2.TEBLİĞ
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden bir diğeri ise, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi bizler, ibadete ait mes’eleleri bilemez, emir ve nehiyleri hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekat, hac nedir? İçki, kumar, zina, ihtikâr ve faiz gibi muharremâtın durumu nasıldır? Kat’iyen bilemezdik. Evet, bütün bunları ve bunlara benzer birçok mes’eleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz. Buna kısaca “risalet vazifesi” de diyoruz ki, bütün peygamberler aynı mesajlarla gelmiş ve teferruatta farklılık olsa bile ana mes’elelerde hep aynı şeyleri söylemişlerdir.41
İşte, nebîlere ait bu umumi gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir:
“Onlar (peygamberler) ki, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter” (Âhzab, 33/39).
Evet işte, onlar, böyle bir gayeyi tahakkuk ettirmek için gelmişlerdir. Bu mevzuda karşılarına dikilen engel, kim ve ne olursa olsun onlara zerre kadar tesir etmez.. onlar korku nedir bilmezler. Çünkü her zaman Allah (cc)’dan korkmaktadırlar.
Ve, bu mevzuda, Efendimiz’e şöyle seslenilir :
“Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” (Mâide, 5/67).
Yani, eğer sen vazifende kusur edersen, bu senin gönderiliş gayen olan bir vazifede, yani risalet vazifesinde kusur etmen sayılır ki, bu da sadece senin ferdî hayatını ilgilendiren bir kusur değildir; belki bütün insanların ferdî ve içtimaî hayatlarını alâkadar eden bir mes’eledir. Çünkü senin vazifen bütün insanlığı aydınlatmaktır. Şayet sen bu vazifeyi aksatırsan, bütün insanlık karanlıkta kalacaktır.. aslında O, gönderildiği vazifenin şuurundaydı. Zaten öyle olmasaydı, öyle bir vazife ile gönderilmesi plânlanmaz.. ve takdir buyurulmazdı.
Allah Rasûlü’nde Tebliğ
Allah Resûlü’nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.
Karşı cephenin infiâli evvela, ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihzâ ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resulü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaatla uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kimbilir kaç defa gitti, hak ve hakikatı anlattı..! O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu.. Mekke’den ümit kesilince Taif’e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resul-ü Ekrem’i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Allah Resulü’nün yanında, evladım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.
Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, onun gibi düşünmüyor ve “hayır ” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları îmana uyanacaksa, belalara karşı “hayır!” diyordu...
Ve, sonra ellerini açıp Rabb’ine niyazda bulundu :
“Allahım, güçsüzlüğümü, za’fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”
O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır ve bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü’nün önüne uzatır ve “buyurun, bundan yiyin” der. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah’ın adıyla ma’nâsına “Bismillah” der. Üzümü ikram eden “Addâs” ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: “Sen kimsin?” Allah Resûlü cevap verir: “Son Peygamber ve son Nebî’yim!” Addâs üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve îman eder.42
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=32915
Eğer bu son hâdise de olmasaydı, o Taif’ten çok mahzun dönecekti. Bu hüznü, kendisine yapılanlardan değildi; hüznü, bir tek insana dahi birşey anlatamamasındandı. Halbuki şimdi sevinçten uçuyordu. Çünkü Addâs O’nun eliyle hidayete ermişti.
Evet, tabiri caizse O, nebîlerin üveyki idi. Hiç durmadan her yerde hakikata aşina, temiz gönül ve çehreler arıyor, bulunca da onun gönlüne giriyor ve ona ruhunun ilhamlarını fısıldıyordu. Böylece, çevresindeki nurdan hâle ve halka her gün daha da genişliyor ve o genişledikçe de küfür çıldırıyordu.
Bugün, cihanın şarkında, garbında İslâmî tekevvüne karşı küfrün hezeyanlar içinde çıldırması gibi, o devirde de Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın etrafındaki halkaların genişlemesi, küfrü işte böyle çıldırtıyordu...
Bu çılgınlık onları öyle saplantıya sevketti ki, gün geldi gökteki Güneş’i üflemekle söndürmeye yeltenir gibi, toptan bu ilâhî meş’aleyi söndürmeye kalktılar. Heyhât..! Güneş sadece bizim için bir teşbih ve benzetme vasıtamız.. yoksa O’nun getirdiği nur Güneş’e fer verecek mahiyettedir. Çünkü o nur Allah (cc)’ın nurudur. Âyet onların bu gülünç durumunu şöyle tasvir etmektedir: “Onlar Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasalar da, Allah nurunu tamamlamaktan başka birşey murâd etmemektedir” (Tevbe, 9/32).
O, yirminci asırda da bir meş’ale yaktı ve içimize âdetâ kıvılcım saçtı.. binler-yüzbinler O’nun yoluna baş koydu ve O’nun da’vâsını yüceltme istikametinde hizmete koyuldu. Demek Cenâb-ı Hakk, yeniden bir Muhammedî hâle, bir nur halkası ve yeniden bir altın zincir vücuda getirmeyi murâd buyurmuş ki, bunu ne küfrün gayzı, şiddeti, hiddeti ne de şeytan ordularının tehâcumu durduramıyor.. evet ihlâsla saçılmış bu tohumlar bugün olmasa da yarın mutlaka neşv ü nemâ bulacak ve Allah Resûlü’nün neşrettiği nur hiçbir zaman sönmeyecektir.
Mekke artık, Allah Resûlü’nü barındıramayınca O da Medine’ye hicret etti. Orada nurunu yaymaya devam edecekti. Orada da yahudi ve münafıklarla uğraşacak, küfre karşı muharebeler düzenleyip bizzat ordunun başında bulunacak, harp meydanlarında, dişi kırılacak, yüzü yarılacak.. aç ve susuz kalacak.. çok defa karnına taş bağlayıp öyle dolaşacak, ama hep yoluna devam edecek.. ve etti de. Evet O, tebliğ vazifesinden bir an dahi dur olmadı. Dinin en küçük mes’elesine kadar her şeyi izah etti, anlattı, tebliğde bulundu. Medine’de ikamet buyurduğu veya devletlerle kapıştığı devirlerde dahi fertleri irşad etmeyi asla ihmal etmedi: Bir bedevi gelip de o güne kadar yüzlerce defa tekrar ettiği bir mes’eleyi O’na sorsaydı hiçbir isteksizlik emâresi göstermeden, hep aynı şevk ve aynı iştiyakla cevap verirdi.
Tebliğ, insanları doğru yola, sırât-ı müstakîme sevketmek demektir. Ve esasen bu, bütün nebîlerin ve Nebîler Sultanı’nın da geliş gayesidir. O sırât-ı müstakîm ki, her mü’min onu çok iyi bilmektedir ve bilmelidir de. Evet biz, günde en az kırk defa namazlarımızda, Rabb’imizden bizi sırât-ı müstakîme hidayet etmesini diliyoruz. Yani, nebîlerin, sıddîklerin, şehidlerin geçtiği yoldan geçmeyi ve onların maksûda erdikleri gibi maksuda ermeyi talep ediyoruz. O geniş bir yoldur ve herkesin o yoldan belli bir nasibi vardır. Çünkü son gelen Nebî, âyetin ifadesiyle, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Ayrıca O, şâhid, mübeşşîr ve nezîrdir ki, aşağıdaki âyet bunu ifade etmektedir : “Ey Nebî! Biz seni hakîkaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik” (Ahzâb, 33/45).
Efendimiz, yirmi üç sene, peygamberlik gibi çok ağır bir sorumluluk taşımış ve hiçbir da’vâ adamına nasip olmayacak şekilde de mükellefiyetlerini yerine getirmiş müstesna bir insandı.. ve işte O, bu ruh ve şuurla hergün biraz daha mübarek sona doğru yaklaşıyordu:
Veda haccındaydı -Zaten hayatında bir kere hacc yapmıştı- Umreyle haccı birleştirdiği için biz buna Hacc-ı Ekber de diyoruz43. İşte bu son haccında, Allah Resûlü son bir kere daha devesine bindi ve söylemesi gereken her şeyi söyleyip bitirmeye çalıştı. Evet, kan da’vâlarından kadın haklarına, ondan da faize, kavim ve kabîle aralarındaki münasebetlere kadar her şeyi anlattı. Daha sonra da cemaatına “Dikkat edin tebliğ ettim mi?” diye sordu. Her defasında cemaatından: “Evet, tebliğ ettin” karşılığını alınca da, Cenâb-ı Hakk’ı şahid tutarak : “Allahım, şahit ol!” buyurdu.44
O bihakkın vazifesini yapmıştı. Onun için de vicdanen rahat, kalben huzur içindeydi ve adım adım Rabb’ine gitmeye hazırlanıyordu. Zaten O, bir murâkebe insanıydı ve en hassaslardan daha hassastı. Dolayısıyla da bütün hayatını böyle bir hazırlık içinde geçirmiş ve kendi kendine: Acaba Rabb’imin beni gönderdiği asıl gayeye uygun yaşayabildim mi? diyordu.