YARIM ELMA


Oldukça soğuk bir gündü. Her yer buz kesiyordu. Güneş çok parlaktı. Olanca çabasına rağmen havayı ısıtamıyor, yalnızca buzları ışıldatabiliyordu. Elleri bastonlarına dayalı, eskilerden dem vurup, isteksizce bugüne dönen, saçları sakalları ak iki ihtiyarın muhabbeti vardı Kötü Dağ ile Karaca Dağ arasında. Bembeyaz gelinliği ile Hasan Dağı, uzaktan, tebessümle onları izliyordu. Kümesin kapısından süzülen ışığın altında, dişilerine hava olsun diye kabarıp silkindi erkek hindi. Elektrik direğindeki şaşkın baykuş önce başını sağa sola çevirdi. Sonra umursamaz bakışlarla, gece eksik bıraktığı ötüşü tamamlamaya çalıştı.

-Kaymakamlığın verdiği kömürü satıp kumara yatırırsın haa… Bir de senden herif olacak. Diye mırıldandı Recebin hanımı, acı acı… Birkaç tutam hışırı daha sacın altına itip son topağı (hamurlu ekmeği) da pişirdi. Üzerilerine yağ sürdü. Biraz peynir epeledikten sonra sıktı. Önlüklerini giymiş, sırtlarında çantalarıyla hazır bekleyen çocuklarına sırayla verdi. Sıranın sonunda dokuz çocuğun en küçüğü Cumali bekliyordu. Cumali'nin uzun kirpiklerinde duman vardı. Ötüşleri ve telaşlı kanat sesleriyle ortalığı velveleye veren, ikide bir birbirlerine girip ayrılan serçelerde, somurtkan soğuğa inat ebelemece oynayan çocukların neşesi vardı. Nevruz abla beton merdivenlerin başında, elinde sofra beziyle dikildi. Serçeler, kahvaltı kırıntılarını yemek için, kanatlarını dikmişler çoktan hazır bekliyorlardı. ''Miyaavvv'' dedi boz kedi, merdivenin köşesinde güneşlenmek için yattığı ön ayaklarının arasından, ölgün kısık gözlerle. Karabaş gerinirken ağzını kocaman açıp uzun kırmızı dilini sarkıttı. Sonra yalanıp şapırdadı. İnleyen bir havlama sesiyle hareketini tamamladı. Herkes gibi Kezban teyze de, tezek yığınlarının arasından ahıra yollandı. Esnaftan harman veresiye aldıkları yemi samanla kardı, sığırlara verdi. Sularını da hazırladı. Sütçü Hasan, kamyonetiyle bir o evin, bir bu evin avlusuna giriyordu. Emirgazili gelinlerin, kızların, tadına bile bakmadan, çopur elleriyle, üç kuruşa sağıp hazırladıkları sütleri topluyordu. Tatlı bir kavis çizerek geçtiler boz güvercinler. Tedirgindiler. Kaçıyor gibiydiler. Belirsiz bir yöne doğru uçtular, uçtular… Sonra gözden kayboldular. Sabah erkenden sobalara vurulan tezeklerin dumanları, dam evlerin bacalarından rüzgarsız havada dümdüz yükseliyordu. Etrafa belirgin bir tezek kokusu hakimdi. Ağızlarından ve burunlarından buharlar püskürten insanlar, kıtırdayan buzlar üzerinden telaşla bir oraya bir buraya gidiyorlardı. Çarşıda esnaf dükkanının kepenklerini kaldırmış son hazırlıklarını yapıyordu. Emirgazi uyanmış, sabah telaşı başlamıştı.

Mahallenin kuzeyinde oturan Karacalar'ın Kenan'ın, pencereyle arasında kilometreler vardı. İçi çok sıkılıyordu. Bu kış hem çok soğuk, hem de uzundu. Evde kapalı kalmıştı. Pencerenin önünde, soğuktan büzüşmüş, elleri ceplerinde, okula doğru akıp giden çocukları izlerken, tekerlekli sandalyesinin demiri ışıldadı. O da diğer insanlar gibi yürümeyi, gezmeyi, koşmayı ne kadar çok isterdi. Ama ne ayakları, ne elleri, nede vücudu buna müsaitti. Tekerlekli sandalyesini bile arkadan biri itmedikçe kullanamıyordu. Her şeye rağmen, kör kütürüm yatan ablasının sabrını görüyor, şükrediyordu. Kenan'ın yüreğindeki iman ışıldadı…

Sırtında çantası, sağ elini köhne görünüşlü dam evlerinin taş duvarına dayayıp, buz kaplı merdiven basamaklarını tek tek indi minik çocuk. Gözleri kamaşmıştı loş evlerinden dışarı çıktığında. Kahvaltıdan artakalan son gözyaşı damlasını sildi burnunu çekip. Sabah sabah yine bir sürü mızırdanmış, dişlerini boğazlarına dökmüştü anne-babasının. Aslında kendisi de neden böyle yaptığını bilmiyordu. İçinden birileri dürtüyordu. Elinde değildi sanki. Sonunda o da üzülüyordu.

Duvar niyetine atılıverilmiş beyaz taşların giriş için açılan kısmından geçerken annesinin sözleri vardı kulaklarında:

-Bu sene çok pahalı, herkes alamıyor. Baban da zaten bir kilo almış. Gören çocukların canı kalır yavrum. Okuldan dönünce yersin. Senin için saklarım.

Zor ikna etmişti annesini. Başkaları görmeden yiyeceğine sözler vermiş, çok dil dökmüştü. Annesi:

-Peki ama çok dikkatli ol! Dediğinde en büyüğünü, en kırmızısını almıştı. Kristal bir vazo yerleştirir gibi çantasının dibine özenle yerleştirmişti elmasını.

Kırılan ince bir buz tabakasının altındaki küçücük birikintiden ayağına sızan suyun soğukluğu hayalinden uyandırdı minik çocuğu. Su, sol botunun ayrılan kısmından girmişti. Bu yüzden sürekli ayağı ıslanıyor, üşüyordu. Bağcıklarının biri diğerinden daha kısa olan siyah botların numaraları da farklıydı.

-Allah Allah! Demişti babası öğrenince;

-Cemil abi, botların birini otuz, diğerini otuz bir numara vermiş. Kendisine söylediğinde, Cemil amcanın yumuşak yüzü kızarmış, mahcup mahcup:

- Nasıl olmuş hocam yaa! Olmaması lazım… demişti.

Soğuk, minik çocuğun ayağının baş parmağını ısırırken, Karacaların Kenan da, gözlerini tekerlekli sandalyesine dikmiş, tekerleklerin telleri arasından baharı çağırıyordu… Cumali'nin ise uzun kirpiklerinde duman vardı…

Soğuk minik çocuğun kulaklarını, çenesini, burnunu dalamış, kıpkırmızı etmişti. Artık hissetmediği kulaklarına dokundu, duruyorlar mı diye.

-Bir arabamız olsaydı ne olurdu sanki! Diye iç geçirdi, yanından alay edercesine geçip giden arabaların ardından. Bir ara arkasına dönüp baktığında, Eczacı Mehmet amcanın lüks koyu yeşil arabası gözüne çarptı. Yanında kızı Betül de vardı. Önüne döndü. Vakarlı bir şekilde yürümesine devam etti.

-Acaba beni de arabasına alır mı? Alsa ne iyi olur şu ayazda… diye düşündü. Yalaka konumuna düşmek de istemiyordu.

-El kaldırmam ama, durursa binerim. Dedi kendi kendine. Araba minik çocuğun yanına geldiğinde iyice heyecanlandı. Heyecandan adımlarını bir tuhaf atar oldu. Araba kendisini birkaç metre geçmesine rağmen hala ümitliydi. Ama Mehmet amca yine durmamıştı.

-Ne tuhaf adam! Diye söylendi kendi kendine,

-Babam yanımdayken ikimizi alıyor, ben yalnızken almıyor. Alsa ne olurdu. Kızıyla aynı okula gidiyoruz. Nasıl olsa kızını okula kadar götürecek… Diye söylendi öfkeyle. Derken kayıp zınk diye kalçalarının üzerine düştü. Hemen toparlanıp kalktı. Gören oldu mu diye gözünün ucuyla etrafı süzdü. Yolun kenarında, kuyruk sallayan iri bir köpeğin yanında, kara bir çocuğun sırıtan dişlerini fark etti. Gülecek ne var! Deyip hakareti basacaktı ama;

-Ya sabır! Deyip tuttu kendisini. Çocuğu hiç görmemiş, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Kalçaları çok acıyordu…

Tekrar kayar düşerim korkusuyla, ürkek ürkek attığı adımlarla uzun bayırı inip Merkez Camii'ne ulaştı. Sonra dik yokuşu çıktı.

Okula vardığında öğrenciler çoktan sıra olmuşlar ''Andımız''ı okuyorlardı. Yine geç kalmıştı. Sınıfını buldu, arka tarafa sıraya geçti. Şakir öğretmenin uzun tehdit ve fırçalarından sonra öğrenciler, tek sıra halinde sınıflarına girdiler.

İlk ders matematikti ve bir türlü geçmiyordu. Yerinde duruyor mu diye, eliyle çantasının dışından elmayı yokladı. Duruyordu. Elini çekip dersi dinliyormuş gibi oturdu, elmayı yiyişini hayale daldı…

Nihayet zil çaldı. Bütün arkadaşlarının dışarı çıkmalarını bekledi. Çantasını açtı. Elini daldırdı. Eli elmaya değdiğinde heyecanlıydı. Kimseye göstermemeliydi. Tam çıkaracaktı ki; Nihal yanında bitiverdi.

-Haydi, teneffüse çıkmıyor musun? Birlikte oynayalım. Dedi. ''Çok soğuk.'', ''Ben oynamak istemiyorum.'', ''Başka zaman.'' Gibi sözlerle atlatmaya çalıştıysa da başaramadı.

-Elmayı Nihal ile bölüşsem mi acaba? İkimiz yesek. Diye düşündü. Sonra da:

-Hayır! Hepsini ben yiyeceğim. Hem babası da memur. Elma alabilecek durumda. Şeklindeki düşüncelerle vazgeçti. Elmasına veda edip, Nihal ile teneffüse çıktı.

İkinci dersin de matematik olması çekilmez olmuştu. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Sıkıntıdan çatlamak üzereydi ki; zil imdadına yetişti. Bu sefer kararlıydı. Arkadaşları sınıftan çıkar çıkmaz, elmasını bir çırpıda çantasından çıkarıp gocuğunun cebine daldırdı. Sınıf nöbetçilerinden birisi tahtayı silerken, diğeri pencereyi açıyordu. Minik çocuğu fark etmemişlerdi. Nihal de yoktu ortalarda. Sınıftan çıktı. Okulun arka tarafına yürüdü. Gözleri tenha bir yer arıyordu. Bahçenin ucundaki büyük ağacı fark etti. Onu ilk defa görüyordu. O ağacın altının uygun olduğunu düşündü. Onunla oynamak isteyen arkadaşlarını basit sözlerle geçiştirdi. Durumu anlamışçasına arkadaşları da ısrar etmediler. Bütün öğrenciler oyuna dalmışlardı. Bir bir ağaçları geçti, gözüne kestirdiği ağaca ulaştı. Ağacın gövdesine sırtı dayalı oturduğunda üşüdüğünü hissetti. Kalçaları hâlâ acıyordu. Annesinin:

-Gören çocukların canları kalır yavrum. Sözleri, tekrar yankılandı kulaklarında. Son kez etrafı kontrol etti. Güneş onu yapraksız ağaçların arasından izliyordu. Elmayı cebinden çıkardı. Çok güzel görünüyordu. Yeleğinin ucuyla güzelce sildi. Elmanın yanakları ışıldadı. Keyifle, harrtt diye dişlerini geçirip ısırdı. Isırır ısırmaz elmanın suyu ağzına damlamıştı.Çiğnerken elmanın çıkardığı patırtı kulaklarına dolmuştu. Çok tatlıydı. Son kez lokmasını çiğnedi. Tam yutacaktı ki; kulağının dibinde birinin burun çektiğini duydu. Telaşla başını çevirdi. Ayşe öğretmenin sınıfından Cumali, yanına dikilmiş, derin gözlerle onu seyrediyordu. Soğuktan kıpkırmızı olmuş burnundan inen sümüklerin birisi ağzına ulaşmak üzereydi. Eski önlüğü üzerinde emaneten duruyordu. Yakasının bir tarafı da kopuktu. Pantolonunun paçaları kısacıktı. Terliklerinin ucundan, soğuktan mosmor olmuş parmaklarının içi zift bağlamış tırnakları görünüyordu. Annesinin üç kuruşa halı dokumaktan yamulmuş elleriyle pişirip yedirdiği topağın unları vardı dudaklarında; halı ipiyle değil, örgülü saçlarıyla, göz nuru döküp ilmek ilmek dokumaya çalıştığı halının dokuma parasını, halıcı esnafından üçer beşer alarak içki, kumar parası yapan babasının ihaneti sokuluydu yüreğinde… Önceleri; bir lira borç vermişse geri bir lira alırdı Emirgazi esnafı. Ancak, Aksaraylı Kürt Kamber’in, Kara Hamdi'nin Emirgazi esnafına öğrettiği tefecilik, geleceğini de karartmıştı Cumali'nin… Burnunu, yanır olmuş sol koluna sildi.

Minik çocuk, gördüğü manzara karşısında ilk lokmasını yutamadı. Zorladı. Düğümlenen lokma boğazını yırtıp geçti. Gocuğuna, botlarına baktı. Cumali'den utandı. Sessiz dikilmesine rağmen Cumali'nin hali, aslında çok şey anlatıyordu. Derin bakışları, minik çocuğun gırtlağına sarılmıştı. Yüreğinde yangınlar çıkarmıştı. Sanki minik çocuğun yüreği alev alev yanıyordu. Çok kez gördüğü bu çocuğu, ilk kez anlamıştı. Elmayı bir daha ısıramadı. Donup kalmıştı. Kendine geldiğinde elmayı uzatarak:

-Yer misin? Dedi. Cumali utandı. Başını iki omzunun arasına gömdü. Utangaç bakışlarını yere çiviledi. Minik çocuk, hemen cebindeki kalemtıraş bıçağını çıkardı. Kalemtıraşı kırılmış ama bıçağını atmamıştı. Şimdi işe yarayacaktı. Önce, kalemtıraş bıçağını, buzların arasından bulabildiği kar parçaları ile güzelce sildi. Sonra elmayı kesmeye çalıştı. Elmayı boydan boya çizdi. Sapının bulunduğu tarafına başparmaklarını soktu. Avuçlarının içinde elmayı ayırmaya çalıştı. Biraz uğraştı. Sonunda başardı. Ancak parçanın birisi diğerine göre daha büyük oldu. Minik çocuk büyük parçayı Cumali'ye uzattı. Elma ışıldadı. Cumali'nin elleri elmaya değince gözleri ışıldadı. Yarınların güzel olacağı ümidiyle, bunu gören güneş ışıldadı. Kötü Dağ'ın, Karaca Dağ'ın saçları sakalları; Hasan Dağı'nın gelinliği ışıldadı. Karlar buzlar ışıldadı. Yer gök ışıldadı. Yarım elmayla da olsa çocuğun yüreğinde yanan ateşin alevleri söndü, serinledi. Minik çocuğun yüreği ışıldadı…
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=130137

Güvercinler göründü yine. Ney çalıyordu kanatları. Boz renkleri kaybolmuştu. Bembeyazdı tüyleri. Dükkanın önünde dikilmiş, başkalarının alın terleriyle doldurup sarkıttığı göbeğini kaşıyan tefeci esnafa yaklaştılar. Kan yürümüş kırmızı suratına pisleyip yükseldiler. Cumalilerin, Kenanların evlerinin üzerilerinden uçtular. En öndekilerinin ağzında bir elma çekirdeği vardı. Çekirdeğin içinde, Cumali'nin dokunduğu elmalar vardı… Çekirdeğin içinde Emirgazi'nin geleceği vardı…

yarimelma.jpg
[ Musa Mert ]
Konya Çocuk Dergisi, sayı 3, sayfa: 10-13.
Resimleyen: Sevgi İÇİGEN