Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


4 sonuçtan 1 ile 4 arası
  1. #1
    ReformTürk Yöneticisi Mustafa Uyar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Ilgın, Konya
    Mesajlar
    13,663
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Deyimlerin Öyküleri

    Saman Altından Su yürütmek
    Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”
    Atı Alan Üsküdar’ı Geçti
    Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
    Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”
    İnsanoğlu Kuş Misali
    Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
    Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
    İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
    Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”
    Hakkında Hayırlısı Böyleymiş
    Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
    Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
    “şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”
    Bize de mi lo lo!
    “Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma ” manasında.
    Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
    Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”
    Pabucu Dama Atılmak
    Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
    Ağzından Baklayı Çıkarmak
    Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek
    için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
    -Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
    ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
    altına yerleştirirsin.
    Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
    - Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
    - Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
    Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
    - Gidebilirsiniz artık!..
    Şeyh efendi merak eder ve sorar:
    - İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
    - Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
    - Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı..
    Ağzına Tükürmek
    Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,
    -Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mübarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.
    Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:
    - Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!..
    Ateş Pahası
    Bir gün Kanuni Sultan Süleyman mütevazı sayıda bir maiyetle Istranca Ormanları'na doğru avlanmaya çıkmıştı ki, kendisini gören bir adam "Uğurlar olsun Sultanım!" diyerek yarenlikte bulundu. Fakat avcılık töresince bu söylem kişiye uğursuzluk getirirdi. Söylenmesi gerekense "rastgele" cümlesiydi. Padişah ve maiyeti bu uğursuzluğu kırmak için yedi adım geriye gittikten sonra yollarına devam ettiler. Tam ormana varılmış bir yavru ceylanın ardınca koşturulmaya başlanmıştı ki gök gürledi ve bulutlar sağanaklar halinde yükünü boşaltmaya koyuldu. Herkes ne yapacağını bilmez bir halde, civarda kandili parlayan bir kulübeye koşup sığındılar. Islaktılar. Üşümüşlerdi. Konuksever kulübeci, onca insanı bir başına ısıtmak için yakacak neyi var neyi yoksa yaktı.
    Nihayette av erbabının üstleri kurumuş, içleri ısınmıştı. Ve birkaç saat kadarlık bir süre içinde yağmur tamamen dinmiş, misafirlere yol görünmüştü. Ve lala, kulübecinin yanına gelip, teşekkürlerini bildirdikten sonra yakılan ateşin pahasını sordu. Adam: "Bin altın efendim" dedi. Lala "Bre! yaktığın odunlar bir altın bile etmezken niçin böyle densüzlük eyler de pahalı bir fiyat söylersin" diyerek adama çıkışınca adam "Doğrusu odunların pahası dediğiniz gibi bir altın bile etmez. Fakat bu sağanak altında, bu dağ başında bir sığınak bulmak ve binbir zahmetle yakılmış bir ateşin karşısına geçip ısınmak gerçekten çok pahalı bir şey. Ben sizden odun değil ateş pahasını istedim" dedi.
    Mürekkep Yalamak
    Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları, yahut müstensihlerin yadigarıdır.
    El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlanssın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurt akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kağıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zmanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zenaatkarları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icad edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemitekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
    Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
    Kazan Kaldırmak
    İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
    Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı; ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
    Püf Noktası
    Ahi Evran zamanında ( Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz) , çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar;
    - " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.
    AKLA KARAYI SEÇMEK
    (Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
    Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.
    İPE UN SERMEK
    (İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
    Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.
    Pabucu Dama Atılmak
    Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=133351
    DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
    Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.
    AVUCUNU YALA
    "Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.
    ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK
    Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
    -Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.
    Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.
    ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ
    Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.


    İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
    Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır.
    Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.
    GÜME GİTMEK
    Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken "Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında "Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş.
    DEVLET KUŞU KONMAK
    Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
    Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu" denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.
    ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK
    Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyimdir. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
    -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
    -Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
    -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
    -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,
    -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
    KOZUNU PAYLAŞMAK
    Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi." derdi.
    FOYASI MEYDANA ÇIKMAK
    Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme yapılır.
    KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU
    Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir.
    Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.
    Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: "Bu can burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti" demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır.


    Eli Kulağında
    Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “(Henüz olmadı ama) eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca, namaz için onları biraraya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı biilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamyı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.
    Eskiden birisi yakındakine,
    - Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
    - Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
    İŞİ İNADA BİNDİRMEK
    iş inada bindinin öyküsü..
    adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış .
    bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.
    o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.
    teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.
    bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,
    evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
    BORU DEĞİL BU
    Bu boru değil?
    Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
    Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi.
    Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar.
    -Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
    Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.
    Kıdemli öğerencide
    -Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.
    Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.
    O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,
    -Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
    Yanlış hesap, Bağdattan döner.
    İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
    Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
    Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.
    Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.
    Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
    Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
    -Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
    İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
    Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
    Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
    Tüccara ,
    -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
    Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
    -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
    Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
    Bu sırada kervancı içeri girer,
    Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
    -Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.
    Parayı hemen verir.
    Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
    çıkarlar.
    Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
    -hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
    Atına binen kervancı,
    -yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.
    Mürekkep yalamak
    Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
    Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.
    Asayiş Berkemal

    Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.

    Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
    Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:

    ‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’



    Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
    Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
    Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.

    ‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
    Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’


    Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>


    Aklım kesiyor.
    Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
    Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
    Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
    Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
    Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
    Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
    Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
    Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.

    Balık kavağa çıkınca
    Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
    Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
    Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
    Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
    Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
    -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.

    Bu işin altında bir Çapanoğlu var.
    Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır.
    1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
    Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
    Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.
    Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
    kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
    Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
    ‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.
    Soruşturma aynen kapatılır.

    Ateş Pahası

    Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar.

    “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu.

    Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar.

    Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı.

    Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti.

    Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi.

    Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi:

    “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu:

    “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?”

    Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi:

    “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi.
    "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha.
    "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi.

    Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi.

    TABAKHANEYE YETİŞTİRMEK
    Çok değil, otuz - kırk yıl öncesine kadar tabakhaneler, yani zavallı hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek boku için yanar tutuşurlarmış.

    Çünkü bir tek taze köpek boku içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş.

    “Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın”, denirmiş “tabak”lara (“debağ”lara), yani deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına.

    Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek bokundaki enzimlere ihtiyaç duyulduğundan tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek boku toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze bokla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Tabak gezer, dolap süzer; taze aşkına tabakhanelerde yaygın olarak köpek beslenirmiş.

    Derken yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş – “tabakhaneye yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde kelimesi geçtiğinden - günümüze kadar gelebilmiş.

    BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK
    Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla kullandığımız bu deyimdeki fitil (fetil) kelimesinin eskiden kullanılan 4 anlamı vardır:
    1. Lamba fitili
    2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
    3. Yaraya konulan pamuk
    4. Örgü
    Bu anlamların hemen hiç biri yukarıdaki deyime tam uygun gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı biraz eski işkence tarzlarını hatırlatıyor(yer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya Çelebi yazar ve dolayısıyla bir beddua elverişli görünüyorsa da deyimde geçen fitil kelimesi bir ağırlık ölçü birimi olarak bambaşka bir anlam taşır. Dirhemin dörtte birine denk, dengin dörtte birine kırat, kıratın dörtte birine fitil denir. Bu durumda fitil dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır ki hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin.
    Konu Mustafa Uyar tarafından (26.Nisan.2015 Saat 23:09 ) değiştirilmiştir.

  2. #2
    ReformTürk Yöneticisi Mustafa Uyar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Ilgın, Konya
    Mesajlar
    13,663
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart

    DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK



    Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.



    AKLA KARAYI SEÇMEK



    Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek güçlükle başarmak anlamına gelen bir deyimdir. Dinimize göre Sabah namazının kılınma vakti güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar Sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından Sabahı zor ederler.



    AVUCUNU YALA



    "Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın" anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.



    AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK



    Sabrı tükenip o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyimdir. Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş. Küfür edeceği sırada aklına gelip vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş. Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:

    -Müftü efendi sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder? Canı sıkılan müftü küfürbaza dönmüş:

    -Çıkar ağzından şu baklayı da bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver demiş.



    ÇAM DEVİRMEK, POT KIRMAK

    Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyimdir. Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı"ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:

    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=133352
    -Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.

    Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.



    ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ



    Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.



    İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK



    Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır.

    Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.



    AVUCUNU YALA



    ‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyimdir. Bu deyim kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.



    GÜME GİTMEK



    Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken "Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında "Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş.




    Bilgicik.Com, Türkçe, Edebiyat, Roman Özetleri, Duvar Yazıları, Atasözleri, Hızlı Okuma, Özlü Sözler, Türk



    DEVLET KUŞU KONMAK

    Bir rivayete göre, vaktiyle İran"da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.

    Gerçi tarihte, gerek İsa"dan önce İran"da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa"dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, "başına devlet kuşu kondu" denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.





    ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK

    Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyimdir. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris"te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

    -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

    -Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.

    -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?

    -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,

    -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!



    KOZUNU PAYLAŞMAK



    Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi." derdi.



    FOYASI MEYDANA ÇIKMAK



    Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme yapılır.



    DEVLET KUŞU KONMAK



    Bir rivayete göre vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur kimin başına konarsa o adam ülkeye hükümdar olurmuş.

    Gerçi tarihte gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere şans eseri gelenler için ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa yerinde ve anlamlı bir sözdür.





    AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

    Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır. Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen'i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen'de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.

    Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar. Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış. Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:

    -Biz Allah"ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu Tanrımız, Kabe'ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

  3. #3
    ReformTürk Yöneticisi Mustafa Uyar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Ilgın, Konya
    Mesajlar
    13,663
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart

    Atı Alan Üsküdar ı Geçti

    Zamanında Bolu beyine baş kaldıran Köroğlu nun dillerde yağızmı yağız atı çalınır. Bütün civarı arar tarar yok. Bir kimse birde istanbul daki pazarları dolaş der. İstanbul da pazarları dolaşırken atına rastlar.
    Pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der. Pazarcıda buyur der .
    Eski sahibinin kokusunu alan ve tanıyan at şahlanıp, dört nala ordan uzaklaşır.Pazarcı peşine düşer fakat Köroğlu bir kayığa binip Üsküdar ı geçer. Dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip , "ah evlat! atı alan Üsküdarı geçti. O köroğluydu ,atın gerçek sahibi" der...

    İnsanoğlu Kuş Misali

    Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
    Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
    İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
    Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim” der...

    Gemileri Yakmak

    Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. Sezar "Gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz" şeklinde bir konuşma yapar. Savaş Sezar ın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır...

    Hoşafın Yağı Kesildi

    Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.

    Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş.

    Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:

    - "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar.

    Dimyat a Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

    Dimyat Mısır da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.

    Dimyat a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.

    Binbir müşkilat içinde Türkiye ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul dan kalkmış, memleketi olan Karaman a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır.


    Yanlış Hesap, Bağdat tan Döner

    İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş, kürk, baharat neyse dağıtılır. Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
    Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
    Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat, Hicaz ve Mısır a seferine çıkar.
    Tüccarda, "Şimdi bu Mısır dan 6-7 ayda zor döner. Bende bu parayı işletirim" diye düşünür.
    Kervancı yol uzun, zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
    Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder,
    -Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
    İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
    Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
    Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir. Tüccara ;
    -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz, derler.

    Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
    -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
    Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
    Bu sırada kervancı içeri girer. Bunu gören tüccar, daha kervancı lafa başlamadan;
    -Yahu hoşgeldin. Bizim hesapta bir yanlışlık olmuş. Paralarını ayırdım. Çocuklarada tenbihledim, eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim, der.
    Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar,
    –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
    çıkarlar.
    Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
    -Hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
    Atına binen kervancı,
    -Yanlış hesap adamı Bağdat tan dödürür, der ve yoluna gider.

    Halep Oradaysa Arşın Burada

    Vaktiyle adamın biri kısa bir müddet halep te kalmış. Yurduna dönünce de yerli yersiz konuşmaya, "Ben Halep te şöyle yaptım, böyle yaptın" gibi atıp tutmaya başlamış. öyle ki övünmelerinden halka gına gelmiş.

    Günlerden birinde köy odasında oturulurken söz cirit oyunundan, uzun atlamadan açılmış. Bizim övünme meraklısı dayanamayıp söze girmiş: "Ben Halep te iken 15 arşın atladım." Sabrı tükenenlerden biri itiraz etmiş:
    - Yapma be iki gözüm, 15 arşın atlamak kim, sen kim?
    - Canım ne var 15 arşında, atladım işte!
    O sırada aralarında bulunan marangoz, malzemeleri arasındaki arşını çıkarıp ortaya koymuş:
    - Halep oradaysa arşın burada! Haydi, atla da görelim.
    O günden sonra palavracı her nerede bir kuru sıkı atsa, halk kendisine "Arşın burada!" demeye başlamış ve bu söz bir deyim olarak yaygınlaşmış.

    Bugün dahi, geçmişte yaptığı bir şey ile övünen veya yapmadığını yapmış gibi söyleyen insanlara, halihazır şartlar altında da aynı başarıyı göstermesi arzusunu izhar( anlamları açığa çıkarma, toplayır biriktirme) için söylenir.


    Yaş Tahtaya Basmak

    Eski devirlerde de ahşap evlerin ve konakların umumi temizliği yapılırken, tahtalar arap sabunu ile ovulurmuş. Böyle anlarda ıslak tahtalar çok kaygan olup, üzerinde ayağı kayıp düşenler çok olurmuş.
    Sultan Hamit devrinde bir Gürcü Hasan Fehmi Paşa varmış. Hukuk akademisinde, Dünya Hukuku dersi okuturmuş. daha sonraları Selanik Sofya da valilik de yapmıştı. Bir gün konağında temizlik yapılıyormuş.
    Tahta merdivenlerden inerken, ıslak basamaklarda ayağı kayan Paşa, düşmüş. Birkaç gün topallayarak gzmiş. Hukuk talebeleri birbirleriyle fısıldaşarak:
    - Bizim hoca, yaş tahtaya basmış, diye bu olayı alaya almışlar.
    Bu deyim, aldatılmak, kandırılmak manasında kullanılır.

    Çıkar ağzındaki baklayı

    “Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış.

    ‘Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum’ demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları ‘küfürbazlık’tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.

    ‘Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy’ demiş. ‘Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkakrırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin.’

    “Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:

    ‘Bilge efendi, biraz durur musun?’ demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:

    ‘Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz...’

    “Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki ‘eski’ küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış.

    Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş

    ‘Gidebilirsiniz artık!..’ demiş.

    Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:

    ‘İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin?’

    “Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:

    ‘Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim’ demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:

    ‘Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.’

    “Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki ‘eski’ küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş:

    ‘Hak ettiler bu ana kız’ demiş. ‘Çıkar ağzından baklayı!..’"

    Foyası Meydana Çıktı

    Kuyumcular yaptıları yüzük,kolye,küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer,bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış.
    Zamanla foyalar çıkar ,dökülür.Bu benzetme yapılarak sahte,yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır.

    Mürekkep yalamak

    Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
    Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.

    Bir çuval incir berbat oldu.

    İncir işleme fabrikalarında incirler çürük,kurtlu,bozuk olanlar ayıklanır,sağlamlar boy boy ayrılırmış.
    Bir torba yada çuvaldaki gözden kaçmış bozuk incirleden sağlam incirlere hastalık sirayet edermiş.
    Küçük bir yanlışlığın güzelim işleri bozduğu bu olaydan ilham alınır olmuş.

    Şirazesinden çıktı

    Ciltli kitapların kapağa bağlanan iki uç tarafında ibrişimden örülmüş (yada başka cins bir ip) ince bir şerit vardır. Buna şiraze denir.Sayfaları cilt olarak bağlı tutar.Şiraze bozulursa kitap dağılır.

    Şapa oturduk!

    Kızıldenizin eski bir adı Şap denizi imiş.Mercana benzeyen beyaz taşlar bu denizden getirilirmiş.Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur.
    Seyir haritalarında normal gösterilen yerlerde bu şap kayaları büyüdükleri için tehlikelere neden olurmuş.
    Eskiden haca gemiyle giden hacı adayları için en sık başa gelen en önemli tehlike buymuş.Hacı bekleyen ahali "İnşallah bizimkiler şapa oturmaz", deyip dua ederlermiş.


    Aklım kesiyor.

    Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
    Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
    Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
    Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
    Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
    Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
    Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
    Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=133353


    Balık kavağa çıkınca

    Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
    Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
    Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
    Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
    Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
    -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.


    Alıntı

  4. #4
    ReformTürk Yöneticisi Mustafa Uyar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Ilgın, Konya
    Mesajlar
    13,663
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart

    Papucu Dama Atılmak

    Osmanlı Ahi Teşkilatını bilirsiniz. Şimdiki Esnaf ve Sanatkarlar Derneği gibi o zamanın esnaf örgütüydü. İşte Ahiler ayıplı mal satan esnafın papucunu cümle alem görsün ve bilsin diye dama atarmış. O pabuç belli bir süre esnafın damında kalır ve esnaf bu şekilde teşhir edilirmiş. Bu deyim oradan gelmektedir.

    Çizmeyi Aşmak

    Milad-ı İsa dan üç asıl evvel Efes te Apelle (Apel) isimli bir ressam yaşarmış. Bu ressamın en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.

    Günlerden birinde bir kunduracı, Apel in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam, resmin üst kısımlarını da eleştirmeye hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrasından ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel, perdenin arkasından bağırmış:
    - Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı aşma! demiş.

    Bam Teline Basmak

    Bâm (bem) kelime olarak evin üstü, çatı demektir. Türkçe de dam olarak kullanılır. Bir musikî terimi olarak kullanılan bam telinin orjinal telâffuzu "bem teli"dir. Bem, aslında kanun, tambur gibi sazlara takılan tel demektir. Bem (veya bam) sakalın dudağa en yakın olan kalın teline de derler. Telli sazların en üstünde bulunduğu ve kalın ses verdiği için bu tele musikîde "bam teli" denilmiştir. Bunun karşıtı zîr (alt) olup o da en ince teli karşılar (zîrübem=alt ve üst, ince ve kalın teller).

    Eskiler en yüksek perdeden nağme çıkaran bam telinin sesini, bağıran, öfke ile sesini yükselten kişilerin köpürmelerine benzetmişler ve bunun adını "(Birinin) bam teline basmak (veya dokunmak)" diye koymuşlar. Eğer birisini aşın derecede kızdıracak bir sözü kasden söylüyorsanız, karşınızdakinin bam teline bastığınızdan hiç şüpheniz olmasın. Çünki o da bam telinden ses verecek, hışım ile kubbeleri çınlatacaktır.

    Altı Kavak Üstü Şeşhane

    Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

    Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.

    Toprağı Bol Olmak

    İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.

    Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır.

    Bağdat Gibi Diyar Olmaz

    Dilimizdeki "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz." sözünün aslı muhtemelen "Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz." şeklindedir- Çünki sözün aslındaki Ane kelimesi, Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi (güzel) şehir, Ane gibi de (sarp, ama manzaralı) yar (uçurum) olmaz, demeye gelir. Ancak siz Bağdat ın Osmanlı Türk ü için önemine bakınız ki oradaki Ane yi anne yapıvermiş. Tıpkı "Yanlış hesap Bağdat tan döner." sözüyle Bağdat ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.

    Altından Çapanoğlu Çıkıyor

    Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus u içine alan bir hükümet kurup adını Celalîler listesinin serlevhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.

    İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister.Aldığı cevap şöyledir:
    -Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!...
    Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.
    Çapanoğlu Süleyman Bey yaşadığı zamanda takvimler 1700 lü yılların sonuna yaklaşmaktaydı.Şimdi 2000 li yıllardayız ve bir yerlerde yolları daima bir Çapanoğlu kesmiş oluyor.


    Lafla peynir gemisi yürümez!

    Rivayete göre bir zamanlar İstanbul da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. NMadrabaz ve cimri birisi olup Trakya dan getirttiği peynirleri İstanbul da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir e gönderirmiş. İzmir de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm," diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:
    -Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu nu bile dönmem.
    Aksi Yusuf her zmanki gibi,
    -Hele peynirler salimen varsın... demeye başlar başlamaz gemici.
    -Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.
    Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.
    -Lafla peynir gemisi yürümez ha!

    Avucunu Yalamak

    Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim, eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilâhare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur. Eskiden hamile kadınların aşerme (aş yermek) dönemleri ile bebekli hanımların süt dönemlerinde canlan çekip de ulaşamadıkları bir şey olursa göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir İnanış mevcutmuş. Fakirlik, yasaklama, sıhhî gerekler vs. yönünden bir şeyi canı çektiği halde ondan tadamayan bir kadın, sanki onu tadı- yormuşçasına sağ avucunun içini yalar ve böylece nefsini köreltir, istediği nimeti yediğini farz edermiş. Aynı uygulamaların çocuklara yönelik bir versiyonu da İmrendikleri yiyeceklen onlara bir tadımlık da olsa ikram etmektir. Eğer ikram edilmezse çocuğun bir yerlerinin şişeceği söylenir ki galiba kadınların göğüs şişmesi ile aynı olsa gerektir.

    Yolunacak Kaz

    Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunalrdan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci ye gelip bir sandala binerekBeylerbeyi ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
    Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
    -Baba,der.32 ile nasılsın?
    İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
    -32 i 30 a vuruyorum, 15 çıkıyor.
    Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
    -İşitliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
    -Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
    Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
    -Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
    -Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.

    Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
    İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
    -Baba dün Beylerbeyi ne üç yolcu götürdün.
    -Beli.
    -Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
    -Bir hatamız mı oldu ağalar?
    -Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
    -Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
    -Haşa! Ancak...
    İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
    -Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
    -Eeee?
    İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
    -Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani "kaşık hırsızlarını" kastederek Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu demek istedi. Ben de "Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
    Mabeyinciler "Meğer ne kadar basitmiş!"manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
    - Ya üçüncü sual ne idi?
    İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
    -Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.

    O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için "yolunacak kaz" deyimi dilimize yerleşir.


    DOLAP ÇEVİRMEK

    Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin Konakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur.
    Kadınlar kısmı ise erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi.
    Yarısı açık ,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu.
    Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.
    Kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmıan çevirir, tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu.
    İşte bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş.
    Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış.
    Delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.

    Dokuz doğurmak

    Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
    Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
    Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
    Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
    ‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
    Adam bir telaşlı bir terli;
    ‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
    Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
    ‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
    Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
    Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
    Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
    Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.

    Adam ise hararetle,
    ‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??
    Sen bir kere doğurdun. Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.


    Denize Düşen Yılana Sarılır

    Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir.
    Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye ,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir . Oğlu İbrahim Paşa ,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbula doğru yola çıkmıştı.
    II. Mahmut ,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından
    Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister.
    Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır.
    Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut "Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana" der.

    Kabak Kimin Başına Patladı

    su kabağı, bostan cinsinden olup yerde büyüyen, karpuzu andıran ucunda da kart hıyar büyüklüğünde boyun kısmı bulunan bir tür sebzenin meyvesidir. Özelliği, dalında uzun müddet bekletilince içinin gitgide koflaşması ve hafiflemesidir. Şekil itibariyle çini vazolara yahut çocukların henüz tamamını şişirmeye yetmemiş yarı şişkin şerit balonlara benzer. Dış yüzeyi pürüzsüz olduğu için aşınmış araba lastiklerine “kabak” tabir olunur. Su kabağı olgunlaştığı zaman genişliği 35-40 cm.; boyun kısmı ile birlikte uzunluğu da 80 cm yi bulur. Anacak küçük boyda olanları daha kibardır ve önde gelenlerin ev hanımları tarafından kullanımları tercih edilmiştir

    Eski insanlar sıvı maddelerin taşınması ve nakli için testiler yaparlarmış. Şimdi müzelerde görüp de ne işe yaradığını pek kestiremediğimiz anforalar aslında sıvı maddelerin ticarî nakli için kullanılmışladır ve özellikle gemilerin sintinelerinde iki üç sıra istiflenmiş olarak taşınırlarmış. Bu itibarla günümüzün tankerleri yerine eskiden sürülerle anfora yüklemesi yapılmak zorundaymış. Su kabağı da tıpkı anfora gibidir ve hemen hemen aynı amaçlarla kullanılmıştır. Ancak daha önce onları tarladan toplamak, kurutmak, boyun kısımlarının ucundan kesip içlerindeki lifleri bir müddet ıslak tutmakla yumuşatıp temizlemek ve nihayet ağzına bir tıpa uydurmak gerekecektir. Böylece kabak kullanıma hazırdır. İçine ister su, ister sirke, ister zeytin yağı, ister susam doldurunuz; yahut ister tas, ister maşrapa, ister sürahi, isterse erzak kesesi yerine kullanınız artık o sizin ihtiyacınızdır. Ama eğer kabağı dalından kopardıktan sonra güneş altında yeterince kurutmamış ve içinin liflerini iyice temizlememiş iseniz, içine ne koyarsanız koyunuz, uzun müddet beklemeden dolayı kabağın çeşnisi o maddeye sinecek ve böylece “kabak tadı vermesi” kaçınılmaz olacaktır. Binaenaleyh su kabağını dikine ortadan yararak maşrapa veya hamam tası olarak kullandığınızda kabak tadı vermesi ihtimali yoktur.

    Kabağı saklamanın malum iki yolu vardır. Tıpayı sıkıca kapayıp ırmağa yatırmak veya ağaç dalları arasına kefenlemek. Eski Galata meyhanelerinde kabaklar saklı değil, şimdiki meyhane, bar ve cafelerdeki içki şişelerinin raflara dizildiği gibi dizili veya asılı durumdadır. İçeriye giren külhanbeyi yahut bıçkın, yatağanını çıkarıp hangi kabağın ipini keserse o kabağı peylemiş, o akşam içindekini bitirmeye ahdetmiş demektir. Bizim rind şairler de pekala onlara özenip bu kabaklardan birine asılmış olabilirler. Artık onu ilgilendiren kabağın süslü, işlemeli, cevherli olması değil, içindeki ateş-i seyyaledir. O sırada

    Doludur kanlı yaşımdan iki gözüm kabağı

    Saki âhir beni bu sâgar tekrar yıkar

    Diyerek bir yandan sâkiye (içki dağıtan kişi) “iki gözüm” iltifatında bulunurken bir yandan “gözüm kabağı” ifadesinde “göz kapağı”nı dillendirip kanlı yaşlar akıttığını yalvarırcasına söyler ve imza köşesine Necatî adını koyar. Artık o kabak içindeki şarap ile meyhane köşesinde tekrar be tekrar yıkılıp kalmaya razıdır. Üstelik biraz sonra siniler kurulmuş, kabak kabak şaraplar, tabak tabak mezeler taşınmaya başlamış olacaktır. Bir iki derken, kapının hızlı hızlı vurulup ases veya zabıta baskınına uğranılması işten değildir. Gizli kapısı olan meyhaneler bile bu durumda fazla tekin sayılmayacaktır. Zira gizli kapının çıkışında da birkaç şahne (gece bekçisi) onları beklemektedir. Bu sebeple kimse yerinden kıpırdamaz ve kapı açılır. İçeri giren zabıtalar ayyaşları bir iki payladıktan sonra fıçıları kırmaya, küpleri devirmeye ve nihayet dizi dizi asılmış şarap kabaklarını alıp meyhaneci ile miçoların başlarında paralamaya başlarlar. Gayrete gelip araya giren müşteriler de kabaktan nasiplerini alacaklar ve kabak onların başlarında patlamaya başlayacaktır.


    Ali Kıran Baş Kesen

    Külhanbeyi ağzında Ali kıran baş kesen diye bir deyim vardır. Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır. Bu deyim aslında Dal kıran baş keser atasözünden doğmadır.
    Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslam töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih in "Affedilen Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim." demesi gibi...

    Güme gitti

    Yeniçeriler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahele edip, göz altına alacakları adamları kodeslere götürürmüş. İçeri atarkende "hooop...güümm" derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara "vay be! adam bağıra çağıra güme gitti!" derlermiş. Bu deyim buradan çıkmış...

    İş İnada Bindi

    Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış. Bunu bilen bir arkadaşıda "Yahu şu mübarek Ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş. O da "Tamam tamam kılarız iki rekat deyip", akşam Teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Adam bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , "evlat sen eve git bu iş inada bindi" demiş. Bu deyim de buradan kalmış...


    İki Dirhem Bir Çekirdek

    Giyim kuşamına özen göstermiş, şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık bu deyim kullanılır.
    Bu yakıştırma, ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuzdur; bir okka, bugünkü ölçülerle 1283 gr. tutar. Okkanın 400 de 1 ine dirhem adı verilir. Dirhem, daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar, dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki, toplam 5 santigram karşılığıdır.
    Eski devirlerin enkıymetli parası olan Osmanlı altını toplam 2 dirhem ve 1 çekirdek ağırlığa sahiptir. Yani; 2 dirhem+1 çekirdek= 1 Osmanlı altını.
    Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki, bizce pek zarif bir nüktedir.
    KAYNAK: İskender PALA (2000). İki Dirhem Bir Çekirdek, Bab-ı Ali Kültür Yayıncılık, İstanbul.

    Hakkında Hayırlısı Böyleymiş

    Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
    Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona ip sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
    “şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulen! Hakkında hayırlısı böyleymiş”


    KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARMAK

    Masumane işlemiş bazı hatalar vardır; hani birisine iyilik yapayım derken zararı dokunmak, iltifat edeyim derken karşısındakini gülünç duruma sokmak, saygı göstereyim derken aşağılamak gibi. Tamamen iyi niyete bağlı bu tür hatalar için dilimizde “kaş yaparken göz çıkarmak ” denir. Resmi tatilin cuma günleri yapıldığı eski toplumumuz da düğünler de bu güne rast getirilir ve Perşembe akşamından da gelin hanım süslenirmiş. Kuaförlerin, güzellik salonlarının, moda evlerinin bulunmadığı o zamanlarda gelini süsleyen hanımlara meşşata, kalemkâr veya yüz yazıcı, bu faaliyete de koltuk merasimi denilmiş.

    KABAK TADI VERMEK

    Genç ve şehirli nesil, bu cümlemizden hiç bir şey anlamayacaktır eminim. Zira onlar kabağı, neuzübilleh ağaçta yetişir sanırlar. Hele kabağın çeşitleri olduğuna dair hiç akıl yormamışlardır. Sofrada tatlı tatlı yedikleri kabağın “bal kabağı” olduğunu kara kabaktan nefis börek ve bükmeler yapıldığını düşünmemişlerdir hiç. Bu durumda tabii ki su kabağının ne menem bir şey olduğunu da onlara tarif etmek gerekir. Efendim,su kabağı,bostan cinsinden olup yerde sebze gibi büyüyen, karpuzu andıran kurs’u ucunda da kart hıyar büyüklüğünde boyun kısmı bulunan bir tür sebzenin meyvedir. Bu deyim işte bu kabağın tadından gelmektedir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=133354

    ÇADIRINI BAŞINA YIKMAK

    Osmanlı hükümdarları, sefer esasında hareketlerinden ve hizmetlerin den hoşnut olmadıklar vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlardır. Bu hareket iktidardan düşme manâsına eski Türk geleneklerinde mevcut olup Orta Asya’dan itibaren uygulanmıştır. Fatih’in, Karman seferi sırasında Mahmud Paşa’nın; Yavuz’un da çaldıran dönüşünde Hersekzade Ahmed Paşa ile Dukaginoğlu Ahmed Paşa’nın çadırlarını başlarına yıktırdıkları meşhurdur. Bu deyim bu olaylar sonrasında ortaya çıkmıştır.

    HAPI YUTMAK

    Bir şeyin artık gerçekleşme ihtimali kalmadığı,birisinin başına gelen kötü bir halden dolayı iflah olmaz mecraya girdiği, düzen ve dubaranın bozulup hakikatin ortaya çıktığı, kötülüklerin sona erdiği durumlarda “Artık hapı yuttu,hapı yuttu sayılır...” gibi ifadeler kullanırız. Bu deyim bize Sultan IV.Murad zamanının yadigârıdır. Sultan Murad’ın kave, müskirat (sarhoş edicimaddeler) ve mükeyyifatı (keyif verici maddeler) yasakladığı dönemde saray casuslarından biri, belki de kıskançlık sebebiyle, hekimbaşı Emir Çelebi nin yasakları çiğnediği ve afyon kullandığına dair bir ihbarda bulunur. Onun için "Hapı Yuttu" deyimi ortaya çıkmıştır.

Benzer Konular

  1. Deyimler ve Öyküleri Sunusu
    By Mustafa Uyar in forum Türkçe Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.Kasım.2016, 23:53
  2. Atasözleri ve Deyimlerin Hikayeleri
    By soleil in forum Atasözleri ve Anlamları
    Cevaplar: 25
    Son Mesaj: 04.Mayıs.2015, 17:21
  3. ata sözleri ve deyimlerin resimli hali
    By soleil in forum Türkçe Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 01.Nisan.2008, 23:07
  4. Bir Terapistten Hayat Öyküleri...
    By soleil in forum Hikayeler & Yazılar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 06.Şubat.2008, 21:22
  5. Deyimlerin öyküsü
    By soleil in forum Lise Edebiyat Dersi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.Nisan.2007, 21:34

Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.