Yahûdîlerin, Hz. Mûsâ’ya söyledikleri gibi, “Sen, Rabbinle beraber git de, düşmanlarla savaş!.. Biz burada, seni bekleyicileriz” demiyoruz. Biz hepimiz, senin sağında, solunda, önünde, arkanda harp etmeye hazırız.

    Bu sözleri işiten sevgili Peygamberimizin mübârek yüzleri aydınlandı. Çok memnun oldular. Çünkü kuvvetli bir müşrikler ordusu üzerlerine geliyordu.

    Onun, bu ferâgat ve şecâat misâli sözlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz, ona duâ etti.

    Hz. Mikdâd’ın söyledikleri çok te’sîr etti. Diğer Eshâb da, onun gibi konuştular. Böylece, İslâmın ilk harbi ve ilk zaferi gerçekleşti.

    Bedir savaşında büyük bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved, bu savaşta İslâm ordusunda süvâri idi. Bunun için kendisine, Resûlullahın süvârisi denilirdi.

    Hz. Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mâhir bir yiğitti. Bedir’deki kahramanlıkları siyer ve hadîs kitaplarında anlatılmaktadır.

    Hz. Mikdâd, Müslümanlığı kabûl eden ilklerdendir.

    Sütleri paylaşınız

    Bir gün Hz. Mikdâd ve iki arkadaşı, iyice yorgun ve aç idiler. Sonunda, Efendimize gittiler. Avluda, 3 keçi bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz onları, perişân hâlde görünce buyurdu ki:

    - Şunları sağınız da, sütleri paylaşınız!
    Sevinerek öyle yaptılar ve açlıktan kurtuldular. Sonraki günlerde de, aynı şekilde hareket etmeye başladılar.

    Her akşam hâne-i saâdete, Peygamber Efendimizin huzûr verici evlerine gelirler, kendilerine ayrılan odaya girmeden önce, keçileri sağarlar, karınları doyuncaya kadar içerler, Peygamber efendimizin paylarını da ayırırlardı.

    İki cihânın Sultânı, şâyet onlardan sonra gelirlerse, uyanık olanların duyacağı, fakat, uyuyanları uyandırmayacak bir sesle; selâm verirler, gece namazlarını kılarlar, süt kabındaki kendi paylarına ayrılan sütü içerlerdi.

    Bir akşam Peygamber efendimiz, Ensâra da’vetli idiler. Hz. Mikdâd, “Nasıl olsa orada, izzet ve ikrâm edilecekler. Evdeki sütü içmeye, ihtiyaç duymayacaklar!..” diye düşündü.

    Bir türlü uyuyamıyordu

    İşte o duygularla, Peygamber efendimizin süt payını da içiverdi. Ama içtiği anda, pişman oldu ve, “Peki şimdi, ne olacak? Biraz sonra Peygamber efendimiz gelip, sütlerini içmek isterlerse. Sütü bulamayınca da üzülürlerse...” diye düşünmeye başladı.

    Yattığı yerde, bir türlü uyuyamıyordu. Üzerinde, bir örtü vardı. Başını örtse, ayakları; ayaklarını örtse, başı açıkta kalıyordu.

    Nihâyet Peygamber efendimiz teşrîf ettiler. Her zamanki gibi yavaşca selâm verip, gece namazlarını kıldılar. Süt kabına baktılar. Tabiî kap bomboştu!..

    Hz. Mikdâd’ın yüreği, hızlı hızlı çarpıyordu. Peygamber efendimiz ellerini kaldırdılar ve;

    - Yâ Rabbî! Bize yedirenlere, Sen de yedir. İçirenlere, Sen de içir! diye duâ ettiler.

    Kulaklarına inanamıyan Hz. Mikdâd, sevinçle üzerindeki örtüyü attı. Yavaşca doğrulup, keçilerin bulunduğu yere vardı.

    Az önce onları sağmıştı, fakat, “Hangisinde süt bulursam, biraz alayım da, Peygamber efendimize takdîm edeyim” diye karar verdi.

    Hayretle gördü ki, keçilerin hepsi de sütlüydü... Hemen sağdı. Kap tamamen dolmuş, üzeri süt köpükleriyle süslenmişti.

    Dökmeden getirdi. Kâinâtın Efendisine dedi ki:

    - İçiniz yâ Resûlallah!

    Peygamber efendimiz hayretle sordular:

    - Yâ Mikdâd! Sizler bu gece, süt içmediniz mi?
    O tekrar ricâda bulundu:

    - İçiniz, yâ Resûlallah!

    Ne oldu, yâ Mikdâd?

    Sevgili Peygamberimiz alıp içtiler. Sonra da süt kabını, kendisine uzattılar. Artan kısmı da, o içti.

    Büyük lezzet ve haz duymuştu. Peygamber efendimizden artan sütün, harareti söndürücü olduğunu hissedince güldü. O zaman Resûl-i ekrem sordular:

    - Ne oldu yâ Mikdâd?
    O da, bütün yaptıklarını ve üzüntüsünü bir bir anlattı. İki Cihân Güneşi tebessüm ettiler ve buyurdular ki:

    - Bu hâl, cenâb-ı Hakkın bizlere rahmetidir. Allahü teâlâya şükredelim!
    Hz. Mikdâd, uzun boylu, iri; fakat yakışıklı bir zât idi. Bir arkadaşının akrabâsıyla evlenmek istedi. Nedense arkadaşı râzı olmadı. O da durumu, Peygamber efendimize bildirdi.

    Çok kırıldığını anlayan sevgili Peygamberimiz, kendisini memnûn etmek istediler. Öz amcalarının kızı, Hz. Dıbaa ile evlenmelerini sağladılar. Bu sâyede, Allahü teâlânın Resûlüyle akrabâlık şerefine erişmiş oldu.

    Hz. Mikdâd bütün müşküllerini Peygamber efendimize sorarak hallederdi. Bir gün Peygamber efendimize sordu:

    - Yâ Resûlallah! Ben bir kâfirle dövüşürken, o, bir kolumu kesse, sonra da, ağaç arkasına sığınıp, “Allah rızâsı için, Müslüman oldum” dese, onu öldürmek, benim için câiz midir?

    Peygamber efendimiz buyurdular ki:

    - Hayır! Onu öldürme!
    - Fakat o, benim kolumu kestikten sonra Kelime-i Şehâdet getirmiş bulunuyor. Böyle olduğu hâlde, onu öldürmiyeyim mi?

    Onu öldürme!

    Allahü teâlânın Resûlü tekrar buyurdular ki:

    - Onu öldürme! Çünkü, Müslüman olduktan sonra öldürürsen, onun “şehâdet” getirdikten önceki hâline dönersin. O da senin, onu öldürmenden önceki hâline döner.
    Hz. Mikdâd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra da gazâdan gazâya koştu. Kılıç kullanması ve ok atması kadar, hâfızlığı da mükemmeldi. Savaş meydanlarında mücâhidleri, Kur’ân-ı kerîm okuyarak da coşturuyordu.

    Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan, Ecnadin muhârebesinde akılları şaşırtan işler başardı. Yüzlerce hâfız-ı Kur’ânı etrafına toplamış, İslâm askerlerine heyecan ve şevk veriyordu.

    Hz. Ömer zamanında, Mısır seferi açıldı. Oraya giden İslâm kumandanı, Halîfeden yardım istedi. Hz. Ömer, ona gönderdiği mektupta şunları yazdı:

    “Sana yardım için, dört Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah yardımcınız olsun.”

    “Bin kişiye bedel” Müslümanlardan biri de, Hz. Mikdâd idi. Evvel Allah, sonra onların yardımıyla; bereketli Nil vâdisi fethedildi. Mısır’ın karanlık toprakları, İslâm ışıklarıyla nûrlandı.

    Peygamber efendimizin Medîne’ye hicretlerinden 24 yıl sonra idi. Hâinin biri, halîfe Hz. Ömer’i hançerledi. Hayatından ümit kesildi. Yerine geçecek halîfeyi bildirmesini istediler. O da en kıymetli altı Müslümanı seçti. Onların hepsi sevgili Peygamberimiz tarafından Cennetle müjdelenmiş kimselerdi...

    Halîfe daha sonra, Hz. Mikdâd’ı çağırdı. Kendisine;

    - Ey Resûlullahın süvârisi! Beni kabrime koyar koymaz, sen de, bu 6 Müslümanı bir eve topla! Aralarından birini halîfe seçmedikçe onları bırakma, emrini verdi.

    Hz. Ömer’in bu derece güvenini kazanan Hz. Mikdâd, vazîfesini eksiksiz yerine getirdi. Hz. Osman, halîfe seçildi.

    Toprakla bulayınız!

    Bir müddet sonra Halîfenin huzûruna, ba’zı işadamları geldiler. İşlerini anlatırken, Hz. Osman’ı, yüzüne karşı övmeye başladılar. O zaman Hz. Mikdâd, yerden bir avuç toprak aldı. Övücülerin yüzlerine fırlattı.

    Niçin böyle yaptığını soranlara da buyurdu ki:

    - Çünkü Resûl-i Kibriyâ; “Yüzünüze karşı sizi övenlerin yüzlerini, toprakla bulayınız” buyurmuşlardı.

    Hz. Mikdâd, Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hz. Mikdâd bin Esved’i de almıştır.

    O devirde yaşasaydınız!

    Hz. Mikdâd gittiği her yerde, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf öğretmeye gayret ediyordu. Mısır’da iken adamın biri, onun yüzüne bakıp, “Resûl-i ekremi gören, bu gözlere ne mutlu!” deyiverdi. Hz. Mikdâd biraz da üzülerek şunları söyledi:

    - Sizleri bunu söylemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınızın ne olacağını biliyor musunuz? Allaha yemîn ederim ki, Resûlullah efendimiz, kendisine uymayan ve tasdîk etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı.

    Hâlbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle, Resûlullahın size getirdiklerini tasdîk ederek, yalnız Allahı biliyor ve ona îmân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti.

    İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah efendimiz, insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları câhiliyet ve vahşet devrinin en şiddetlisinde gönderilmiştir.

    O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra, îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.

    Kimsenin Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve îmân etmesini arzûlar, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu husûsta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”

    Sevmemi emir buyurdular

    Hz. Mikdâd 653 yılında 70 yaşlarında hastalandı. Çok geçmeden Hakkın rahmetine, Resûlünün hasretine kavuştu. Hz. Osman buyurdu ki:

    - Ey Müslümanlar! Sevgili Peygamberimiz bizlere bildirdiler ki:

    “... Allahü teâlâ, Eshâbımdan 4 kişiyi çok sevdiğini; benim de, onları sevmemi emir buyurdular. Onlar: Ali, Mikdâd, Selmân ve Ebû Zer’dir...”
    Cenâze namazını bizzat, Hz. Osman kıldırdı.

    Hz. Mikdâd’ın doğum yeri olan Behrâ, Arab Yarımadası’nın güneyindedir. Kabîlesi diğer kabîlelerle, kan da’vâsı içinde idi. Bu yüzden önce Kinde taraflarına, sonra da Mekke’ye geldi.

    Mekke’de, kendisini çok seven Esved bin Abd-i Yegus, Hz. Mikdâd’ı evlâd edindi. Asıl babasının ismi Amr olduğu hâlde, Esved’in oğlu olarak tanındı.

    Hz. Mikdâd ilk Müslümanlardandır. Müslüman olduğunu gizlemeyen yedi mücâhidden biri oldu. Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek Müslümanlığı yeni kabûl edenlerin hepsine eziyet ve işkence etmeye başladılar.

    Hicrete izin verildi

    İslâmiyeti kabûl eden Hz. Mikdâd ve diğer kimsesiz Müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular. Demirden zırhlar giydirerek güneşin altında, kızgın kumların üzerine yatırarak saatlerce, hattâ günlerce, işkenceleri artırarak devam ettiler.

    Müslümanları her gördükleri yerde yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayâle gelmedik işkenceler yapıyorlardı. İşkenceler, sonunda dayanılmaz bir hâl alınca, diğer Müslümanlarla beraber Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. Mikdâd bin Esved de, Habeşistan’a hicret eden ikinci kâfilenin içinde yer aldı. Peygamberimizin Medîne’ye hicretine kadar orada kaldı. Buradan Medîne’ye döndü.

    Mikdâd bin Esved Medîne’ye gelince, Resûlullah efendimiz, onu haber toplaması için Meke’ye gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke’deki müşriklerin durumunu araştırıp, Müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Nitekim daha önce Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke’ye gönderilmişti.

    İşte bu sıralarda Mekkeli müşrikler, birkaç koldan Medîne’ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hz. Mikdâd ile Hz. Utbe de bunların arasına sokularak beraberce ilerlediler. Resûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris’i keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medîne’ye döndüler.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islami-bilgiler/11983-eshab-i-kiram-kimdir-4.html#post19539

    Hz. Mikdâd cesûr, gözüpek ve fedâkâr bir Müslümandı. Bütün önemli hâdiselerde, ona vazîfe verilirdi. Hîleyle esîr ve şehîd edilen, Hz. Hubeyb’in mübârek cesedi, müşriklerin elindeydi. Bunu istemeyen Efendimiz, Hz. Ebû Zer ile Hz. Mikdâd’ı vazîfelendirdi.Her husûsta, Kur’ân-ı kerîme ve sevgili Peygamberimize uygun hareket ederdi. Kur’ân-ı kerîmi baştan başa ezberlemişti. Hâfız idi. Çünkü Resûl-i ekrem buyurmuştu ki:

    (Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefâ’at eden ve şefâ’ati kabûl edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmin emirlerine uyarsa, Kur’ân-ı kerîm, onu Cennete götürür.
    Kim de Kur’ân-ı kerîmin emirlerine sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân-ı kerîm en hayırlı yolu gösterir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakîkate ulaşmak için Allahın sağlam ipidir. Doğdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân-ı kerîmi duydukları zaman, hayretten, “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakîkattir.)
    İnsan kalbi

    Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerini netîcesine bakarak hüküm verirdi. Bu husûsta kendisi şöyle bildiriyor:

    Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dâir Resûlullahtan bir şey sorulmuştu da, şu cevâbı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”

    Cenâb-ı Hak bizleri de, Onlara kavuştursun, âmin.


Sayfa 4/9 İlkİlk ... 23456 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Eshab-ı Kiram serisi Sesli Radyo Tiyatroları
    By camkinoz_61 in forum İslami Resimler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.Mayıs.2012, 09:34
  2. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Temmuz.2008, 15:52
  3. Eshâb-i Kirâm Kimdir?
    By yoLcu in forum İslami Bilgiler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.Nisan.2007, 15:18
  4. Eshâb-ı Kehf
    By yoLcu in forum Dini Hikayeler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.Mart.2007, 17:42

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.