-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 1
SIDK-DOĞRULUK
Doğruluk, peygamberliğin mihveridir. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberin ağzından çıkan her şey tasdik edalıdır. Çünkü onlar, hilâf-ı vâki hiçbir beyânda bulunmazlar. Kur’ân-ı Kerîm bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder:
“Kitabda İbrahim’i de an. O dosdoğru (Sıddîk) bir nebîydi” (Meryem, 19/41).
Yani sen o büyük peygamber olan İbrahim (as)’i Levh-i mahfuzda veya onun sabit hakikatı ve istinsahı olan Kur’ân’da hatırla ki, o, özü sözü, davranışları, düşüncesi dosdoğru bir nebîydi.
“Kitapta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve nebîydi” (Meryem, 19/54).
“Kitapta İdris’i de an. O dosdoğru bir nebîydi. Onu yüksek makamlara yücelttik” (Meryem, 19/56-57).
Hz. Yusuf (as)’a hapishane arkadaşının hitabını Kur’ân naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir: “Ey özü sözü doğru Yusuf!” (Yusuf, 12/46).
Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (cc) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’ân’da doğru olanları tebcîl ediyor:
“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119).
“Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Resûlü’ne îman eden, O’ndan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır” (Hucurât, 49/15).
Sadıklar Övgüye Layıktır
Ve sözünün eri sadıklar Kur’ân’da tebcîl edilir:
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 33/23).
Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum:
Enes b. Mâlik -ki Allah Resulü’nün hizmetkârıdır. Efendimiz Medine’ye teşrif edince, annesi, henüz on yaşlarında olan Enes’in elinden tutup onu Allah Resûlü’ne getirmiş ve “Ya Resûlallah! Oğlum hayatı boyunca sana hizmet etsin” demiş ve Enes’i orada bırakıp gitmişti 69 -“Bu âyette kastedilen şahıs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir” der.
Enes b. Nadr, Akabe’de Allah Resûlü’nü görünce O’na büyülenmiş gibi bağlanmış ve delicesine sevmişti. Fakat her nasılsa Bedir’de bulunamamıştı. Halbuki Bedr’in ayrı bir yeri vardı. Hatta Bedir’de bulunanlar ashab arasında nasıl seçkinse, Bedir’e iştirak eden melekler de gök ehli tarafından öyle seçkin görülürdü. Bu, Bedir’de bizzat bulunmuş ve meleklere kumandanlık yapmış Cibrîl’in sözüydü70. Gel gör ki Enes b. Nadr bu fırsatı kaçırmıştı ve yanıp yakılıyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi derdini Allah Resulü’ne şerh etti: “Ya Resulallah, eğer bir daha onlarla karşılaşmak nasip olursa, işte o zaman kafirlerin benden çekecekleri var.” Enes’in bu içten duâsı kabul olmuş ve Uhud’da küffarla karşı karşıya gelmişti...
Uhud.. Uhud deyince insanın içi burkulur. Çünkü orada yetmiş sahâbe şehid edilmiştir. Kimbilir belki de Uhud’daki bu acı hatıradan ötürü ona bir isnatta bulunuruz diye, Allah Resûlü bir gerçeği ifadenin yanında, önlem almış ve birgün Uhud’un yanından geçerken: “Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever biz de onu severiz” buyurmuştur.71
Uhud sarp bir dağdır. Fakat Uhud savaşı o dağdan da sarp cereyan etmiştir. Her nasılsa sahâbe geçici olarak nöbet yerini istenen şekilde koruyamamış, hatta mevziini değiştirmiş ve böylece Allah Resûlü’nün gösterdiği tabyanın dışına çıkmıştı. Evet, bu sadece bir strateji ve bir tabye aramaydı. Bu itibarla da buna bozgun demek doğru değildir. Bizim sahâbeye karşı olan saygı anlayışımız da bu çizgidedir.
Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmış, mübarek dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmış ve vücudu kan revan içinde kalmıştı. Ama her şeye rağmen O mağfiret ve Rahmet Peygamberi, ellerini açmış, duâ duâ yalvarmış ve: “Allah’ım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar” buyurmuştu.72
Enes b. Nadr oradan oraya koşuyor ve bir sene önce Allah Resulü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyordu. Çalışıyordu ama, o da çokları gibi sona doğru bir noktada dolaşıyordu. Evet, vücudu delik deşik olmuş, son anlarını yaşıyordu. Dudaklarında son tebessüm, yanına yaklaşan Sa’d b. Muaz’a şu sözleri söylüyordu: “Resulullah’a benden selâm söyle. Vallahi şu anda Uhud’un arkasından cennet kokularını duyuyorum.”
O gün nice şehitleri tanımak mümkün olmamıştı. Hamza tanınamamış, Mus’ab b. Umeyr bilinememiş, Abdullah b. Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince ancak hakkında “O’dur” diye hüküm verilebilmişti. Enes b. Nadr da aynı durumdaydı. Kızkardeşi gelmiş, kılıcı tutan eline -ki ihtimal tek oradan yara almamıştı- bakıp onu tanımış ve gözleri dolu dolu, “Bu Enes b. Nadr, Ya Resulallah!” diyebilmişti.73
İşte âyet bu civanmerdi anlatıyordu. O verdiği sözde durdu.“ Ölesiye savaşacağım” dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancı çıkaramadı.
Âyetin onu anlatması, onun, inananlara da bir örnek olması içindir. Evet “Lâilâheillallah” dedikten sonra, her ferd bu denli o kelimenin muhtevasına sadık kalmalıdır ki, din harap, îman serâb, şeair de payimal olmasın...
Enes b. Nadr ve Enes b. Nadırlar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoğru olduklarını isbatladılar. Çünkü onlar derslerini, kâinatın efendisi Muhammedü’l-Emin’den almışlardı. O nasıl doğru ve emindi, dostları da aynı şekilde doğru ve emindiler...
Cahiliye O’nu “Emin” Tanımıştı
Mekkeli O’na mücerred adıyla değil, ismine “el-Emin” sıfatını ekliyor ve öyle hitap ediyordu.. evet, O bu sıfatıyla meşhurdu. Ne mutlu bizlere ki, bizler de sabah akşam söylenmesi müstahsen olan bir virdde O’nu böyle anıyor ve : diyoruz.
Kâ’be tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in (Biz Es’ad: Mutlu Taş diyelim) tekrar eski yerine konulması büyük bir mes’ele haline gelmişti. Kabileler kılıçlarını yarıya kadar sıyırmış ve herkes bu şerefin kendine ait olmasını istiyordu. Sonunda şöyle bir karara vardılar. Kâ’be’ye ilk girenin hakemliğini kabul edeceklerdir. Herkes merakla bekliyordu.. ve tabii, Allah Resulü’nün hiçbir şeyden haberi yoktu. O’nun dosta-düşmana güven telkin eden gül yüzü görününce, oradakiler sevinçlerinden havaya zıplayıp “Emin” geliyor, dediler ve O’nun hükmüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler... 74
Zira O’na güvenleri tamdı. Allah Resûlü o gün henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti ama, herkesin itimat edeceği bir insandı ve bir peygambere ait bütün vasıfları üzerinde taşıyordu.
Evet, fazîlet odur ki, düşmanlar dahi kabul ve tasdik etsin. İşte, -o güne göre- Efendimiz (sav)’in en azılı düşmanı Ebu Süfyan’ın, O’nun doğruluğunu tasdiki:
Allah Resulü etraftaki hükümdarlara nâmeler gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de, Roma imparatoru Hirakl’e (Hireklius) göndermişti. Hirakl, mektubu baştan sona okudu. O sırada Şam bölgesinde bulunan Ebu Süfyan’ı çağırttı ve aralarında şu şekilde bir muhâvere cereyan etti:
-O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi fakirler mi?
-Fakirler.
-Hiç O’na inananlardan dönenler oldu mu?
-Şimdiye kadar hayır.
-Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?
-Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar.
-Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?
-Hayır, O’nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadık.
Ve işte mektubun tesirinden sonra, henüz müslümanların en amansız düşmanı olan Ebu Süfyan’dan aldığı bu cevaplarla çarpılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:
-Bir insanın bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a karşı yalan söylemesi düşünülemez.75
Sadece mevzumuzla alâkalı yönünü aktarmak için çok kısa temas ettiğimiz bu hâdisede, Allah Resûlü’nün doğruluğuna iki delil vardır. Birincisi, Bizans İmparatoru Hirakl’dir ki, yukarıda kaydettiğimiz sözü söylemiştir. İkincisi ise, o gün için henüz İslâm’la şereflenmemiş Ebu Süfyan’ın verdiği cevaptır ki, Allah Resûlü’nün doğruluğunu kabullenip tasdik etmiştir. Ne var ki, Hirakl, makam ve mansıp sevdasını aşıp, ayağının dibine kadar gelmiş bir hakikî ve ebedî mülkü elde edememiş; müslüman olup bahtiyarlar zümresine girememişti. Buna rağmen Allah Resûlü’nün risaletini kabul edip saygılı davranması, onun namına bir basiret jesti, bizim hesabımıza da sevindirici bir itiraf olmuştur.. Resûlullah’ın sadakatını itiraf.
Esasen, Hirakl’in söyledikleri çok derindir. Evet, kırk yaşına kadar sıradan insanlara karşı dahi, şakacıktan olsun yalan söylemeyen bir insan, ölüm koridoruna girdiği bir devrede, hem de Allah’a karşı yalan söylemesi nasıl mümkün görülebilir ki..?
Yâsir henüz Müslüman olmamıştı. Oğlu Ammar’a nereye gittiğini sordu. Ammar:
- Muhammed (sav)’in yanına.
Bu cevap Yâsir’e yetmişti.
- O Emin bir insandır. Mekkeli O’nu böyle tanır. Eğer O, peygamber olduğunu söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’nun yalan söylediğini kimse duymamıştır...
Bu sözler, bu kabullenmeler, sadece birkaç kişiye mahsus değildi.. ışık çağı ve ona tekaddüm eden yıllarda, O’nu tanıyan hemen herkes, hem de ittifakla O’nun doğruluğunu tasdik ediyordu.
Hep Doğruluk Tavsiye Etmişti
O hep doğru olarak yaşadığı gibi ümmetine de dâima doğruluğu tavsiye etmiştir. Teberrüken bunlardan birkaçını burada zikretmek istiyorum:
“Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim:
- Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
- Va’dettiğiniz zaman yerine getirin!
- Emanette ‘emin’ olun!
- Apış aranızı koruyun!
- Gözlerinizi harama yumun!
- Ellerinizi haramdan uzak tutun.” 76
Evet, O hep ok gibi doğru yaşamış, doğruluğu tavsiye buyurmuş ve O kendine has doğrulukla âdetâ imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Öyle bir noktaya ki, onun ötesinde sadece ve sadece Allah sıdkı vardır. Yani Allah Resûlü, doğrulukta da (Necm, 53/9) ufkunda seyrediyordu. Evet O, bir yönüyle imkân dairesindeydi; ancak bir başka yönüyle imkân âlemini aşmıştı. Mi’râc münasebetiyle Kâdı İyâz’ın dediği gibi O, bir yere geldi ki, ayağını nereye basacağını şaşırdı. O’na “bir ayağını diğerinin üzerine koy” dendi. Elbette O, her hususta bir beşerdi. Fakat doğruluk O’nu işte böyle bir seviyeye yükseltmişti. O, bize de aynı tavsiyede bulunmakta ve: “Doğru söylemeye söz verin, hayatınıza yalan karıştırmayın, ben de size cenneti söz vereyim” demektedir.
Başka bir hadîslerinde de şöyle buyururlar : “İçinde kuşku uyaran şeyleri bırak, terket (kuşkusuz bir iklimde yaşa). Doğruluk insanın içinde itmi’nân ve oturaklaşma hasıl eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantıdır.” 77
Yine buyuruyor: “Daima doğruluğu araştırın! Doğrulukta helakinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluşunuz vardır.” 78
Başka bir hadîste de şöyle ferman eder:
“Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr’e, o da sizi cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa Allah katında sıddıklardan yazılır.
Yalandan sakının. Yalan insanı fücura (günaha) o da cehenneme götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.” 79
Kurtuluş ve necat doğruluktadır. İnsan doğrulukla ölse bile bir kere ölür; halbuki her yalan ayrı bir ölümdür.
Ka’b b. Mâlik (ra): “Ben doğruluğumla kurtuldum” der. Evet, doğruluk deyince O’nu hatırlamamak mümkün değildir.
Ka’b b. Mâlik, kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şairdi. Şiirleriyle kafirlerin moral dünyalarını alt-üst edebilirdi..
Akabe’de gelip Allah Resûlü’ne biat etmişti. Dolayısıyla da Medine’nin ilklerindendi. Fakat Tebuk seferine katılamamıştı. Tebuk zorlu bir savaştı. Bu savaşta bir avuç insan koskoca Roma imparatorluğunun ordularıyla yaka-paça olacaktı. Hem de çölün o kavurucu ve bitirici sıcağında. O düşünceyle gidildi.. o civanmertlik gösterildi.. o sevap alındı ama o korkunç muharebe sadece düşüncelerde kaldı.
Allah Resulü, bütün askerî harekatlarını gizli tutarken bu defa açık gitmiş ve herkesi açıktan da’vet etmişti. İşte, böyle açık bir da’vete rağmen Ka’b, bu sefere iştirak edememişti.
Şimdi siyer kitaplarına kendi serencamesini kendi ağzından icmal ederek anlatalım:
“Herkes muharebeye da’vet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktı. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldı. Böyle olacağı bildirilmiş veya bildirilmemişti ama, Allah Resûlü bu muharebeye ayrı bir ehemmiyet veriyordu.
Herkes gibi ben de hazırlıklarımı tamamladım. Hatta o güne kadar hiç bir harbe bu kadar iyi hazırlanmamıştım. İki Cihan Serveri hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasıl olsa onlara yetişirim, diye beraber çıkmadım. Hiç de bir işim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alıkoyuyordu. Bugün-yarın-öbürgün, derken günler gelip geçiverdi. Artık Allah Resûlü’ne yetişmem mümkün değildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saatı günler süren bir bekleyişle bekledim.
Nihayet, Allah Resûlü’nün seferden dönüşü her yandan duyulmaya başladı. Zaten her defasında öyle olurdu. Medine, O’nun dönüşüne yakın yeniden bir kere daha canlanırdı. İşte şimdi yine herkesin yüzünde bir beşâşet vardı; Allah Resulü dönüyordu...
Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine’ye avdet etti. Efendimiz de mutâdı olduğu üzere evvela mescide uğrayıp iki rekat namaz kılmış ve halkla görüşmeye başlamıştı. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iştirak etmeyenler de özür beyanında bulunuyorlardı. Benim durumumda olanlardan da çoğu mazeret bildirmiş ve Allah Resûlü tarafından mazeretleri kabul edilmişti. Ben de aynı şeyi yapabilirdim. Zira, içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama, nasıl olur da hiçbir mazaretim olmadığı halde Allah Resûlü’ne yalan söyleyebilirdim. Yapmadım, yapamadım. Karşılaştığımızda, İki Cihan Serveri kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karşıladı beni. Ve ‘neredeydin?’ dedi. Durumumu olduğu gibi eksiksiz anlattım. Başını çevirdi ve dil ucuyla: ‘Kalk git” dedi.
Dışarı çıktım. Kavmim etrafımı sardı: ‘Sen de bir mazeret söyle, kurtul’ dediler. Dedikleri bir aralık kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: Benim durumumda olan başkaları var mı? ‘Var’ dediler ve iki isim söylediler. İkisi de Bedir’e iştirak etmiş namlı, şanlı sahâbeler arasında bulunuyorlardı: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doğruyu söylemişler ve benim durumuma düşmüşlerdi. -Estağfirullah- İntizar koridoruna girmişlerdi. Benim için kendilerine ittiba edilecek insanlardı ikisi de.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim.
Üçümüz hakkında bir emir yayınlandı. Artık hiçbir Müslüman bizimle görüşüp, konuşmayacaktı. Diğer iki arkadaşım evlerine kapanıp, durmadan gece gündüz ağlıyorlardı. Ben, aralarında en genç ve kuvvetli olandım. Sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuşmuyordu. Vaktimin çoğunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü’nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediğim oluyordu.. heyhat ki, hergün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakıp tebessüm etmemişti. Selâm veriyordum; acaba dudakları kımıldayacak mı diye gözlerimi dudaklarına dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kımıldama olmuyordu.
Çok defa namaz kılarken gözümün ucuyla O’na bakıyordum. Namaza başladığımda bana bakıyordu. Fakat namazımı bitirince hemen benden gözünü kaçırıyordu. Tam elli gün böyle geçecekti. Bütün insanlar ve bulunduğum yer bana öylesine yabancılaşmıştı ki, kendimi yabancı bir ülkede zannetmeye başladım.
Bir gün Ebu Katâde -ki amcamın oğluydu. Onu çok severdim. O da beni canı kadar severdi- onun bahçesinin duvarından atlayarak yanına sokuldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Sordum: Allah için söyle, benim Allah ve Resûlü’nü sevdiğime inanmıyor musun? O hiç cevap vermedi. Sözümü üç defa tekrar ettim. Üçüncüsünde de: ‘Allah ve Resûlü bilir’ dedi ve yanımdan ayrıldı. Dünya başıma yıkılmıştı. Ebu Katâde’den bu sözü hiç beklemiyordum. Gözlerim doldu ve hıçkıra hıçkıra ağladım.
Yine bir gün Medine sokaklarında yapayalnız dolaşırken; sokaklarda bir adamın beni soruşturduğunu duydum. Sorduğu şahıslar işaretle beni göstermişlerdi. Adam yanıma geldi elindede bir mektup vardı. Mektup bana aitti. Gassân melikinden geliyordu. Melik beni, kendi memleketine da’vet ediyordu. Mektubunda: ‘İşittim ki sahibin seni yalnız bırakmış.. bize gel; senin gibilerin bizim nezdimizde kadri yüksektir...’ gibi sözler ediyordu. “Bu da bir imtihan”, dedim ve mektubu yırtarak ateşe attım.
Kırkıncı gündü. Allah Resûlü bir adam göndermişti. Gelen şahıs bizim hanımlarımızdan uzak durmamız gerektiğini söylüyordu. Boşayayım mı, ne yapayım? dedim. -Ah vefasına kurban olduğum insan!- ‘Sadece uzak dur’, dedi ve gitti. Hanımıma kendi evlerine gitmesini söyledim. Bu arada Hilâl’in hanımı gidip, hizmet etmek kaydıyla izin istemişti. Hilâl yaşlı bir insandı. Kendi işini göremiyordu. Ve Allah Resûlü onun hanımına izin vermişti. Bazıları benim de aynı şekilde izin almamı istediler. Fakat kabul etmedim. Zira, Allah Resûlü’nün böyle bir teklifi nasıl karşılayacağını bilemiyordum.
Derken bir müddet de böyle geçmiş ve tam elli gün dolmuştu. Artık dayanamaz hale gelmiştim. Dünyam kararmış ve kabir kadar daralmıştı. Her zaman yaptığım gibi evimin damında sabah namazını kılmış, oturuyordum. Birisinin yüksek sesle ismimi söylediğini duydum. Ses: ‘Müjde Ka’b!’ diyordu. İşi anlamıştım. Hemen secdeye kapandım. O gün sabah namazından sonra Allah Resulü affımızı ilân etmişti. Mescide koştum, herkes ayağa kalkmış beni tebrik ediyordu. Talha boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öpüyordu. Sanki yeniden bir Akebe yaşıyordum. Allah Resulü’nün huzuruna gelip elini tuttum. O da benim elimi tutmuştu. -O anda cennetle müjdelenseydi dahi zannediyorum bu kadar sevinmeyecekti- Allah Resulü: ‘Allah sizi affetti’ buyurdular. Ve hakkımızda inen şu âyeti okudular:
“Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet yine Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb’tır Rahîmdir” (Tevbe, 9/118).
O bu âyeti okuduktan sonra Resûlullah’a hitaben, Ya Resûlallah! Ben doğrulukla kurtuldum.. bundan böyle ömrüm oldukça da doğrudan başka bir şey söylemeyeceğime, söz veriyorum dedim.”80
Evet, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Her peygamber doğru söyler. Ve öyle olması da zaruridir. Zira, gayb âleminden emirler getirerek insanlığa tebliğ eden bu şahıslardan herhangi birinde küçücük bir yanılma veya yanlışlık olsa, her şey alt-üst olur. İnsanlık adına öğrenmemiz gerekli olan bütün hakikatler, bize onlar vasıtasıyla intikal etmektedir. Bu ise zerre kadar yanılgıya tahammülü olmayan çok hassas bir konudur. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk, bu mevzuda şöyle buyurur :
“Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kuvvetle yakalar; sonra da O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık) sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdı” (Hakka, 69/44-47).
O, ilâhî emir ve nehiyler karşısında gassalın elinde bir meyyit gibiydi. Vahiy, O’nu istediği tarafa evirir-çevirir, O da hep o istikameti kollardı. Kurbiyet kazanıp en son noktayı elde ettiği anda dahi O, bu hassasiyetinden hiçbir şey kaybetmemişti.. kaybetmek bir yana daha da derinleşmiş ve âdetâ erişilmez bir duyarlılık kazanmıştı.
Sözünün Eriydi
Kırk yaşına kadar O’nun hilâf-ı vâki bir söz söylediğini veya sözünde durmadığını bir kimse, ne görmüş ne de duymuştu. Daha sonra sahâbe olma şerefine eren bir zat diyor ki: “Cahiliye devrinde Allah Resûlü’yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık.” -Yukarıda da arzettim. Cahiliye yaşadığı devrin adıdır. Yoksa O gönlü apaydın insan hiçbir zaman cahiliye devri yaşamamıştır. O hep resûllere has bir hayat çizgisi takip etmiştir. Fakat, diyor bu sahâbe: “Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığım yere gittim.. baktım ki Allah Resûlü orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece: “Ey genç! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum” dedi.81
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 2
SÖYLEDİKLERİ O’NU TASDİK ETMEKTEDİR
O, doğuştan Hz. Muhammed Mustafa (sav) idi. O’nun için, peygamberliğinden sonra da ne dediyse herkes gönülden inandı ve tasdik etti. Evet, topyekün cihan O’na: “Doğru söylüyorsun ya Resûlallah”, diye tasdike koştu. Değil sadece insanlar, mu’cizeler diliyle, herbir nev’i kendi adına temsilci gönderdi. Âdetâ O’na biat etti.
Burada bir parantez açıp şunları söylemekte fayda mülahaza ediyorum: Kur’ân’ın ve Efendimiz’in nurlu beyanları, Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfat ve esması arasındaki münasebete riayet keyfiyetiyle öyle bir üstün dereceye sahiptir ki, ne felsefecilerin akıl yoluyla, ne evliyânın kalb ayağıyla, ne de asfiyânın ruh buuduyla o seviyede bir anlayış ve beyâna ulaşmaları mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da.
Ancak, bu müterakkî ruhların, melekleşmeye doğru tırmanışlerı, neticede hep şunu göstermiş ve göstereciktir ki, onlar gidecek, gidecek ve gittikleri yerin sonunda hep Kur’ân’ın ve Allah Resûlü’nün beyânlarının doğruluk ve hakkâniyetini anlayacak.. Resûlullah’ın söylediklerini keşif ve müşahede ile zevk edeceklerdir.
Evet, bugün O’nun, ulûhiyete ait söylediği bütün sözler, o mevzunun ehilleri tarafından da tasdik görmekte ve birer esas olarak kabul edilmektedir. Hatta ulûhiyete, haşr u neşir ve kadere dair incelerden ince öyle mes’elelerden söz etmiştir ki, -hem de mevzûlar arası muvazeneyi koruyarak- değil öncekiler ve sonrakilerin akıllarının ermesi; O’nun aydınlık beyânlarını “yok” farzettiğimiz takdirde, bu hususlarda bir tek kelime söylemeleri mümkün olmayacaktır.
Hz. Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü sabah namazından sonra minbere çıktı. Konuştu, konuştu, konuştu... Öğle ezanı okundu namazı kıldırıp tekrar çıktı ve ikindi oluncaya kadar konuştu. İkindi namazını eda ettikten sonra konuşmaya başladı, konuşması akşama kadar sürdü. Neler konuştu, neler anlattı? Hepsini ihata zor ama, o güne kadar söylenmeyen her mes’eleye temas etmişti denebilir. Evet, ilk hilkattan başlamış, varlığın bağrına ilk hilkat tohumunun atılışını anlatmış, kâinatın teşekkülünden, insanın yaratılmasına kadar bütün yaratılışa ait devreleri bir bir sıralamış.. ve daha sonra da kıyâmete kadar insanların başına gelecek hâdiseleri teker teker nakletmişti.82
Evet, mazinin derinliklerine dalmış ve Hz. Âdem’e kadar bütün enbiyâyı hem de şemâili ile anlatmış, istikbâle nazarını çevirip mahşere, cennet ve cehenneme kadar her şeyi göz önüne sermişti.
Halbuki O, ne bir kitap okumuş ne birinin ders halkasına katılmıştı. Öyleyse bütün bunları nasıl bilebilirdi? Evet, O’na bütün bunları öğreten biri vardı; O da, hiç şüphesiz, her şeyi bilen Hz. Allah’tı...
O’nun, arştan ferşe, oradan yerin derinliklerine kadar anlattığı bütün mes’eleleri O’na Mütekellim-i Ezelî’si öğretiyordu. Bunların başka şekilde öğrenilemeyeceği bugünün insanları tarafından da tasdik edilmektedir ki, bu da Allah Resulü’nün sıdkına ayrı bir delildir.
Evet O, peygamberlerden bahsediyor.. onların tarifini yapıyor; yüz hatlarıyla onları tablolaştırıyor ve o günün Ehl-i Kitabı, bütün bunların hiçbirine itiraz etmeden hepsini kabul edip: “Evet, kitaplarımızda, onları bahsettiğiniz şekliyle buluyoruz” diyorlardı83. Tevrat, İncil veya başka bir kitap okumamış bir insanın, oralarda zikredilen veya edilmeyen keyfiyetleriyle bütün kendinden evvel gelmiş-geçmiş peygamberleri hem de böyle tafsilatıyla anlatması ve bu işi bilenlerin de onu tasdik etmeleri, Allah Resûlü’nün sıdkına ve da’vasında doğruluğuna şahit ve delil değil midir!?
Bir parantez içinde arzetmeye çalıştığımız bu hususların takdimi, benim takatımın çok üzerindedir. Esasen hâli hâlime denk okuyucunun durumu da bundan daha farklı olmasa gerek. Bu gibi mes’eleleri anlayıp anlatabilmek için, insanın onları tasdik edebilecek seviyeyi kazanması gerektir. Ancak biz, bu seviyeleri ihraz ettiğine inandığımız şahısların sözlerine itimaden diyoruz ki, mertebe mertebe yükseliş kaydeden yüzbinlerce evliyâ, asfiyâ ve kafasını ilimle aydınlatan filozof ve bilgelerin, Efendimiz’e ait beyânlarını gördükçe, sürekli o mevzûnun zirvesinde, O’na ait beyânın bulunduğunu kabul etmeleri, O’nun sıdk ve doğruluğunun ayrı bir buudunu teşkil etmektedir. Evet, en seçkin insanların bu tasdikleri de göstermektedir ki, O, hiçbir sözünde hilâf-ı vâki konuşmamıştır. Zaten O’nun konuştukları kendinden değildir ki.. O, hep ilâhî mesajlarla konuşmuş, vahyin tercümanlığını yapmış, onun için de bütün zamanların ve mekanların Söz Sultanı olmuştur...84
Bizim, burada daha çok üzerinde duracağımız husus, ondört asır evvel O’nun geleceğe ait söylediği bazı hâdiselerin vakti gelince aynen zuhur etmesinin, O’nun sıdk ve doğruluğuna birer delil olması yönüdür. Ancak mevzuya girmeden önce, bir mes’elenin açıklanmasında fayda mülahaza ediyoruz ki, o da “gayb” ile alâkalı değişik mütâlaâlardır. Evet, bu mes’ele de dikkatle takip edilmesi gereken ince mes’elelerdendir:
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 3
GAYB MESELESİ ÜZERİNE
“Gayb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde değişik şekilleriyle ele alınır :
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitap’tadır” (En’âm, 6/59).
Bu âyette, “gayb”ın tamamen Allah (cc)’ın nezd-i ulûhiye-tinde olduğu dile getirilmekte ve O’ndan başkasının -Hz. Muhammed (sav) de dahil- gaybı bilemeyeceği söylenmektedir.
Ve, zaten Allah (cc) Efendimiz’i şöyle konuşturmuyor mu?
“De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam. ‘De ki: Körle gören bir olur mu?’ Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50).
“De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka, kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim; bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanabilecek bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (Â’râf, 7/188).
Cin sûresinde ise şöyle denmektedir:
“O bütün gaybı bilir. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak dilediği peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki, böylece onların (peygamberlerin) Rabblerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş) tir” (Cin, 72/26-27).
Şimdi bu âyetlerin ışığı altında şöyle bir tahlil yapabiliriz: “Allah Resulü, mutlak olarak gaybı biliyordu”, demek bir ifrat; “bilmiyordu” demek de bir tefrittir. O kendi olarak gaybı bilmezdi. Ancak Allah’ın bildirmesiyle öyle bir bilirdi ve bilmişti ki, bir ekranın başında durmuş da, kıyamete kadar zuhur edecek bütün hâdiseleri, ana hatlarıyla ve temel esaslarıyla şerh edip insanlığın gözünün önüne sermişti. Bizim üzerinde hassasiyetle durmak istediğimiz mes’ele de işte budur. O, kendiliğinden birşey söylemiyordu; söyledikleri hep vahiy ve Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleriydi. Bildiren, Allah (cc) olduktan sonra sadece peygamberler ve Peygamberimiz değil, ümmet arasında bir kısım yetişkin kimseler dahi, keramet olarak gayba muttali olabilirler. Nitekim Allah Resulü: “Benim ümmetim arasında bir kısım mülhemun vardır” 85 buyururlar ki, Allah (cc)’ın ilhamına mazhar insanlar, demektir. Bu cümleden olarak; minberde hutbe okurken, günlerce uzaklıktaki bir mesafede savaşan İslâm Ordusu’nun, dağ tarafından düşman askerlerince kuşatıldığını gören Hz. Ömer, ordu kumandanı Sâriye’ye hitaben: “Ya Sâriye! Dağ tarafına” diye üç defa bağırması, Sâriye’nin de bu sesi duyarak kuşatmayı yarması... 86 Muhyiddîn b. Arabî gibi zâtların, asırlarca sonra olacak hâdiselere aynen işaretlerde bulunması.. Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Müştak Efendi gibi yüzlerce zâtın gelecekle alâkalı ihbarda bulunması bulunurken de Allah Resulü’ne yürekten bağlılık göstermeleri ve mazhar oldukları bütün vâridâtın Mişkat-ı Muhammedî’den süzülüp geldiğini itirafları, O zâtın -Allah’ın izniyle- ne kadar gaybe açık olduğunu gösterir. Evet, O’nun yetiştirdikleri, böyle ilhamlara mazhar ve ilâhî esintilerle hüşyâr olur da bu çapta gayba muttali kılınırlarsa, bütün ümmeti bir kefeye konsa hepsine birden ağır basacak olan İki Cihan Serveri’nin bir mu’cize olarak gayba muttali olması niçin uzak görülsün ki?.. 87
Mu’teber hadîs kitaplarında zikredilen, bu kabîl Efendimiz’in, üçyüze yakın mu’cizesi var ki, verdiği gaybî haberlerin büyük bir kısmı, aynen çıkmış, diğerleri de çıkma vaktini beklemektedir. Biz burada bunların hepsini nakledecek değiliz. Sadece, fikir verme bakımından birkaç misâlle iktifa etmeyi düşünüyoruz ki; bu misâlleri de üç ana grupta toplamak mümkündür:
Birincisi: Kendi devrine ait verdiği gaybî haberler.
İkincisi: Uzak ve yakın istikbâle ait söylediği sözler.
Üçüncüsü: Sehl-i müntenî üslupla ifade buyurduğu; ancak ilimlerin inkişafıyla daha sonra hakikatı anlaşılabilen mu’cizevî beyânlar...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
GAYBÎ HABERLER
Kendi Devrine Ait Olanlar
1. Başta Buhârî, Müslim bütün hadîs kitapları ittifakla şu hususları naklediyorlar: Birgün Allah Resulü (sav) minbere çıkmış.. nazarı gaybî âlemler ufkunda ve öfke şeklinde tezahür eden celâlî tecellîler arasında, cemaatine demet demet vâridât sunuyordu. Bir ara: “Bugün bana her istediğinizi sorun!” buyurdu. Herkes soruyor, O da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı: “Benim babam kim ya Resulallah?” dedi. Herhalde, az da olsa babası hakkında dedikodu vardı. Böyle bir şayiâ ise genci tedirgin ediyordu. O gün bir fırsat bulmuş ve her zaman -Hakk’ın izniyle- gayba gözleri açık Allah Resulü’ne babasının kim olduğunu sormuştu. Efendimiz cevap verdi: “Senin baban Hüzâfe’dir.” Genç artık müsterihti; zira aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da aksine ihtimal verilmeyecek şekilde bir babaya nisbet edilecek ve kendisine Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî denecekti. İşte böyle, herkesin bir şeyler sorduğu esnada Allah Resulü’nün o andaki ruh hâletini çok iyi kavrayan biri, evet o koca Ömer (ra) birden ayağa fırladı ve: “Biz, Rabb olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak da Hz. Muhammed (sav)’den razıyız” dedi. Onun bu ince, mânidar karşılığı Allah Resulü’nün sînesinde esen itmi’nân esintilerinin tezahür menfezlerini araladı. Derken celâlî tecellîler yerlerini üns esintilerine bıraktılar.
Bu hâdise o gün mescidi dolduran sahâbeler huzurunda cereyan etmişti. Bütün sahâbe, Allah Resulü’nün dediklerini tasdik ediyor ve âdetâ sükutlarıyla “Sadakte” diyorlardı.88
2. Müslim naklediyor: Hadîsin ravisi ise Hz. Ömer (ra) buyuruyor ki: “Bedir’de bulunuyorduk. Allah Resulü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş ve kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara yine gözleri aralanan gaybî perdelerin verasında ve bakışları istikbâl ufkunda eliyle bazı yerleri işaret ederek: ‘Burası Ebu Cehil’in öldürüleceği yer; şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer...’ Ve, daha birçok isim saydı.” Muharebeden sonra Hz. Ömer kasem ile diyor ki; “Allah Resûlü nereyi ve kim için işaret etmişse, hepsini o yerlerde ölü olarak bulduk”89. Evet, hayatlarında Allah Resûlü’nü dilleriyle tasdik etmeyen bu insanlar, şimdi murdar cesetleriyle O’nun sıdkına ve doğruluğuna şehadette bulunuyorlardı. Zira O haber veriyor ve verdiği haberler, santim şaşmadan aynen tahakkuk ediyordu.
3. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, şöyle bir hâdisenin nakledildiğini görüyoruz:
Allah Resulü, ashabıyla beraber mescitte oturuyordu. Bir aralık: “Biraz sonra buraya nasiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek, şu kapıdan içeriye girecek. O, Yemen’in en hayırlılarındandır ve alnında, meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır” dedi. Bir müddet sonra aynen, Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöktü ve müslüman olduğunu ilân etti. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edep âbidesi bu insan Cerîr b. Abdillah el-Becelî’den başkası değildi. 90
4. Beyhakî’nin Delâilü’n-Nübüvve’sinde şu hâdise naklediliyor:
Ebu Sufyan, Mekke’nin fethi esnasında müslüman olmuş, ancak îman gönlüne tam oturmamıştı. Allah Resûlü, Kâ’be’yi tavaf ederken, Ebu Sufyan da orada dolaşıyordu. Bir ara aklından geçti: “Acaba, yeniden bir ordu toplayıp şunun karşısına çıksam nasıl olur?” Tam o esnada Allah Resûlü, Ebu Süfyan’ın yanına sokuldu ve kulağına eğilerek: “O zaman yine seni mağlup ederiz” buyurdu. Ebu Süfyan, işi anlamıştı. O ana kadar kalbinde titrek duran îman, birden oturaklaştı.. olduğu yerde havaya zıplayarak: “Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum” dedi91. Ebu Süfyan’ın bir anlık aklından geçenleri, Allah Resûlü’ne kim haber vermişti? İşte Ebu Süfyan, bu davranışıyla gösteriyordu ki, O, Allah’ın Resûlü’ydü ve doğru söylüyordu...
5. Yine mu’teber hadîs kitaplarında şu hâdise naklediliyor: Umeyr b. Vehb ki o sahâbe arasında “Ruhbanü’l-İslâm” diye anılırdı. Halbuki cahiliye devrinde adı “şeytan adam”dı92. Safvân b. Ümeyye ile oturup anlaştılar. Umeyr b. Vehb müslüman gibi görünecek, Medine’ye gidecek ve Allah Resûlü’nü öldürecekti. Buna karşılık da Safvân b. Ümeyye ona belli miktarda deve verecekti.
Umeyr, kılıcını biledi ve yola koyuldu. Medine’ye geldiğinde ise müslüman olduğunu, Allah Resûlü’ne biat etmek istediğini söyledi. Alıp mescide getirdiler. Fakat sahâbenin Umeyr’e hiç itimadı yoktu. Onun için de, kimse onu Allah Re-sûlü’yle yalnız bırakmaya razı değildi. Hepsi etten, kemikten kale gibi Allah Resûlü’nün etrafına dizilmiş onu gözetliyorlardı. Umeyr mescide girince, Allah Resûlü, niçin geldiğini sordu. Umeyr, bir sürü yalan söyledi; fakat hiç birine de Allah Resûlü’nü inandıramadı. Sonunda İki Cihan Serveri şöyle buyurdu: “Madem ki sen doğruyu söylemiyorsun, o halde ben söyleyeyim: Sen Safvân ile şurada şöyle şöyle konuştun ve beni öldürmek için geldin. Buna karşılık da Safvân’dan şu kadar deve alacaktın.”
Umeyr, beyninden vurulmuşa döndü, derhal Allah Resu-lü’nün ellerine sarılarak müslüman oldu.93 Ve daha sonra kendini öyle ibadete verdi ki, ona sahâbe arasında “ruhban” deniyordu.
Umeyr ile Safvân arasında geçen bu konuşmayı Allah Resûlü nereden duymuştu? Arada bunca mesafe varken, bu haberi O’na kim ulaştırmıştı?
İnanan-inanmayan herkes bu ve benzeri vak’aları heceleye dursun, biz diğer fasla geçelim...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
İstikbâle Ait Olanlar
Yakın Zamanda
1. Buhârî ve Müslim, Hz. Üsâme’den naklediyor: (Üsâme, Zeyd b. Harise’nin oğludur. Allah Resûlü, Üsâme’yi çok sever ve yanından ayırmazdı. Hz. Hasan veya Hüseyin’i bir dizine oturtursa, çok defa öbür dizine de Üsâme’yi oturturdu94. Bir defasında hepsini birden kasdederek: “Allah’ım! Bunlara merhamet et. Çünkü ben de bunlara şefkat ediyorum” diye duâ etmişti).95 Hayat-ı seniyelerinin sonuna doğru Bizans’a karşı hazırladığı ordunun başına onu kumandan tayin etmiş ve senelerce önce babasının şehit düştüğü o topraklarda, Allah düşmanlarına hadlerini bildirme vazifesini ona tevdi’ ediyordu. Ancak, Efendimiz’in sıhhî durumunun ağırlaştığını gören Üsâme, orduyu durdurmuş ve Allah Resûlü’nün vefatına kadar hareket ettirmemişti.96 İşte bu Üsâme (ra) diyor ki: “Birgün Allah Resûlü’yle beraber bulunuyordum. O gün Efendiler Efendisi, Medine’nin yüksek binalarından birinin damına çıkmış, etrafı seyrediyordu. Bir ara: “Şu anda evlerinizin arasında yağmur gibi fitnelerin dökülmekte olduğunu görüyorum” buyurdular.97
O böyle deyip aramızdan ayrıldı.. O’nun arkasından sokaklar fitne seylâplarıyla inledi. Evet, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anhüm), hep bu fitnelerin kurbanı olarak şehit edildiler. Sanki fitneler de belâ ve musîbetlerin diliyle Allah Resûlü’ne “sadakte” diyorlardı...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
GAYB MESELESİ ÜZERİNE
“Gayb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde değişik şekilleriyle ele alınır :
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitap’tadır” (En’âm, 6/59).
Bu âyette, “gayb”ın tamamen Allah (cc)’ın nezd-i ulûhiye-tinde olduğu dile getirilmekte ve O’ndan başkasının -Hz. Muhammed (sav) de dahil- gaybı bilemeyeceği söylenmektedir.
Ve, zaten Allah (cc) Efendimiz’i şöyle konuşturmuyor mu?
“De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam. ‘De ki: Körle gören bir olur mu?’ Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50).
“De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka, kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim; bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanabilecek bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (Â’râf, 7/188).
Cin sûresinde ise şöyle denmektedir:
“O bütün gaybı bilir. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak dilediği peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki, böylece onların (peygamberlerin) Rabblerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş) tir” (Cin, 72/26-27).
Şimdi bu âyetlerin ışığı altında şöyle bir tahlil yapabiliriz: “Allah Resulü, mutlak olarak gaybı biliyordu”, demek bir ifrat; “bilmiyordu” demek de bir tefrittir. O kendi olarak gaybı bilmezdi. Ancak Allah’ın bildirmesiyle öyle bir bilirdi ve bilmişti ki, bir ekranın başında durmuş da, kıyamete kadar zuhur edecek bütün hâdiseleri, ana hatlarıyla ve temel esaslarıyla şerh edip insanlığın gözünün önüne sermişti. Bizim üzerinde hassasiyetle durmak istediğimiz mes’ele de işte budur. O, kendiliğinden birşey söylemiyordu; söyledikleri hep vahiy ve Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleriydi. Bildiren, Allah (cc) olduktan sonra sadece peygamberler ve Peygamberimiz değil, ümmet arasında bir kısım yetişkin kimseler dahi, keramet olarak gayba muttali olabilirler. Nitekim Allah Resulü: “Benim ümmetim arasında bir kısım mülhemun vardır” 85 buyururlar ki, Allah (cc)’ın ilhamına mazhar insanlar, demektir. Bu cümleden olarak; minberde hutbe okurken, günlerce uzaklıktaki bir mesafede savaşan İslâm Ordusu’nun, dağ tarafından düşman askerlerince kuşatıldığını gören Hz. Ömer, ordu kumandanı Sâriye’ye hitaben: “Ya Sâriye! Dağ tarafına” diye üç defa bağırması, Sâriye’nin de bu sesi duyarak kuşatmayı yarması... 86 Muhyiddîn b. Arabî gibi zâtların, asırlarca sonra olacak hâdiselere aynen işaretlerde bulunması.. Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Müştak Efendi gibi yüzlerce zâtın gelecekle alâkalı ihbarda bulunması bulunurken de Allah Resulü’ne yürekten bağlılık göstermeleri ve mazhar oldukları bütün vâridâtın Mişkat-ı Muhammedî’den süzülüp geldiğini itirafları, O zâtın -Allah’ın izniyle- ne kadar gaybe açık olduğunu gösterir. Evet, O’nun yetiştirdikleri, böyle ilhamlara mazhar ve ilâhî esintilerle hüşyâr olur da bu çapta gayba muttali kılınırlarsa, bütün ümmeti bir kefeye konsa hepsine birden ağır basacak olan İki Cihan Serveri’nin bir mu’cize olarak gayba muttali olması niçin uzak görülsün ki?.. 87
Mu’teber hadîs kitaplarında zikredilen, bu kabîl Efendimiz’in, üçyüze yakın mu’cizesi var ki, verdiği gaybî haberlerin büyük bir kısmı, aynen çıkmış, diğerleri de çıkma vaktini beklemektedir. Biz burada bunların hepsini nakledecek değiliz. Sadece, fikir verme bakımından birkaç misâlle iktifa etmeyi düşünüyoruz ki; bu misâlleri de üç ana grupta toplamak mümkündür:
Birincisi: Kendi devrine ait verdiği gaybî haberler.
İkincisi: Uzak ve yakın istikbâle ait söylediği sözler.
Üçüncüsü: Sehl-i müntenî üslupla ifade buyurduğu; ancak ilimlerin inkişafıyla daha sonra hakikatı anlaşılabilen mu’cizevî beyânlar...
Hz. Ömer (ra), hayatında hep bu fitnelerin zuhurundan korkuyordu. Bir defasında mescidde kalabalık bir insan topluluğu ile otururken sordu: “Allah Resûlü’nün haber verdiği fitneleri duyup da, haber verecek biri var mı?” Huzeyfe: “Ben varım” deyince, Hz. Ömer: “Sen cesur bir adamsın, söyle” dedi ve o da: “Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bunlara da oruç, namaz, sadaka, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker keffaret olur” dedi. Ömer: “Hayır, ben bunları sormuyorum. Deniz dalgaları gibi dalgalanacak fitneleri soruyorum” dedi.
Huzeyfe: “Ya Ömer! Onların seninle hiçbir alâkası yok. Seninle onlar arasında kapalı bir kapı var” dedi. Hz. Ömer daha sonra: “Bu kapı açılacak mı, kırılacak mı?” diye sordu. Huzeyfe: “Kırılacak” dedi. Hz. Ömer sarsıldı, dudaklarından titrek bir sesle şu cümleler döküldü: “Öyleyse bu kapı, bir daha kapanmayacak.”98
Daha sonra sahâbe sordu: “Acaba Ömer bu kapının kendisi olduğunu biliyor muydu?” Huzeyfe cevap verdi: “Evet, dünkü geceyi bildiği gibi biliyordu.” Evet, biliyordu ki, ben gidince Ümmet-i Muhammed’in vahdetiyle alâkalı kapalı bulunan kapılar açılacak, fitne ve fesat alıp yürüyecek.. ümmet içinde çeşitli anlayışlar, muhtelif akım ve cereyanlar zuhur edecek...
Ömer, bunu biliyordu; çünkü bu olacakları haber veren sâdık ve masdûk olan İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ydı.
Ve günü gelince denilenler aynen zuhûr etti. Ömer, hain bir İranlı tarafından hançerlendi. Ömer’in hançerlendiği aynı gün, İslâm vahdeti de bağrından derin bir yara aldı. Hasım dünya hedefini çok iyi seçmiş ve insafsız avcı okunu tam hedefine isabet ettirmişti. Evet, onun vefatıyla fitneler âdetâ sel oldu aktı ve İslâm âlemini istilâ etti. Elbette bu, bir yönüyle hicrandı, ızdıraptı, fakat diğer yönüyle de hâdiseler diliyle tıpkı gökte, yıldızlardan “Lâilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah” yazmak derecesinde bir delil ve bürhandı...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
Muzafferiyet
2. Buhârî ve Ebû Dâvud’un Sünen’inde de Habbâb b. Eret (ra)’in anlattığı şu hâdiseye şahid oluyoruz. Şimdi ondan dinlediklerimizi hülasâ edelim:
“Sıkıntılı bir dönemde Allah Resûlü örtüsünü, başına almış Kâ’be’nin gölgesinde oturuyordu. Kimbilir yine hangi hakarete maruz kalmıştı.? O öyle bir dönemdi ki, bütün cahiliye âdetleri birer silah gibi müslümanların aleyhine kullanılıyordu. Ben, o devrede henüz hürriyetine kavuşamamış bir insandım. Sahibimin ve diğer Mekke büyüklerinin bana reva gördükleri cefa ve işkence artık dayanamayacağım kerteye ulaşmıştı. Allah Resûlü’nü böyle yalnız görünce yanına yaklaştım ve: Ya Resûlallah! Duâ edip Cenâb-ı Hakk’tan nusret ve yardım dilemez misin? dedim.” -Allah Resûlü’nün hemen ellerini açıp duâ edeceğini düşünüyordu.. bir de Kureyş’e bedduâ etse diye bekliyordu.. fakat Resûlullah, ona şunları söyledi: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkence gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Birgün gelecek, bir kadın Hîre’den Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.” - Ve Habbâb yemin ediyor: “Allah Resûlü’nün dedikleri aynen çıktı; ben bütün bunları bizzat gözlerimle gördüm.”99
“İlk Kavuşan Sen Olacaksın”
3. Efendimiz (sav), irtihaline sebeb olan rahatsızlık günlerinden birinde, incelerden ince, oturuşu-kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen kendisine benzeyen Hz. Fâtıma Anamız (r.anha)’ı yanına çağırdı ve eğilip onun kulağına birşeyler fısıldadı. Hz. Fâtıma öyle ağladı, öyle figân etti ki, onun feryadının şiddetinden herkes irkildi. Biraz sonra yine Allah Resûlü, onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu görenler kendisine cennetin bütün kapılarından girme da’vetiyesi geldi zannederdi.. aslında ona göre öyleydi de. Evet, böyle bir beşâşet ve sürur izhar etmişti.
Bu hâdise Hz. Âişe (r. anha) Validemiz’in gözünden kaçmadı. Biraz sonra ona bunun sebebini sordu; fakat Fâtıma Validemiz; “bu Allah Resulü’ne ait bir sırdır” dedi ve birşey söylemedi. Hz. Âişe, Efendimiz’in vefatından sonra tekrar sorunca, Fâtıma Anamız şöyle cevap verdi: “Birinci defada kendisinin vefat edeceğini söylemiş; onun için ağlamıştım. (Evet öyle ağladı, vefat-ı Nebî onu öyle feryada boğdu ki, o gün dudaklarından dökülen şu mısralar cihanı ağlatacak kadar rikkat vericidir:
‘Hz. Muhammed’in mezarının toprağını koklayan bir insana, başka koku aramaya ne lüzum var? Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, eğer onlar günler üzerine dökülseydi, günler hep gece olurdu.’100)
İkinci defa ise bana, ailesi içinde kendisine en erken kavuşacak insanın ben olacağımı müjde etti.. ve işte onun için de sevindim.”101
Altı ay sonra o da babasına kavuşmuştu..102 ve Hz. Fâtıma’nın bu vefatı da Allah Resûlü’nü tasdik ediyor ve sanki O’na “sadakte” diyordu.
Sulh
4. Kütüb-i Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadîste Allah Resûlü birgün hutbede Hz. Hasan’a işaretle şöyle demişti: “Bu benim evladım Hasan, o seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaatı birbiriyle sulh ettirecektir.” 103
Evet O, kerîm oğlu kerîmdir. Allah Resûlü’nün evladıdır.. efendidir. Birgün kendisine tevdi’ edilen hilafet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkedecek ve nasıl bir seyyid oğlu seyyid olduğunu gösterecektir. Aradan yirmibeş-otuz sene geçmemişti ki, Allah Resûlü’nün dedikleri bir bir zuhur etti.. Hz. Ali’den sonra Emevîler karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bu sulh ve sükûn insanı, bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunun arasını sulha bağladı ve korkunç bir fitneyi muvakkaten dahi olsa önledi 104. Şair ne güzel söyler:
“O (Hasan) kerîmoğlu kerîmdir.” Nasıl olmasın ki, onun dedesi insanların en hayırlısı ve varlığın mabihi’l-iftiharıdır.
Efendimiz, ona ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, Hz. Hasan, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü’nün nelere işaret ettiğini dahi anlamamıştı. Yani o, Allah Resûlü, böyle söyledi diye bu işi yapmış değildi. Belki Allah Resûlü, onun öyle yapacağını bildiği için bu sözü söylemişti. Evet, Hz. Hasan da, dedesini tasdik ediyor ve seneler sonra O’na: “Sen doğru söylüyorsun” ma’nâsına “sadakte” diyordu.
Bir Asır Yaşayacak
5. Abdullah b. Büsr’ün başına mübarek ellerini koyarak: “Bu çocuk tam bir asır yaşayacak” buyuruyor ve ilave ediyorlar: “Yüzündeki şu sevimsiz siğiller de gidecek.”
Sahâbe diyor ki: “O zât, tam yüz sene yaşadı ve yüzündeki siğiller de kaybolmuştu.”105
Allah Resulü nasıl ki sırrınca 106 her an bir evvelki halinden daha mükemmele doğru yükseliyor ve daima bir sonraki haline göre bir önceki durumunu eksik buluyor ve bundan dolayı da günde yüz defa istiğfar ediyordu;107 aynen öyle de, her geçen gün ümmeti, O’nu anlama ve tanımada bir adım daha ilerliyor ve O’nun istikbâle ait verdiği haberlerin tahakkuk edişi karşısında îmanı biraz daha artıyor ve O’na hitaben “Sen Resûlullahsın” diyordu.
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
Yakın İstikbâl
Zamanlama açısından yukarıda verdiğimiz misâllerden Allah Resûlü’nün yaşadığı devreye daha uzak ve bizim yaşadığımız devrelere daha yakın, hatta içinde bulunduğumuz asra bakan ve bizden sonraki asırlarda tahakkuk etmesi beklenen nice misâller var ki, şimdi de bir nebze onlar üzerinde duralım:
Hendek’te Verdiği Haberler
1. Hemen hemen bütün hadîs ve siyer kitapları sahâbeden şu hâdiseyi naklederler: “Hendek kazılıyordu. Büyükçe bir kaya vardı ki bütün gayretimize rağmen bir türlü onu yerinden sökmeye muvaffak olamamıştık. Efendimiz de bizimle beraber, hendek kazıyordu. Hatta bizlerin kuvve-i manevîyesini takviye için ara sıra:
“Allahım âhiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirini bağışla” 108 diyor; ve sahâbe, O’nun bu sözleriyle coşuyor:
“Allahım, Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekat veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma” diyerek mukabele ediyorlardı.109
Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Resûlü’ne söylerlerdi. Bu büyük kayanın durumunu da O’na haber verdiler. Manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını taşa indirdikçe ondan kıvılcımlar çıkıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Resûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta şunları söylüyordu: “Bana şu anda Bizans'ın anahtarları verildi. Sâsanî surlarının yıkıldığını görüyorum. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşahede ediyorum...” 110
Aradan birkaç sene geçiyor; Allah (cc), Sa’d b. Ebi Vakkas ve Halid b. Velid gibi büyük kumandanların kılıcıyla oraların fethini müslümanlara müyesser kılıyor ve bütün bu yerlerin anahtarları Allah Resûlü’nün şahs-ı manevîsine teslim ediliyor. Bu da, O’nun doğruluğunu ayrı bir tasdiktir. Zaten tasdik etmemeleri de mümkün değildi; zira O, doğruluğu temsil için gelmişti. Farz-ı muhal, eğer böyle “olacak” dediği şeyler, aslında vuku’ bulmayacak dahi olsalardı, Allah (cc), Habibini yalancı çıkarmamak için onları yine olduracaktı. Nasıl olmasın ki, sahâbenin meşhurlarından Berâ (ra) için bile “Eğer herhangi bir mes’elede yemin etse, Allah, onu, yemininde yalancı çıkarmaz” denilmişti 111. Yani Berâ Hazretleri eğer hiç olmayacak bir şey’e, olsun diye yemin etseydi, Allah onu olduracaktı. Hakikaten de, sahâbe her muharebede onu öne sürüyor ve âdetâ onunla galibiyetlerini garantilemeye çalışıyorlardı 112. Şimdi, sahâbeden birine Cenâb-ı Hakk böyle bir hususiyet verir de Habîbine vermez mi? Şu kadar varki O, görüpte söylüyordu. Zira Allah (cc), O’na bildiriyor, O da biliyordu....
Emniyet ve Zenginlik Müjdesi
2. Adiy b. Hâtem anlatıyor. (Adiy, Hâtem-i Tâi’nin oğludur. Önceleri Hristiyan’dı. Aradı ve Allah Resûlü’nü buldu; buldu ve kurtuldu). Bu şanlı sahâbe şöyle diyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün huzurunda fakirlikten, yoksulluktan ve eşkıyanın talanından bahsediliyordu. Buyurdular ki: ‘Gün gelecek Hîre’den Hadramût’a kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır.’
-Adiy diyor ki-: Bunları dinlerken; hayret içindeydim. ‘Tây kabilesinin eşkıyaları varken’ diyordum kendi kendime, bu nasıl mümkün olabilecek? Devam ettiler: ‘Bir gün gelecek Kisra’nın hazineleri sizin aranızda pay edilecek.’ Sordum: Ya Resûlallah! İran Kisra’sının hazineleri mi? ‘Evet, İran Kisra’sının hazineleri’ buyurdular. Hayretim daha da artmıştı. Çünkü bu sözlerin söylendiği devrede İran, en debdebeli günlerini yaşıyordu.. ve yine devam ettiler: ‘Öyle bir gün gelecek ki, o gün insan elinde zekatıyla dolaşacak da zekatını verecek kimse bulamayacak..’
Ben, diyor Adiy: Bunların ilk ikisini gördüm, ömrüm olursa üçüncüyü de göreceğim.”113
Adiy, bu üçüncü devri göremeyecekti. Fakat gün geldi, o devri görenler de oldu: Ömer b. Abdülaziz devrinde, Allah Resûlü’nün dediği hakikat aynen yaşandı. Şu anda Türkiye hudutları gibi otuz ülkeyi içine alan o büyük devlet, gelir dağılımı bakımından öyle bir düzeye çıkmıştı ki, fakir denen tek bir fert kalmamıştı. Zannediyorum bugün “Amerika ve bazı batı ülkelerinde mevcut hayat standardı, o devreyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düşüktür” desek mübalağa etmiş olmayız. Hem bugünkü devletlerin zengin olanlarında gelir dağılımı o kadar dengesizdir ki, çok müreffeh hayat yaşayan fertlerin yanında, izbelerde yaşayanlar da vardır. Halbuki o dönemde de böyle bir dengesizlik de ortadan kaldırılmıştı.114
Ammar’ın Şehadeti
3. Mescid-i Nebî yapılıyor. Herkes harıl harıl çalışıyor. Kimi kerpiç yapıyor, kimi de taşıyordu.. tabii Allah Resûlü de çalışanlar arasında.. evet O da sırtında kerpiç taşıyor. Ammâr, bir aralık Allah Resûlü’nün yanına geldi.. sırtında da iki kerpiç vardı.. herhalde naz makamında “Ya Resûlallah! Bana iki kerpiç yüklediler” dedi. Allah Resûlü, tebessüm buyurdu ve onun yüzündeki tozu-toprağı mübarek elleriyle silerken de tam otuz sene sonra başına gelecek bir ciğersûz hâdiseyi 115 veya 116 diyerek, Hz. Ali’ye başkaldıran bir bâgî cemaat tarafından şehit edileceğini haber verdi ve onu uyardı. Evet, Sıffîn’de Ammâr, Hz. Ali tarafındaydı ve o savaşta bu büyük sahâbi şehit düşmüştü. Hatta Hz. Ali taraftarları, bunu karşı tarafın haksızlığına delil getirerek onlara “siz bâgîsiniz” demişlerdi 117. Evet, gerçi Sıffîn’de Hz. Ammâr’ın kanı dökülüyordu; ancak yere düşen her bir kan damlası âdetâ, Allah Resûlü’ne hitaben “Sadakte” doğru söyledin, diyordu.
Evet, aziz okuyucu! Allah bildirmezse, insan bunları nasıl bilebilir? Bugün kurgu filmlerde bazı kehanetlerde bulunuyorlar. Bunlar o kadar zor değil, çünkü mukaddimeleri, başlangıçları var.. biraz hâdiseleri terkip etme kabiliyetiyle, bu türlü mes’elelerde tahmin yürütülebilir. Halbuki Efendimiz’in gaybtan haber verdiği hususların hiçbirinde başlangıç ve mukaddimât adına bir nokta dahi mevcut değildi. Bu itibarla O’nun söylediklerinin onda birini bile, deha çapında müthiş bir karîhaya sahip herhangi bir insanın söylemesi imkansızdır. Zira bu gibi mes’eleler aklın hudutlarını ve bizleri aşan mes’elelerdir.. yani gayb gözü açık olmadan veya vahiyle müeyyed bulunmadan, bu gibi hususları bilmenin imkânı yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü kendiliğinden değil; Allah’ın bildirmesiyle biliyor, söyledikleri de hep doğru çıkıyordu...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
Din Adına Dinsiz Bir Kavim
4. Birgün ganimeti taksim etmiş, orada duruyordu ki, birden, burnu basık, gözleri çukur ve elmacık kemikleri çıkık bir adam çıkageldi. Tipi tam bir Moğol tipini andırıyordu. Belki de ileride çıkacak bir topluluğu, o gün için o zat temsil ediyordu. Edebsizce Allah Resulü’ne şöyle hitap etti: “Bu taksim adaletli olmadı, âdil ol!” Evet, belki de münafıktı, münafıktı ki, Allah Resulü’ne böyle hitap edebiliyordu. Allah Resulü : “Ben de adaletli davranmazsam kim adaletli davranabilir ki? Eğer âdil olmazsam haybet ve hüsrana uğradım, demektir” buyurdu 118. Cümledeki “Te” harflerini muhatap sıgasına göre okursak; o zaman da: “Siz, haybet ve hüsrana uğradınız, demektir” ma’nâsına gelir. Bununla Allah Resulü şunu anlatmak istemektedir: Eğer bir peygamber âdil değilse o insanlar adaleti kimden öğrenecekler? Adaletin olmadığı bir zeminde ise insanlar, haybet ve hüsrandadır. Öyle ise siz de haybet ve hüsrandasınız demektir. Bir de, eğer ben âdil değilsem, kaybetmiş sayılırım. Halbuki Allah (cc) beni peygamber olarak gönderdi. Demek ki ben kaybetmedim.. o halde ben âdilim.
Hz. Ömer (ra), Allah Resulü’ne karşı nasıl konuşulacağını bilmeyen bu küstaha haddini bildirmek için izin ister: “Bırak şu münafığın kellesini uçurayım” der. Ancak Allah Resulü müsâade etmez ve orada mübarek dudaklarından gayba ait şu sözler dökülür:
“İleride bir kavim zuhur edecek. Ablak yüzlü, basık burunlu ve çekik gözleri çukuruna girmiş bu kavim, Kur’ân okuduğunda kendi okuyuşunuzu küçük görürsünüz. Ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya inmez. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar, hatta, bunlardan birinin kolunda büyükçe bir et beni vardır.” 119
Seneler hızla geçer. Sanki Allah Resûlü’nü tasdik için günler birbiriyle yarışmaktadır: Nehrivan’da Hz. Ali bütün Haricîleri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resûlü’nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali’ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır 120. Zayıf bir hadîste Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Ben Kur’ân’ın tenzili için savaştım, sen de te’vili için kavga vereceksin” 121 buyurmuştur. Yani Kur’ân nazil olmaya başlayınca bütün insanlar, bana karşı koydu; ben de bunlarla mücadele ettim. Ve bir gün gelecek, Kur’ân’ı yanlış te’vil ve tefsîr edenler olacak, sen de onlara karşı kavga vereceksin. Mevsimi gelince o da olmuş, Hz. Ali (ra) Haricîlere karşı kavga vermiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur. Evet, sanki bu burnu basık, elmacık kemikleri çıkık adam, Allah Resûlü’nü tasdik için yaratılmış gibiydi. Öyle ki, onun bu menfî hali, müsbet ma’nâda Allah Resûlü’nü doğruluyordu. Tabii, şeytanın bir mü’mine, musallat olmasıyla, mü’minin ona karşı verdiği kavgada onun sevap kazanmasına mukabil, şeytanın hayır adına birşey kazanmaması gibi, bu adam da o şekilde öldürülüp Allah Resûlü’nü tasdike vesile olmakla beraber, hiçbir şey elde edemeyecektir. Evet gerçi biz, onun o çirkin sima kitabında, Allah Resûlü’nün doğruluğunu okumaktayız; ama bu ona hiçbir şey kazandırmamakta. Zira o bu mevzuda sadece talihsiz bir vasıta...
Gemilerle Sefer ve Ümmü Harâm
5. Ümmü Harâm binti Milhan, bir rivayete göre Allah Resûlü’nün sütten teyzesi, diğer bir rivayete göre ise, annesinin yakın akrabası olması sebebiyle teyzesi mesabesindedir. Allah Resûlü onun evine teklifsiz girer çıkar ve bazen de orada istirahat buyururlardı. Bir defasında yine istirahat için yatmışlardı. Tebessümle kalktılar; Ümmü Harâm binti Milhan sordu: “Ya Resûlallah niçin tebessüm ediyorsunuz?” Buyurdular ki, “Ümmetimden bir topluluğun melikler gibi gemilerle cihada çıktıklarını gördüm.” Kadın, “duâ etmez misin, ben de onlardan olayım” deyince, Allah Resûlü: “Sen onlardansın” ferman ettiler. Tekrar istirahata çekildiler. Biraz sonra yine aynı şekilde tebessüm ederek uyanıp Ümmü Haram’a aynı sözleri söylediler. O da yine: “Duâ etmez misiniz onlardan olayım” dedi. Efendimiz: “Sen evvelkiler arasında olacaksın” dediler.122
Seneler geçer. Ümmü Harâm, kocası Ubâde b. Sâmit ile beraber Kıbrıs seferine çıkar ve orada hastalanarak vefat eder.123 O günden bu güne de müslümanlar, onların kabirlerini ziyaret ediyor, başlarında göz yaşı döküyor. Tabii dökülen her damla göz yaşı, aynı zamanda Allah Resûlü’nü tasdik ma’nâsını taşıyor. Çünkü Allah Resûlü gaybî bir haberde bulunmuş ve bu haber milimi milimine doğru çıkmıştır. Bu doğruluğa Kıbrıs, Kıbrıs tarihi ve onların oradaki merkadi tekzip edilmez bir şahittir.
Evet, Allah Resûlü’nün dedikleri, mevsimi gelince bir bir zuhur ediyor, biz de bunları tarih aynasında müşahede ile O’na şehadetimizi yeniliyor ve her defasında da, vücudumuzu meydana getiren atomlar sayısınca “Doğru söyledin Ya Resûlallah” diyoruz. Evet, belki bizim ifadelerimiz, bunu anlatmaya yeterli değil; fakat her mü’minin vicdanında duyduğu ses, öyle gürül gürül ki, duymazdan gelmek, bu sesi inkâr etmek imkânsız gibi...
Benû Kantûrâ
6. İslâm âlemine musallat olacak bir milletten bahisle de Allah Resûlü şöyle buyurur : “Ahir zamanda Benû Kantûra zuhûr edecektir. Ablak yüzlü, küçük gözlü ve basık burunludurlar.” 124
Tarih kitapları, bunların Moğollar olduğunu söyler. Zaten Allah Resûlü’nün tarifi içinde İslâm Âlemi’nin başına gelen iki büyük ve dehşetli tasallut vardır: Bunlardan biri Endülüs’te, Ferdinand tasallutudur ki, bu her yönüyle tam batı barbarlığı içinde cereyan etmiş; insanlar öldürülmüş, kütübhaneler tahrip edilmiş ve kitaplar da yakılmıştır. İkincisi ise Moğol felaketidir. Onlar da Mısır, Suriye ve Anadolu’da ne kadar kültür merkezi varsa hepsini yerle bir etmiş, her tarafı harabeye çevirmiş, sonra da çekip gitmişlerdir.
Allah Resûlü ümmetinin kaderiyle çok alâkadar olduğundan bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve adetâ diyordu ki; Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (cc), onlara karşı te’dip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde payidar olmaz; ancak evvela Allah (cc) bu zalimleri müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır. İşte böyle bir su-i akibetten sakınmaları için, o şefkat âbidesi Allah Resûlü, ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedici hareketlerden kaçınmalarını tavsiye sadedinde başlarına gelecek bela ve musibetleri, hem de o hâdiselerin tasvirini yaparak haber veriyor.. evet, verdiği bu haberler, kendisinden tam altı-yedi asır sonra meydana gelmekle O’nun hak resûl olduğunu ilân etmektedir...
İstanbul’un Fethi
7. İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla “Konstantiniye” muhakkak müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek’inde Allah Resûlü’nün bu haberini naklederken, bu mu’ciznûma ihbarı: “Konstantiniye elbet birgün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır” cümleleriyle verir.125
Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de tâ sahâbe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebu Eyyûb el-Ensârî de o gelip dönenlerden geriye kalmış İstanbul’un bağrında, İstanbul’un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin ma’lûmu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir-iki hususu arzetmeden geçemeyeceğim:
İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderunda yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih’in ders arkadaşıydı.
O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de Cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.
Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı, son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih’i hayrete düşürmüştü. Sordu: “Niçin tebessüm ediyorsun?” Cevap verdi: “Biraz evvel buraları Allah Resûlü teftiş ediyordu. O’nun gül cemalini gördüm. Sürûrum bundandır..”
Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: “Üç-dört kişi dahi olsa, samimi bir kalple, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü’nün ruhâniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir.
İşte, İstanbul’un fethi de sıdkın diğer şahitleri misüllü Allah Resûlü’nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyûb el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu.. ve onun içindi ki, tâ Medine’den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul’a defnedilmesini vasiyet etmişti.126
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
Uzak İstikbâl
Vehn (Dünya Sevgisi - Ölümden Korkma)
1. Efendimiz (sav) günümüze çok yakın hâdiselerden de haber vermişti. İşte bunlardan biri: “Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya da’vet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize da’vet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Allah Resûlü: “Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak” dedi. Yine birisi sordu:“Ey Allah’ın Resûlü vehn nedir?” Cevap verdi: “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi!” 127
Bu ifadelerden, ilk bakışta şu ma’nâları anlıyoruz: Birgün gelecek, milletler yığın yığın üzerimize çullanacaklar. Sofrada yemeği taksim eder gibi, yer altı-yer üstü servetimizi aralarında paylaşacaklar. Evet, bütün yer altı ve yer üstü servetlerimize el koyacak ve gözümüzün içine baka baka âdetâ sofralarımızı yağmalayacaklar. Evet biz, lokmayı hazırlayıp önlerine koyacağız, onlar da doymak bilmeyen bir iştiha ile önlerine konan şeyleri yutacaklar. Bütün bunlar niçin olacak? Çünkü o zaman biz, artık köklü bir ağaç değiliz de ondan. Hatta, selin sürüklediği çer çöp gibiyiz de onun için. Evet, bizim mizaçlar, meşrepler, hizipler ve anlayış farklılığı ile birbirimizi yiyip bitirmemize karşılık, onlar dünyevî hasis menfaatler etrafında birleşti, bütünleşti ve bizleri sindirdiler. Önceleri onlar bizden korkuyorlardı. Çünkü biz, onların ölümden kaçtıkları gibi ölümün üzerine gidiyor ve dünyayı istihkâr ediyorduk. Halbuki şimdi biz, ölümden kaçıyor ve dünyayı da onlardan daha çok seviyoruz. Onlar da bizim bu zaafımızı işleterek, bizi en can alıcı yerimizden vuruyorlar.
İlk bakışta haçlı seferlerini hatırlatan bu hadîs, biraz daha derin düşünülürse, çok daha yakın bir tarihte cereyan eden hâdiselere de işaret ettiği açıkça görülecektir.
Raif Karadağ “Petrol Fırtınası” adında bir kitap yazdı. Daha sonra o fırtınayı çıkaranlar tarafından da öldürüldü. Çünkü o kitapta 19. ve 20. asır Türk insanının ma’kûs talihi ve gadr-u efganı, mütecavizlerin de “hay-huyu” vardı.
Devlet-i Âliye’nin -ben ona imparatorluk denmesinin karşısındayım. Çünkü o devlet bir imparatorluk değildi. Sahâbe ve tabiin devrinden sonra, gelmiş geçmiş en muhteşem bir devletti ki, dense dense ona “Devlet-i Âliye” denir- üzerine nasıl bir sofra gibi üşüşülmüştü.! Bütün dertleri, bu geniş ve bâkir toprakların yer altı-yer üstü zenginliklerini elde edebilmekten ibaretti. Tarih boyu cereyan eden açık haçlı hareketlerinin en ağırı, bu kapalı salîb tecavüzü yanında yine hafif kalırdı. Evet, birbirlerini bir sofraya çağırır gibi çağırmış ve bir ülkenin bütün varlığını aralarında paylaşmışlardı...
Hz. Osman ve Hz. Ali’yi (r. anhüma) o devrin hıyanet çarkını çeviren bir zihniyet arkadan vurmuş, Asr-ı Saadeti kana boyamıştı; Âl-i Osman’ı da onların torunları arkadan vurdu ve İslâm dünyasını başsız bıraktılar.
Hazırlanmış ve donatılmış bir sofraya koşuyor gibi üzerimize üşüştü ve Akif’in ifadesiyle: “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” bir araya gelerek Devlet-i Âliye’yi talan ettiler...
Haçlı, bir zamanlar bize belli bir zihniyetle saldırmıştı ve bu o günün saf ve aptal Avrupalısının saldırısıydı. İğfal edilmiş bu aptal yığınlar, akıllarınca Hz. Meryem’in merkadini kurtarmaya geliyorlardı. Halbuki bizim nazarımızda Hz. Meryem onların düşündüklerinden de, inandıklarından da daha faziletliydi. Çünkü biz onun, cennette Efendimiz’e zevce olacağına inanıyor ve ona mü’minlerin anası gözüyle bakıyorduk128. Aynı zamanda eğer, Hz. Meryem hayatta olsaydı, onu da rahatsız edecek olan, onların bâtıl ve köhne düşüncelerine karşı onun gerçek hakikatının müdafiileriydik...
Demek istediğim şudur: Allah Resûlü’nün mevzua esas aldığımız hadîslerinde, işaret buyurdukları bu köhne zihniyetin neticesi, hazırlanan haçlı seferleri değildir; belki yakın tarihte bütün dehşetiyle gördüğümüz ve hâlâ görmekte olduğumuz, korkunç bir batı ittifakıdır ki, henüz İslâm âlemi onlara sofra olmaktan kurtulabilmiş değildir. Görüldüğü gibi, on dört asır evvel söylenenler, bugün, kelimesi kelimesine tahakkuk etmekte, görülmekte ve yaşanmaktadır.
Komünizm Fitnesi
2. İbn-i Ömer anlatıyor: “Allah Resûlü, birgün şark tarafına dönerek”: “Dikkat edin fitne bu taraftan, şeytan çağının yayıldığı yerden zuhûr edecektir” buyurdular.129
Çok kuvvetli bir ihtimal ile bu hadîsleriyle Efendimiz, günümüzde, Avrupa’nın zalim ve kâfirlerine alternatif olarak şarkta zuhûr edecek olan fitneye işaret buyurmaktadırlar.
Metinde geçen “Karn” kelimesi boynuz ma’nâsına geldiği gibi çağ ve asır ma’nâsına da gelir. Onun için bu kelimeye “boynuz” ma’nâsından ziyade “çağ” ve “asır” ma’nâlarını vermek daha muvafıktır. “Şeytan Çağı” demektir ki Asr-ı Saadetin mukabilidir. İnkâr-ı ulûhiyet esası üzerine kurulmuş ateist, ibahîyeci ve dünden bugüne, şeytanın, nefs-i emmare vasıtasıyla insana fısıldamaya çalıştığı bütün fenalıkların birden hayata geçirilmesi sistemi. Kapitalizmin nesebi gayr-i sahih evladı bu ürpertici sistem, günümüzde can çekişiyor olmasına rağmen hâlâ yeryüzünde, din, diyânet, mukaddesât, tarih ve hatta demokrasi düşmanlığının rakip kabul etmez şampiyonluğunu sürdürmekte ve bir korkulu rüya olmaya devam etmektedir ki; zannediyorum Allah Resûlü de bütün efradı içinde, bilhassa bu sistemin hakim olduğu döneme “Şeytan Çağı” diyor. Ve bu çağla gelen cihanşümûl krizlere karşı ümmetini uyarıyor.
Fıtrat’taki Hazine
3. Yine buyuruyor :
“İhtimal Fırat’ın suyu çekilir; ve altın’dan bir dağ zuhûr eder. Kim orada bulunursa birşey almasın.” 130
Bugüne dek Fırat’ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat’a yakın yerde Irak ve İran katliamı oldu. 1958’de yine Fırat’a yakın bir yerde çok ciddî kıyım yapılarak Allah Resûlü’nün torunları katledildi.. gerçi onlar da Devlet-i Âliye’yi arkadan vurmuşlardı (Men dakka dukka). Ancak, yukarıdaki hadîsten, bu iki hâdiseyi çıkarmak uygun olmasa gerek. Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hâdiselere işaret aramak daha uygun olur: Meselâ: Fırat’ın suyu, altın değerinde olacak bir devreye, mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de “altın” sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat’ın suyu tamamen çekilerek, altında çok büyük altın ve petrol yataklarının çıkacağı da bildirilmiş olabilir. Ayrıca, toprak çökmeleri neticesinde böyle bir madenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslâm âleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur. Bunlar bugün zuhûr etmiş şeyler değil; ileride zuhûr edecek hâdiselerdir.. ve o günleri gören insanlar, Allah Resûlü’ne bir kere daha bütün kalpleriyle “sadakte: doğru söyledin” diyecek ve îmanlarını yenileyeceklerdir.
İseviyetin Tasaffisi
4. İki Cihan Serveri, İseviyetin tasaffi ederek Muhammedî ruhla bütünleşeceğini söylemektedir131. Evet, o gün, inkârın temsilcileri, inananları derdest ettikleri esnada, gök kuvvetini elinde tutanlar, Allah’ın yardımıyla müslümanların ma’kûs talihini bir kere daha değiştirecek ve ilhadın burnu bir kere daha kırılacak.. cihanşümûl bu boğuşmada her taraf cenazelerle dolacak ve yeryüzünü dolduran bu cenazeleri de kartallar taşıyacaktır. Bu kartalların belli bir müesseseye işareti ne kadar manidardır!
Tarımdaki Islahlar
5. Tarım sahasında ıslahat yapılacak. Yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecek. Yine buğday taneleri de, o denli büyük olacak. Bunlar bizim şu anda görmediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek hususlardır. Bunlar görülecek ve: “Sen Allah’ın Resûlü’sün” denilerek Allah Resû-lü’ne olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü, asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.132
Bizler meşime’nden doğacak ferdâya hayranız. O öyle bir ferdâdır ki, O’ndan başka ışık yok..! O bir sönse, hayat artık ebedî leyl-i yeldâdır. Akif ruhun şad olsun!
Günümüzdeki Dengesizlikler
6. Biz yine günümüze bakan işaretlere dönelim. Allah Resulü buyuruyor :
“Kıyamete yakın hususi selamlaşma(yani selam vermede şahıs belirleme) olur, ticaret revaç bulur. O kadar ki kadın kocasına ticarette yardımcı olur. Sıla-i rahim kesilir. Yalan yere şahitlik yapılırken hak yere şehadet ketmedilir. Kalem teşvik görür.” 133
Bu hadîs, hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutulmadan günümüzü bütün çıplaklığı ile ele vermektedir.
Ticaret revaç bulur. Öyle revaç bulur ki, milyarlık, trilyonluk yatırımlar yapılır. Sadece reklam için milyonlar, milyarlar harcanır. Ve çoğu kere kadın, ticarette reklam aracı olarak kullanılır. Bazen de kadın doğrudan ticaretin içine girer ve çarşıda-pazarda, panayırda-fuarda, reklamı kendilerinden reklamcılar olarak dolaşır. Bu sözlerimizle sakın ticaretin aleyhinde bulunduğum zannedilmesin; ben sadece Efendimiz’in verdiği haberin doğruluğuna işaret etmek istiyorum.
Sıla-i rahim koparılacak. Anne-baba ve yakın akraba hakları ayaklar altına alınıp çiğnenecek. Ana-baba yaşlanıp işe yaramaz hâle gelince, yani tam şefkat ve ilgiye muhtaç oldukları bir devrede, huzur evlerine gönderilecek ve bu yaşlı insanlar evlerinde yitirdikleri huzuru, orada bulmaya çalışacak.. Cenâb-ı Hakk kendinden sonra en büyük hakkı onlara vermesine rağmen134 O’nun bu emri dinlenmeyecek ve onlara karşı, en vahşi barbarlara rahmet okutacak en küstahça muameleler reva görülecek. (Anlatılanlar, günümüze uyuyor mu, uymuyor mu bunu sizin idrakinize ve irfanınıza havale etmekle yetineceğim.)
Kalem teşvik görecek, matbaalar harıl harıl çalışacak; gazete, dergi ve kitaplar basacak. Kitap ve yayın evleri, durmadan kitap ve ansiklopedi neşredecekler, kütüphanelerin rafları binlerce çeşit kitapla dolup taşacak. Yazmak, bir meslek haline gelecek ve yazarlık revaç bulacak.
Yalan yere şehâdet, ortalığı saracak ve doğru şahitliğe kimse yanaşmayacak. Cemiyet, âdetâ bir yalan fabrikası haline gelecek ve hayat büyük ölçüde yalan, hıyanet ve aldatma yörüngeli olacak...
Mes’ele o kadar açık ve seçik olarak ifade ediliyor ki, burada bazılarının aklına “acaba bu sözler hakikaten Efendimiz’e ait midir?” diye bir tereddüt gelebilir.
Cevap, gayet basittir: Bu sözler en az, on üç asır evvel tedvin edilmiş olan hadîs kitaplarında mevcuttur. Eğer bu sözleri Allah Resûlü söylemediyse, ya kim söylemiştir? Kendisinden bu kadar asır sonra meydana gelecek hâdiseleri, gözle görürcesine kim ifade edebilir? Hem, eğer bu sözler Efendimiz’e ait değilse, bu sözlerin sahibinde de, en az Efendimiz kadar bir nurlu bakış olması gerekmez mi? Tarihte Allah Resûlü’ne denk bir ikinci insan var mıdır ki, bu sözler ona isnad edilsin. Hayır; gaybe ait bu ifadeler, Allah Resûlü’ne aittir. Rabb’i, O’na öğretmiş, O da bize haber vermiştir. Evet, günümüzde zuhûr eden bu hâdiseler, Allah Resûlü’nün, sözlerinde ne kadar doğru olduğunu apaçık göstermektedir.
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
İlmin Yaygınlaşması
7. Bir hadîs-i kudsîde Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir buyruğunu şöyle intikal ettirir: “Ahir zamanda ilmi öyle bir neşredeceğim ki, erkek de öğrenecek kadın da. Hür de öğrenecek, köle de. Küçük de öğrenecek büyük de.” 135
Her seviyede açılan okullarda, her sınıf insan, ilmi öğrenecek ve âdetâ bu mevzuda birbirleriyle yarışır hale gelecekler. Günümüzde açılan bunca okul, kurulan bunca üniversite ve dünya çapında yaygınlaştırılan ilim ve iletişim araçlarını bu mevzuda seferber edilmesi gösteriyor ki; Allah Resûlü, Rabb’inden rivayetle söylediği bu sözünde, ilim ve bilim çağına işaret buyurmakta ve bu mevzudaki gelişmeler de O’nu doğrulamaktadır. Sanki kurulan her ilim müessesesi hal diliyle, Allah Resûlü’ne hitaben: “Sen doğru sözlüsün” demektedir. Zaten ilim asıl mecrasına döndürülebildiğinde, ilimler bunu bizzat söyleyecektir..!
Kur’ân’dan Kaçış
8. Ve, yine Allah Resûlü günümüze tam uyan bir hadîslerinde: “Kur’ân bir utanma mevzûu ve İslâm da garip olmadıkça kıyamet kopmaz” buyuruyorlar.136
Kâfir küfrünü açıkça ilan ederken, müslüman müslümanlığını sanki utanılacak birşeymiş gibi utanarak, sıkılarak söyleyecektir. Onlar, kendi düşünce ve kendi neşriyatlarını otobüste, uçakta ve daha başka yerlerde açıkça reklam etmelerine karşılık, müslümanlar, Kur’ân’ını açıp okuyamayacaklar. Öyle bir psikolojik baskı altında kalacaklar ki, zahiren bir yasak konulmasa da o baskı altında Kur’ân yanlısı olmayı ar edip saklayacaklar. Şimdi bu gerçeği inkar etmeye imkân var mı? Evet, günümüzde müslümanın yaşadığı dramlardan birisi de bu değil mi? İslâm, her şeyiyle garib hale gelmedi mi?
Acınacak durumumuzun tasvirini, daha fazla uzatmadan noktalayalım. Bütün bunları Allah Resûlü, hem de asırlarca evvel aynen olacağı şekliyle haber verdi.. ve verilen haberler de, mevsimi gelince, en küçük teferruatına kadar vuku’ bulup Allah Resûlü’nü tasdik etti. Bilmem, bütün bunlar, dönüp yeniden O Zat’a biat etmemize yetmiyor mu..?
Zaman Mefhumu
9. Başka bir hadîslerinde de, kıyamet alâmeti olarak, Kur’ân’ın utanılacak bir mevzu haline getirileceğini anlattığı yerde Allah Resulü, hadîsin devamında: “Zaman ve mesafelerde yaklaşma olmadıkça kıyamet kopmaz” buyurmaktadır.137
Hadîste geçen “tekârüb” kelimesi, iki şeyin birbirine yaklaşması, demektir. Bununla da Allah Resulü, hem zamanın izafiliğine, hem de o devreye göre çok uzun zamanda yapılan şeylerin, daha kısa zamanda yapılabileceğine işarette bulunmuştur. Sanayi ve teknolojideki inkılâplarla, hemen her sahada korkunç sür’at çağına girildiği artık çocukların bile bedîhî saydığı şeylerdendir. İşte, hadîs-i şerifte buna işaret buyurulduğu gibi, bugünün -artık mesafeleri iyice kısaltan- sür’atli vasıtalarına da işaret edilmektedir. Ayrıca, astronomi ve astrofizikle meşgul olanların anlayabileceği bir mes’eleye de burada parmak basılmaktadır. Yeryüzü, zamanla elips şeklini almaktadır. Bu değişiklik, zaman üzerine de tesir edecek ve biz farkına varmadan, saatlerimizde, dünyanın durumunda değişikliğe tesirli olabilecektir! Benim bu hadîsten anladığım bir başka ma’nâ daha var; o da şudur: Zamanın itibarî bir vücudu vardır. Fakat nerede olursa olsun zaman yine zamandır. Meselâ, Boğa burcuna gidiniz. Ve oradan kırk milyon ışık hızı ötede, saniyede yüz elli bin kilometre hızla uzaklaşan bir nebüloza bakınız; çok farklı zamanlara şahit olacaksınız. Işık hızının yarısı sür’atinde uzaklaşan bir nebülozda da bu birim bir zaman ölçüsüdür; nisbetler mahfuz, daha aşağıdaki seviyedekiler için de...
Evet, birgün beşer güneş sisteminin dışına çıkma imkânı bulursa, herhalde şu andaki zaman anlayışı orada tamamen alt üst olacaktır.
İşte sırlı ve sihirli iki kelime ile, ilerde bizim zaman anlayışımızla ve çok daha başka zaman ölçülerinin hepsine birden Allah Resûlü “takarebe’z-zaman” ifadesiyle işaret ediyor.
Şimdi soruyoruz. Acaba bu sözler, bir beşer sözü olabilir mi? Zaman ve mekan, kudret elinde evrilip çevrilen Zattan başka bu hakikatları kim bilebilir? Rica ederim, bunlar, ümmî bir Zat’ın, ümmî bir devirde bilebileceği şeyler midir? Elbette hayır. Fakat O’na, bütün bunları bildiren Allah’tır. O, sadece Cenâb-ı Hakk’ın kendine bildirdiklerini haber vermiştir.
Günler, aylar, yıllar ve asırlar geçiyor. İlim ve teknik, dev adımlarla ilerliyor. Ve neticede varılan hedefte, Allah Resû-lü’nün o mes’eleyle alâkalı asırlarca önce görüp bildirdiği hakikate ulaşıyor ve ilim adamı, bu mevzuda hayranlığını gizleyemiyor, bütün gönlünün coşkunluğuyla Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen doğrunun tâ kendisisin ya Resûlallah!” diyor.
Faizin Yaygınlaşması
10. Bir gün, faiz sistemi alabildiğine yaygınlaşacak ve bizzat faiz yemeyene dahi onun tozu toprağı bulaşacaktır. İşte günümüzün en büyük illetlerinden biri olan ve hergün o korkunç buutlarıyla daha da yaygınlaşan bu maraza, Allah Resûlü şu hadîsleriyle işaret buyurmaktadır : “İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene dahi tozu toprağı bulaşacak.” 138
Hadîste iki hususa dikkat çekiliyor:
Birincisi: Devletin bütün parası, faiz çanağı içinde kaynadığından, bankalarla, banka olmayan müesseseler müşterek hareket ettiğinden; insan ne kadar hassas davranırsa davransın, muhakkak hayatı kuşatan bu sârî illetten nasibini alacaktır. Yani onun üzerine de birşeyler sıçrayacaktır. Ancak bu durumda insan, sadece niyetiyle kurtulabilecek ve niyeti, onun sığınağı olacaktır.
İkincisi: Arapça’da toza toprağa bulanmanın ayrı bir ma’nâsı daha vardır. Bir kısım kimseler, faiz yiyecekler, yemeyenler de onun tozuna toprağına maruz kalacaklardır. Kapitalist zümre, faizle servetlerini nemalandırıp, inkişaf ettirirken, proletarya sınıfını da aynı seviyede sefilleştirecek ve bu iki sınıf arasındaki amansız bir mücadele, cemiyeti toza toprağa, yani kargaşaya boğacak ve birgün herkesi rahatsız edecek seviyeye ulaşacaktır. Zannediyorum bunların hepsi olmuştur ve olmaktadır. Günümüz insanı her iki yönüyle de hadîsin işaret ettiği bu hususları bütün çirkinliğiyle müşahede etmektedir. Ve yine günümüzde artık, faize -dolaylı ve direkt- bulaşmayan bir ticarî kuruluş yok gibidir. Dünya çapında bütün ticaret, bu anlayışın çarkları arasında dönüp durmaktadır ve bütün dünyada faiz muamelesi tıpkı bir mal mübadelesi, bir para alış verişi gibi kabul edilmektedir.
İki Cihan Serveri, günümüz insanının maruz kaldığı faiz krizine çok önceden ümmetinin dikkatini çekmiş ve uyanık davranmalarını, faiz bataklığına düşmemelerini tembih etmişti ama, gel gör ki, bugün bütün İslâm âlemi gırtlağına kadar faiz bataklığı içinde çırpınıp duruyor ve henüz bu çirkef içinden sıyrılıp çıkma mevzuunda da herhangi bir gayreti yok gibi... Halbuki İslâm, faize karşı harp ilan eden bir dindir.139
Keşke müslümanlar, Kur’ân’ın bu mevzudaki tehditkâr ifadelerinin, hiç olmazsa bir kısmını anlayabilselerdi, bugün birer faizzede olarak dünyanın en derbeder milletleri arasında bulunmayacaklardı!..
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 4
Mü’minin Gizleneceği Zaman
11. Yine günümüzü tablolaştıran bir başka hadîs : Yani :“ İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o günün mü’-mini, onların arasında gizlenecek, aynen, bugün münafığın sizin içinizde gizlendiği gibi...” 140
O devrede münafık nasıl davranıyordu? Kendisini hissettirmemek için hangi çarelere başvuruyordu; aynen mü’min de onun gibi davranacak, kendini gizleyecek, ibadetlerini gizli gizli yapacak ve bulunduğu yeri korumaya çalışacak.. yoksa onu iflah etmeyeceklerdir. Bu şerr-i mütegallibe, onu ve onun gibi olanları bağrında barındırmak istemeyecektir. İş yerleri ve devlet kademelerinin bazı kesimleri, onlara tamamen kapalı tutulacak ve onlar cemiyet içinde hor ve hakir görülecektir.
Başka bir hadîs de aynı hususu takviye eder mahiyettedir: “Fitneler olacak. O gün kişi namazından dolayı ayıplanacak. Aynen zina eden bir kadının bugün ayıplandığı gibi.”
Tabii ki hadîste zina eden kadının ayıplanmasına teşbih, o günün anlayışı baz alınarak yapılmıştır. Halbuki günümüzde, hususiyle de bazı yörelerde o bir meslek sayılmaktadır.
Evet, eğer belli bir dönemde gelip geçenler sayılmazsa, namazından dolayı insanların horlandığı, ayıp bir iş yapmış gibi suçlandığı ve şer güçlerin hakimiyeti altında inim inim inlediği günler de gelecek ve mü’min, bu afeti de, gizlenmek suretiyle geçiştirecektir.
Tâlekan’da Petrol
12. Allah Resûlü buyuruyor:
Arapçada “Veyh” buruk bir tebessüme benzer müjdeler için kullanılır. Hz. Ammâr’ın şehid edileceğini bildirdiği zaman da, Allah Resûlü aynı tabiri kullanmış ve demişti.141
“Tâlekan” ise, Kazvin’de petrol yatakları bol bir mıntıkanın adıdır. Hadîste, Efendimiz meâl olarak: “Müjde Tâlekan’a! Orada Allah’ın gümüş ve altın cinsinden olmayan hazineleri var” demişlerdir.142
İleride oralarda daha başka madenler de bulunabilir. Bulunan şey, uranyum veya elmas yatakları da olabilir. Ve bunlar neticeyi değiştirmez. Efendimiz, altın ve gümüş cinsinden olmayan bir hazineden bahsetmektedir.. ve günümüzde bunlar ortaya çıkmış durumdadır. Demek ki Tâlekan’da çıkan petrol dahi, Allah Resûlü’nü tasdik etmekte ve O’nun doğruluğunu haykırmakta...
Ehl-i Kitaba İttiba
13. İslâm âlemi, kendinden evvelki ümmetleri, yani Hristiyan ve Yahudileri, adım adım, karış karış takip ve taklit edecek; hatta onlardan biri başını bir keler deliğine soksa müslümanlar da onları aynen takip edip başlarını oraya sokacaklar. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz bu hususu, şu veciz ifadeleriyle beyan buyurmaktadırlar:
“Sizden evvelkileri öyle takip ve taklit edeceksiniz ki, karış karış, kulaç kulaç onların ardından gideceksiniz. Hatta onlar başlarını bir keler deliğine soksalar siz de aynı şeyi yapacaksınız.” 143
Sahâbe “Sizden evvelkiler” cümlesinden kasdolunanın Hristiyan ve Yahudiler mi olduğunu soruyor. Allah Resûlü: “Başka kim olabilir ki” ma’nâsına ( ) buyuruyorlar.
Bugün bizim ve bütün İslâm dünyasının durumu meydanda.. hemen hepimiz şahsiyetini kaybetmiş ve bir kimlik bunalımıyla inlemekteyiz. Halimiz, hadîsin ifadesiyle, iki sürü arasında gelip giden şaşkın koyundan farksız. Bir zaman başka devletleri yıkan, bitiren ve tüketen bütün olumsuz şeyler, bugün, ahtapot gibi dört bir yandan bizi sarmış durumda. Biz de taklit sersemliği ile bu ölüm ağını, yenilik ve medeniyetin turnikeleri sanıyoruz. Evet, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir millet, bizim batıyı taklidimiz ölçüsünde, taklidi bir tutku haline getirmemiştir. Bugün batı dünyasında meydana gelen her yenilik hiç parola sorulmadan bizde aynen kabul görüyor ve kabul ediş sür’-atinde birçok batılı ülkeyi bile geride bırakıyoruz. Halbuki Allah Resûlü, en küçük hususlarda ve teferruat gibi görünen mes’elelerde dahi onlara muhalefet ediyordu.144
Ne var ki konu o olmadığı için o kapıyı açmak istemiyoruz.
Şimdi bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bütün bu olacak hâdiseleri Allah Resulü’nün hem de asırlarca önce haber vermesi ve mevsimi gelince de bunların zuhurudur. Evet, her hâdise, O’nun dilinde bir tebşir ve inzar şeklinde tecelli eder. Vakt-i merhunu (belirlenmiş zaman) gelince de fasih bir lisan kesilir ve O’nun sıdkına şahâdet eder.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 5
ÇEŞİTLİ İLİM DALLARI
Bu bölümde Allah Resulü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı mes’eleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehâdeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.
O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bu güne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sâdık’ın beyanı, herbiri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsa ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resulü’-nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.
Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfürû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “sadakte” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir.
Bu cümleden olarak, mes’elenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misâli takdim etmeye çalışalım:
Her Hastalığa Çare
1. Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîslerinde şöyle buyururlar: “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!” 145. Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (cc) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümûllü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, birgün bütün hastalıklara -tabii Allah’ın tevfik ve inayetiyle- mutlaka şifa bulunabilecektir.
Ebu Dâvûd’un rivayetinde “Her derde deva vardır,” buyrulur.146
Başka bir hadîs-i şerifte: “Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.” 147
Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine, beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur... Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak, bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun...
İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya da’vet ediyor.
Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın!
Zaten, Kur’ân-ı Kerîm de hep bu mes’eleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mu’cizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mu’cizelerle idealleştirmiş. Evet, nasılki enbiyâ, ruhânî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selametli sahile çıkarmışlardır; öyle de müsbet ilimlerde de, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki, beşer, bütün maddî-manevî terakkinin anahtarlarını enbiyadan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mu’cizelerin anlatılması, o mu’cizelerin, ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir.
Meselâ, Hz. Mesih, -Allah’ın izniyle- ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü, âdiyât orada bitiyor ve ondan öte, harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan takatı ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mu’cize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, Enbiyâ-ı İzâm’ın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mu’cizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır.
İşte, Hz. Mesih’in mu’cizesiyle, Kur’ân, teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları tâ ölüm sınırına kadar açık... Hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..!
Ve, meselâ; Hz. Musa (as)’nın eliyle beşere takdim edilen mu’cizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki âsayı atıp ta onu hakiki bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir.
Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şâirâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyânlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebid gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyânda o bir mu’cizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir.
Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için -temas kabilinden dahi olsa- dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız.
Peygamberlerin mu’cizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdetâ belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.148
Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mu’cizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır.
Beşer, tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakkî kaydetmesi, mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah (cc)’ın yaratmasıyla var olan bir mahluktur : (Mülk, 67/2) âyeti de buna işaret etmektedir.
Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah (cc)’ın emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır.
Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik”denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır; ve bu, oldukça da kolaydır; hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki, Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir.
Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabibler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamiyle riayet edilmesiydi.
Allah Resûlü, bir taraftan kalp ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdetâ tabiblik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de manevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.
Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhûr buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün veba da o idi. Vebaya karşı sahâbe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama, askerî harekatla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizansın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahâbe şehit olmuştu.149
O gün, ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrâh da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebu Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebu Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim” diyecektir.150
Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “kalk bunlarla git” demişti151. Evet O, ümmetin emini ve Cennetle müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahâbe de vebanın insanları kasıp kavurduğu bir yerde bulunuyordu.
Hz. Ömer (ra)’in hilafet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebu Ubeyde, önüne dikildi: “Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” dedi152. Bu da, Ömer’in bir ferasetiydi.
Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadîsi nakletti: “Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhûr etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.” 153
Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “El-hak, doğru söyledin” diyor.
Cüzzam ve Karantina
2. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz şöyle buyuruyorlar : “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!” 154
Bu hadîs-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok mes’elede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resulü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir. Burada tavsiye edilen kaçma mes’elesi, ayakkabıları alıp firar etmek ma’nâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadîsleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşîdâttır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resulü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlara, ancak çok ciddi gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.
Köpeğin Ağzı Değince
3. İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor: “Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır!” 155
O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvela sterilize edilmesini emretmiş oluyordu.
Bundan başka, hadîs-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir. Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir.
İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir... Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdetâ mümkün değildir. Onun için sterilize çok önemlidir.
Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu haline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyânı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir.
Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir156. Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.” 157
Bunun ma’nâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât ve cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriye’ye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır...
Bu son durum itibariyle Efendimiz’in mes’eleye yaklaşması da ayrı bir mu’cize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizâm veya ekolojik denge, tâ o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resulü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir mes’eleyi hatırlatıyordu.
Evet, Allah (cc) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkîl eden unsurlar arasında umûmî bir denge meydana getirmiştir ki: “O, bir mizan va’zetti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız” (Rahmân, 55/7,8) âyeti de bu genel prensibini ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tesbit edebildiğimiz birkaç mu’cizevî yön var ki, ileride aynı cümle kimbilir daha nice hakikatlara ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibariyle, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Halbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım:
Kesin bir dille ve hiçbir tereddüde yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da, aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar...
Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak
4. Tirmizî ve Ebu Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadîste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.” 158
Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız; ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız!
Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas va’zediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu mes’elenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?..
Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvela o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insan, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyân eden159 Allah Resûlü, bilhassa el temizliğini nazara verip üzerinde, tahşîdât üstüne tahşîdât yapmaktadır.
Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı?
O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır; bunların hiçbiri yoktu; ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı. O da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüvv” veya “gayr-ı metlüvv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine ta’lim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilaf-ı vaki herhangi bir beyân bulmak mümkün değildi.
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 5
Ağız ve Diş Temizliği (Misvak)
5. Kütüb-ü Sitte’nin (Altı Hadîs Kitabı) ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırk’a yakın sahâbenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadîslerinde de Allah Resûlü: “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim” buyuruyorlar.160
Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı, böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa, misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes, her yerde misvak bulamayabilirdi...
Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mes’ele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte -İnşaallah- onları da okuyacaksınız...
Sivaklama, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği birşey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir.
Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah (cc)’tır. Efendimiz, O’nun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi, günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Halbuki Efendimiz’in -en azından- günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı161. Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, birşey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resulü’nün misvak kullandığına yani, dişlerini temizlediğine şahit oluruz.
Yemede Ölçü
6. Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gadap ettiği kab, dolu bir midedir.” 162
Bu hadîsi takviye eden başka hadîsler de vardır: Bunlardan birinde Allah Resulü şöyle buyurur: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.” 163
Hadîste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murakebesiz, muhasebesiz ve gâfilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hasıl olmayacaktır... Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır. Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa, sözlerinde hilaf-ı vaki bir beyânın bulunmadığına şahit olacaksınız...
Sürme
7. Şimdi de başka bir hadîse intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resulü buyuruyor: “Gözlerinizi sürmeyle tedavi ediniz. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.” 164
Kalbi ve kafası münevver tabiblerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır165. Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.
Çörek Otu
8. Buhârî’de, Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadîsde de şöyle buyurulmaktadır: “Şu habbe-i sevda, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.” 166
“Her dert” tabiri, Arapçada kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tabi tutulsa ve üzerinde ciddi araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır.
Hadîs-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor:
Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü.
İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı.
Biz, yine mes’elenin ilmî plânda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir-iki hususu kayda almaya çalışalım.
Hastalıkta, bilhassa nekâhet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde, hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin.
Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misâl var ki, saymakla bitmez... Bu demektir ki, Allah Resulü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vaki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.
Sinek
9. Yine bir Buhârî hadîsiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resulü buyuruyor :
“Sizden birinizin (su veya yemek) kabına, sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır. ” 167
Evvela, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten, yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini de birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacak.
İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikropun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır.
Bu mes’elenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sineğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.
İç Kanama
10. Hz. Âişe Validemiz (r.anha), anlatıyor: “Birgün Fâtıma binti Ebi Hubeyş, Allah Resulü’ne gelerek: ‘Ya Resulallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terkedeyim mi?’ dedi.” Allah Resulü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.” 168
Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihaze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tesbit edilebilen bu mes’eleyi acaba Allah Resûlü (sav), o devirde nasıl bilebilmişti. Tabiî ki Rabb’inin bildirmesiyle.. evet Rabb’i O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, O Söz Cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi, ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebî olabilir.
İçkide Deva Yoktur
11. Târık b. Süveyd (ra) anlatıyor: “Bir hastalığım vardı. İçki yasak edilmeden evvel, o hastalığımın tedavisinde içki kullanırdım. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumumu arz ettim. Ve benim için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum.‘Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz’ ma’nâsına: 169 buyurdular.
Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.
Sünnet Olmak
12. Allah Resûlü, on şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.170
Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı; sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir.
Görülen odur ki, bu mevzuda da batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda.
Sözün burasında, tedâyi ile hatırladığım çağın devasa tanığına ait şu tesbiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı birgün, bir İslâm evladı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir batılı doğuracaktır.” 171
Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evladın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte -inşaallah- duyulacaktır..!
Buraya kadar, Allah Resulü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatta doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Halbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara cennete giden şehrâhı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk ma’nâsı tecessüm ve tecessüd etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemailleri zuhûr edecekti...
Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyid edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki mes’elenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri, hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır.
Zaten ahiret denen âlem de Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun zât, sıfat ve esma hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, cennet, cehennem, hûri, gılmân hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte” diyeceklerdir...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 6
EMANET-EMİN OLMAK
Peygamberlere ait ikinci sıfat, emanet sıfatıdır. Bu kelime Arapça olup, îman ile aynı kökten gelir. “Mü’min” inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Peygamberler, mü’min olarak zirve insan oldukları gibi, emin olma, emniyet telkin etmede de en baştadırlar. Kur’ân-ı Kerîm, onların bu sıfatlarına birçok âyette işaret eder. Şimdi bunlardan birkaçını arz edelim:
“Nuh kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Nuh, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin” (Şuarâ, 26/105-108).
Nuh, kavmine şöyle diyor: Hâlâ ittikâ edip sakınmayacak mısınız? Ben emniyet telkin eden, emanet sıfatı olan, hiyanete tenezzül etmeyen bir elçiyim. İşte bu âyette bir peygamberin dilinden, peygamberliğe ait bu “emanet” sıfatı dile getirilmektedir. Keza:
“Âd kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/123-125). Ve:
“Semûd (kavmi) de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Salih, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/141-143). Keza:
“Lût kavmi de, peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Lût, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/160-162).
Konuyla alâkalı âyetleri çoğaltmak mümkündür. Bu arada işârî ma’nâsıyla emniyet ve emaneti anlatan daha birçok âyet vardır ki, biz, bir fikir vermek için zikrettiklerimizle yetinmek istiyoruz.
“Mü’min”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri olduğu gibi, aynı zamanda O’na inananların da en önemli isimlerindendir. Allah (cc)’a niçin mü’min denir? Çünkü O, güven kaynağıdır. Bize güveni veren de O’dur. Bize, damla damla veya şelâleler halinde güven, hep O’ndan gelir. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve îman dediğimiz mes’ele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi, Hâlık-mahlûk münasebetine götürür. Bütün bu ma’nâlar, emanet kelimesinin iştikakında mevcut olan ma’nâlardır ve zaten mevzunun bir önemli yönü de, bu münasebeti kavramaktır.
Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in en önemli sıfatı, emanet olduğu gibi, Cibrîl-i Emîn’in de en önemli vasfı yine emanettir. Kur’ân O’nu bize şöyle anlatır: “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir” (Tekvir, 81/21). Evet, Cibrîl, Allah (cc)’a itaatkâr ve O’nun nezdinde ihraz ettiği vazife itibariyle de güvenilir bir elçidir. İşte, Kur’ân da bize bu güvenilirler kaynağından gelmiştir. Allah, “Mü’min”dir. O’nun beyanı emniyet telkin eden bir beyandır. Kur’ân, Allah’ın emin dediği Cibrîl vasıtasıyla gelmiştir. Ve yine bu Kur’ân, O Emin Peygamber’e ve O’nun emniyeti ihraz etmeye namzet kudsiler topluluğu ümmetine indirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’den herkes derecesine göre mutlaka istifade etmiştir. Cibrîl de bu istifade edenler arasındadır. Birgün kendisi Allah Resûlü’ne şöyle demiştir: “Allah (cc) Kur’ân’ında benim için “Emîn” ifadesini kullanıncaya kadar akibetimden endişe içindeydim. Bu ifadeyi duyduktan sonra iliklerime kadar emniyetle doldum...”
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7
PEYGAMBER EFENDİMİZDE EMNİYET
Efendimiz, evvela Allah’tan aldığı mesajlara karşı emîndir.. O’nun zerre kadar emanete ihaneti düşünülemez. Sonra bütün mahlûkata karşı emîndir. Herkes O’na itimat eder. Çünkü, evvela, O herkese karşı emniyetini göstermiş, emniyet ve güven telkin etmiştir. Daha sonra da bize, emniyet ve güvenin ne kadar lüzumlu olduğunu anlatmış ve bizi ona inandırmıştı. İsterseniz, şimdi de sırasıyla bu hususlar üzerinde bir duralım:
Risalet vazifesine karşı emniyeti
Allah (cc), Resulü’nü emanete riayet eden bir insan olarak seçmiş ve O da bunun, heyecan ve helecanını bütün hayatı boyunca yaşamıştır. Öyle ki, vahiy geldiğinde, olur da bir kelime kaçırırım diye heyecanlanıyor ve daha Cibrîl bitirmeden O, söylenenleri hıfzetmek için durmadan tekrar ediyordu. Hatta bu mevzuda o kadar çok tehâlük gösteriyordu ki, birgün Kur’ân O’na şöyle diyecekti:
“(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphe etme ki onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Bize aittir. O halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da Bize aittir” (Kıyame, 75/16-19).
Kur’ân, O’na bir emanet olarak tevdi’ edilmişti.. O da bu kudsî emanette emîn olamamaktan korkuyor ve tir tir titriyordu. Onun için de Allah (cc), O’nu teselli ediyor ve Resulü’nü emanette emîn kılacağı teminâtını veriyordu.
Allah Resulü, ömrünü hep aynı heyecanlar içinde geçiriyor, emanette emîn olmaya, herkesten daha çok gayret ediyor ve üzerine aldığı bu ağır yükün sıkletini olanca ağırlığıyla sırtında hissediyordu. Onun içindir ki, ümmetine veda ettiği hac ma’nâsına “Veda Haccı”nda Güneş gurûba yaslanırken O da hayat-ı seniyelerinin gurûba meylettiği şuuruyla, sadık arkadaşlarına, o derin sorumluluğunu bir kere daha solukluyor ve sesini yükseltiyordu: “Yakında beni sizden soracaklar.” Yani o sorudan evvel ben soruyorum, “Vazifemi tebliğ ettim mi?” Orada bulunanların hepsi birden hem de yeri-göğü çınlatırcasına gürlediler: “Evet, Sen vazifeni hakkıyla tebliğ ettin ve onu kusursuz yerine getirdin!” Bu sözler üzerine İki Cihan Serveri, ellerini kaldırıyor ve “Allahım şahit ol!” diyordu.172
Evet, emanette emîn olma, bizzat Cenâb-ı Hakk’ta başlamış, Cibrîl’e uğramış ve Allah Resûlü’nde ârâm eylemiş, daha sonra da ümmete intikal etmişti... Ve Veda Hacc’ında tekrar ümmetten bir şehadetle yeniden Allah’a gidip dayandı.
En mu’teber hadîs kitaplarının naklettiğine göre, Allah Resûlü’nün emanet düşüncesiyle alâkalı olarak Âişe Validemiz (r.anha) şöyle buyurur: “Eğer Allah Resûlü kendisine inen âyetlerden herhangi birini -farz-ı muhâl- gizleyecek olsaydı muhakkak şu âyeti gizlerdi:
(Ahzâb, 33/37);173
Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Allah Resulü, yanında büyüttüğü âzatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile halasının kızı Zeyneb binti Cahş’ı evlendirmişti. Ancak bu evlilik, istenilen şekilde huzurlu gitmiyordu. Zeyneb Validemiz (r.anha), sırf Allah Resulü’nün emrine ittibâ için, bu evliliği kabullenmişti. Evlilik tâ baştan isteksizliğe bina edildiği için de kocasına karşı gerekli olan hürmet ve saygıyı göstermiyordu. Zaten Cenâb-ı Hakk onun Zeyd’den boşanıp Ezvâc-ı Tahirât arasına katılmasını çoktan murad buyurmuştu bile. Ancak, o güne kadar, Araplar arasında cereyan eden bir âdete göre, bir insanın “evladım” dediği biri, onun öz evladı kabul edilirdi. Dolayısıyla da onun hanımı diğerinin gelini durumunda olurdu. Zeyneb, daha önce annesi tarafından Allah Resulü’ne teklif edilmişti; ancak Allah Resulü, bu teklifi kabul etmemişti. Şimdi bu evliliği doğrudan doğruya Allah (cc) emrediyordu. Zeyneb’le evlilik İki Cihan Serveri’ne çok, ama çok ağır gelmişti. Ne var ki, emir yukarıdandı. İşte Âişe Validemiz (r.anha), bu hususa işaretle diyor ki: “Eğer Allah Resulü, kendisine gelen vahiyden herhangi bir âyeti gizleyecek olsaydı, bu izdivacı ihtiva eden âyetleri gizlerdi.” Ancak O, kendisine gelen vahye karşı gayet emindi. Onun için en küçük bir mes’eleyi dahi gizlemesi söz konusu olamazdı. Âyet meâlen şöyle diyordu: “Habibim! Allah’ın nimet verdiği senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork!’ diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulmaya layık olan, Allah’tır” (Ahzâb, 33/37).
Evet, eğer bir âyet ketmetseydi, o âyet işte bu âyet olurdu; fakat O, emanette emindi.. ve bir şey ketmetmesi asla söz konusu olamazdı.
O’nun emanet düşüncesiyle alâkalı diğer bir vak’a: Bedir’de kâfirler esir alınmıştı. Allah Resulü, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le istişare etti. Hz. Ebu Bekir (ra), esirleri fidye karşılığında salıverilmesi re’yini ileri sürdü. Hz. Ömer (ra) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesinden yanaydı. Hatta o, herkesin kendi yakınını öldürmesini istemişti. Allah Resulü (sav), Hz. Ebu Bekr’in re’yine meylederek esirleri fidye karşılığında salıvermişti. Şimdi gerisini hep beraber Hz. Ömer’den dinleyelim:
“Bir yere gidip dönmüştüm. Allah Resulü ve Hz. Ebu Bekr’i ağlar buldum. Evet, ikisi de başlarını yere eğmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Sebebini sordum; fakat her ikisinde de bana cevap verecek derman yoktu. Israr ettim: Ne olur söyleyin, ağlanacak bir şey var ise ben de sizinle beraber ağlayayım, dedim. Nihayet Allah Resulü ağlayarak biraz evvel şu âyetin nazil olduğunu söyledi174. Allah (cc) bu âyette şöyle buyuruyordu:
“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esir bulundurması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedî olan) ahireti istiyor. Allah Azîz’dir, Hâkim’dir” (Enfâl, 8/67).
Eğer, Allah Resûlü’nün, herhangi bir âyeti ketmetmesi düşünülseydi, herhalde ikinci olarak gizlenmesi gereken âyet bu olurdu. Fakat Allah Resûlü, vahye karşı tam bir emniyet insanıydı. Biz, her iki âyeti, ileride Efendimiz’in ismetini anlatırken tekrar ele alacak ve tafsilatıyla, o mevzu ile alâkalı yönünü de arzetmeye çalışacağız.
Bütün Varlığa Karşı Emin Olması
Allah Resûlü, nasıl risalet vazifesinde Rabb’inin gönderdiği mesajlara karşı emindi, öyle de O’nun emniyeti ruhunda öyle kök salmıştı ki, bütün varlığa karşı sürekli emniyet solukluyordu:
İtikafta olduğu bir gün, Safiyye Validemiz (r.anha) kendisini ziyarete gelmişti. Biraz oturduktan sonra da kendi hanesine gitmek üzere müsaade istemişti. Allah Resûlü de hanımını uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmış ve henüz birkaç adım bile yürümemişlerdi ki, o esnada bir-iki sahabe hiç duraklamadan yanlarından uzaklaştılar. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurdu, sonra da Safiyye Validemiz’in yüzünü açarak: “Bakın, bu benim hanımım Safiyye’dir” dedi. Sahâbe beyninden vurulmuş gibiydi. “Maazallah, Yâ Resûlallah! Senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir ki?” dediler. Ancak, Allah Resûlü, her davranışıyla olduğu gibi bu davranışıyla da bir ders vermek istiyordu. Buyurdular ki: “Şeytan, sürekli insanın kan damarlarında dolaşır durur” 175. Şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre onun kafasına çok şey atabilir. Şimdi eğer, binde, hatta milyonda bir ihtimal dahi olsa, insanın aklına; “Acaba Allah Resûlü’nün yanındaki kadın kimdi?” şeklinde bir şüphe ve tereddüt arız olsa, -hafızanallah- o şahsın ebedî hayatını mahvedip îman nurunu söndürür. İşte, bundan dolayı O şefkat abidesi Yüce Nebî, derhal duruma müdahale ediyor, hem kendi emniyetini gösteriyor hem de cemaatının îmanını korumuş oluyordu.
İşte O, emniyet ve güvenilirliğe bu kadar önem veriyordu. Zaten O’nun, daha peygamber olmadan evvel de ismi “Emin” değil miydi?176 Daha sonra kendisinin amansız düşmanı olanlar bile O’nu hep böyle tanımıyorlar mıydı? O, o kadar emin kabul ediliyordu ki; zannediyorum Ebu Cehil’e gidilip, ırz ve namusu dahil, en kıymetli şeylerini kime emanet edebileceği sorulsaydı, herhalde “el-Emîn”e diyecekti. Evet, ilk aklına gelen insan, Muhammedü’l-Emîn -aleyhi ekmeluttehâyâ- olacaktı. Evet öyleydi.. ve Allah Resûlü, bütün hayatını böyle bir emniyet ruhuyla geçirmişti.
O, öyle bir emindi ki, bir kadının çocuğunu çağırırken, “gel, bak sana ne vereceğim”, demesi üzerine, derhal atılıp: “Ne vereceksin?” demişti. Kadın da “birkaç hurma verecektim Ya Resûlallah”, deyince: “Eğer ona hiçbir şey vermeyecek olsaydın, yalan söylemiş olacaktın” buyurmuşlardı.
Zira Allah Resûlü, yalanı nifak alâmeti sayıyor ve ondan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yalan, münafığın üç alâmetinden biriydi. Diğer ikisi ise, verdiği sözde durmama ve emanete ihanet etme günah ve inhiraflarıydı177. Nifak, Allah Resûlü’nden nasıl ve ne kadar uzaksa, emanete ihanet etmek de o derece uzaktı...
Allah Resûlü’nün emniyet ruhu ve emniyet anlayışı sadece insanlara karşı değildi. O’nun emniyet kuşağına bütün bir varlık giriyordu. Bir sahâbinin, atını yanına getirmek için, sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu öyle rahatsız etmişti ki, bu sahâbiyi çağırdı ve azarladı. Evet O, hayvanlara karşı dahi olsa emîn olmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyordu.178
Yine bir defasında harpten dönülüyordu. Sahâbeden bir-ikisi, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Tam o esnada ana kuş geldi. Yavrularını yuvada göremeyince çırpınmaya başladı. Durmadan gelip-gidiyor ve sağa-sola uçup duruyordu. Allah Resûlü, durumdan haberdar olunca derhal yavruların yerine konulmasını, ana kuşa eziyet edilmemesini emretti. Sanki O, yapılan bu hareketin, yeryüzünde emniyetin temsilcileri olma durumundaki insanlara yakışmayacağını ifade buyurdu ... 179
O’ndan akseden nurlarla nurlanmış, o ışıktan halesi ashabı da böyleydi. İşte, onlardan biri olan ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrah!. Hz. Ömer döneminde Şam’da vali bulunuyordu. Heraklius, ordusuyla gelip, Şam’ı tekrar istirdât teşebbüsünde bulunduğu sırada; Ebu Ubeyde’nin yanında az bir insan vardı. Bu itibarla da şehri savunmaları da mümkün değildi. Hemen Şam ahalisini bir araya topladı. Ve şunları söyledi: “Sizden cizye topladık. Bu cizyeye mukabil sizi korumamız gerekiyordu. Ancak şimdi o güçte değiliz. Dolayısıyla sizi koruyamayacağız; aldığımız cizyenin hepsini tekrar size iade edeceğiz. Zira bunu haksız yere yanımızda alıkoymamız caiz değildir..”
Bunun üzerine, toplanan cizyeler sahiplerine dağıtılır. Bu müthiş manzara karşısında şaşkına dönen ruhban ve papazlar, kiliselere dolar ve müslümanları başlarından eksik etmesin diye Cenab-ı Hakk’a duâ duâ yalvarırlar. Müslümanları uğurlarken de “İnşaallah geri gelir ve bizi Heraklius’un zulmünden kurtarırsınız”, derler.180
Ebu Ubeyde, emniyet telkin etmiş, emanet sıfatıyla yaşamış ve hristiyanların dahi gönlüne taht kurmuş bir rabbâniydi. Bugün batı, bizi dinlemiyorsa ve Avrupa’ya gönderdiğimiz insanların mesajlarına kulak asmıyorlarsa, bu tamamen bize ait bir eksiklikten kaynaklanmaktadır. Hiç şüphe yok ki, bizde eksik olan en önemli mes’ele ise üzerinde durduğumuz, emniyet ve güven hususudur. Biz, bu hasleti yeniden yakalayabildiğimiz gün, topyekün insanlık güvenebileceği bir milleti bulmuş olacak. Biz de devletler muvazenesinde yerimizi istirdât adına, en çalımlı adımı atmış sayılacağız.
Osmanlı’nın cihan hakimiyetinde de, aynı emniyet atmosferinin tesirini görmek mümkündür.. harbe giderken geçtikleri bağ ve bahçeden yedikleri meyvelerin parasını, meyveyi kopardıkları dala asan ve öyle giden bu emniyet temsilcisi asîl ve necîp insanlar, ülkeleri kılıçla fethetmeden evvel, gösterdikleri bu emniyet ruhu ve civanmertlikle gönülleri fethetmişlerdi. Yoksa, ne o korkunç haçlı zihniyeti karşısında Avrupa’ya girebilirlerdi; ne de orada mevcudiyetlerini devam ettirebilirlerdi. Şam’da yaşayan Ebu Ubeyde misâli, tam dört asır bütün Balkanlarda ve Avrupa içlerinde yaşamıştı. Bundan dolayı da, o şanlı i’tila döneminde çok az zayiatla tâ Viyana kapılarına gidilmiş.. ve asırlar boyu da gidilen yerlerde emniyet ve huzurun temsilciliği yapılmıştı. Zannediyorum, cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde emniyetin tesisi için dökülen kan, beş asır, hem de yabancı uyruklar arasında asâyiş temini adına dökülmemişti... Evet, yapılan araştırmalar ve istatistikler, altı yüz senelik Osmanlı dönemindeki, bütün müsademelerde ölenlerin sayısının, son yarım asırda ölenlerin sayısından daha az olduğunu göstermektedir. Öyleyse, Osmanlı fetihlerinin sırf kaba kuvvete dayandığını iddia etmek kat’iyen doğru değildir. Diğer taraftan, o günkü nakil vasıtaları nazara alınacak olursa, o kadar geniş toprağa dağılmış bir devleti idare etmenin, sadece devlet otoritesiyle ve askerî güçle mümkün olamayacağı bedîhîdir.
Evet, onların kalp ve gönülleri fethetmelerindendir ki, çeşitli ırka mensup insanları, aynı devletin çatısı altında hem de uzun bir süre ve ciddî hiçbir problem çıkarmadan idare edebilmişlerdir. Devrimizin muhabbet fedailerine düşen de, yine aynı usul ve aynı metod olsa gerek...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7
Ümmetini Emniyete Daveti
Nebîler Sultanı, Allah’tan gelen mesajları emniyet içinde muhafaza ediyor ve bu emniyet atmosferini de, bütün varlığı içine alacak kadar geniş tutuyordu. Ümmetini de aynı ahlâkla ahlâklanmaya çağırıyor ve onlara, bütün insanlar arasında emîn olarak yaşamalarını tavsiye ediyordu. O’nun yanında hıyanetin en küçüğü düşünülemez ve tek bir mü’minin dahi gıybeti yapılamazdı. O, hemen karşısındakini ikaz eder ve ruhuna gıybet gubârının konmasına asla müsaade etmezdi.
“Falan kadının boynu ne kadar uzun” diyen Hz. Âişe Validemiz (r.anha)’e: “Onun gıybetini yaptın ve etini dişledin” demesi181; Mâiz’in arkasından konuşan bir başka sahâbiye de aynı şekilde karşılık vermesi182; hep O’nun emîn olmasından ve emniyet hâlesi bir atmosferin, ruhlarda hasıl edeceği itmi’nânı bilmesinden kaynaklanıyordu.
Kendisi daima şu duâyı okur ve ümmetine de tavsiye ederdi:
“Allah’ım açlıktan Sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de Sana sığınırım; o ne kötü sırdaştır.” 183
Emanete riayet etmek önemli olduğu kadar, hıyanete girmemek de, o derece önemlidir ve zaten bunlar, birbirinin lazımı hasletlerdir.
Ahde vefa göstermeyen ve böylece hıyanette bulunan insanlar hakkında söylenen şu ürpertici ifade de, yine Allah Resûlü’ne aittir
“Allah, kıyamet gününde, evvel-âhir bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek; ve: ‘İşte falan oğlu falanın vefasızlığı budur’ denilecektir.” 184
Allah Resûlü’nün bütün fenalıklara karşı kapanmış, mühürlenmiş bir ruhu vardı. İyiliğin en küçüğüne hatta teferruat kabul edilenine de alabildiğine sînesini açar ve hep iyilik duygusuyla oturur-kalkardı. O, hayatını hep güven atmosferinde geçirdi. İnsanlık da, O’na güvendi, itimat etti. Halbuki O’na sırt çevirenler, aldandı ve yollarda kaldılar. Ancak O, her zaman bir koruyucu melek gibi ümmetinin üzerine titredi. Kim, ne zaman ve hangi şartlarda O’nun kapısını çaldıysa O’ndan Lebbeyk sesini duydu.
O, nasıl güvenilir bir insandı, kendisi de Allah’a öyle güveniyor ve itimat ediyordu. O’nun, Allah’a güvenip itimat etmesi, emanet sıfatının, nebîden Allah’a urûcu ve yükselmesi demektir. Emanet Allah’tan nüzûlü ile peygamberde emniyet ve itmi’nân halinde zuhûr eder. Bu iki kavsiyenin ucu birleştiğinde de umûmî emniyet ve itimat hasıl olur.
Her peygamber Allah’a itimatla serfiraz kılınmıştır. Bu, onların ayrılmaz hususiyetlerinden ve yüce sıfatlarından biridir. Kur’ân, bize bunu şu âyetleriyle çok net şekilde anlatır:
“Onlara Nûh’un haberini oku. Hani O, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla toplanıp yapacağınızı kararlaştırınız, sonra içinizde ukde, dert olmasın, bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin” (Yunus, 10/71).
Hz. Nuh (as), Rabb’ine güveniyor, itimat ediyor ve karşısına aldığı bütün bir küfür cemaatına: “Eğer içinizde bulunuşum, duruşum, mevkîim ve emri tebliğ edişim size ağır geliyorsa, hazmedemiyorsanız dilediğinizi yapınız.. ben bulunduğum durum itibariyle Allah (cc)’a güvenip dayandım; işte siz, işte ben. Sizler yığınla insan, ben ise tek başımayım. Fakat bilin ki, Allah (cc), beni size karşı zayi etmeyecektir. Siz şimdi, bir araya gelin, kafa kafaya verin, meşveretler yapın ve benim aleyhime çeşitli plânlar kurun; bunu yaparken de bütün şeriklerinizi, ortaklarınızı ve yardımınıza koşacak herkesi bir araya toplayın. Toplayın ki, sonra içinizde bir ukde kalmasın; ‘keşke şunu da yapsaydık’ demeyin ve yapmanız mümkün olan her şeyi yapın, düşündüklerinizin hepsini tatbik edin! Şimdi ben, sizden gelebilecek her şeyi bekliyorum, gelsin!” diyor ve onlara meydan okuyordu. Hz. Nuh (as), bunları söylerken, Allah’a fevkalâde bir güven ve itimat içinde söylüyordu. O, kat’iyen biliyordu ki, Rabb’i, O’nu koruyup, muhafaza edecektir. Sefinesine kaç insan bindi, bilemiyoruz; fakat biliyoruz ki -Hz. İbrahim (as) dahil- nice peygamberler, hep O’nun soyundan gelmiştir.
Çünkü Kur’ân, Hz. İbrahim’i O’nun milletinden sayıyor ve şöyle diyordu: “Şüphesiz İbrahim de Nûh’-un milletindendi” (Sâffat, 37/83).
“Ben sırf Allah’a şahâdet ederim.. ve şahid olun ki, ben sizin şirk koşageldiğiniz şeylerden berîyim.. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin, (elinizden geleni yapın). Ben, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz olan Allah’a dayandım. Çünkü, yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu, O’nun elindedir). Şüphesiz Rabb’-im, doğru bir yol üzerindedir” (Hûd, 11/54-56).
Hz. İbrahim (as)’in durumu, teslimiyeti ve tevekkülü ise şu şekilde dile getirilir:
“İbrahim’de ve Onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi söylemeye gücüm yetmez’ demesi hariç. Rabb’imiz, Sana dayandık, Sana yöneldik ve dönüş ancak Sanadır dediler” (Mümtehine, 60/4).
Evet, İbrahim ve yanında bulunanlar da, küfre karşı baş kaldırıyor ve kâfirlere meydan okuyorlardı. “Biz” diyorlardı; “sizin Allah’tan başka taptığınız her şeyden, fersah fersah uzağız. Biz, sizi ve bütün tağutlarınızı inkâr ettik. Aramızdaki düşmanlık ise geliştikçe gelişti.” Zaten bu düşmanlık, Hz. Adem’den günümüze kadar devam edegelmiştir. Îman ve küfür, ilk gününden beri birbirinin düşmanıdır. Aynı yer ve mekânı paylaşmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, elbette küfür, îmana çelme atmak isteyecek ve ondan rahatsız olacaktır. “Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan”, gözleri ışığa alışmadığından dolayı onlar, yarasalar gibi îman ve nübüvvet ışığından rahatsızlık duyacaklardır. Evet, siz de, bizim gibi Allah’a îman ve itimat etmedikçe aramızdaki düşmanlık hiçbir zaman kesilmeyecektir.
Çünkü küfrün mahiyetinde sapıklık ve bürûdet vardır. Kâfir, bütün eşyaya düşman nazarıyla bakar. Mü’minin ruhunda ise, mürüvvet ve insanlık vardır. O, bütün kâinata bir kardeşlik beşiği olarak bakar. Herkesle bir birleşme çizgisi ve herkesle bir diyalog yolu araştırır. Mü’min böyle olurken, kâfir herkesle dalaşmaktan zevk alır. Halbuki, herkes Allah’a îman edip O’na yürekten inandığı zaman, umûmî bir sulh ve sükûn hasıl olacaktır. Bu sulhu, kâfirden ve küfürden beklemek ise tamamen gaflet ve safderûnluk olur. Çünkü küfrün, milletleri birbirleriyle boğuşturmakdan başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur.
Bu itibarla kâfirle mü’min arasında hakiki ma’nâda diyalog olamaz. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in babasına söylediklerini bir istisna olarak zikretmektedir. Hz. İbrahim’in söylediği ise, sadece bir temenniydi ve Onun aşırı re’fet ve şefkatinden kaynaklanıyordu. Ancak, O da, Allah katında babasına karşı elinden birşey gelmeyeceğini açıkça ifade ediyordu. Ve sonra Hz. İbrahim: “Sana dayandık, Sana yöneldik” diyerek, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güven, itimat ve tevekkülünü dile getiriyordu. Zaten bütün peygamberlerin hayatı tetkîk ve tahkîk edilse, onlarda Allah’a tevekkül ve itimadın çok ağır bastığı müşahede edilecektir. Onların tevekkülleri sıradan insanların, tevekkül ve itimatları gibi değildir. Hele bu tevekkül, Peygamberler Sultanının tevekkülü ise. Evet, İki Cihan Serverinin tevekkül ve itimadı bütün peygamberlerin itimat ve tevekkülünden daha çaplı ve daha derince idi...
Allah (cc), O’na bir kere “Hasbiyallah” demesini öğretmişti. Allah Resûlü de bütün hayatını O’na itimat, tevekkül ve emniyet içinde geçirmişti. Düşünmeli ki, Hz. Ali (ra) gibi haydar-ı kerrâr, kahraman ve şecaatlı bir insan, şöyle demektedir: “Biz harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman, derhal Allah Resûlü’nün arkasına sığınır, itmi’nân ve emniyete kavuşurduk.”185
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7
Hicretteki Emniyeti
Hicret edeceği zaman, evinin dört bir yanı, kendisini öldürmek için can atan insanlarla kuşatıldığında, O: “Biz onların önlerine de, arkalarına da sed koyduk” (Yâsin, 36/9) âyetini okumuş, onların yüzlerine bir avuç toprak saçmış ve hiçbir endişe emaresi göstermeden aralarından yürüyüp gitmişti186. Evet işte, o kadar fütursuz ve o kadar da korkusuzdu. Daha sonra yolu, Sevr Mağarasına uğruyor.. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri bir zirvede bulunuyordu. İşte O, tam elli üçüncü yaşında bu zirveye tırmanmıştı. Zaten bütün hayatı, çile ve ızdırapla geçmişti; bu da bir sonuncusuydu. Şimdi de bu talihli mağaranın kendi diliyle ettiği da’vete icabet ediyor, orada birkaç gün misafir kalıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü şereflendiriyordu...
Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında bekleşiyorlardı. Arada, bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu; ve Hz. Ebu Bekir (ra), telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Resulü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve: “Eğer bu emaneti yerine ulaştıramadan O’na bir şey olursa...” diye endişe ediyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Halbuki Allah Resulü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itmi’nân ve emniyet insanı, dostu Hz. Ebu Bekr’i teselli ederek: “Korkma! Allah bizimle beraberdir” diyordu. Ve tekrar ediyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” 187
Muharebe Meydanındaki Emniyeti
Huneyn’in başında İslâm ordusunda bir dağılma baş gösterir. Öyle ki, bütün sahâbe, âdeta sağa-sola kaçışır; akibetin yenilgi ve mağlubiyet olduğu herkesçe bir kanaat haline gelmiştir. İşte tam o esnada beklenmedik bir hâdise olur. Allah Resulü (sav), Hz. Abbas’ın durdurmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atılır. O, gür ve mehâbet dolu sesiyle şöyle haykırır: “Ben Allah’ın Resulüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in torunuyum, bunda da yalan yok!” 188
O’nun bu davranış ve şecaatıdır ki, kısa zamanda İslâm ordusunun derlenip, toparlanmasını sağlar. Ve ma’kûs talih yenilerek, idbâr ikbâle döner.
Baş Döndüren Teslimiyet
Bir ağacın altında istirahat etmektedir. Tam o esnada Gavres isminde bir kâfir, O’nun uykusundan istifade ederek, dala asılı kılıcını alır ve âdetâ gırtlağına dayar. Müstehzî bir eda ile de: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Buna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermez. Çünkü O’nun, Allah (cc) ’a itimadı tamdır. Kendinden emin bir şekilde “Allah” diye bağırır. O’nun bu gürleyişi âdetâ kâfirin ödünü koparmıştır; kılıcı elinden düşer ve olduğu yerde kalakalır. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam, sıtmalı gibi titremeye başlar. O esnada, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar da oraya gelmişlerdir. Gördükleri manzara, onları da hayrete sevkeder. Daha sonra, olup bitenleri öğrenince, Allah’a karşı îman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada gördüğü güvenle “el-Emîn”e güven sözü verir ve oradan ayrılır.189
Batılı meşhur mütefekkir Bernard Shaw diyor ki: “Hz. Muhammed çeşitli yönleriyle insanın başını döndürecek üstünlükleri olan bir insandır. Bu sır insanı, tam ma’nâsıyla anlamak mümkün değildir. Bilhassa O’nun anlaşılamayacak üstünlükte bir yanı vardır ki, o da Allah’a olan güven ve itimadıdır.” Shaw doğru söylüyordu..
O, Allah’a öyle bir itimad ve teslimiyet içindeydi ki, O’nu bildiğimiz kıstaslarla, ne ölçmemiz ne de değerlendirmemiz mümkün değildir. Ve, O’nun Allah indindeki yeri, değeri, nazı da Allah’a güveni ve itimadı ölçüsündedir. Yerinde O’nun isteme, dileme ve iltimasıyla geceler gündüze döner, zulmetler nur olur, kömür elmasa inkılâp eder ve dilencilere sultanlık mülkü bağışlanır. Bu münasebetle Hasan Basrî Hazretlerine müsned bir hâdiseyi nakletmek istiyorum. Efendimiz’le irtibatlı olmanın ehemmiyeti açısından, bence oldukça mühim bir hâdise sayılır. Vak’anın, hadîs kriterleri açısından tenkidi yapılabilir ama; benzeri vak’alar o kadar çoktur ki, adiyattan sayılabilir ve naklinde hiçbir mahzur yoktur. Hâdise şudur: Basralı bir genç, yaşlı babasıyla Hacc’a niyetlenir. Mekke’ye giderken yolda babası vefat eder.. eder ama adam, meshe uğramış ve şeklen sevimsiz bir mahlûka benzemiştir. Bu durum zavallı gence o kadar dokunur ki, şaşkına döner ve ne yapacağını bilemez: Şimdi, kimi çağırıp da bu cenazeyi ona gösterecek ve yardım isteyecektir! Bu dertle kıvranırken, aniden üzerine bir ağırlık çöker.. ve uyku ile uyanıklık arası bir halde iken çadır kapısının açıldığını ve güneş yüzlü birisinin içeriye girdiğini görür. Bu gökçek yüzlü zat, babasının cenazesi başında durur, eliyle onun bütün vücudunu sıvazlar, derken, elinin değdiği her yer eski haline döner ve babasının cenazesi pırıl pırıl nûrânî bir insan haline gelir. Genç, hayret içinde ve kendinden geçmiştir. Gelen zat, tam çadırdan çıkacağı sırada genç ileriye atılır: “Allah aşkına söyle, sen kimsin?” der. “Sen beni tanımadın mı? Ben Muhammed’im.” Bunu duyan genç, sevinçten uçacak hale gelir. “Ya Resûlallah bu olanlar nedir? Niçin babamın şekli değişmişti?” Allah Resûlü: “O, devamlı içki içiyordu. Mesholmasının sebebi buydu” der. Genç: “Teşrifinizin sebebi?” diye sorunca da, Allah Resûlü şu cevabı verir: “Çünkü senin baban, ne zaman benim adım anılsa, bana salavat getirirdi...”
İşte, bu adamın bu kadarcık irtibatı, karşılıksız kalmıyor ve Allah Resûlü, en muhtaç olduğu bir anda onu şefaatle kucaklıyor. Öldüğünü haber alınca ruhâniyeti, Allah’ın izniyle hemen orada hazır oluyor.
Allah Resûlü, insanlar arasında en çok güvenilecek ve kendisine itimat edilecek bir şahsiyettir. Ümmeti de aynı itimada layık olmalıdır. Onun içindir ki, bir âyette şöyle buyrulur:
“Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah, her şeyi işitici ve her şeyi görücüdür” (Nisâ, 4/58).
Bu âyetin nüzul sebebini Hz. Ali (ra) şöyle anlatıyor: “Mekke fethedilince Efendimiz, Ka’be’nin anahtarlarını, o gün müslüman olmamış olan Osman b. Talhâ’dan alıp, Ka’be’yi bizzat kendisi açtı. Derken, Hz. Abbas gelip anahtarları taleb etti. İhtimal, istikbâlin büyük mü’mini o emanete daha layıktı. Ve aynı zamanda anahtarların ona verilmesi onun gönlünü de açacaktı. Ve öyle de oldu. Evet, bu âyet nâzil olunca Ka’be’nin anahtarları tekrar Osman b. Talhâ’ya verildi. Ve az sonra bu büyük zat müslüman oldu.190 Ancak âyetteki hüküm umumîdir. Zira, Allah Resulü, emanetin ortadan kalkmasını, kıyamet alâmeti olarak saymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin!” Sahâbe sorar: “Ya Resulallah! Emanet nasıl zayi olur?” Cevab verir: “İş, ehli olmayana verildiği zaman!” 191
Evet, emanet çok önemlidir. İşi ehline vermek, bir emanettir, bu da, dünya nizamını ayakta tutacak en mühim âmillerden biridir. Emanetin zayi olması, umûmî dengenin ve nizamın ortadan kalkmasıyla aynı ma’nâya gelir. Böyle bir dünyanın ise, varlığı ile yokluğu müsâvidir. Başka bir hadîslerinde bu hususla alâkalı Allah Resûlü şöyle buyurur:
“ Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl-ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mes’ûldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mes’ûldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur.” 192
Bu geniş perspektifle anlatılmak istenen şudur ki, burada herkes birbirine emanettir. Varlık, bütünüyle Allah’a emanettir. Kur’ân evvela Cibrîl’e, sonra da Hz. Muhammed Aleyhisselâma emanettir. Kur’ân hakikatleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın da’va-yı nübüvveti, ümmete emanettir. Ardından da yine bütün ümmet Allah (cc)’a emanettir.
Hayatı meydana getiren ve toplum hayatına hayat olan bütün unsurlar, birbiri içine girmiş daireler gibidir. Bunlardan birinde meydana gelecek en küçük bir arıza, katlanarak diğer dairelere de sirayet edecektir. Zannediyorum bunda kimsenin şüphesi yoktur. Fert plânında bir arıza var ve bu arıza derhal giderilmiyorsa, kısa bir zaman sonra onun tedavi edilmez bir kangrene dönüşeceğinden şüphe edilmemelidir. Öyle ise her daire, kendi uhdesine aldığı emaneti hakkıyla yerine getirmelidir ki, muhtemel bütün arızaların önü alınabilmiş olsun.
İşte hadîs-i şerifte de bu irtibata ve bu bütünlüğe işaret edilmektedir. Bu işaret çerçevesinde, kapıcıdan devlet reisine kadar milleti meydana getiren bütün fertler, emanet mevzuunda kendi sorumluluklarının şuurunda olurlarsa, insanlık ütopyalarda aradığını bu “emin”ler topluluğunda bulacaktır.
Emanetin bu her şey sayılan ehemmiyetindendir ki, Allah Resulü şöyle buyurur: “Emaneti olmayanın îmanı da yoktur” 193. Elinin altında bulunan emanete riayet etmeyen ve emanetin hakkını görüp gözetmeyen kimsenin îmanı da, tam ve kâmil değildir.
Yani, bir cihetten îmanla emanet, birbirine sebep ve netice gibidirler: Emanete riayet etmeyen bir insan, kâmil mü’min sayılamayacağı gibi, kâmil mü’minlerin dışında da sağlam bir emanet düşüncesi bulmak zordur. Evet, eğer insan kâmil bir mü’min ise o, emanette de emin olacaktır; eğer emanette emin olamıyorsa, îmanı da kâmil değil demektir.
Başka bir hadîslerinde, Allah Resulü, mü’minin tarifini yaparken şöyle buyururlar: “Hakiki mü’min odur ki, insanlar malları ve canları hususunda ona karşı emniyet içindedirler.” 194
Efendimiz’in sıdkını anlatırken arz ettiğim bir hadîsi -meâl olarak- mevzumuzla alâkalı gördüğüm için tekrar etmek istiyorum. Allah Resûlü meâlen şöyle buyururlar: “Siz bana altı mes’elede söz verin; ben de size cenneti tekeffül edeyim.”
1. “Konuşurken dosdoğru konuşun!” Evet, davranış ve beyânlarınız dosdoğru olsun.. ve sizler bu mevzuda âdeta birer oka benzeyin!
2. “Va’dettiğinizi yerine getirin!” Zaten bunun aksi münafıklık alametidir ki, yukarıda bir nebze bahsedilmişti.
3. “Emanette emin olun!” Bir yerde emin bilindiğinizden dolayı size birşey emanet edilmişse, sakın sizi böyle zannedeni, zannında yalancı çıkarmayın! Hatta, onların hüsn-ü zanlarını ahirette dahi yalan çıkarmamaya bakın!
4. “İffetli olun!” Irz ve namusunuzu koruyun; başkalarının ırz ve namusunu aynen kendi namusunuz gibi muhafaza edin! (Bu bahsi ileride iffet bahsini işlerken tafsilatıyla ele alacağız).
5.“Gözlerinizi harama karşı kapayın!” Size ait olmayan şeylere bakmayın ve istifadesine mezun olmadığınız şeylere göz dikmeyin!
Harama bakmak, kalbi ifsad eder. Bir kudsî hadîste şöyle buyrulur:
“Harama bakmak şeytanın zehirli oklarından bir oktur. (Sizin irade yayınızdan çıkar ve kalbinize saplanır. Veya şeytana ait bu yay, sizin irade elinizdedir). Kim bana saygısından dolayı o bakışı terkederse, onun kalbine öyle bir îman salarım ki, onun zevkini bütün kalbinde hisseder.” 195
6. “Elinizi başkalarına zarar vermekten uzak tutun! ” Hiç kimseye ve hiçbir şekilde kötülük yapmayın!196
İşte, bir bakıma emniyet insanı olmanın şartları sayılan bu maddelere riayet eden bir insan, emin olarak yaşar, ahiretini de bu şekilde emniyet ve garanti altına almış olur. Zaten bu mevzûda, Allah Resûlü’ne söz verene, O da Cennet sözü vermektedir.
Evet, yeryüzünün güven içinde devamı, emin insanların söz sahibi olmalarına bağlıdır. Eğer topyekün İslâm âlemi, kendine tevdi’ edilen emanete sahip çıkar, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi haline gelebilirse, dünya da yeniden muvazene ve dengeye kavuşacaktır. Yoksa şu anda, sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın hali yürekler acısıdır. Bu tabloyu Akif, şu mısralarla ne güzel dile getirir:
Haya sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!
Vefa yok ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan raiç hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Ne tüyler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş!
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman turâb olmuş
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 7
Ey ümit tomurcukları!
Din hakikatını yeniden yeryüzüne getirip ikame edecek sizlersiniz. Siz öyle bir kökün sürgünleri ve öyle bir ışık kaynağının hüzmelerisiniz ki, onlar, tarihin karanlık bir döneminde cihanları ışığa boğdu ve bir “şecere-i tûba” gibi dal, yaprak ve çiçekleriyle her yana yayıldılar. Ve işte o dönemde soylu milletimiz, devletlerarası görüşmelerde, her sözü emir kabul edilen hâkim bir devlet haline gelmişti. -İnşaallah- içinde bulunduğumuz karanlık günleri -ki çok çabuk geçeceğine inanıyorum- atlatarak o aydınlık çağları yine sizler ihyâ edeceksiniz. Yerin altındakiler de, üstündekiler de sizden bunu beklemekte.. ve bilhassa, ruhaniyatıyla her zaman aranızda dolaşan.. bazen siz hissetmeseniz, görmeseniz de başınızı okşayıp, sırtınızı sıvazlayan Hz. Muhammed Aleyhisselâm da, o ümit dolu bakışlarıyla, her çizgisi şefkat bûsesi tebessümleriyle sizden bunu beklemektedir.
Siz, emin insanlar olarak istikametten ayrılmaz ve çevrenize hep emniyet ve itmi’nân mesajları sunabilirseniz.. evet, bunu başarabildiğiniz zaman topyekün insanlığın kalp kapıları, ardına kadar size açılacak ve ilkler gibi siz de, o kalblerde tahtlar kuracaksınız. Unutmayın ki, bu neticeye, daha doğrusu bu zirveye ulaşabilmenin en önemli şartı da emanette emin olmaktır.
Eğer, dünya muvazenesinde yeniden denge unsuru olmak; ve dünyanın kaderiyle alâkalı kararlar alınırken gözünün içine bakılır bir millet haline gelmek istiyorsak -ki, buna mecburuz- o zaman, hakkın, adaletin, istikamet ve güvenin temsilcileri olmalıyız...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 8
TEBLİĞ
Peygamberlerin üçüncü sıfatı tebliğdir. İsterseniz siz buna İslâm hakikatını anlatma veya “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker” de diyebilirsiniz. Netice değişmez; peygamberliğe ait bu yüce sıfatı anlatmış olursunuz.
Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Tebliğ olmasaydı, peygamberlerin gönderilişi de ma’nâsız ve abes olurdu. Allah (cc) insanlara olan lütûf ve keremini, peygamberlerle canlandırmış ve onların hayatlarıyla rahmâniyet ve rahîmiyetini tecelli ettirmiştir. Bunun diğer insanlara aksetmesi ise, ancak tebliğ ile olacaktır.
Nasıl ki, Allah (cc) şu hergün bize tebessüm eden güneşi semamıza perçinlemekle bize, rahmâniyetinin bir cilvesini gösteriyor... O güneş ki, ısınacak şeyler için bir soba, pişecek şeyler için bir ocak ve rengarenk güzelliklerin çehresinde âdeta bir fırça vazifesi görmektedir. Aynen öyle de, peygamberan-ı izâm tıpkı güneş gibi Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetini gösterirler. Onlar ve bilhassa, hakkında “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 27/107) denilen Hz. Muhammed Mustafa (sav) insanlar için de Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin temsilcisidir.. yani, O gelmeseydi ve diğer peygamberlerin da’vasını yenilemeseydi bizim Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine mazhariyetimiz hiç mi hiç söz konusu olmayacaktı. Cehaletin, küfrün ve dalâletin vahşi çöllerinde, hep kimsesiz, şaşkın ve hayret içinde kalacaktık da ondan.
İnsanlık vahşet içinde kıvranırken, Peygamberimiz ve O’nun soluklarında diğer peygamberlerin hayat veren nefeslerini duydu. O nefesleri duyuncadır ki kendini, binbir baharın cilveleştiği bir cennet bahçesinde buluverdi. Yoksa, vahşetten, kimsesizlikten çıldırıp ölecekti...
Evet, biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Bu müthiş sorular, sürekli bir matkap gibi beynimizi delecekti. Delecekti ve biz, bir cevap bulamayacak ve bu sancıyı bir ömür boyu çekmek zorunda kalacaktık. Hele kabirdeki sadefleşmiş kemikler.. onları hayalen gördükçe ürperecek ve içimizi kapkaranlık korkular saracaktı.. ve bunlardan da öte, yokluk, yok olma düşüncesi ve her geçen dakikanın bizi yok olmaya yaklaştırdığı endişesi, yaşadığımız hayatı bize zehir edecekti.
Peygamberler gelip bize hayatın gayesini ve ölümün hakikatını anlattılar. Bu sayede anladık ki, dünyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Ölüm, yokluk ve hiçlik değil, o sadece bir mekan değiş-tirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret âlemine açılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz, peygamberlerden bunları duyunca vahşetimiz dağıldı, her şey ünsiyete kalb oldu. Kalbimizi ve kafamızı dolduran bütün endişeler ve korkular silinip gitti, yerine ünsiyet ve neşe geldi...
İşte, peygamberler, bizlere bu ve benzeri mesajları getirmişlerdir. Ve bu mesajları bize duyurmaları, onların varlık gayeleridir. Biz, tebliğ vazifesini, bir hak ve bir vecîbe olarak görür ve yerine getiririz. Peygamberler ise onu, hayata geliş gaye ve hikmet şuuru içinde yaparlar. Ve derler ki: “Bizim dünyaya gelişimizde, başka hiçbir gaye yoktur. Allah, bizi şu insanlara gönderdi ki, onların sağ-sol, ön-arka, alt ve üstlerini değişik karanlıklara karşı aydınlatalım.. onlar da böyle bir aydınlık yolda sapmadan yürüyebilsinler. Öyle ki, şeytan hiçbir yönden yol bulup onların ruhuna giremesin ve onlar da bu uzun yolculukta yolda takılıp kalmasınlar...”
Evet, yine tekrar ediyorum: Biz, tebliği bir vazife olarak yaparız; peygamberler ise, yaratılışlarının gayesi olarak bu vazifeyi yerine getirirler.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 9
TEBLİĞDE ÜÇ ESAS
Nebinin, mesaj getirmesi, getirdiği mesajları başkalarına ulaştırması, elbette diğer insanlardan çok farklıdır. Zaten mesaj getirme bakımından bir başkasının nebilere benzerliği de söz konusu değildir. Onlar tebliğde bulunurken, bize tebliğ yapmanın ne demek olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini de öğretirler. Bu da onlara ait tebliğin ayrı bir yönünü teşkil etmektedir. Şimdi isterseniz, bu mevzuyu üç ana esas üzerine oturtarak arzedelim:
1. Bütünlük: Nebi, Allah’tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca, usulünce o işin uzmanı olarak yapar. O, insanı bir bütün olarak ele alır ve götüreceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim eder. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalp, gönül, his ve duygulardan hiçbiri kat’iyen terke uğramaz ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmaz... Zira her nebi vahye karşı gassalın elindeki bir meyyit gibidir. Vahiy onları evirir-çevirir ve istediği yöne döndürerek onlara istikamet verir. Öyle ki onlar, en küçük ve en teferruat gibi görünen meselelerde dahi, Cenâb-ı Hakk’ın istediği ne ise, ona muvafık hareket ederler. Zaten bu, onlar için bir mecburiyettir. Böyle olunca da, peygamberler buna fevkalade bir hassasiyetle riayet ederler...
Bu itibarla da, tebliği, nebilerin tebliğine muvafık düşmeyenler, kat’iyen irşatta muvaffak olamazlar. Meselâ, akıl ihmal edildiğinde tebliğ istenen neticeyi vermez. His ve duyguları terk etmek de, aynı menfi neticeyi doğurur. Hele vahyin sınırları dışına çıkanlar kat’iyen hedefe varamazlar. İşte vahyin dışında yol almak isteyen beşerî sistemlerin, hal ve durumu ve işte aldıkları mesafeler. Bir zamanlar, aldatılmış, sefalet ve sefahata itilmiş kitleleri, yığınları arkasından sürükleyen ve birçok fakir ülkelerde gaye-i hayal haline gelen komünizm, defalarca revizyona tabi tutulmasına rağmen, yine de yıkılmaktan kurtulamamıştır. Halbuki bu sistem ve benzerlerinin kurucuları, bir zamanlar, yalancı birer peygamber gibi arz-ı endam etmişlerdi. Şimdi ise onların yalancı ümmetleri şöyle demektedirler:
“Eyvah bu bâzicede bizler yine yandık,
Zira ki ziyan oldu, bilmem ne kazandık!” (Z.P.)
Beşerî sistemleri tatbikte direnen ve diretenlerin, neticede diyecekleri hep aynı şeyler olacaktır. Evet, onlar da birgün mutlaka, aldandıklarını ilan etmek mecburiyetinde kalacaklardır!
Nebinin tebliğinde akıl, mantık ve hisler omuz omuza ve iç içedir. O, sadece kitlelerin hissiyatlarından yararlanarak; insanları sokaklara dökmeyi düşünmediği gibi, bütünüyle bir nazariyeci kesilip, onları aksiyon ve hamleden mahrum birer uzlet insanı haline de getirmez.
Ve yine Nebi, insanları sokağa döküp, birer anarşist haline getirmediği gibi, onları sadece his ve duygularıyla yakalayıp yoz ve bodur hale de getirmez. O, Allah’tan gelen mesajları insanların gönlüne salar, onlarda aksiyon ruhu uyarır ve onları insanlığın semasına yükseltir, meleklerle diz dize, yüz yüze getirir.
Kur’ân-ı Kerim, bu hususu anlatırken, Allah Rasûlü’ne şöyle seslenir: “De ki, bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz” (Yûsuf, 12/108).
Bu yol, nebilik yoludur. Aklın, mantığın, muhakemenin.. his, kalp ve vicdanın da içinde yerlerini aldıkları ve hiçbirinin ihmale uğramadığı bir yoldur.. bu yol ki Nebi ve Nebiye tâbi olanlar, arkalarındakilerini işte böyle bir basiret üzere, hakka davet ederler.
2. Karşılık Beklememek: Nebi, tebliğ karşılığında hiçbir şey beklemez. O, tebliğini sadece ve sadece bir vazife olarak yapar. Zaten bütün peygamberler, “Benim ücretim ancak ve ancak Allah’a aittir” diyerek bu hakikata işaret etmişlerdir.197
3. Neticeyi Allah’a Bırakmak: Nebi, tebliğin neticesini ve hüsn-ü kabulü Allah’a bırakır ve hiçbir zaman neticeye karışmaz. Zira bilir ki, onun vazifesi yalnız tebliğdir; netice ise tamamen Cenâb-ı Hakk’a aittir.
Bu üç husus mahfuz; şimdi de, tebliğin peygamberliğe ait nasıl bir sıfat olduğunu ve her devirde bu vazifeyi yerine getiren insanların, hangi usul ve metodla tebliğde bulunduklarını ve bulunmaları gerektiğini arzetmeye çalışalım. Bütün arzumuz, Rabbimizin bize de tebliğ vazifesini, rızasına uygun şekilde gördürmesinden ibarettir. İçimize tebliğ şevki salacak da, neticede bizi muvaffak edecek de sadece Cenâb-ı Hakk’tır. O’na güveniyor ve O’na dayanıyoruz...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10
TEBLİĞDE METOD
Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır198. Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?..
Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Rasûlü’ne hitaben şöyle demektedir: “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder” (Kasas, 28/56). Bu itibarla, nebinin mesajı, husûsiyet arzeder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kal-malarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir. İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdetâ mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebîlerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.
Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Rasûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebu Ubeyde bunları, Allah Rasûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur199. Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir: “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!” 200(Bilmiyorlar, şayet Benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Rasûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Rasûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikayet ma’nâsına, ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.
“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”
Evet; her nebi, âdetâ böyle der: “Ağyar ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem” der ve yoluna devam eder.
Hz. Nûh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim” (A’raf, 7/61).
Hz. Nûh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine isnat ettiği sapıklık isnadıydı. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” diyorlardı (A’raf, 7/60). Bugün de değişen birşey yoktur. Denilenler hep aynı ma’nâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..
Devamındaki âyette, Hz. Nûh kavmine şöyle seslenir : “ Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum” (Araf, 7/62).
Bende dalalet olmadığı gibi, sizi dalalet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum...
Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hûd, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor :
“Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm” (A’raf, 7/67-68).
Değişen birşey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı ma’-nâya gelen sözler, cümleler..
Diğer peygamberleri böyle umûmî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:
Allah (cc) O’na hitaben şöyle buyuruyor: “Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt” (Müddessir, 74/1-3).
“Ey örtünüp bürünen (Rasulüm)! Geceyi tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4).
Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Sen’in Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur..
Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyara gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. İşte, bir ilahî ferman: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz” (İsra, 17/15).
Ve bir başka beyan:
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Zâten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” (Kasas, 28/59).
Demek ki, Allah (cc) evvela peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp ve insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (cc) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hakk, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı halde, temerrüdünde devam edenler, işte cezaya hak kazanmış onlardır.
Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metodlarını kullanarak irşatta bulunmuştur. Hz. Nûh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
“Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır..” (Nûh, 71/5-10).
Hz. Nûh: “Rabbim, cemaatımı gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüd ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdetâ hep yeni yeni usûller buldular. Bazan kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazan da elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”
O’nda Tebliğ Cibilliydi
İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet halindeydi. O, bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. ve âdetâ yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazan günlerce üst üste oruç tutardı201. Bazan da ölmeyecek kadar yerdi202. Sanki tebliğ sancısı, onda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sav) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi. Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur: “Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdetâ kendine kıyacaksın” (Şuara, 26/3).
Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder: “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin” (Kehf, 18/6).
Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdetâ bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.
Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz.. işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi! Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir: “ Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!” Evet, işte Nebi ve Nebiye varis olanların hâli! Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.
Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır. Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hakk da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş... Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der: “Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, “Neden? Niçin?” diye soracaksın. Anlatayım: “Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Halbuki o, müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.”
Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim...
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10
Tebliğde Hırs
Allah Rasûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatlar anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehalükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hali!
Ebû Tâlib’i Daveti
Ebu Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Rasûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebu Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Rasûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi. Allah Rasûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebu Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Rasûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâilâhe illallah” demesini ister ve: “De ki, âhirette sana şefaat edeyim” der. Ancak o esnada Ebu Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mani olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine” der ve -Allah bilir- gemiyi kaçırır. Allah Rasûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve “Men edilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim” der203. Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan onu men eder. O artık, Ebu Talip için istiğfar da edemeyecektir; zira âyet şöyle demektedir: “(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara” (Tevbe, 9/113).
O’nun, Ebu Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebu Bekir’dir. Mekke fethinde Allah Rasûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebu Kuhâfe’yi İki Cihan Serverinin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebu Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir:“Ya Rasûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (cc) ona bu hidayeti nasib etti. Ancak ben, Ebu Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”204
Allah Rasûlü, nasıl amcası Ebu Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu. İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü:
Vahşî’yi Daveti
Allah Rasulü, amcasının kâtili Vahşi’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir. Mektupda aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:
“Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyâmet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır” (Furkan, 25/68).
Vahşi, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de müslüman olayım?
Allah Rasulü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar :
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” (Nisa, 4/48).
Vahşi, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşiet-i ilahiye bırakıldığını Rasulullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir” (Zümer, 39/53).
Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Rasulü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “ra” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın katiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşi, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu.205 Bu yönüyle talihliydi.. ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Rasûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibariyle Allah Rasûlü’ne sütkardeşlik payesiyle de serfirazdı206. O, İslâm’a gireceği ana kadar müslümanlar korku içindeydi. Hamza müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşi, bu Hamza’nın kanına girmiş.. Uhud’da elinde taşıdığı talihsiz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye “ ” (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir “ ” meydana getiriyor ve yere bir “ ” gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Rasûlü, onu uzuvları paramparça halde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehidler yıkanmazdı; ancak Allah Rasûlü Hamza’yı yıkadı ve âdetâ su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı... Evet, Allah Rasûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin katili Vahşi, Allah Rasûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Rasûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşi’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşi’yi bizzat kendisi davet etmişti.207
Vahşi, iman ettikten sonra Allah Rasulü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı: “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, talihsizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”
Vahşi, bir sahabi şuuru içinde Allah Rasulü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Rasulü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı. Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Rasulü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Rasulü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “acaba”, diyordu, birgün gelir de bana: “Artık görünebilirsin”, der mi? Vahşi, o mutlu günü bekleye dursun, birgün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Rasulü, gurub edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşi, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
Vahşi’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşi’nin vicdanı, o günahın tesiriyle cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseyleme’nin halledilmesi. Vahşi, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseyleme ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseyleme, nöbet bekleyen bir sahabî tarafından görüldü. Onu gören sahabî, Vahşi’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor” dedi. Bunu duyan Vahşi, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseyleme’nin bağrına sapladı. Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı208. Gözyaşları içinde âdetâ Allah Rasulü’nün ruhaniyatına hitaben: “Artık gelebilir miyim, Yâ Rasulallah!” der gibiydi... Biz, Allah Rasulü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Rasulü’nün ruhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşi’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşi’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin”, demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir, buud meselesidir. Bizim, bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Rasulü’-nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi...
Evet, görüyoruz ki, Allah Rasulü, en az babası kadar sevdiği ve yine, en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun katili için dahi, bir rahmet oluyor. Vahşi’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşi gibi bir insandan dahi bir sahabî çıkarıyordu. Acaba, O’nda tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası haline gelmemiş olsaydı, Allah Rasûlü’nün Vahşi gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehalükünde, tebliğin Nebiye ait bir sıfat olma hakikatı saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.
İkrime’yi Daveti
İkrime’nin düşmanlığı, Vahşi’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neşet ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebu Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdetâ gayya haline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya marûz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.
İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir. Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği halde o hâlâ temerrüd ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husûmeti, devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı...
Ümmü’l-Hakem, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemene kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Rasûlü’ne revâ görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Rasûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşi’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.
İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde, Allah Rasûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben: “Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi. İslâmî ma’nâda hicret bitmişti; ancak, Allah Rasûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti. Allah Rasûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi: “Dua et, Yâ Rasûlallah!. Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi. Allah Rasûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Rasûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Ya Rasûlallah!” dedi, “bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.
İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “ağlama” der, “ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hişam girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi.” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi” der ve Allah Rasû-lü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Ya Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de : âyetini okur ve ruhunu Allah’a teslim eder209. Âyet meal olarak şöyle demektedir: “Rabbim beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!” (Yusuf, 13/101).
Evet, Allah Rasûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı. O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.
-
--->: sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 10
Tebliğ Sancısı Uykularını Kaçırırdı
Bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’nün gözlerine doğru dürüst uyku girmedi. Çünkü O, bütün insanlığın derdiyle dertliydi. Evet: “Hayatında gözlerini yumup, rahat bir uyku uyumadı”, sözü ancak İki Cihan Serveri’ne isnad edilirse doğru olabilir; zira O’nun hayatı hep tebliğ içinde geçmiştir.
Mekke döneminin ilk yılları, panayır panayır, sokak sokak gezer ve nerede bir pazar kurulsa, Allah Rasûlü muhakkak gider ve orada bulunanları Hak Dine davet ederdi. Bu uğurda sayısız hakaretlere maruz kalır, horlanır, başına taş-toprak atılır; O bunların hiçbirine takılmadan hedefine yürürdü. Melekler O’nun yüzüne bakmaya kıyamazken gel gör ki, Mekke müşrikleri, o yüze tükürüyorlardı. Güneş, hararetiyle O’nun tenini incitmesin diye bazan bulutu yüzüne bir peçe gibi çekmesine karşılık, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o dırahşan çehreye hakaretlerin en galizleri savruluyordu...
“En yakın akrabanı inzar et”, mealindeki “ ”210 âyeti nazil olunca O, hemen kendine yakın bütün oymak ve kabileleri topladı. Ve onlara hitaben şöyle dedi: “Allah (cc) bana en yakınlarımı inzar etmemi emretti. Siz de benim en yakınlarımsınız. Fakat, siz, Lâ ilâhe İllâllah, demedikçe Allah katında, sizin için birşey yapmam mümkün değildir. Ancak bu kelimeyi söylerseniz ahirette sizin için şahid olabilirim.”
O, böyle dedi ama, orada bulunanlar sanki duvar kesilmiş ve Allah Rasulü’ne tek kelimeyle cevap vermemişlerdi. Sadece öz amcası Ebu Leheb konuşmuş -konuşmaz olsaydı-: “Yazık sana, bizi bunun için mi çağırdın?” demiş ve bu söz üzerine de herkes dağılıp gitmişti.211
Hz. Hatice’nin bütün serveti, Mekke ulularına verilen ziyafetlerle eriyip gitmişdi. Allah Rasûlü, onları davet ediyor, yediriyor, içiriyor ve bu arada “acaba birkaç kelime birşey anlatabilir miyim” diye durmadan didiniyordu. Ama nedense, bir türlü olmuyordu. Böyle meclislerden birini Hz. Ali (ra) bize şöyle anlatır: “Yine Allah Resûlü Mekke büyüklerini evine davet etmişti. Yemekler yendi. Bir ara Allah Rasûlü, konuşmaya başladı. Kendisinin hak peygamber olduğunu ve en yakınları olarak onların kendisine yardımcı olmaları gerektiğini anlattı. Sözünün sonunda da: “Bu mevzuda içinizde bana yardımcı olacak yok mu?” dedi. Ben o gün, henüz yedi yaşlarında, soluk yüzlü, sıska bünyeli bir çocuktum. Elimde testi su dağıtıyordum. Allah Rasûlü’nün sözlerine kimse karşılık vermeyince dayanamadım. Testiyi bırakarak ‘Ben varım, Ya Rasûlallah!’ dedim. Allah Rasûlü, bu teklifini üç defa tekrar etti. Her defasında da benden başka cevap veren olmadı.” 212
Ve işte böyle yıllar ve yıllar Allah Rasulü, yılma ve usanma nedir bilmeden tebliğine devam etti. Yakınları da O’na hiç mi hiç kulak vermediler; O da, daha uzaklardan kendisini dinleyecek kimseler aramaya koyuldu. Ancak oralarda da kalb sahibi insan bulmak, sanıldığı kadar kolay olmadı. Taif’te taşlandı, alaya alındı213. Panayırlarda girdiği çadırların çoğundan kovuldu214. Ne varki, O’ndaki bu ciddi talep O’nu bir sürprizler âlemine çekiyor gibiydi ve öyle de oldu. Kader O’nu Akabe’ye sürükledi ve bir kısım temiz insanlarla buluşturdu. Bu ilk Aka-be’de altı kişiyle tanıştı. Bunlar ertesi sene Akabe’ye yetmiş insan olarak geldiler. Allah Rasulü, onlara bazı hususları tebliğ etti. Kendisine inanacaklarsa bu şartlar dahilinde inanmalıydılar... Onlar da Allah Rasulü’nün bütün tekliflerini tereddütsüz kabul ettiler. Bu arada, Hz. Abbas, onlara düşünerek karar vermelerini tavsiye etti. Ve böyle bir teklifi kabul etmenin, bütün cihanı karşılarına almak olduğunu onlara tafsilatıyla anlattı. İçlerinde dönen olmadı. En ağır şartlarda dahi Allah Rasulü’nü kendilerine tercih edeceklerine söz vererek biat ettiler. İki Cihan Serveri, onlarla beraber Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab onlara dinlerini öğretecekti.215
Sahabede Tebliğ Aşkı
Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu. İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi.216 Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden yüz bulamadı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka eşyası da yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.217
İşte Allah Rasûlü’nün tilmizi bu şanlı sahabi, Medine’ye varır varmaz hemen irşad ve tebliğe başladı. Medine’de çalmadığı kapı yok gibiydi. O kadar hasbî, samimi ve ihlaslı bir ruha sahipti ki, onun sohbetini dinleyenler, en kısa zamanda küfürden uzaklaşıp İslâm halkasına dahil oluyordu. Onun gelişi, Medine’de bir dalgalanma meydana getirdi. O, âdetâ karanlık gönülleri aydınlatan bir nur menbaıydı. Es’ad b. Zürâre (ra) kendisine ev sahipliği yapıyordu. Es’ad b. Zürare henüz cuma namazı farz olmamasına rağmen ve daha Allah Rasûlü de Medine’yi şereflendirmemişti ki, bu zat, inanan insanları bir araya toplamış ve onlara Cuma namı kıldırmıştı.218
Medine’de hatırı sayılır kim varsa, onun evine gelip, Mus’ab’ı dinliyordu. Gelenler, hışımla geliyordu ama, dönüşleri, pek de geldikleri gibi olmuyordu. Sa’d b. Muaz da bu gelip dönenlerdendi. O da birgün öfkeyle gelmiş ve Medine’de kimsenin fitne çıkarmasına meydan vermeyeceğini söylemişti.. zira ona, Mus’ab’ın gelişi bir fitne olarak anlatılmıştı. O da, bu fitneyi bertaraf etmeyi kendine vazife edinmişti. Eve girdi. Mus’ab, yine yanındakilere, o kadife gibi mülâyim sesiyle birşeyler anlatıyordu. Sa’d, önce çok haşin davrandı. Ancak Mus’ab, ona şu teminatı verdi: “Evvela gel otur ve dinle. Anlattığım şeyler hoşuna gitmezse, hiç tereddüt etme ve elindeki kılıcı boynuma indir. Yemin ederim ki, sana karşı koyacak değilim.” Bu sözler Sa’d b. Muaz’ı eritmeye yetti. Biraz sonra kendisini meleklerin teşyi edeceği makamlara yükseltecek kapının eşiğinden içeri girdi ve kelime-i tevhidi gönlünün derinliklerinden gelen bir edayla haykırdı. Evet, Sa’d b. Muaz, Mus’ab b. Umeyr’in önünde diz çökmüş ve müslüman olmuştu219. O günün Medine’sinde , Ömer’in Mekke’de müslümanlığı kabulüne benzer bir coşku meydana getirmişti Sa’d b. Muâz’ın müslümanlığı. Yankısı en kısa zamanda civar kabile ve aşiretlerde de makes bulan büyük bir hâdise oldu.
Görüldüğü gibi, Allah Rasûlü, durmadan, dinlenmeden hak ve hakikatın neşrini yaptığı gibi, O’nun, sadık çırak ve tilmizleri de aynı şekilde, cihanın dört bir yanına dağılmış ve hakkı neşretme vazifesini en seviyeli şekilde edâ etmeye çalışmışlardı. Cihan, bu meşalelerin tutuşturduğu nurlu kalplerle apaydın olacaktı. Zaten Mus’ab’ı Medine’ye, Talha’yı Dûmetü’l-Cendel’e ve daha sonraki yıllarda, Berâ ve Halid’i Yemen’e sevk eden aynı duygu ve düşünce değil miydi?
Bazen bir sahabi gittiği yerde muvaffak olamazsa, Allah Rasûlü, onların yerlerini değiştiriyor ve bu değişiklik de muhakkak surette, müsbet ma’nâda tesirini gösteriyordu. Meselâ, Halid b. Velid, irşad adına gönderildiği Yemen’de çok muvaffak olamadı. Allah Rasûlü, daha sonra oraya Hz. Ali’yi gönderdi. Halid’i de Necran’da Hristiyanların bulunduğu bölgeye tayin etti.
Berâ b. Azib, bu hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
“Halid’le günlerce Yemen’de kaldık; Ali gelinceye kadar kimse bize inanmadı ve saflarımıza dahil olmadı. Ancak Hz. Ali’nin gelişiyle her şey birdenbire değişiverdi. İnsanlar, bölük bölük İslâm’a girmeye ve müslüman olmaya başladılar.”220
Evet, Yemen’de Hz. Ali muvaffak olmuştu. Zira O’nun Allah Rasulü’yle uzun bir geçmişi vardı. Ayrıca O, Hz. Hasan ve Hüseyin’den gelen altın halka ve kıyamete kadar gelecek bütün kutupların, mukarrebinin, evliya ve asfiyanın babaları durumundaydı. Bugün dahi, hak ve hakikat onların himaye kanatları altında temsil edilmektedir. Ve işte bu Hz. Ali, bütün Yemen’i, yürekleri eriten sözleriyle fethediyordu ki, gün gelip Mekke fethedilince bunların hepsi gelerek İslam’a iltihak edeceklerdi.221
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 11
DEVLET REİSLERİNE NÂMELER
Allah Rasûlü, bir taraftan böyle değişik istidatları etrafa gönderip irşad vazifesini sürdürürken, diğer taraftan da devlet reislerine ve meliklere gönderdiği nâmelerle, onları hak dine davet ediyordu. Bu da tebliğin ayrı bir buuduydu.
Necâşi
Necaşi, Habeş hükümdarıydı. Allah Rasulü’nü göremediği için sahabî değildi; fakat çok büyük bir insandı. Allah Rasulü, ona Amr b. Ümeyye’yi göndermişti. Necaşi’ye gönderilen mektupta İki Cihan Serveri şöyle diyordu:
Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Habeş Necâşisi (hükümdarı) Asham’a;
Selam sana! Ben, senin vesilenle, Melik, Kuddûs, Mü’-min ve Müheymin olan Allah’a hamdederim. Ve şehadet ederim ki, İsâ, Ruhullah ve Allah’ın iffetli, tertemiz, pâk ve bâkire Meryem’e ilkâ ettiği kelimesidir... Seni şeriki olmayan Bir Allah’a davet ediyorum.” 222
İki Cihan Serveri, evvela Necaşi’ye hitaben, doğrudan doğruya “Selam sana” demekle, onda bir şeyler gördüğünü îmâ ediyordu. Evet, sanki, Allah Rasûlü, onun hidayete ereceğini gayb-âşina gözüyle görmüştü ki, ona böyle hitap etmişti. İkinci olarak, kullanılan ifade ve üslûb, gayet hârikadır. Zira, Allah Rasûlü, meseleye yaklaşırken, Necaşi’nin gözünde çok büyük ve saygıdeğer olan Hz. Meryem’le yaklaşmıştır. Zaten bizler için de, Hz. Meryem o denli büyüktür. Çünkü Hz. Meryem, büyük bir peygamberi dünyaya getiren kadındır ve ilhama mazhardır.
Dikkat edilmesi gereken olan önemli bir husus, Necâşi bir hristiyandır ve Allah Rasulü, ona hitap ettiği mektubuna malzeme olarak, Kur’ân’ın o mevzu ile alakalı âyetlerini kulanmıştır. Bu, Necaşi’nin ruhuna girmek için en müessir ve en sâlim yoldur. Nitekim de öyle olmuştur.
Necaşî, mektubu almak için tahtından inmiş, öpüp başına koymuş, mektubun okunması biter bitmez de davete icabet ederek müslüman olduğunu ilan etmiş ve hiç vakit geçirmeden kâtiplerine şu mektubu dikte etmiştir:
“Allah’ın Rasûlü Muhammed’e, Habeş hükümdarı Necaşi’den,
Ben şehadet ediyorum ki, sen Allah’ın Rasulü’sün... Eğer emredersen, hemen oraya gelirim. Ancak ben, sadece kendime sahibim. Şu anda teb’ama hâkim değilim. Yine şehadet ederim ki, Senin dediklerinin hepsi de doğrudur.” 223
Necâşi, imanının şuurunda bir insandır. Birgün yakınlarına şöyle demiştir: “Keşke şu saltanata bedel, Hz. Muhammed (sav)’in hizmetkârı olsaydım.”
Ve aradan bir müddet geçer. Bir gün Allah Rasulü, mescide gelir orada bulunanlara, “Kalkın!” der, “kardeşimiz Necaşi’ye cenaze namazı kılacağız.” 224
Fukahâ arasında, gaybe cenaze namazı ihtilaflıdır. Hanefi mezhebi dışında kalan mezhep imamları, böyle namazı tecviz ederken, Hanefi mezhebi imamları aksini söylerler. Çünkü onlara göre, bir mucize eseri olarak, Necaşi’nin tabutu Allah Rasûlü’nün önünde hazır bulundurulmuş ve kılınan namaz, bu şekilde hâzır’a kılınmıştır. Bu fıkhî bir mevzudur ve tafsil edilmesinin yeri de burası değildir... 225
Hirakl
Allah Rasûlü, ikinci mektubunu Dihyetu’l-Kelbî ile Hirakl’e gönderdi. Hirakl, Roma İmparatoru idi. Hirakl’e gönderilen mektupda şunlar vardı:
“Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Rum meliki Hirakl’e, Allah’ın selamı, hidayete uyanlar üzerine olsun! İmdi, Ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol selâmeti bul. Böylece Allah, senin ecrini iki kat verir. Eğer yüz çevirirsen, kendi yüz çevirişinin yanında, bütün yüz çevirenlerin vebali de sana yüklenir.
Ey Kitap Ehli, gelin aramızdaki müşterek kelimede birleşelim (Sizinle bizim aramızda ma’nâsı aynı bir kelimeye geliniz): Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım; ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi ilahlaştırmayalım. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse işte o zaman: “Bizim müslüman olduğumuza şahitler olun!” deyiniz.” 226
Bu sözler Hirakl’a tesir etmişti. O gün orada, Ebu Süfyan da bulunuyordu.. ve hükümdarla Ebu Süfyan arasında şöyle bir konuşma geçti: Hirakl:
-Bu zatın nesebi nasıldır?
-Soylu ve asil bir nesebe sahiptir.
-Daha evvel atalarından böyle bir iddiada bulunan oldu mu?
-Hayır, olmadı.
-Ataları içinde hiç hükümdar var mıydı?
-Hayır, yoktu.
-Ona tâbi olanlar, zayıflar mı ileri gelenler mi?
-Ekseriyet itibariyle zayıflar.
-Cemaatı azalıyor mu çoğalıyor mu?
-Gün geçtikçe çoğalıyor.
-Hiç yalan söylediği oldu mu?
-Hayır, onu hiç yalan söylerken görmedik.
-Hiç vefasızlık ettiği oldu mu?
-Bugüne kadar olmadı; ancak bundan sonrasını bilemem.
İşte, Ebu Süfyan, henüz müslüman olmamasına ve Allah Rasûlü’nün amansız bir düşmanı bulunmasına rağmen, o günkü konuşmasına ancak son cümlesi kadar bir tereddüt sokuşturabilmişti.
Ve Hirakl, Ebu Süfyan’ın verdiği cevapları tekrar ederek, bütün bunların, Allah Rasûlü’nün risaletine delil olduğunu söylüyor ve piskoposunu çağırıp durumu ona da soruyor, o da aynı kanaati izhar ediyordu. Bir rivayete göre imanını izhar ediyor ve:“Çok yakın bir zaman sonra, şu benim ayaklarımı bastığım yerler, hep O’nun olacak” diyor ve dediği de aynen zuhur ediyordu.227
Ancak papazların vahşi merkep gibi homurdanmaları sebebiyle Hirakl, sözünün mecrasını değiştiriyor “Ben sizi imtihan ettim, tâ ki dininize ne derece bağlısınız göreyim...” Piskopos ise, iman etti ve Allah Rasûlü’ne gaybî olarak biatta bulundu.228
Ve Diğerleri
Efendimiz daha birçok yere ve birçok kimselere mektuplar göndermişdi. Bunlardan kimisi, davete icabet edip müslüman olmuş, kimisi de müslüman olmamakla beraber Allah Rasu-lü’ne karşı saygılı davranmıştı. Meselâ, Mukavkis ki, Kıptîlerin hükümdarı ve bunlardan biriydi. Allah Rasulü, ona Hâtib b. Ebî Beltea’yı göndermişti. Mukavkis, gerçi müslüman olmadı. Ancak Hâtib’e, orada kaldığı müddet zarfında hep ikramda bulundu ve Allah Rasulü’ne de hediyeler gönderdi. Mâriye Validemiz de bu hediyelerden biriydi. Allah Rasulü, onu istifraş buyurmuş ve ondan İbrahim adında bir çocuğu olmuştu. Ayrıca bu hediyeler arasında bir de beyaz bir katır vardı.229 Adı “Düldül” olan bu katır, o gün için Arabın gördüğü ilk katırdı.
Kisrâ ise, Allah Rasulü’nden gelen mektubu parçalayıp yere atmış.. bu da onun kendi mülkünün parçalanması şeklinde tecelli etmiş ve kısa bir müddet sonra İran parça parça oluvermişti.230
Allah Rasûlü, hükümdarlara, devlet reislerine ve değişik kabilelerin ileri gelenlerine bir ma’nâda bütün dünya ile oynamak demek olan şümullü bir tebliğde bulunuyordu.. ve O, her gün biraz daha sinelere giriyor, gönüllere taht kuruyordu. Sanki, O’nda kudsî bir câzibe vardı da, âdetâ bir kısım sırlı iplerle insanları kendine cezbediyordu. O’nun câzibesine kapılan her fert ve cemiyet, aynı zamanda nûr âlemiyle de bütünleşmiş oluyordu. O, gönüllere bu şekilde taht kurduktan sonra, artık O’na karşı mücadele etmek, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdı. Buna beyhûde bir çırpınış da denebilir.
Nitekim, az sonra, öyle de oldu. O güne kadar direnenlerin hemen hepsi boşuna uğraştıklarının farkına vardı ve O’na dehalet ettiler...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 12
TEBLİĞ AÇISINDAN HUDEYBİYE
Hudeybiye, tebliğde ayrı bir fırsat buududur. Allah Rasû-lü’nün böyle ağır şartları hâvî bir anlaşmayı kabul etmesi, işin başında Hz. Ömer gibi Allah Rasûlü’ne bağlılığı müsellem şahıslar tarafından dahi, itiraz ma’nâsına gelebilecek bir reaksiyonla karşılanmış ve o esnada kaybetme sath-ı mailinde buğulu dakikalar yaşanmıştır.. yaşanmıştır ama ertesi sene müslümanlar, ellerini-kollarını sallaya sallaya Mekke’ye girmişlerdir. Bu ise Mekke’de bir sene boyu konuşulan mevzu olmuştur. Böylece gönüller İslâm’a karşı yavaş yavaş hazırlanabilmiş.. ve Mekke’nin ileri gelen dev şahsiyetlerinden Halid b. Velid, Amr b. Âs ve onlar gibi kişiler bu arada kendi hür iradeleriyle İslâm dinine girmişlerdir231. Onların izzetleri rencide olmadan İslâm’a girmeleri, ileride yapacakları hizmetler açısından çok mühimdi ve öyle oldu...
Ayrıca, biat esnasında ashabın, Allah Rasûlü’ne karşı gösterdikleri bağlılık örneği, Mekkeli murahhasların gözünden kaçmamış ve bu da Mekkelilerin İslâm’a karşı yumuşamalarını hızlandırmıştır.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 13
FERT PLÂNINDA TEBLİĞ
Allah Rasûlü, fethin zirvesinde olduğu dönemlerde dahi ferdî münasebetlere son derece ehemmiyet veriyordu. O bir iki sene içinde bütün Mekke halkının kendisine dehalet edeceğini biliyordu ama, buna rağmen Halid b. Velid’le Amr b. Âs’ın gelişini ayrı bir iltifatla karşılıyor ve onlara teveccüh yağdırıyordu. Evet, yanında bulunan ashabını, bu iki dâhiyi karşılamaya göndermişti ve Halid, teslimiyet ma’nâsına elini uzattığı zaman Allah Rasûlü, ona şöyle iltifatta bulunmuştu: “Ben de hayret ediyordum; Halid gibi akıllı bir insan nasıl olur da küfür içinde kalır.. ben birgün gelip, senin müslüman olacağına kat’iyen inanıyordum”.232 O haletteki bir insana, Allah Rasûlü’nün söylediği bu sözler, iltifatların en büyüğüdür. Ve işte Halid bu iltifatlarla müstakbel hayatı adına kimbilir nasıl metafizik gerilime geçmiştir? Bu arada Amr b. Âs da, Allah Rasûlü’nün elinden tutmuş bir türlü bırakmıyordu. Durmadan ısrar ediyor ve: “Ya Rasûlallah, günahlarım için istiğfar et ve Cenâb-ı Hakk’a yalvar” diyordu. “Dua et, Allah beni affetsin!” İki Cihan Serveri, ona da iltifatta bulunuyor ve şöyle diyordu: “Bilmiyor musun, İslâm, daha önceki bütün günahları siler süpürür... İnsan, İslâm’a girince anasından doğduğu gün gibi tertemiz olur.” 233
Evet, Allah Rasûlü artık, gönüllere taht kurmuş ve mübeccel şahsiyetine teveccühü tebliğ adına değerlendiriyor. İnsanlar da fevc fevc O’na doğru koşuyor, O’nun dinine dehalet ediyordu. Hatta o günkü mevcelenme geldi ta bu günlere ulaştı. Öyle inanıyor ve öyle zannediyoruz ki, Efendimiz’in mübarek mesajı bundan sonra da, kıyamete kadar, kendisine has ihtişamıyla devam edecektir.
Basına yansıyan kadarıyla olsun meseleye baktığımızda, bugün Avrupa’da milyonlarca insan müslüman olmakta ve dünya müslümanlığa doğru kaymakta. Evet Avrupa İslâm’a gebedir ve yakında hamlini vaz’ edecektir. “İslâm dünyasında ise doğum tamamlanmak üzeredir. Bir de şimdi cihanın şu şarkına, yani nifak düşüncesinin hakim olduğu yerlere bakın! Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine ve bu yöre insanının korkunç asimilelere maruz kalmalarına rağmen, burada yaşayan müslümanlar; Türkistanı, Mengücistanı, Özbekistanı, Dağıstanı ve Kırgızistanı’ıyla düşünce ve ruh dünyalarından pek birşey kaybetmemiş gibi kendi düşünce dünyalarına koşuyorlar. Yakın bir gelecekte Moskova’nın bağrında dahi Ezan-ı Muhammedî duyulacak ve orada da fevc fevc İslâmiyet’e dehaletler olacaktır. Allah Rasûlü’nün tebliğini temsil edenler, dünyanın hiçbir yerinde, bu tebliğin ulaşmadığı yer bırakmayacak ve bütün bunları yaparken de, birer muhabbet ve şefkat fedaisi gibi davranacaklardır.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 14
İLÂHÎ İLTİFATA MAZHARİYET
Allah (cc), Nebisine hitaben bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
“Ey Rasul!” Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, Seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik edip doğru yola iletmez” (Maide, 5/67).
Allah (cc) hiçbir peygambere böyle hitap etmemiştir. Diğerlerine hitap, hep mücerred isimleriyle yapılır; ancak Hz. Muhammed (sav)’dir ki, O’na hitap edilirken böyle tazimkâr bir ifade kullanılmıştır.
“Ey Rasul! sözü ile Hakk’tan mesaj getiren, haber ulaştıran ve ötelerden haberdar insan kasdedilmektedir. Bu hitap tarzıyla Allah , O’na çok şerefli bir hususiyet izafe ederken, bizlere de, O Nebi’nin şeref ve kıymetini hatırlatır. Buna, O’nun şerefini ilan da denebilir. Ve O, bu şerefin gölgesi altında, bize sunacağı mesajı sunar. Yani, şu anda size muhatap olan veya sizi muhatap alan zât öyle bir Zât’tır ki, âdetâ Allah (cc) O’na saygı gösteriyor (tabir caizse) O’na adıyla “Ya Ahmed, Ya Muhammed, Ya Mustafa, Ya Mahmud” demiyor da “Ey şanı yüce Rasul!” , Yani duygu, düşünce ve gönülleri dirilten mesajlarla insanlığın imdadına koşan nebî diyor. Zira Allah, O’nu nurdan bir helezonun zirvesine çıkarmış, O’nu peygamberlikle serfiraz kılmış ve vicâhî olarak konuşulabilecek bir muhatap haline getirmiştir. Evet, bu gibi beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Allah, O’nu karşısına alıyor ve O’nunla yüz yüze konuşuyor. Nitekim, bazı muhakkikin, Efendimiz’in, Miracta Cenâb-ı Hakk’la fiilen böyle konuştuğunu söylemektedirler. Nasıl, diğer vahiyleri, bazan perdeler ardından; fakat yine bizzat Cenâb-ı Hakk’tan telakki etmiştir. Öyle de Mirac’ta bu iş doğrudan doğruya bizzat görüşerek olmuştur234. İşte Hz. Muhammed Mustafa bu zâttır. Allah (cc), O’nu seviyeler üstü bu sevi-yeye çıkarmış ve bu noktaya ve bu seviyeye çıkardığı O Zât’a demiştir ki: “Sen, sana tevdî ettiğim mesajları insanlığa hiç durmadan duyurmalısın ve bu işte, hiçbir şey de sana engel olmamalıdır.. evet Sen, hiçbir şeye takılıp kalmamalısın. Ne korku, ne endişe, ne mânialar ne açlık ve susuzluk, ne de dünyaya ait makam ve mansıp seni tebliğden alıkoymamalıdır.”
Elhak, Rasul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, hiçbir engele takılıp kalmamış ve bir an dahi tevakkuf etmeden kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmiştir. O’na bir risalet kapısı açılmış, O ise bu kapının sövelerini sökercesine rekorlar üstü rekora ulaşmıştır ki, ’yı da bir noktada böyle an-lamak mümkündür... Evet onun kendisi için bir yükselme sınırı takdir olunmuş; O ise, bu sınırı çok geride bırakmıştır. Zira öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Hz. Cibril o noktadan sonra O’na şöyle demiştir: Yürü yâ Muhammed! Bundan sonra top Senin, çevkan Senin, ben parmak ucu kadar daha ilerlesem, Rabbimin azamet nuru beni yakar mahveder!.
Bu, imkan sahasını zorlama, hatta aşma demektir. Bu ifadeler, bana hep Auguste Comte’u hatırlatır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), pozitivizmin kurucularındandır. Hayatı, hep din düşmanlığı ile geçmiştir. Çünkü ona göre, bilimin tecrübe sahasına girmeyen her şey safsatadır. Ancak, Tarih-i Murad’da onunla ilgili şöyle bir hâdise nakledilir: Bir aralık Comte, Endülüs’e gitmiş; oradaki İslâmî sanat eserlerini hayranlıkla seyretmiş ve İslâm hakkında ma’lûmat edinmek için bazı kişilere sorular yöneltmiş... Aldığı cevaplar arasında bilhassa, Efendimiz’in ümmî oluşu, onu şaşkına çevirmiştir. İnanamamış ve Roma’ya giderek 9. Papa ile görüşmüş ve yemin ettirerek bu mevzuyu ona sormuştur. O da söylenenlerin doğ-ruluğunu tasdik edince, filozof şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muhammed bir ilah değil; fakat beşer de değil...”
Zaten bizim Buseyrî’miz de şöyle demiyor mu?
“İlmin vardığı son nokta şudur: O, bir beşerdir, ancak Allah’ın yarattığı varlıkların en hayırlısıdır.” Yani O, Âmine’den doğma, Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur. Evet O’nun da bir anası, babası ve bir maddî yanı vardır. Ancak madde ile O’nu izah edip anlatmak mümkün değildir. O, peygamberlik semasında tayerân eden bir tâvustur. Halbuki bizim sözlerimiz hep O’nun içinden çıktığı yumurta etrafında dönüp durmaktadır. O, miracta öyle bir noktaya adım atmıştır ki, biz ayağını nereye koyduğunu bile bilmekten aciz bulunuyoruz. Çünkü bu, beşerî idrak ve beşerî şuurla kavranabilecek bir husus değildir.
Tebliğ, o derece lüzumludur ki, kendisine bu derece yakın bulunan en sevgili kulunu Cenâb-ı Hakk, bu vazife ile vazifelendirmiş ve eğer tebliğ vazifesini yerine getirmezse bütünüyle risalet vazifesini yerine getirmemiş olacağını da O’na bizzat ihtar etmiştir.
Öyle ise, O’nun ümmeti olan bizlere düşen en lüzumlu vazife de, yine tebliğ vazifesidir. Unutmayalım ki, bütün bir beşeriyeti, hayatın hemen her sahasında yeniden diriltmek, ancak Hz. Muhammed’in diriltici soluklarına ve O’nu soluklayanların soluklarına sığınmakla mümkün olacaktır.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 15
TEBLİĞDE ÖNEMLİ BAZI HUSUSLAR
Tebliğde önemli bazı hususlar vardır. Bunlardan bir kısmını yukarıda arzetmiştik. Onların kısa bir özetini vererek, arzetmediğimiz kısmı da bu hülasaya bina edip tebliğ mevzuunu bitirelim.
Birincisi: Tebliğin bir fetanet yanı vardır ki, buna peygamber mantığı da diyebiliriz.
İkincisi: Tebliğ yapan rehber, tebliğ ettiği meseleyi çok iyi temsil etmelidir. Onun anlatacağı şeyler, hep yaşadığı şeyler olmalıdır. Evet O, başkalarının yaşaması gerekli olan şeyleri değil; kendi yaşadığı hayatı anlatmalı ve davet ettiği kimseleri de böyle bir hayata davet etmelidir.
Üçüncüsü: Tebliğ neticesinde beklenen, sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası olmalıdır. Cennet dahi, tebliğe gaye olmamalıdır. Bu da maddî-manevî füyûzât hislerinden fedakârlık yapmak demektir.
Birincisi: İç fetanettir; Allah Rasûlü’nün tebliğinin de bir fetanet yanı vardır. Ama fetanet, bir kuru mantık değildir. O, zahirden batına, dünyadan ukbaya ulaşan bir mantıktır. İnsanın bir mantık tarafı olduğu gibi, bir de his ve duygu tarafı vardır. Onun sadece mantığına hitap edenler, his tarafından açılacak herhangi bir gedik karşısında iflas ederler. İnsanın sadece his yönünü işletmeyi hedefleyenler ise, mantık karşısında mağlup düşerler. Halbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselam, müşahedeye, muhakemeye ve iç sezişe birden seslenir. Gözün gördüğü şeylerle insanı ele alır, misallendirir ve ruha bu yolla nüfuz eder. Aklı kullanır ve kullandırır. Muhakemeye önem verir ve vicdanlara öyle seslenir ki; vicdanında O’nun sesini duyan herkes bir hamlede sadece vicdan yoluyla hakikata ulaşmak isteyenlerin önüne sıçrar ve hakikata ulaşıverir... Endüisyon (Intuition) yoluyla Allah’ı bulmaya çalışan Paskal ve Bergson gibi kişiler kendi sahaları olan bu mevzuda bile Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın, hayat üfleyip, yetiştirdiği mü’minlerden çok ama çok geri kalırlar. Zaten mutlak ve umûmî fazilette, onları mü’min-lerin en küçüğüne dahi kıyas etmek mümkün değildir.
Fertleri İyi Tanımak
Evet, nasıl hiçbir sahada Hz. Muhammed Aleyhisselam’a ulaşmak mümkün olmamıştır; bu fetanet itibariyle de böyledir. O, evvela müşahede ile hasımlarını dize getirmiştir... Yani parmağını kaldırarak putları göstermiş ve “şu taştan, ağaçtan, topraktan ne umuyorsunuz?” demiş.. sonra da harika mahiyetiyle veya ortaya koyacağı bir mucize ile önce aklına hitap ettiği muhatabının elinden tutup onu kalbin yanına çekmiştir. Daha sonra da ona huzurun insibağiyle bir merhale daha kazandırmış ve âdetâ uhrevîleştirmiştir.
Meselâ: Hz. Ömer’in seyr-i rûhanisini ele alalım; ona “Senin gibi akıllı bir insan nasıl oluyor da taşrada geziyor? Senin gibi bir insanın, taştan, topraktan ve ağaçtan birşeyler ummasını, doğrusu aklım bunu bir türlü kabul edemiyor.” diyerek seslenmiştir. Evvela bu sözlerde Ömer’i tebcil vardır. Mantığa karşı hürmetli davranılmıştır. Böylece Allah Rasûlü, mantık adına Hz. Ömer’i avucunun içine almıştır. Ardından da öteden beri emniyet ve güven telkin etmiş olan o harikulade durumuyla Ömer’in kalbine nüfuz etmiştir. Üçüncü safhada ise, ubûdiyetteki derinliği ile onu öyle bir hâle getirmiştir ki; o develeri boynundan tutup yere yıkan Ömer, Allah Rasûlü’nün önünde edepli bir çocuk gibi diz çöküp saygıyla iki büklüm olmuştur.
Şimdi bu mevzuda müşahhas bir misal verip diğer hususlara intikal etmek istiyorum:
Allah Rasulü’nün huzuruna bir genç gelir. Sahabe, bu gencin ismini sarahaten zikretmez; ancak bazı rivayetleri tevhid edip birleştirdiğimizde, bu gencin Cüleybib (ra) olduğu anlaşılıyor. Bu genç gelir ve: “Ya Rasûlallah, zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün değil” der. Orada bulunanların reaksiyonu çeşitli olur. Kimisi ağzını kapamak ister ve “Rasûlullah’a karşı böyle terbiyesizce konuşma!” imasında bulunur, kimisi eteklerinden tutup çeker. Kimisi de suratına bir tokat vurmak niyetindedir. Ama, bütün bu olumsuz davranışlara sadece şanı yüce Nebi, şefkat peygamberi ve merhamet âbidesi, susar; onu dinler, sonra da yanına çağırır, dizlerinin dibine alır ve oturtur. Buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar:
-Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin?
-Anam babam Sana feda olsun Ey Allah’ın Rasûlü, istemezdim.
-Hiç bir insan da, anasına böyle birşey yapılmasını istemez!
-Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
-Canım Sana feda olsun Ya Rasûlallah, istemezdim.
-Hiçbir insan da, kızı için böyle birşey yapılmasını istemez!
-Halanla veya teyzenle böyle birşey yapılmasını ister miydin?
-Hayır, Ya Rasûlallah, istemezdim!
-Kız kardeşinle ister miydin bir başkası onunla zina etsin?
-Hayır, hayır, istemezdim.! Ve son söz,
-Hiç kimse de, halasıyla, teyzesiyle ve kızkardeşiyle zina edilmesini istemez.
Evet, bu muhavere ile akıl mantık plânında Allah Rasûlü, bu genci avucunun içine almış ve âdetâ teneşir tahtasına uzatmış ve onu bir meyyit haline getirmiştir. Ve artık sadece yıkaması kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: “Allahım bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.” 235
Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi haline gelmiştir. Gelmiştir ama, daha önceki hayatı bilindiği için, kimse ona kız vermemektedir. Derken yine Allah Rasulü, araya girer ve Cüleybib evlenir236. Evlendikten sonra ilk muharebede de şehid düşer. Muharebe sonunda Allah Rasulü, etrafındakilere sorar: “Hiç eksiğiniz var mı?” Cevap “Yok, ya Rasulallah, hepimiz tamamız!” Ama, Allah Rasulü: “Benim bir eksiğim var” der. Ve Cüleybib’in başucuna gelir. Tam yedi kişi öldürmüş, sonra da o öldürülmüştür. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: “Bu Cüleybib benden, ben de bu Cüleybib’denim.” Ve Cüleybib, bu payeye kavuşarak ötelere uçar.237
Evet, Allah Rasulü’nün fetanet-i azamı, zinakâr bir genci hem de çok kısa bir zaman içinde, öyle bir seviyeye çıkarmıştır ki, akıl bunu anlamaktan acizdir.
Şimdi acaba, günümüzün bütün terbiyeci ve pedagogları bir araya gelerek Arap Yarımadası’na gitseler, Allah Rasu-lü’nün, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdiği o terbiye, o ahlâkî mükemmelliği terbiye ve ahlâkî mükemmellik şöyle dursun, ahlâka ait sadece bir iki prensibi gerçekleştirebilirler mi?
Realite, bize bütün vuzuhuyla bu cevabın müsbet olmayacağını göstermektedir.
Evet O, öyle bir devirde yaşamışdı ki, ahlâksızlığın her çeşidi o günün insanında âdetâ bir fıtrat haline gelmişti. Allah Rasulü, onlardan sadece bu kötü ahlâkı söküp atmakla kalmadı, aynı zamanda onları, ahlâkın en güzeliyle de donattı. Öyle ki, insanlık, ne onlardan evvel öyle bir ahlâkı ve ahlâklı insanlar gördü, ne de onlardan sonra.. İslâm tarihi binlerce misaliyle bunun en sadık şahidi olduğu gibi insanları bazı alışkanlıklardan vazgeçirmek için, günümüzde sarfedilen gayretlerin neticesiz kalması da apaçık olarak bunu göstermektedir. İşte bir misâl: Koskoca bir devlet, sigaraya karşı mücadele açıyor, bakanlıklar bu meseleyi sahipleniyor, yüzlerce ilim adamı çeşitli vesilelerle bu mevzu hakkında konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve çeşitli sloganlarla, sigarayı bıraktırma âdetâ seferberlik haline getiriliyor ama, netice yine sıfır, yine sıfır.
Şimdi bir de Allah Resulü’nün terbiye ettiği cemaata bir bakıverin; söylediği sözler, nasıl hemen tatbik görüyor. İşte bir misâl: Hz. Enes anlatıyor: “Ben, Ebu Talha’nın evinde içki içenlerin kadehlerini dolduruyor, onlara sâkilik yapıyordum. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bu ses: “Dikkat edin içki yasaklandı” diyordu. O anda bardağı dolu olan, bardağını döktü, ağzına götürmüş olan ağzındakini tükürdü ve herkes küplerinde ne kadar içki varsa sokaklara boşalttı, öyle ki, Medine sokaklarında günlerce içki aktı...” 238
Evet O, bütün bunları yapmıştır. Bunu görmek istemeyenlere, Arap Yarımadası’nı gösteriyor ve “haydi O’nun yaptığının milyonda birini de siz yapın” diyoruz. Hiçbir zaman yapamayacaklardır...
Tebliğ Edilecek Hususları Önce Yaşamak
İkincisi: Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O’nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O’na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O’nu görmek, O’nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu.
Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler:
“Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O’nu görmek, O’na inanmaya yeterli sayılırdı.” 239
O’nu kabullenenler, O’na dilbeste olanlar ve O’na ‘Ya Rasûlallah!’ diye hitap edenler, kendisinden sonra cihanı idare eden kimselerdir. Yani O, kendisini sadece üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. O’nun yetiştirdikleri arasında bir Ebû Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali (Radıyallahü anhüm ecmaîn) vardır ki, herbiri, cihanı idare edecek çapta insanlardır. Ve hiçbiri de önüne gelene teslim olacak yaratılışta değildir. Eğer O, Allah’ın Rasûlü olmasaydı, bunlardan hiçbiri, O’na teslim olmazdı. Hem Hz. Ali gibi, kalp gözü açık ve “Eğer perde açılsaydı, yakinimde bir ziyadelik olmayacaktı” 240 diyen ve imanın hakkalyakîn mertebesinde bulunan bir insan, O’nu hak nebi olarak kabullenmişse, bu dahi tek başına delil olabilecek çapta bir hâdisedir.
O’nun her hali uhrevîlik adına öyle büyüleyici idi ki Abdullah b. Selam gibi bir yahudi âlimi, sadece bir kere O’nu görmekle: “Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Rasûlullah olabilir” diyerek iman etmişti.241
Demek ki, O’nu görmek, kabul etmek için yetiyordu. Hayatını, başkalarına birşeyler anlatmaya adayan insanlar, bu türlü kabullenmenin ne kadar zor olduğunu herkesten daha iyi anlarlar. Zira, bunlarda çoğu bir ömür boyu didinir durur da iki elin parmak sayısı kadar insana birşey anlatamaz veya kendini onlara kabul ettirip, ruh dünyalarına giremez. Halbuki bir de Allah Rasûlü’ne bir bakıverin. Şu anda bir milyara yakın insanın gönüllerine taht kurmuş ikinci bir insan göstermek mümkün müdür? Günde beş defa, bütün cihanı çınlatacak bir coşkuyla ismi minarelerden söylenen bir başkası var mıdır? Öyleyse insanlık, O’nu seviyor ve günde birkaç defa O’na bağlılığını ilan ediyor. Hem de aleyhte çalışan bu kadar insan ve bu kadar sisteme rağmen. Evet, her şeye rağmen Hz. Muhammed Aleyhisselam, gönüllere taht kurmaya devam ediyor. Zira O, başkalarına dediklerini ilk olarak kendi nefsinde yaşamış ve her zaman dediklerinin canlı bir misâli olmuştur. Onun için de her sözü, kitlelere tesir etmiş, söyledikleri hep tatbik görmüş ve uğrunda hırz-ı can edilmiştir.
O, insanları Allah’a kulluğa davet ederken her zaman en ufuk noktada yine, en güzel kulluğu kendisi temsil etmiştir.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gün geldi ve bana: “Ya Âişe, (dedi) müsâde eder misin? Bu gece Rabbimle beraber olayım” ve arkasından da namaza durdu.
O gün sabaha kadar (Âl-i İmran, 3/190) âyetini okuyarak namaz kıldı.. gözyaşı döktü.. öyle ağladı ki, seccadesi sıkılsaydı, damla damla gözyaşı damlardı.242
O, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp “Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun” dendiğinde “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti243. O’na şükür kapısı açılmıştı ve bunca didinmesi ondandı.
Yine Âişe Validemiz anlatıyor: “Gece yarısı kalktım. Allah Rasulü’nü yanımda görmeyince kıskandım. “Acaba, başka hanımına mı gitti” diye düşünmüştüm. Tam yataktan doğrulup kalkacağım sırada elim, ayağına dokundu. Dikkat edince O’nun secdede olduğunu anladım ve dediklerine kulak verdim. Şu şekilde dua ediyordu: “Allahım gadabından rızana sığınırım...” 244
O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O’na -davasından vazgeçmek kaydıyla- daha Mekke’de iken teklif de edilmişti. Ancak O, davası uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti245. Birgün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden ve kul peygamberliği, melik peygamberliğe tercih eden bir Hakk kapısı vefalısıydı zaten246. O’nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine bende ediyordu.
Hz. Ömer de, esasen çok sade bir hayat yaşıyordu; ancak Allah Rasulü’nün yaşantısı, O’nun dahi gözlerini yaşartıyordu. Bir gün sordu Allah Rasulü: “Ömer niçin ağlıyorsun?” Cevap verdi: “Ya Rasulallah, şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken, Sen, hasır üzerinde yatıyor ve üzerinde yattığın hasır teninde izler bırakıyor; halbuki Sen, Rasulullah’sın. Rahat bir hayata herkesten daha çok layıksın!” Allah Rasulü, Ömer’e şunları söylüyor: “Razı değil misin Yâ Ömer, dünya onların olsun âhiret bizim?” 247
Evet, dünyanın zimamı, müslümanların elinde olmalıydı. Bunu Allah Rasûlü herkesten daha çok isterdi. Fakat O, kendi şahsî yaşantısında, sadelerden sade bir hayat yaşıyordu. Daha doğrusu O, yaşamıyor, yaşatıyordu. Zaten O’nun, bütün ruhlara girip, gönüllerde taht kurmasının sırrı da, bu şekilde bir temsil keyfiyetinden değil miydi?
Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Rasûlü’nün bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi evvela, söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.
Birisine, Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvela, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevkedecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa “Niçin yapmayaca-ğınız şeyi söylüyorsunuz?” âyetinin tokatını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız... (Saff, 61/2).
Karşılık Beklememek
Üçüncüsü: Allah Rasulü’nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmayışıydı ki, bu da, O’nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur’ân, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve “onlara uyun ”248 demektedir.
Hz. Hatice’ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Rasûlü, kendi adına kimseden birşey talep etmemişti.
O’nun en yakın arkadaşı, Hz. Ebu Bekir’di ve hicrette de O’na yol arkadaşlığı edecekti. İşte bu Hz. Ebu Bekir’in, Allah Rasûlü için hazırladığı bineği, hem de böyle zor şartlar altında, bizlerin; düşmanın bizi takip edeceğinden gayri hiçbir şey düşünemeyeceğimiz o hengamda, Allah Rasûlü, hazırlanan bineği, ancak ücretini ödemek şartıyla kabul edebileceğini söylemişti 249. İşte bu, O’nun, yaptığı işte ne kadar hasbî davrandığını isbat etmez mi? Bu kadar zor bir anda, böyle ince bir noktayı düşünen insan, daha müsait zamanlarında düşünmez mi? Ve tebliğ insanına, ders olarak sadece bu hâdise yeter zannediyorum.
Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasûlü’nü mescidde gördüm. Namazını oturarak kılıyordu. Sordum: “Ya Rasûlal-lah hasta mısınız?” “Hayır Ya Eba Hureyra, açım... Açlıktan ayağa kalkacak dermanım kalmadı.” Ben ağlamaya başladım. Allah Rasûlü, beni teselli etti: “Ağlama dedi, hesabın şiddeti aç olanlara dokunmayacaktır.” 250
Zaten açlık O’nun asla değişmeyen çilesiydi...
Yine bir gün Hz. Ebu Bekir ve Ömer’le gecenin yarısı Medine’nin bir köşesinde birbirlerinden habersiz buluşuvermişlerdi.. ve birbirlerinden soruverdiler: “Gecenin bu vaktinde sizi dışarıya çıkaran nedir?” Üçünün cevabı da aynı olmuştu: Açlık... Evet, üçü de Allah için neleri varsa vermişler ve karınlarını doyuracak bir lokma ekmek bulamadıkları için de uyuyamamış, dışarıya çıkmışlardı.251
O gün tebliğ adına kaldırılması gereken bu ağır yükü işte bu güçlü eller kaldırmıştı. Bugün de aynı yükü kaldırmaya namzet olanların, her halde aynı güce sahip olmaları gerekir.
Kendi öz kızı Fatıma ki Allah Rasûlü onun için: “Fatıma benden bir parçadır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, üzen de beni üzmüş olur” 252 demişlerdir. Evinde ev işlerine yardım edecek kimsesi yoktu. Su taşımaktan, değirmen taşı çevirmekten elleri nasır bağlamış ve omuzları da yara bere içindeydi. Hz. Ali, bu duruma çok üzülüyor; fakat elinden de birşey gelmiyordu.. ve upuzun bir çile dönemi hep böyle yaşandı.
Zaten o, babasının ahlâkını taşıyordu. Kendi işini kendisinin yapması, babasından irsiyetle ona da geçmişti. Evet, oturuşundan kalkışına kadar o, hep babasına benzerdi.253
Bir harpte, müslümanların elde ettiği esir ve ganimetler Medine’ye getirilince, herkes gidip Efendimiz’e ihtiyacını arzediyor ve durumuna göre de birşeyler alıp dönüyordu. Hz. Ali’nin teşvikiyle Fatıma Validemiz de gitti. Ancak babası evde yoktu. Niçin geldiğini Allah Resûlü’nün zevcelerinden birine söyledi ve evine döndü.
Efendimiz, durumdan haberdar olunca, hemen kızının evine geldi. Hz. Fatıma yatıyordu. Rasûlullah içeri girince yatağından doğrulmak istedi. Ancak bu fıtrat insanı, hemen yatağın kıyısına oturdu. Öyleki dizlerinin soğukluğunu, Fatıma Validemiz bağrında duyuyordu: “Kızım, (dedi) Suffe ashabının bütün ihtiyaçlarını görmeden evvel sana birşey veremem. Ama sana bundan daha hayırlısını öğreteyim. Yatmak için yatağına geldiğinde 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah ve 33 defa (Bir rivayette 34) Allahüekber de. Bu senin istediklerinden, senin ahiretin hesabına daha iyidir.” 254
Ve yine bir gün Hz. Fatıma’nın kolunda bir bilezik gördü: “Kızım, insanların, Allah Rasûlü’nün kızı, bileğinde cehennemden bir halka taşıyor, demelerini mi arzu ediyorsun? Derhal onu çıkar” dedi ve gitti.
Hz. Fatıma ise, bu bilezikle bir köle aldı ve köleyi Allah için hürriyete kavuşturdu. Az sonra durumu babasına anlatınca, Allah Rasûlü bilseniz ne kadar memnun olmuştu!255
Bu üçüncü bölümün bir yönü de şudur. Allah Rasulü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa, baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızı Fatıma’dan başka yardımına gelen olmamıştı. Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı... Bir defasında Kabe’de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O’nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebu Bekir vardı ve yetişti: “Rabbim Allah, dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek Allah Rasu-lü’nü müdafaa etti256. Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O’nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: “Ağlama kızım, Allah, babanı zayi etmeyecektir” 257 demişti ve Allah (cc) da O’nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O’na ebedî ma’kes eylemişti...
Tebliğ mevzuuna bir kere daha göz atıp, sonra başka bir bölüme intikal edelim.
Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız gibi tebliğ, Peygamberlerin ve Peygamberimizin varlık gayesidir. Onlar tebliğ için yaratılmışlardır. Biz, bu vazifeyi yaparken sadece bir sorumluluğu yerine getirmiş oluruz. Halbuki Peygamberler, onu, yaratılış gayeleri olarak yaparlar.
Ayrıca biz, bu mevzuyu tahlil ederken nasıl Allah Rasû-lü’nün getirdiği mesajın şeffaf yüzünde, yazılı olduğunu göstermeye çalıştık. Aynı zamanda O’nun getirdiği mesaj tebliğinde kullandığı usul ve metodlarla; hem O’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu isbat eden önemli bir delili, hem de kendisinden sonra tebliğ vazifesini yapmak isteyenlere, yanıltmaz, şaşırtmaz bir yol hakkında ipuçları vermeye gayret ettik. Biz, kat’iyen inanıyoruz ki, Allah Rasûlü’nün tebliğ metodu kullanılmadan, devamlı ve sürekli muvaffakiyetten söz etmek mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını, pratikte isbat eden binlerce hâdise vardır. Onun içindir ki, kat’i bir kanaat ve yakînî bir imanla bir kere daha hatırlatıyoruz ki; insanlara rehber ve imam olmak isteyenler, veya bu durumda bulunanlar, bu mihrabın ebedî imamı Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) uymalıdırlar. Hakiki Rehber O’dur ve O’nun açtığı yol da, hakiki hidayet yoludur. Zira O, kendi hevasından konuşmaz, ne dediyse muhakkak vahiydir...
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 16
FETANET
Fetanet, akılla aklı aşma, demektir. Ona, peygamber mantığı da diyebileceğimizi arz etmiştim. Bu mantık, ruh, kalp, his ve letâifi bir araya getirip mütalâa edilecek şeyi öyle mütalâa etmenin adıdır.
Fetanet, asla kuru bir akıl ve mantık değildir. Onun içindir ki, İslâm’ı böyle bir akıl ve mantığa izafe edip, “İslâm akıl dinidir”, “İslâm mantık dinidir” gibi laflar etmek, İslâm’ı bilmemenin de ötesinde büyük bir tahrife ilk adım sayılır. Hayır, İslâm, ne akıl ne de mantık dini değildir; o, doğrudan doğruya bir vahiy dinidir.
İslâmî meselelerin akıl ile, mantık ile mütenakiz düşmemesi, bu bir yönüyle onun “ilm-i muhitten gelip her meselesini akla da tasdik ettirmesinin, diğer yönden de, onu semavîliğe uygun yorumlayan peygamber mantığının şumûl ve ihatasındandır. Yani peygamber ilhamı ve peygamber mantığıdır, başka değil... O mantık ki, vahyi telakkî edebilecek bir çapta yaratılmıştır. Ve yine o mantık ki, hisse, muhakemeye, kalbe, letâife ve hikemiyât ma’nâsına felsefeye de açıktır. O, mantık üstü bir mantıktır veya tek kelime ile “Fetanet-i Azam”dır.
Cenâb-ı Hakk’tan gelen her vahyin evvela bu mantıkta aksetmesi bir zaruret ve ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyaç, insanlara yönelik bir ihtiyaçtır. Çünkü, vahiy evvel emirde böyle bir mantığa uğrayıp orada regüle edilmese veya alternatif akımın doğru akıma çevrilmesi gibi bir çeviriye tabi tutulmadan gelip insanlara ulaşsaydı beşeriyet, o akdes ve mukaddes feyizden meşiet-i amme ile gelen vahiy ve ilhamlar karşısında cayır cayır yanardı. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk, sübühat-ı vechinden perdeleri kaldırıverse, bütün mevcudat yanıp kül olur; vahyin gönderilmesinde de aynı şey söz konusudur258. Evet, vahyin, yakıcı şihap-larına, atmosferlik yapan, peygamberlerin fetanetidir. Zaten din dediğimiz de budur. İlâhî tenezzülat, beşerin idraki seviyesine indirilmiştir. Bunu da yapan, peygamberlere ait mantık, yani fetanettir. Onun içindir ki, fetanet, her peygamberde bulunması gereken bir sıfattır. Ve sadece peygamber olanda bulu-nan bir mantıktır ki, bu mantığı “Deha” kelimesiyle ifade etmek de doğru değildir. Yani, peygamberin mantığı, bütün mantıkların üstündedir ve ona da fetanet denir.
Eğer peygamberlerde fetanet olmasaydı, düşmanların itirazlarına, dostların da sorularına maruz kalan bu insanların karşılarına çıkan bunca meseleyi izah ve tefsir etmeleri nasıl mümkün olacakdı ki. Böyle bir imkânsızlık da hiç şüphesiz, dinin anlaşılmaması gibi bir neticeyi doğuracaktı. Bu takdirde ise, dinin tekliflerinin bir ma’nâsı kalmayacak, dinin teklifleri kalmayınca da, insanın yaratılması abes olacaktı. İşte bütün bu menfi neticelerin olmaması, peygamberlerin hârikûlâde bir mantıkla donatılmalarına bağlıdır. Evet, peygamberler, bütün müşkilleri gayet rahatlıkla çözen bir fetanetle serfiraz kılınmışlardır.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 17
PEYGAMBERİMİZİN FETANETİ
Efendimizin yaşadığı devri, şöyle bir düşünüverelim: Bir taraftan sahabe, halledemediği şer’î meseleleri Allah Rasulü’ne getirip O’nun halletmesini isterken, diğer taraftan da İslâm’a girmek isteyen bazı insanların kafalarındaki tereddüt ve şüpheler de cevap beklemektedir. Bir de buna ilave olarak Allah Rasulü’nü çekemeyen ve kıskanan Kitap Ehlinin üretip piyasaya sürdüğü şüphe ve tereddütler vardır ki, bütün bunların altından kalkmak ve sorulan sorulara doğru ve isabetli cevaplar vermek, ancak ve ancak peygamber mantığı, yani fetanetle müm-kün olabilir.
Ayrıca, Efendimiz’in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir. Ruhun derinliklerine dalmış bu insanlar, kilise ve manastırlarda hiç olmazsa belli sahalarda alabildiğine mümarese kazanmış ve derinleşmiş kimselerdir. Muhataplarından bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdetâ bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır.. keza, bunların içinde, ticarî ve iktisadî sahada yed-i tûla sahibi olanlar; harp meydanlarında yetişmiş nâdide kumandanlar; büyük siyasî dehalar ve hatta hatta kültür seviyesi sıfırda seyreden bedevî insanlar vardır.. ve bunların hepsinin de, kendilerine göre çözüm bekleyen soruları vardır. Bu durumda, Allah Rasûlü, öyle söz söylemeli ve öyle izahlar yapmalıdır ki, bedevîsinden en zirvedeki insana kadar herkes, bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilsin ve âlemşümûl bir dinin hususiyeti olarak da bu iş, kıyamete kadar hep böyle devam etsin...
İnsan konuşan, düşünen bir varlıktır. Bu yönüyle de o, Cenâb-ı Hakk’a ait bir sıfatı temsil etmektedir. Düşünceler, konuşmalara emanet, konuşmalar da, yazıya emanet edilebilirse, devamlılık kazanır. Konuşulmayan ve yazılmayan düşünceler yaşamaz, sahibiyle birlikte fena toprağına gömülür gider. Düşünebilme kabiliyeti, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara büyük bir lütfu olduğu gibi, konuşma ve düşündüğünü beyan etme de, aynı şekilde büyük bir lütuftur. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın rahmaniyetini anlatma sadedinde, insanın yara-tılmasını ifade ettikten hemen sonra, insana “beyân”ın talim edilmesini zikretmekte ve : “Allah insana beyanı öğretti” (Rahman, 55/4) demektedir. Hz. Âdem’den beri insanlar düşünüyor, söylüyor.. ve kıyamete kadar da düşünüp söyleyeceklerdir. Ancak, ne düşünme ne de anlatma ve konuşma tükenip bitmeyecektir. Bu da, Rabbin sonsuz rahmetinin bir eseridir. İşte bu rahmete en şümûllü ma’nâda mazhar olanlar, peygamberler ve onların içinde de en üst seviyede bu işe mazhar olan Hz. Muhammed Aleyhisselamdır. Peygamberlerin ve Peygamberimizin bu mazhariyeti, ancak onlardaki fetanetle izah edilebilir. Fetanet olmadan, bu durumu elde etmek imkansızdır. Öyleyse fetanet, peygamberlerin çok önemli bir özelliğidir.
Her peygamber, üstün bir idrak gücüne ve bunları beyan melekesine sahiptir. En muğlak ve mu’dil meseleleri dahi, kahvaltı yapma rahatlığı içinde halleder. Anlatırken de ifadelerinde aynı kolaylık vardır.. ve âdetâ her beyanları “sehl-i mümteni”dir. Yani, bu sözü dinleyenler, kendilerinin de aynı şekilde böyle bir söz söyleyebileceklerini zannederler; fakat teşebbüs ettiklerinde görecekler ki, onlar gibi söz söylemek, onlar gibi beyanda bulunmak mümkün değildir. Çünkü, aslında çok zor olan o meseleleri anlatmak, onlara Allah tarafından kolaylaştırılmıştır. Evet, Nebilerde açan hitap çiçeğindeki revnak ve güzellik, başkalarında asla bulunmaz!..
Nebinin huzuruna gelen her problem, muhakkak çözüm bulur. O mesele ne kadar bâkir ve ne derece zor olursa olsun, Nebi o mevzuda sanki kırk yıllık ihtisası varmış gibi konuşur. Bundan dolayıdır ki, Bernard Shaw, Allah Rasûlü hakkında şöyle demek mecburiyetinde kalmıştır: “Üst üste problemlerin çözüm beklediği şu dönemde, bütün problemleri kahve içme rahatlığıyla çözen Hz. Muhammed’e her devirden daha çok muhtaç bulunuyoruz...” Evet, asrımızda iktisadî, içtimaî ve siyasî nice problemler var ki, hep çözüm beklemektedir. Ve günümüzde, artık dost düşman herkes anladı ki, Allah Rasûlü’nün, pırıl pırıl beyan pınarına müracaat edilmeden, bu problemlerin çözülmesi asla mümkün olmayacaktır.
O’nun fetaneti hakkında söylenen birçok söz vardır. Bütün bu sözler bir araya toplansa, hacimli bir kitap olur. Biz, bunlardan bir ikisini naklederek, bu engin mevzuu da noktalamaya çalışalım.
Ümmetin fakihi ve en âlimi ünvanlarına mazhar Abdullah b. Abbas hazretleri buyuruyor ki: “İnsanların en faziletlisi ve yine insanların en akıllısı, sizin nebiniz, Hz. Muhammed Aleyhisselam’dır.”
Tevrat ve İncil’i didik didik etmiş, tâbiinin âlimlerinden Vehb b. Münebbih de, Allah Rasûlü’nün fetanetini şu cümlelerle dile getirir: “Bütün insanların idraki, Allah Rasûlü’nün idrak ve fetanetine nisbeten, büyük sahradaki bir kum tanesinin, o sahraya nisbeti gibidir...” 259
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 18
BAZI ÖRNEKLER
Kâbe’nin Tamiri
1. Cahiliye insanı, âdetâ fitnenin çocuğuydu. Sanki onların bütün vazifeleri ve yaratılış gayeleri, fitne çıkarmaktı. Üçü bir araya gelse, muhakkak orada bir fitne tutuştururlardı. İşte bu insanları bir araya getirip, onlardan bütün medeniyetlere üstadlık yapacak çapta insanlar yetiştirmek, sadece Allah Rasûlü’ne has bir mucizeydi ve bütün bunları o semâ buudlu fetanetiyle yapıyordu.
Kâbe’nin tamiri, Efendimiz’in nübüvvetine tekaddüm eden yıllardan birine rastlar. Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in yerleştirilmesi, kabileler arasında inşikak ve ayrılığa sebep olmuştu. Herkes, bu şerefin kendisine ait olmasını istiyordu. O sırada Allah Rasûlü, henüz risalet vazifesiyle serfiraz kılınmış değildi. Bununla beraber bu vazife henüz çimlenip meyve vermese de O’nun ruhunda bir nüve halinde vardı. Ancak bir bahar bekleniyordu ki, bu tohum neşv ü nemâ bulsun. Tam o arada, kılıçlar kınından sıyrılmış, oklar sadaktan alınarak yaylarına yerleştirilmiş bir kavga arefesi yaşanıyordu. Eğer çare bulunmazsa, kimbilir kaç sene sürecek, nice can ve mal kaybına sebep olacak bir iç savaşla burun buruna gelinmişti. İçlerinden biri, her nasılsa bir teklifte bulundu: “Kâbe’nin şu kapısından ilk giren insanı hakem tayin edelim ve o ne derse rıza gösterelim” dedi. Bu teklif, orada bulunanlarca kabul edildi. Herkes merakla bakıyordu ki ilk görünen insan, Hz. Muhammed Mustafa oldu. “el-Emin geliyor” dediler ve durumu O’na naklettiler. Allah Rasûlü, hiç düşünmedi bile. Hemen “büyükçe bir bez getirin” dedi, getirildi. Hacerü’l-Esved, bu bezin ortasına kondu. Bütün kabilelerin ileri gelenleri, bezin bir ucundan tutup konulacak yere kadar götürdüler. Allah Rasûlü de orada taşı bizzat kendisi alıp yerine yerleştirdi260. Ve böylece, büyük bir iç harp önlenmiş oldu. Hiç düşünmeden, tereyağından kıl çeker gibi, bu kadar muğlak ve büyütülerek hâdise hâline getirilmiş bir meseleyi, kendisine daha teklif edilir edilmez, yapacağı icraatı düşünmeden ve en süratli bir intikalle halletmesi, acaba peygamber mantığından başka ne ile izah edilebilir? Daha peygamber değildir ki, vahiyle izah edilsin. Ancak peygamberlik gibi büyük bir hamuleyi yüklenebilecek, ısmarlama bir mantık ve peygamberlere has bir fetanettir ki, rahatlıkla bu işin altından kalkabilmiştir. Evet O’nda mantık üstü bir mantık, muhakeme üstü bir muhakeme ve idrak üstü bir idrak vardı.. aslında Kur’ân’ı yüklenecek bir insan için de bu şarttı...
Muhatabını İyi Tanıması
2. Husayn, Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir. Niyeti O’na akıl vermektir. Allah Rasûlü’nü ikna edecek ve O’nu davasından vazgeçirecektir. İki Cihan Serveri, muhatabını tanımada ve O’nun seviyesini tesbitte mucizevî bir yapıya sahiptir. Hiç düşünmediği halde, muhatabına öyle kelimelerle hitap eder ki, siz, o kelimelerden bazılarının yerini değiştirseniz veya o karakterde olmayan bir insana, aynı ifadelerle hitapta bulunsanız, her şeyi karıştırır ve kat’iyen hedefe ulaşamazsınız. Hem kelimeleri seçmede, hem de muhatabın seviye ve durumunu tesbitte Allah Rasûlü, yektâdır. O’na benzeyen ikinci bir şahıs bulmak da mümkün değildir. Kiminle, nerede ve nasıl konuşula-cağını, öyle bir süratle tayin eder ki, bir an dahi düşünmez ve ne konuştuysa, neticede, konuşulanların bütününün, konuşulması zarûri olan kelimeler olduğu anlaşılır. O’nun, hiçbir konuşmasında isabetsizlik görülmediği gibi, lüzumsuzluk da yoktur. Her sözünü kelime kelime tetkik edin, cümleleri içinde bir tek fazlaya rastlayamazsınız. Bu, fetanet değilse ya nedir? Husayn’ı işte bu fetanet, bakın nasıl eritmiştir: Husayn, sözünü ve diyeceklerini bitirince, Allah Rasûlü, edebinden ve nezahetinden hiçbirşey eksiltmeyen edep ve nezahet yüklü bir ifadeyle sorar:
-Ya Husayn, sen kaç ilaha kulluk yapıyorsun?
-Yedi tane yerde, bir de gökte olmak üzere sekiz ilaha kulluk yapıyorum.
Gökte dediği sînelerden bir türlü silemedikleri Allah’tır. Allah düşüncesi vicdanlarda kök salmış öyle bir inanç ve düşüncedir ki, upuzun cahiliye dahi onu silip götürememiştir. Vicdan, yalan söylemez. Yeter ki dil, o vicdanın sesine tam ve doğru bir şekilde tercümanlık yapabilsin. Allah Rasûlü’nün soruları, Husayn’ın bu sorulara verdiği cevaplarla devam ediyor:
-Sana bir zarar isabet ettiğinde kime yalvarır, yakarırsın?
-Göktekine.
-Malın helâk olduğunda kime yalvarırsın?
-Göktekine.
Allah Rasûlü, sorularını böylece sıralıyor ve aldığı cevap hep aynı oluyor. O, ne sorsa Husayn hep göktekine diyor. Husayn, bütün bunların arkasından gelecek cümleden habersizdir. Allah Rasûlü ise, son olarak ona şunu söylüyor.
-O, senin dualarına tek başına icabet ediyor, sense O’na hiç gereği yokken ortak koşuyorsun! Ya benim dediğim nedir? İslâm ol kurtul! 261
Esasen şu konuşmada, bütün cümleler çok sadedir. Ancak muhatabın durumu ve düşünce seviyesi öyle tesbit edilmiştir ki, Husayn’in bu sözlerin sonunda diyecek birşeyi kalmamıştır. Evet, Allah Rasulü’nün son ifadesinden sonra, muhatabına kalan tek bir cümle vardır. O da “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasulullah” cümlesidir. Yani muhatap, ya bu cümleyi söyleyip ebedî kurtuluşa erecektir, ya da temerrüdünde devam edip, tek kelime dahi söyleyemeden çekip gidecektir. Başka bir tercih mümkün değildir.
Muhataba Göre Konuşma
3. Bedevî, çölde yaşayan bir insandır. Çok defa devesini yitirir, eşyasını bir yerde unutur veya bir kum fırtınasına tutulur, sonra da feryad ve figan etmeye başlar. Böyle bir insanın, ruh halini düşünün. Bu insan sıkışıp darda kalınca ne diyecektir? Herhalde, Hz. Hamza’nın, birgün gelip Allah Rasulü’ne dediklerinden başka birşey demeyecektir..! Hz. Hamza, hidayete ereceği zaman Allah Rasulü’ne şöyle demişti: “Ya Muhammed! Çölde, gecenin koyu karanlığını yaşadığımda anladım ki, Allah, dört duvar arasına sıkıştırılamayacak kadar büyüktür.” Evet, Lât’ın, Uzza’nın, Hübel’in işe yaramadığını gören hemen herkes, aynı şeyi söylüyordu. Çünkü onların de-rununda bu hakikatı haykıran vicdandı. Ve vicdan doğru söylüyordu. İşte Allah Rasulü’nün huzuruna ruh haletleri bu merkezde niceleri gelmiş, bedevice sordukları sorulara, kendi ruh dünyalarına uygun en güzel cevapları bulup hidayete ermiş ve gökteki yıldızlardan biri oluvermiştir.262
Ahmed b. Hanbel, Ebu Temime (ra)’dan rivayet ediyor: Birgün Efendimiz’in huzurunda oturuyorduk. Huzura bir bedevi geldi. Doğrudan Allah Rasûlü’ne hitapla: “Sen Muhammed misin?” dedi. Allah Rasûlü, gayet mülayim bir ifadeyle: “Evet, ben Muhammed’im” buyurdu.
-Hangi şeye davet ediyorsun?
-Aziz ve Celil olan Allah’a davet ediyorum. Ama sadece O’na. Yanında başka şeyleri şerik koşmadan bir ve tek olan Allah’a. O, öyle bir Allah’tır ki, senin başına bir zarar gelse, O’na yalvarırsın.. ve senden bu zararı O giderir. Kıtlık ve bela zamanında O’na dua edersin sadece.. yağmuru O gönderir ve otları O bitirir. Sen, uçsuz bucaksız çölde, herhangi birşeyini kaybettiğinde O’na el açar, yakarırsın ve kaybettiğin şeyi, sana O buldurur.”
Bedeviye söylenen bu sözler, ne harikadır. Nasıl bütün cümleler, onun can damarı olan hususlarla alâkalıdır. Kıtlık, bela, musibet ve çöl ortasında çekilen sefalet ne demektir.? Bunu çok iyi bilen bedeviye, bütün bu hal ve durumlarda tek melce ve mence olacak bir Kudret-i Sonsuz’dan bahsediliyor. Esasen, onun vicdanından yükselen de aynı ma’nâlardır. Fakat bedevi, henüz bu sesin ma’nâsını kavrayabilmiş değildir. Ama sanki Allah Rasûlü, bu ifadelerle, sadece onun içinde yükselen bu sesin ma’nâsını ona talim edip öğretiyordu. Söylenen sözler, bedeviye o kadar tesir edip onu öyle kıskıvrak yakalamıştır ki; bedevinin;
-Ya Rasûlallah! Ver elini de Sana biat edeyim!263 de-mekten başka bir sözü kalmamıştır. Kalmamıştır da biat eder ve sahabi olma şerefine erer. Konuşulan şeyler, çok sadedir. Üslupda öyle belağat ve fesahat oyunları yapılmamıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, halin iktiza ettiği duruma tam ve mutabık hareket edilmiş ve bedevi dize gelmiştir...
Zaten, taş yürekli insanlardan, melekler gibi bir millet hasıl etmek, yeryüzünde Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan başka kime nasib olmuştur ki? O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği dinamikleri, öyle yerinde ve ustaca kullanmıştır ki, meydana getirdiği inkılâb, hâlâ tarihçilerin ve sosyologların anlayamadıkları bir muammadır. Allah Rasulü’nün, içtimaî hayat derya-sına fırlatıp attığı cevherlerden meydana gelen dalgalar, gelip ta yirminci asrın sahiline kadar uzanmış ve asrımızın sahillerini dahi tesiri altına almıştır.. ve bu işin kıyamete kadar da devam edeceğinde de şüphe yoktur. Bugün dünyanın her yanında, akın akın İslâm’a dehâletler olmaktadır. Bu içtimaî hayat deryasına, Allah Rasulü’nün attığı cevherlerin meydana getirdiği o büyük dalgalanmaların, asrımızın sahiline vurmasından başka birşey değildir. Zaten, tesir gücü asırlar süren bu kudsî cazibe, başka kime ait olabilir ki? Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan başka, böyle bir cazibeye sahip olan ikinci bir şahıs var mıdır ki onun olsun. Asla ve kat’a. O ki, ferîd-i kevn ve zamandır.. her şey O’nun yüzü suyu hürmetinedir.
Huneyn’de Muhacir ve Ensar’a Hitabı
4. Nebiler Sultanı, nasıl en zor problemleri gayet kolaylıkla çözüyor ve halledilmez gibi görünen meseleleri rahatlıkla ve fevkalâde süratli bir şekilde hallediyordu; aynen öyle de, nice, en dirayetli insanları tereddüt içine, hatta paniğe sevk edecek ani ve beklenmedik hâdiseler karşısında O, her zamanki vaziyet ve soğukkanlılığından hiçbir şey kaybetmeden süratle harekete geçer ve bir hamlede, o problemi, o kargaşayı halleder ve duruma hakim olurdu. Yaptığı her hareket, attığı her adım, söylediği her cümle ve her kelime, tetkik edildiğinde de görülecektir ki, O’nun her hareketi, her adımı ve sözlerinin her kelimesi, hassas bir mizan ve ölçü içinde planlanmış ve zamanlama saniye ve aşirelerine kadar gayet hassas bir ustalıkla ayarlanmıştır. Eğer bir saniyelik bir gecikme söz konusu olsa veya söylenen sözlerden bir tek cümle ihmale uğrasaydı, bu derece muvaffakiyet gerçekleşemezdi. Halbuki Allah Rasûlü, bu hareketini ölçüp tartmamış ve uzun boylu düşünmeye bile fırsat bulamamıştır. Öyleyse bu gibi vak’aları, O’nun fetanet-i azam sahibi olmasından başka ne ile izah edeceksiniz.? Evet O, bir peygamberdi ve mantığı da, peygamber mantığıydı. Peygamber olarak düşünüyor ve peygamber olarak hareket ediyordu ki, hiçbir teşebbüsünde falso görülmüyordu. Falso şöyle dursun muvaffakiyetleri hep zirvedeydi. Yani bir başkasının, O’nun ulaştığı yere ulaşması mümkün değildi. Bu hususla alâkalı yüzlerce hâdise ve vak’a vardır. Ama, biz, içlerinden en önemli gördüğümüz birini nakledeceğiz.
Hâdise, Huneyn Muharebesi’nden sonra cereyan etmektedir. İbn-i İshak naklediyor; aynı nakli Buhârî’de de görüyoruz:
Huneyn Harbi, Mekke fethinden sonra olmuştur. Burada elde edilen ganimetleri Allah Rasulü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara vermiştir. Bunların çoğu, kavim ve kabileler arasında söz sahibi, dedikleri dinlenen insanlardır. Mekke’nin fethinden sonra, böyle insanların gönüllerinin tam oturaklaşmasında, fetihlerin devamlılığı açısından da zaru-ret vardır. Zira bunların birçoğu, istemeyerek müslüman olmuştur. Zamanla içlerindeki buzlar eritilmezse bunlar, küfür cephesinde bulundukları zamandan daha tehlikeli olabilirler. Evet işin burasında dahi, Allah Rasulü’nün fetaneti açıkça görülmektedir.
O gün, dağıtılması gereken 6000 esir bulunuyordu. Alınan develerin sayısı 24.000; koyun ve keçilerin sayısı ise, 40.000; ayrıca 4.000 okka ağırlığında altın ve gümüş vardı.
Bunlar dağıtılırken Allah Rasûlü, daha ziyade Mekkelileri gözetir gibi davranmış, ganimetlerin çoğunu onlar arasında dağıtmış, bazı şahıslara hususiyet arzedecek şekilde paylar vermişti. Bunlar, biraz evvel de söylediğimiz gibi kalplerinin İslâm’a ısındırılmasında büyük fayda ve zarûret olan insanlardı. Meselâ, Ebu Süfyan ve ailesine 300 deve, 120 okka da gümüş; Hakîm b. Hizam’a 200 deve; Nusayr b. el-Haris’e 100 deve; Kays b. Adiyy’e 100 deve; Safvan b. Ümeyye’ye 100 deve; Huvaytıb b. Abdiluzza’ya 100 deve; Akra b. Habis’e 100 deve, Uyeyne b. Hısn’a 100 deve ve Malik b. Avf’a da yine 100 deve verilmişti. Bunların dışında bazı ileri gelenlere de, durumlarına göre ellişer, kırkar deve dağıtılmıştı.264
Verilen deveydi, altındı, gümüştü; fakat korunmak istenen, dindi ve fertlerin gönüllerinin İslâm’a ısındırılmasıydı. Zira Mekke fethi, çok kısa bir zaman önce gerçekleşmiş ve Mekkelilerin bazılarında bir burukluk hasıl olmuştu. En azından herkesin, az da olsa onuru, gururu kırılmıştı. Mekkelinin onuru ise, onların nazarında her şey idi. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu fırsat, Allah Rasûlünce en güzel şekilde değerlendirilmiş ve muhtemel yaralar böylece sarılmıştı. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor” demişlerdi. Bu ise, bir fitne başlangıcıydı. Söyleyen insanların az olması mühim değildi. Eğer bu fitne, durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilirdi. Kaldı ki, Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak en küçük bir itiraz, insanı dinden, imandan eder ve ebedî hasarete uğratır. Bu ise, birinci fitneden daha büyük bir musibettir.
Sa’d b. Ubâde, bu durumu derhal Allah Rasûlü’ne bildirdi. Gerçi söyleyenler hep gençlerdi; yaşlılardan hiçbirinin aklından böyle bir şey geçmemişti; ancak bu fitnenin önü alınmazsa iş büyüyebilirdi.
Allah Rasulü, hemen Ensar’ın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Rasûlü, onlara şu hutbeyi irad buyurdu:
“Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hasıl olmuş...”
Söze böyle başlaması, kitle psikolojisi açısından müthiş bir başlangıçtı. Çünkü hiç beklemedikleri, çoğunun da toplanma sebeblerinin ne olduğundan habersiz olduğu bir topluma, ilk defa böyle bir sözün söylenmesi, aniden vurulan tokat gibi, herkesi kendine getirici mahiyette idi ve getirdi de.
Sahabe, zaten Allah Rasulü’ne itiraz edemezdi. En fazla, kalplerinde bir burukluk hasıl olabilirdi ki, bu da peygamberâne bir tedbirle her zaman giderilebilirdi.. ve giderilebileceği hemen hemen bu ilk söz hevengiyle belirmeye başlamıştı bile. Evet, Allah Rasûlü’nün bu ilk cümlesi, kalplerinde burkuntu olanlara müthiş bir tesir icra etmişti. Derhal herkeste bir toparlanma oldu ve gözler Rasûlullah’a yöneldi. Bundan sonra söylenecek sözler muhakkak çok mühimdi. Herkes, dikkat kesilmiş, söylenecekleri merakla bekliyordu. Allah Rasûlü’nün bu ilk taarruzu, istenen faydayı temin etmiş ama, üst üste birkaç hamle daha yapması gerekmekteydi. Eğer, yaptığı hamlelerde isabet kaydetmezse, bu hamleler faydadan çok zarar getirebilir ve istenenin aksi bir durum ortaya çıkabilirdi. Bu itibarla buradaki ölçü çok mühimdi. İşte Allah Rasûlü’nün söz adına hamleleri:
“Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi?”
“Ben geldiğimde, siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?”
“Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalplerinizi telif etmedi mi?”
Efendimiz, her cümle ve soruyu bitirdikçe Ensar’dan topluca şu ses yükseliyordu: “Evet, evet, minnet Allah’a ve Rasulü’nedir.!”
Efendimiz, tam zamanında ve yerinde sözün mecrasını çevirdi. Hisler galeyana geldiği şu hengamda, derhal Ensar namına da yine kendisi konuştu. Onların diyebileceği, en kötü ihtimalle, şu sözler olabilirdi ve işte o sözleri Allah Rasûlü söylü-yordu. Zaten bir müslüman, kendi peygamberine karşı bu şekilde hitap etmiş olsaydı mahvolur giderdi. İki Cihan Serveri devam etti:
“Ey Ensar topluluğu! Dileseydiniz, bana başka türlü de cevap verebilirdiniz. Meselâ şöyle diyebilirdiniz: Mekke’den bize tekzib edilmiş olarak geldin ve biz Sana inandık; terkedilmiş olarak geldin, biz Sana sahip çıktık; yurdundan kovulmuş olarak geldin, biz Sana yuvalarımızı açtık; muhtaç olarak geldin, biz Senin bütün ihtiyaçlarını karşıladık! Bana bu şekilde cevap vermiş olsaydınız, doğru söylemiş olacaktınız. Sizi yalanlayan da olmayacaktı.
Ey Ensar topluluğu! Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için, kalben gücendi iseniz herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi, bir vadiye Ensar da başka bir vâdiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği tarafa giderim. Eğer hicret meselesi olmasaydı, ben Ensar’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Ey Allahım! Ensar’ı, çocuklarını ve torunlarını sen koru!” 265
Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Rasulü bize yeter. Biz başka şey istemiyoruz” diye mırıldanıyorlardı.
Allah Rasulü’nün şu kısa ve özlü konuşması, muhtemel bir fitneyi anında bastırması ve dinleyenlerin kalbini bir kat daha kazanması, öyle müthiş bir hâdisedir ki, bunu izah etmek için zannediyorum “Fetanet” kelimesine sığınmaktan başka çare yoktur...
Cümleleri teker teker tahlil edin... İşin zamanlamasını hesaba katın... İlk başlangıç cümlesiyle, beş on satır sonraki bitiş cümlesi arasında sahabenin ruhunda katedilen mesafeyi ölçün.. sonra, bunların hiç düşünülmeden, hiç hesap edilmeden, anında ve irticalî söylenmesini de, yukarıdaki hususlara ekleyin ve vicdanınıza; böyle bir söz sultanının kim olacağını soruverin. Herhalde alacağınız cevap “Muhammedu’r-Ra-sûlullah” olacaktır. Esasen, vicdanı tefessüh etmemiş her insan aynı cevabı kendi vicdanında duyabilir. Yeter ki temerrüd ve inhisar-ı fikri terkedip, hâdiseleri daha objektif olarak tahlil edebilsin...
Biz şimdi bu kısa konuşmanın bir tahlilini yapıp meselenin tafsilatını, ileride gelecek talihli psikolog ve sosyologlara bırakalım.. evet bırakalım hâdiseyi kendi açılarından izah ve tahlil etsinler ve Efendimizin fetanetini anlamada, insanımıza bir idrak buudu daha kazandırsınlar...
Evvela: Bu konuşma, tamamen Ensar topluluğuna yapılmıştır. Zira, Mekkelilerin ve Muhacirlerin, böyle bir konuşmaya sebebiyet verecek düşünce ve davranışları olmamıştı. Dolayısıyla böyle bir konuşma, ilk anda onlar tarafından dikkatle benimsenecek bir konuşma değildi. Bu itibarla, dinleyenler arasında onların bulunması, Ensar topluluğunda olması gereken konsantreyi menfî yönden etkileyecekti. Bu da o esnadaki hitabet açısından çok mühim bir husustu.
İkincisi: Sadece Ensar’ın bir araya toplanması, onları onore etmiş, Efendimizle bir arada olma ve başkalarının bu toplantıya alınmaması, onlarda psikolojik yönden müsbet ma’nâda ciddî bir tesir meydana getirmişti.
Üçüncüsü: Konuşulan hususlar arasında Mekkelileri ve Muhacirleri rencide edebilecek bölümler olabilirdi. Meselâ: “İnsanlar davarlarıyla, develeriyle evlerine dönerken” ifadesi bunlardan biri sayılabilir.
Dördüncüsü: Sözün sonunda Ensar methedilmekte ve onlar için dua yapılmaktadır. Yurd ve yuvasını terkederek hicret eden muhacirîne böyle bir ayrım yapılması ağır gelebilirdi.
Beşincisi: Bu konuşmanın Arapça orijinali, belagat ve fesahat açısından da hârikuladedir.
Altıncısı: İfadelerin başında, dinleyenleri sarsıp daha sonra onları iyice yumuşatması; onlar hesabına konuşmakla da onları sadece dinleyici durumunda bırakması, baş döndürücü bir tesbittir.
Yedincisi: İdare-yi kelâm edilmeyip, bütün söylenenlerin azamî ihlas ve samimiyet içinde söylenmesi, dinleyenlerde başka birşey demeye mecal bırakmamıştı ki, bu da neticenin istihsali bakımından çok önemliydi.
Sekizincisi: Söylenen sözlerin, hiç düşünülmeden ve irticalî olarak ifade edilmesi de sözün tesirine apayrı bir buud kazandırıyordu.
Bunlar ve daha akla gelebilecek birçok hususlar gösteriyor ki, Allah Rasulü kendi hevâsıyla değil, aksine O, kendisine bahşedilen fetanetin vahiy ve ilham yüklü ma’nâlarıyla söz söylüyor ve problem çözüyordu.
-
sonsuz nurdan - PEYGAMBERİN sıfatları 19
PEYGAMBERİMİZ (sav) VE SÖZ
Allah Rasûlü’nün fetanetinin ayrı bir buudu da O’nun cevâmiu’l-kelim sahibi oluşuyla ortaya çıkar.
Evet, O, bir söz sultanıydı. Nasıl olmaz ki, Cenab-ı Hakk O’nu kendi kelâmına tercüman olsun diye göndermişti.
Bugüne kadar herkesin derecesine göre ve belli ölçüde söylemeye muktedir olduğu bir hayli güzel söz olmuştur; ama, Güzeller Güzeli (sav)’nin sözlerinde bir başka derinlik, bir başka lezzet, bir başka halâvet vardır.
O’nun beyânı o kadar tatlı, ifâdeleri o kadar büyüleyiciydi ki, O (sav) konuşurken başlar döner, bakışlar başkalaşır, kalbler duracak hâle gelir, akıl ve muhâkemeler teslîm-i silah eder, insânî duygular dirilir ve ruhlar da âdetâ kanatlanırdı. Allah O’nun diline öyle bir güç ihsan etmişti ki, O’nu dinleme bahtiyarlığına erenler, ifâdeleri en özlü, beyânları en çarpıcı bir Söz Sultanı’nın (sav) huzurunda bulunma mehâbetiyle âdetâ dilleri tutulur ve büyülenirlerdi.. ne zaman O’nun dudaklarından hikmet pırlantaları dökülmeye başlasa, akıl ve muhâkeme erbabının nutku tutulur; ne zaman O (sav), iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya koyulsa, ağzının şeker-şerbeti dinleyenlerin ruhlarını sa-rar; ne zaman o âteşîn sözleriyle fenalıkları hedeflese, küfür ve münkerâtı kendi çirkinliklerinde boğar.. ve hele da’vâsı adına serdettiği hüccet, bürhan ve delillerle kükrediği zaman, bütün karanlık ruhların dillerine zincir vurur ve karanlıkları bozguna uğratırdı...
O (sav), bütün bu mazhariyetlerin şuurundaydı ve tahdîs-i nimet -şükür niyetiyle Hakk’ın ni’metlerini ilân- sadedinde bunları izharda da beis görmezdi: “Ben nebiy-yi ümmî olan Muhammed’im. Ben’den sonra nebî yok! Ben sözün ilkiyle, sonuyla ve ‘cevâmiu’l-kelim’le serfirâz kılındım” 266 diye-rek Hakk’ın ihsanlarını sayar-döker.. ve “Ey insanlar, ben ‘cevâmiu’l-kelim’ ve her şeyi hall u fasl edecek son sözü söylemekle şereflendirildim” 267 nur-efşân beyânlarıyla da geçmiş ve geleceğin Hatîb-i Zîşân’ı olduğunu ilân ederdi.
Gerçekten O Efendiler Efendisi (sav) diriltici soluklarıyla, Hakk bahçesinin güllerine ilâhîler besteleyen öyle bir bülbül idi ki, O ne zaman şakısa, gönlünü dile getirir ve gönlünün dilinden en büyüleyici nağmeler söylerdi. O’nun bağının taze fidanlarında filizlenmiş o tazelerden taze sözler, başkalarının baharında açılmış tomurcuklara, başkalarının sabahında güneşe uyanmış çiçeklere benzemezdi. O’nun söz sofrasında her şey bir gonca gibi şebnemi burnunda yepyeni ve turfandaydı.. ve bu turfanda ni’metleri bütün derinlikleriyle tadıp tanımak, tanıyıp hazzına ermek de, sadece bu bezmin ilk tâli’lilerine müyesser olmuştu.
O Beyân Sultanı (sav), söz cevherinden öyle bir kılıç yaptı ki, o kılıcın başlar üstünde bir kere dönüp helezonlar çizmesiyle bütün yalancı ve muzahref beyânlar kaçıp yarasaların tünedikleri yerlerde saklandılar ve bütün masallar, Kâfdağının arkasında ankâya sığındılar. O ifâde ve beyandan öyle çeşmeler akıttı ki, bir anda câhiliye sahrasının dört bir yanı cennet bahçelerine döndü ve öyle çağlayanlar meydana getirdi ki, bütün îmâna açık gönüller kendilerini sonsuzun okyanusuna akan o çağlayanlar içinde buluverdiler.
O’nun sözleri öteler kaynaklıydı.. eğer vahiy fitiliyle parlayan O’nun sözleri olmasaydı, cihanlar hep kaos olarak kalır giderdi. O, tabiatın yüzündeki perdeyi söz kılıcıyla delik-deşik etti ve şeriat kitabını da yine söz nakışlarıyla süsledi. Söz O’nun atının terkisine vurulmuş bir metâ, sadağında altın tüylü bir oktur. O, uğradığı her yerde sözden anlayanların eteklerini mücevherlerle doldurdu ve yayını gerip atını karanlıklar üzerine sürdü. Allah, son bir kere daha sözlerle bir yeryüzü devleti kurmak murâd buyurunca, bu devletin başbuğluğuna o Beyân Sultanı’nı (sav) getirdi; ifâde, sikke ve tuğrâsını O’nun eline verdi.
Gelmiş-geçmiş ötelere açık bütün söz erleri, tecellî arşını terennüm eden koronun birer ferdiydi.. O bu bülbüller topluluğunun idârecisi oldu.. nebîler ve velîler gelip gelip bir halka-i zikir teşkil ediyorlardı. O bu kudsîler halkasının serzâkirliği vazifesiyle geldi.. geldi ve o tok sesiyle arş u ferşi velveleye verdi. O’nun sözlerle donatıp insanlığa takdim ettiği semâvî sofrasındaki her yemiş, dost bağının en mahrem noktalarından alınıp, kimseye açılmadan mahfazası içinde O’na sunulmuş eltâf-ı şâhâneden has meyvelerdi. O’ndan evvel o meyveleri ne başkaları bakıp görmüş, ne de onlara el sürülmüştü...
Hele, mahremlerden mahrem en has bahçelerin, en has güllerini, en lâtif nağmelerle terennüm eden bu Andelîb-i Zîşân’ın (sav) ilham üveyki şahlandığı vakit bütün diller susar, sîneler kulak kesilir ve ruhlar O’nun beyân zemzemesi karşısında kendilerinden geçerlerdi.
Evet, O’nun sözleri, her dalgalanışıyla sahilleri incilerle bezeyen birer deniz, gönüllere ürpertiler salarak zirvelerden dökülen birer şelâle ve derinliklerden kopup gelen fevvâreler gibiydi.. ne o deryaları zenginlik ve muhtevâsıyla tavsif etmek, ne o çağlayanlara tercüman olmak, ne de o fevvârelerin ulaştığı noktalara ulaşıp onları ihâta etmek mümkün değildir.
Şimdiye kadar yüzlerce muhakkik ve edîp O’nun söz cevheri etrafında dönüp durdu.. binlerce ve binlerce mütefekkir o pırıl pırıl âb-ı hayat kaynağına başvurdu ve nice devâsâ kâmetler, ömürlerini O’nun derinliklerini kavramada tüketti ama, O hep ulaşılan noktaların ötesinde kaldı. Bir şâirimizin Kur’ân hakkında söylediği bir şiirde az bir tasarrufla şöyle desek yerinde olur zannederim:
“Bikri, fikri kâinâtın çâk çâk oldu fakat
Perde-i ismette kaldı beyân-ı rasûl henüz”
Evet, damla, deryâyı bütünüyle ifâde edemediği, zerre güneşe ait husûsiyetleri tamamen gösteremediği gibi, Muhammedî hakîkatın birer parçası sayılan ulemâ, evliyâ, asfiyâ da -baş-kalarına nisbeten kâmil bile olsalar- O’nu tam temsil edemez ve O’nu aynıyla aksettiremezler.
Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-ma’nevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin te’sirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma ma’nâsında, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
O’nun tabiat ve seciyesi, zâhir ve bâtın duyguları, akıl ve muhâkemesi, peygamberlik vazifesiyle o denli münâsebet içindeydi ki, Hakk’tan gelen hiçbir mesaj, hiçbir ilham esintisi en küçük bir değişikliğe uğramadan, kırılmadan, O nurdan menşû-run mâhiyet-i nûrâniyesinde billûrlaşır, sonra da tenezzülât dalga boyunda gelir hedefine ulaşırdı.
Bu, en temiz kaynaktan fışkırıp akan ve gelip temizlerden temiz bir gönüle boşalan; sonra da en latîf, en nazîf, en fasîh bir lisanla beşerî idrâke göre seslendirilen her türüyle ilâhî mesaj, O’nun peygamberliğinin emâresi, risâletinin delîli olduğu gibi, yürüdüğü o çetrefilli yollarda da zâdı-zahîresi, ışığı-burağı ve hasımlarına karşı hücceti ve bürhanıydı: O, muhatablarına Hakk’ın mesajlarını sunarken, aynı zamanda peygamberliğini de haykırır ve elçiliğini ilân ederdi. Keza O, muhataplarının müşkillerini halledip ihtiyaçlarını karşılamada vahyin o sırlı, sihirli cevher hazînelerini kullandığı gibi, hasımlarını ilzâm edip susturmada da yine aynı elmas kılıcı isti’mâl ederdi.
Kur’ân O’nun için her şeydi; hava idi, su idi.. silah idi, zırh idi.. kale idi, burç idi.. ve burçlarda dalgalanan bayrak idi... O, Kur’ân’la soluklanır.. O’nunla bulutlar gibi göklere kadar yükselir.. O’nunla rahmet damlaları gibi yeniden yerdeki varlıkların imdadına koşar.. O’nunla zulmetlerle savaşır, O’nunla şerlerden ve şerîrlerden korunur.. O’nunla gürler ve O’nunla ışık olur her yana yağardı.
Ancak, hikmetin lisân-ı fasîhi o Beyan Sultân’ı, hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o kenz-i ilm-i İlâhî’nin yanında kendine teveccüh eden pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, sonsuz ilmin mir’ât-ı mücellâsı ve vâridât-ı sübhâniyenin mehbiti, menzili, merkezi, meşcereliği sayılan kalb-i pâk-i Ahmedî ve lisân-ı nezîh-i Muhammedî ile cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder ve Kur’ân’la gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini ihtarda bulunurdu. Zâten; cihanşümûl peygamberliği ile bütün insanlığı muhatap alan ve bütün insanlara muhatap olan bir mübelliğ, bir mürşid, bir muslih ve bir müceddidin başka türlü olması da düşünülemezdi.
Peygamber Efendimiz (sav); peygamberlikle serfirâz kılındığı dönemde, ilk muhâtapların "çarşı-yı ticâretlerinde en ziyâde revaçta olan meta’, fesâhât ve belâğat meta’ıydı.” Daha sonraki dönemlerde, zekâ, söz ve beyân üstünlükleriyle dünyaya hükmeden ve cihanı hâkimiyetleri altına alan bu edîb ve zekî millet; İlâhî mesajın o mübarek ve münevver mümessilini, ister “vahy-i metluv-i Kur’ân” olsun, ister onun dışındaki mesaj, irşâd, hutbe, nutuk ve tâlimat gibi şeyler de hep O’na karşı hayranlık duymuş ve O’nu takdîr etmişler; O da her zaman kendini dinletmiş, kabul ettirmiş ve hiçbir zaman onlardan tenkîd almamıştır. Şayet, O’nun söz, beyân ve düşüncelerine karşı en küçük bir tenkit, en önemsiz bir itirâz vuku’ bulmuş olsaydı, bugüne kadar gelen O’nun düşmanları, böyle bir şeyi değerlendirecek, allayıp-pullayacak, köpürtüp-abartacak; herkese ve dünyanın her yanına onu ulaştırarak binbir velvele koparmak isteyeceklerdi. İsteyeceklerdi; zîra böyle bir durum, O’nu sarsmak, yıkmak, nazardan düşürmek ve çürütmek için en utandırıcı iftirâlara kadar, her vesîleyi meşrû sayanların arayıp da bulamadığı bir şeydi. Oysa ki, O’nun ifade, beyân ve kelâm gücü hakkında, Firavunun, seyyidinâ Hz. Musâ için söylediği kadar dahi birşey söylenmemişti, söylenememişti ve söylenemezdi de...
O’nun zirvesinden yükselen öyle gürül gürül bir sesi ve soluğu var idi ki, dost da, düşman da o sese ve soluğa hayranlık duyuyor ve o insanüstü beyân karşısında iki büklüm oluyorlardı.
Ashâb-ı Kirâm arasında, Hz. Lebîd, Hansâ, Ka’b, Hassan ve İbn-i Revâha gibi yüzlerce söz üstâdı, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Muâviye, Amr b. As ve İbn Abbâs gibi yüzlerce hatîp, yüzlerce hukukşinâs ve yüzlerce hikmet erbâbı hemen her mes’elede O’nu üstâd, mürşid ve rehber kabul ettikleri gibi daha sonraki asırlarda hadîsin devâsâ hâfız ve yorumcuları, tefsirin müdakkik dâhî imamları, fıkhın emsalsiz, beşerüstü müçtehidleri, dinin çağları aşan eşsiz müceddidleri, mâneviyât iklimi-nin binlerce evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni, kelâmın, mantık, muhâkeme ve fünûn-u müsbete allâmeleri ve daha yüzlerce değişik sahada binlerce fen ve ilim adamı, O’nun deryâlar gibi beyân cevherlerini, her zaman en feyyaz, en bereketli, en duru, en aldatmaz bir kaynak bilmiş, O’na müracaatta bulunmuş, O’na sığınmış ve açlıklarını, susuzluklarını, o semâvî sofrada gidererek itmi’nâna, doygunluğa ulaşmışlardır.
Evet, O’nun sünneti dünden bugüne, müctehidlerin en yanıltmaz me’hazi, ma’rifet semasında pervâz edenlerin en güçlü kanadı, ilim adamlarının en duru kaynağı, evliyâ ve asfiyânın da en nûrânî vâridât menbaı olmuştur. Şeriatın müteaddit ilimleri, tasavvufun muhtelif yolları, kevnî ve enfüsî ilimlerin özü ve hülâsası hep O’nun o nurânî söz cevherinden fışkırıp çıkmıştır.
O, varlığın bidâyetinden nihâyetine, insanoğlunun yaratılışından, gidip cennet veya cehenneme ulaşmasına, vicdanların ma’rifet-i rabbaniyeye uyanmasından; ötede Cemâlullâhı müşâhede etmelerine, îmân ve itikattan, ibâdetin en ince teferruatına kadar pek çok mevzûda ve her mevzûnun gerektirdiği dil ve edâ ile her şeyi o kadar mükemmel anlatmıştır ki, Kur’ân istisnâ edilecek olursa, O’nun beyânına denk başka bir beyânın bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Allah’ı; zât, sıfât ve isimleriyle, hem de mevzûnun gerektirdiği incelik ve hassasiyetle fevkalâde bir muvâzene içinde; kıyamet ve haşr ü neşri, hesap ve cennet u cehennemi, ümitle gürleyen bir ürperticilik ve hazza inkılâb eden bir dehşet içinde; melâike, ruh, cin ve şeytanı, gaybın esrârengizliği ve buğulu bir kristal arkasında; îmânı, ameli, amelde ihlâsı; tohumun istidâdı, toprağın kuvve-i inbâtiyesi, yağmurun hayâtiyeti ve baharın renklerle soluklayışı şeklinde öyle bir resmeder ki, insan O’nun çizdiği o muhteşem tabloları seyrederken, temiz fıtratların îmânla nasıl neşv ü nemâya hazırlandığını, İslâmla nasıl boy atıp geliştiğini, ihlâsla nasıl bir tûbâ-i cennet hâlini aldığını âdetâ görür gibi olur.
O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezân, kâmet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhân olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için, cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassâl gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad bir fedâi gibi göğsünü gerip cehenneme giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi cennet yollarını açıp, insanlara “buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan, emr-i bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla dâvâlaşan ve mürâfaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhirâf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdetâ büyüler.
Evet, O’nun bütün bu hususları bir kaneviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin husûsiyetleri; beyânındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî san’atları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, herbiri başlı başına birer mücelled isteyen mevzûlardır.
Bu itibarla, O’nun değişik mevzûlarla alâkalı, değişik tahliller isteyen, değişik söz ve beyanlarını, ilerdeki mütefennin araştırmacılara havale ederek, burada sadece, hemen herkesin bildiği mübarek birkaç sözüne, onlardaki muhteva derinliğine, beyan gücüne, ifâde rasânetine işaret edip geçeceğiz.