Hz. Mevlâna ve Nefsin Bazı Halleri
Ask: Fena Hâlinin Burağı
Mahviyet, Hakk’ın varlığında nefsin erimesi, insanın teslimiyet ve itaatının önündeki engellerin kalkmasıdır. ‘Ene’ yıkılınca nefis ülkesinde Hak iktidar olur. Mâsivâ yok olur ve insan gerçek aşk ile dirilir.
Aşk, sevgilinin seveni ihata etmesi, sevenin, sevgilide yok olmasıdır. İnsan gönlünde Hakk’ın kendi kendini sevmesidir.
İnsanın maksadı Allah’a vuslattır. Marifet ilmi ancak vuslat ile elde edilir. Vuslat için aslolan üç merhale vardır ki, seyr halinde olan sâlik, mertebesine göre, bu yolda ilim tahsil eder.
Üç mertebe ve hal aşk ile aşılır:
Fenâ Fı’s-Şeyh
Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. Onda yok olma ile başlayan bu hal, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır. Kusurlar “ene”ye mal edilir. Teslimiyetin esas olduğu bu yolculukta mürşidin kâmil olması gerektir. İslâm’ı yaşaması ve dâvâ etmesi onun ana meselesidir. Bu zatın hali, Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zatın, mülkün sahibinden “irşad etme” emrini alması zarurîdir. O bakımdan bir insanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır. Seçilen bu kişi dînî ilimlerde ve yaşayışında ne kadar ileride görünürse görünsün, böyle bir vazife ile mükellef olması mümkün değildir. Karganın bülbül olması nasıl muhal ise, Hak tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşad makamında olmak da muhaldir.
Sâlike ilk nazar Fenafişşeyh’de olur. Kâmil insanın nazarı ile vuslat yolculuğu başlar. “Emmare Makamı”nda olan nefis, ona nazar edenin aşkını üzerinde gösterir.
Kâmil insanın (mürebbilerin) varlığında nefsini eritme, onun varlığında yok olma halidir. Bu, mutlak varlığa ulaşmak için seyr ü sülûkun ilk basamağıdır.
Bilindiği gibi, varlık âleminden geçip Mutlak Varlık’a varmak için yapılan yolculuğa ‘Seyr ü Sülûk’ denir. Vahdet şerbetini içmiş büyüklerin ifadesiyle ‘varlığı yoklukla neticelemeyi gaye edinmiş yolculuk’tur. Salih, elini verdiği zatın terbiyesinde varlığından soyunmak kararı ile bu seyre (yolculuğa) başlar. “Zât tecellisi”ne ermekle yolculuk kemâle erer. Aranılan budur. Bulunan “Mutlak Varlık”la, varlıklar unutulur. Bu işin sonunda emir alınıp tekrar bu âleme dönmek gerekirse, “geldiğin yolla gelecekleri getir” buyurulur. Bu, en yüksek mekamdır. Bu zirveye varan kâmile, ‘mürşid’ denir.
Vesile ve rabıta meselesini anlatırken Hakk’a ulaşmada vasıta ve vesilenin önemini vurgulamıştık. İşte gayelerin en ulvîsi olan Hakk’a kurbiyet yolunda vesile, mürşid-i kâmildir. Kurb-u velayet yolu diye adlandırılan bu yolda kâmil mürşid, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu ezelî kanunun tabiî ve hayatî bir zaruretidir. Nefis terbiye ve tezkiyesi ancak kâmil bir mürşidin nezaret ve refakatinde gerçekleşir. Hakk’a kurbiyet kesbetmenin kaçınılmaz şartının, nefis terbiyesi ve tezkiyesi olduğu bilinmektedir.
Mevlâna Hazretlerinde, şeyhi Şems-i Tebrizî’ye karşı engin bir sevginin olduğunu görüyoruz. Şems’in ilk ayrılışında firkatten yanan Hz. Mevlâna, vücudunun her zerresinde Şems’i yaşamıştır. Şems’in ebedî ayrılışı ise, onu yakmış, Şems’te yok olmayı yaşatmıştır.
“Ey Tebrizli Şems!
Dinim aşktır benim / Ben senin yüzünle övünürüm
Bunu unutma hatırla ama
Ne vakit olacak / Ne vakit / Ne vakit
Şarap olacak / Şarap
Ben olacağım / Ben
O olacak / O."
Mevlâna, bu mısralarda Şems’teki yokluğu ifade ediyor. Bir başka beyitinde: “Ben, o! O, ben!” der. Fuzulî bu hali şöyle anlatır: “Leyla Mecnun’un kolunu ister. O da ‘Kimin kolunu kesip, göndereyim?’ der.”
Fena Fi’r-Rasül
Ezelî olan vasıta ve vesile kanununun yine tabiî ve zarurî gereği, Peygamber’in (yani Resul-i Ekrem’in) varlığında nefsini yoketme yahut eritmedir. Zaten kâmil mürşidler Resulullah’ın (sav) varisi olmaktan başka birşey değillerdir.
Gerçek anlamda Allah’a vasıl olmada vasıta ve vesile peygamberlerdir, tabiatıyla Resul-i Ekrem’dir (sav). Peygamberler Yüce Hakk’a kurb-ü nübüvvet yoluyla vasıl olurlar. Nübüvvet nurundan sair insanların istifadesi ise, biraz evvel belirtildiği üzere velayet yoluyladır.
Nefis, bir mürşid-i kâmilin nezaretinde terbiye oldukça Hakk’a vuslat yolunda kademe kademe çıkılır. Özellikle “Nefs-i Mutmainne” makamında fenafirresul haline ulaşılır. Burası, Allah’a vuslat yolunda en büyük ve yüce istasyon gibidir.
Mürşidde fani olma döneminden sonra, fenafirresul devri başlar. Bu dönemde sâlik, daha sakin ve de olgundur. Artık o, varlık aleminde Hz. Peygamber’ledir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=42306
Mevlâna, şöyle der:
“Bugün Ahmed benim
Ama dünkü Ahmed değil
Bugün anka benim
Ama yemle beslenen kuşcağız değil
Tur-i Sînâ’nın gönlüyüm ben
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum
Benim sarhoşluğumun sonu yok!"
“Bizim peygamberimizin tariki, yolu, aşk yoludur. Biz aşkzadeyiz, anamız aşktır.”

Fenâ Fi’llah
Ruhun beka âlemine ulaşması demektir. Nefsi terbiye etmenin, Allah’a vuslat etmenin son merhalesidir bu. Ölmeden önce Hakk’a vasıl olmanın ifadesidir bu. Kulluğun zirvesi ve en mesut neticesidir bu. Bu hal, bu makam sözden ziyade hal ile yaşanır ve lezzeti tadılır. Hususiyle ehl-i hal tarafından...
Kulluk yolunda, Allah’a vasıl olabilmek için nefsin terbiye ve tezkiyesi bu üç kademede gerçekleşirken, insan nefsi bazı makamlardan geçerek kemâle doğru seyreder. Başka bir ifade ile nefis menfî vasıflarından ayıklanır, müsbet vasıflara sahip olur. Nefis, Allah’a vuslata layık hale gelince “ruh” adını alır, Kur’an ifadesiyle nefs-i mutmainne...
Nefsin bu seyr ü sülûk olayında başlıca yedi mertebesi vardır. Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, merziye, kâmile yahut safiye. Her bir mertebenin hal ve alametleri, zaruret ve gerekleri vardır.
Cihad-ı Ekber, mücahede diye de adlandırılan bu zorlu mücadele herşeyden evvel nefsi inkar ve ona muhalefetle başlar ve sonuna kadar bu mânâ ve mahiyetle devam eder.
Üçüncü dönem fenafillah halidir. Mevlâna, Allah’ın varlık ve birliğini bilmek nedir diye soranlara: “Kendini Ehad’ın huzurunda yakmak, yok etmektir.” diyerek bu hâli ifâde ederdi.
Ona göre “Güzel Allah’ın aşkından gayri her ne varsa, velev ki, şeker yemek olsun, can çekişmekten başka birşey değildir.”
Peygamberin yolu aşk yoludur. Aşk, annemizdir, biz, aşktan doğduk. Seviyoruz ve hayatımızın güzelliği bu yüzden. Mevlâna’ya göre, sevilen her fânîde Allah sevilir.
Mecnun’un zamanında güzeller vardı. O güzeller Mecnun’a verildi. O, bunlara sevgi göstermedi. “Ben, Leyla’yı dış güzelliği ile değil, aradığımı bulduğum için seviyorum.” dedi. “Leyla bir kadehtir. Mühim olan kadehin cinsi değil, kadehin içindekidir. Leyla kadehinde ben aşk şarabını içtim. Öyle kadehler vardır ki, dıştan süslüdür, fakat içinde birşey yoktur.”
Peygamberimiz, hacamat yaptığında sahabe kanını emerdi, saçlarını, hırkasını muhafaza eder, istimdat ederdi. Hâlâ da öyle... Bütün bunlar Peygamber’in taşıdığı ruhtan, mânâdan dolayı değerlidir. Bundandır ki, O’nun her zerresine muhabbet aslında Hakk’adır.
Mevlâna:
“Sevgiden acılar tatlılaşır; sevgi yüzünden bakırlar altın olur/ Sevgi yüzünden tortular durulur, arınır... Sevgiden dertler şifa bulur / Sevgiden ölü dirilir, sevgi yüzünden padişah kul kesilir.” derken bunu anlatmıştır.
l Nefsin, varlığından geçmesi aşk ile mümkündür. Kömür siyahtır, ateş kırmızı. Ateşe atılan kömür, biraz sonra ateş gibi olur. Allah muhabbetinin olduğu gönül, benliğini kaybeder, sevdiğinin rengine boyanır.
Sâdî: “Kendinde koku olmayan kil, gül ile kalırsa gül kokar. Hak aşıkları ile dostluk bizi O’nun aşkına koyar.” der.
Allah sevilirse ona nisbetle mahlukat da sevilir. Allah’ı seveni seversen, Allah’ı seversin. Bu bir kanundur. “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onlar kulları Allah’a Allah’ı da kullarına sevdirir. Onlar, birer köprüdür.”
Muhabbete merkez olacak şahısları sevmemiz, milletin birbirini sevmesidir. Onlar, milleti birbirine bağlayan harç mesabesindedirler.
Bütün bu gerçekler, mahviyetin sevgiden ve aşktan ayrılmadığını göstermektedir. Kişi severse, sevilenin varlığında fânî olur. İşte Mevlâna, Hak sevgisinde nefsini feda etmiş, Hakk’ın varlığı ile hayat bulmuştur. Bu gerçek, sevgide nefsin mahviyeti anlamına gelir. Onu büyük yapan sır burada...
Hz. Mevlâna’da kulluk ve mahviyet muhabbet ve aşka, bu hal ise kalbin hüzünlenmesine, gözyaşına vesile olmuştur. Bu yüce halleri onun beyitlerinden anlıyoruz:
“Bulut ağlamayınca, çimen nasıl güler? Çocuk ağlamayınca, memeden nasıl süt emer?”
“Allah için ağlayan göz, ne mübarek bir gözdür. Allah için yanan bir kalp, ne mübarek bir kalptir.”
“Her ağlamanın sonu gülmedir. Binaenaleyh sonunu gören ve bilahare gülmek için ağlayan, mübarek bir kuldur.”