Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
39 sonuçtan 21 ile 30 arası
  1. #21
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Kilit noktası: Bütün işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli unsur, üzerinde durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.
    Kimseye eyvallah etmemek: Kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin minneti altına girmemek."Bu yaşa kadar kimseye eyvallah etmedim, bundan sonra da edecek değilim."
    Kim vurduya gitmek: Bir kargaşa anında ve kalabalık arasında kimin tarafından vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.
    Kirişi kırmak: Kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve çabucak ayrılmak."Kavga başlayınca kirişi kırarım diye düşündü."
    Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: Ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek."Kirli çamaşırları ortaya dökülünce ne yapacağını şaşırdı."
    Kitaba el basmak: Elini kutsal kitap olan Kur`ân-ı Kerim üzerine koyarak yemin etmek.
    Kitabına uydurmak: Kanunî olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak kanunî imiş gibi göstermek."İşi kitabına uydurmuşlar, çok zengin olmuşlardı."
    Kof çıkmak: İşe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir kişi olduğu anlaşılmak.
    Kokusu çıkmak: Gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir olmaya başlamak."Bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum."
    Kolaçan etmek: Çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak."Bir kişi etrafı şöyle bir kolaçan etsin de gelsin."
    Kol kanat olmak: Yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.
    Koltukları kabarmak: Kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç duyup büyüklenmek, böbürlenmek."Oğlun oldukça becerikli dedikleri zaman koltuklarım kabardı doğrusu."
    Kolu kanadı kırılmak: Çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek."Kolu kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu."
    Korktuğu başına gelmek: Endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği şeyle karşı karşıya gelmek."Korktuğum başıma geldi, ne yapacağım şimdi ben!"
    Koyun kaval dinler gibi: Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini kavramadan dinlemek."Beni koyun dinler gibi dinleyip çekip gittiler."
    Kozunu paylaşmak: Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek."Onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu."
    Kök salmak: 1. Bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. İyice tutunmak, köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak."Onun sevgisi, içine iyice kök salmıştı."
    Kök söktürmek: Uğraştırmak, güçlük çıkarmak, engel olmak."O takıma kök söktürmeye yemin ettik."
    Köküne kibrit suyu dökmek: Bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak biçimde yok etmek, ortadan kaldırmak.
    Köprüleri atmak: Girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmak.
    Kör değneğini beller gibi: Bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı biçimde davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.
    Kör dövüşü: Sonuç alınamayacak ve birbirini engelleyecek biçimde, bir birinden habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.
    Kör kadı: Sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.
    Köstek olmak: Engel olmak."Sen köstek olma yeter."
    Körü körüne: Düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını hesaplamadan, dikkat etmeden."Bu işe öyle körü körüne giremem, anladın mı?"
    Köşe bucak: Göze çarpmayan, önemsiz yer.
    Kötüye kullanmak: Suiistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak, istenilmeyen yolda yararlanmak."Benim yumuşaklığımı kötüye kullandı."
    Kraldan çok kralcı olmak: Birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.
    Kucak açmak: İhtiyaç sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak."Muhtaçlara kucak açmak insanlık görevidir."
    Kumkumav gibi: Yapayalnız, tek başına.
    Kulağı delik: Olup bitenleri çabuk haber alan, hemen her şeyden haberi olan."Hasan mı, ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor."
    Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek)."Kulağınız kirişte olsun, ne duyarsanız iletin hemen."
    Kulağına çalınmak: Bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şöyle böyle duymak. o"Senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun?"
    Kulağına kar suyu kaçmak: Rahatını bozan bir haber işitmek, sıkışık bir duruma düşmek.
    Kulağına küpe olmak: Başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç unutmamak."Umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı hataya bir daha düşmezsin."
    Kulağını açmak: Bütün dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek."Kulağını aç da beni iyi dinle!"
    Kulağını bükmek: Dikkatli olması için uyarıda bulanmak.
    Kulağını çekmek: 1. Uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. Ceza olarak kulağını büküp çekmek."Şimdi bana kulağınızı çektireceksiniz!"
    Kulak asmamak: Aldırıp önemsememek, dinlememek."Kulak asma sen onun söylediklerine."
    Kulak dolgunluğu: Duya duya elde edinilen yarı buçuk bilgi.
    Kulak kabartmak: Çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek."Dayanamayıp yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı."
    Kulak kesilmek: Çok iyi, bütün dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak duymaya çalışmak."Ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak kesildim."
    Kulaklarını çınlatmak: Birini iyi duygularla anmak.
    Kul hakkı: İslâm dinine göre, insanların birbirleri üzerindeki hakları."Öte dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah."
    Kul köle (veya kurban) olmak: Tam bir doğruluk içinde gönülden bağlanmak, bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.
    Kulp takmak: Bir kusur, bir bahane bulmak.
    Kumpas kurmak: Birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzenlemek.
    Kundak sokmak: 1. Yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak. 2. Ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.
    Kurban olayım: 1. Aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. Yalvarmak için söylenir."Kurban olayım yavruma dokunmayın!"
    Kurşuna dizmek: Ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek."Bütün köy halkını kurşuna dizdiler!"
    Kurtlarını dökmek: Öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini almak."Bu akşam biraz kurtlarımızı dökelim, ne dersin?"
    Kurt masalı okumak: İnandırıcı, gereksiz, asılsız sözler (söylemek).
    Kuru iftira: Hiçbir kanıtı olmayan suçlama."Allah kuru iftiradan korusun hepimizi!"
    Kuru kalabalık: 1. Yararsız kırık dökük eşya. 2. Hiçbir işe yaramayan insan topluluğu."Bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma."
    Kuru kuruya: Boşuna, boş yere.
    Kuru sıkı: 1. Korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. Yalnız barutla sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.
    Kuş beyinli: Akılsız, aptal, ahmak.
    Kuş kadar canı olmak: Küçük, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.
    Kuş sütüyle beslemek: En pahalı, değerli az bulunur besinlerle yiyip içirmek.
    Kuş uçmaz, kervan geçmez: Çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer."Başını alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti."
    Kuş uçurmamak: Hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak, bunun için çok dikkatli davranmak."Sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme!"
    Kuvvetten düşmek (kesilmek): Gücü iyice azalmak.
    Kuyruğuna basmak: Birini tahrik etmek, incitip saldırmasına yol açmak.
    Kuyruklu yalan: İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan."İnanmayın ona, söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil!"
    Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda bulunup şirin görünmeye çalışmak."Bütün gece boyunca şirket müdürüne kuyruk sallayıp durdu."
    Kuyusunu kazmak: Birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak."Adamın kuyusunu kazıp da elinize ne geçecek."
    Küçük dilini yutmak: Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hâle gelmek."Ne o dostum, küçük dilini mi yuttun?"
    Küçük düşürmek: Onurunu kırmak, birilerinin yanında itibarını sarsmak ve değerini düşürmek."Dikkatli ol, bir pot kırıp da kendini küçük düşürme sakın."
    Küçük görmek: Önemsememek, değer vermemek."Hasmınızı sakın küçük görmeyin çocuklar!"
    Külâhıma anlat: "Söylediklerin hiç de inandırıcı değil, sana inanmıyorum" anlamında kullanılır.
    Külâhını ters giydirmek: Çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.
    Külâhları değişmek: "Araları bozulmak, bozuşmak" anlamında tehdit olarak kullanılır."Hareketlerini düzeltmezsen külâhları değişiriz, ona göre!"
    Kül kedisi: 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin, rahatına düşkün, tembel.
    Kül kesilmek: Heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak."Katili karşısında görünce yüzü kül kesildi."
    Kül olmak: 1. Bir şey bütünüyle yanmak. 2. Varını yoğunu yitirmek, elinde bulunanlar yok olmak. 3. Büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.
    Külünü (göğe) savurmak: Bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek, telef edip bir şey bırakmamak.
    Kül yutmamak: Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye aldanmamak."Bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim."
    Künyesi bozuk: Eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunan."Künyesi bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi?"
    Küplere binmek: Haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak."Yeni saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi."
    Küpünü doldurmak: Eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek."Küpünü doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98982
    Kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca karşılıklar verir olmak.

  2. #22
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    L
    Laçka olmak: 1. Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek."Bu vidalar laçka olmuş, kol tutmuyor."
    Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.
    Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
    Laf (söz) aramızda: "Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç alacağım demeye başlamış."
    Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek."Laf atarak beni tahrik etmeye çalışıyorlardı."
    Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden alıkoymak."Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."
    Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren, çok konuşan."Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle!"
    Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak."Akşam buluşalım da iki çift laf edelim."
    Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek."Ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar adamcağızın."
    Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek."Beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye başladı."
    Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.
    Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark edince söze başka biryön vermek, başka konuya geçmek."Beni görünce birden nasıl da sözü çevirdi."
    Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak."Artık lafını etmeyin şu adamın!"
    Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak."O daima lafını bilir bir insan olmuştur."
    Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,"Çabuk ol, senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98983
    Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden."Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri."
    Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek."O laf taşıyıcı adamdan uzak durmalısın."
    Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.
    Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında kullanılır."Arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir."
    Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için "Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka bir şey yapamadım."
    Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok" anlamında kullanılır."Lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz, tamam mı?"
    Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.
    Leb demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.
    Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada bulunmak."Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler, Allah`tan hiç korkmadılar."
    Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek."Beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar."
    Leşini sermek: Öldürmek."Ben de onun leşini sermezsem..."
    Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.
    Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek."Ağzında lokmalar büyümeye başladı, gözleri dolu dolu oldu."
    Lokmasını saymak: Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.
    Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak."Sedire lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu."
    Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde geçmeyen kelimelerle konuşmak."Lügat paralamak hoşuna gitmeye başlamıştı."
    Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.

  3. #23
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    M
    Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak."Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar."
    Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
    Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek."Ona kolay kolay kimse madik atamaz."
    Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.
    Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak."Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın."
    Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek."Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba."
    Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.
    Mahşer gibi: Çok kalabalık."Meydan mahşer gibiydi."
    Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun uzun gülmek."Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları koy verdi."
    Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.
    Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile.
    Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak."O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım."
    Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.
    Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam çıkarmak."Öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu."
    Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak."Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum."
    Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek."Düşmanlar, toplumumuzun önce maneviyatını bozdular."
    Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak."Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler."
    Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98984
    Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek."Amma da martaval atıyordu adam."
    Mart içeri pire dışarı: Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.
    Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat."
    Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak."Kim düşmanının maskarası olmak ister?"
    Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak."Nihayet maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak."
    Masrafa girmek: Çok para harcamak."Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler."
    Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak."Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş."
    Maşallahı var: Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır."Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi."
    Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak."İşverense işveren, onun maşası olamam ben!"
    Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek."İleri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa zamanda mat etti."
    Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek."İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun."
    Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!"
    Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi)."Şu mayası bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum."
    Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen."Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi."
    Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek."Mağaza ile ev arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli."
    Mendil açmak: Dilenmek.
    Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak."Merak etmeye başladım, bu saate kadar gelmeliydiler."
    Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.
    Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek."Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu."
    Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak."Haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan."
    Mesken tutmak: Yerleşmek."Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!"
    Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak."Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün..."
    Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek."Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?"
    Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak."Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu."
    Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek, olmak."Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim."
    Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak."Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar."
    Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek."Meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı."
    Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve çekinmediğini açıkça bildirmek."Bir an meydan okumayı içinden geçirdi, sonra bundan vazgeçti."
    Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak."Onların kavga etmesine sakın meydan vermeyin çocuklar."
    Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.
    Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.
    Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak."Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı."
    Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
    Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2. Kuşkulandırmak."Çekil çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun!"
    Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3. Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!"
    Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.
    Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
    Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak."Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim."
    Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak."Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?"
    Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak."Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu."
    Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek."Bu elbisenin modası geçti artık."
    Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek."Yarım saat sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz."
    Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız, narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben."
    Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.
    Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak."O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız."
    Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak."Askerde onun da mum gibi olacağına eminim."
    Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak."İnşallah muradına erersin kızım."
    Mümkün mertebe: Olabildiğince, yapabildiği kadar."Zararınızı mümkün mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen."
    Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.
    Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.
    Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse."Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız."
    Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak."Acaba çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim?"
    Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine uyan kimse."Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır."

  4. #24
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    N
    Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir."Anlaması mümkün değil, na kafa!"
    Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde davranmak."Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun."
    Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak."İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim."
    Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.
    Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.
    Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan."Namus belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı."
    Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan."Ne nane molla bir adamsın, kalk da biraz çalış."
    Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak."Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar."
    Nato kafa nato mermer: "Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır.
    Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak."Kendini naza çekmeye bayılır bizim kız."
    Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak."Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı."
    Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.
    Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez."Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil."
    Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar umulur."Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?"
    Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra."Neden sonra babam da geldi."
    Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.
    Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?" anlamında kullanılır.
    Ne fayda: Artık neye yarar.
    Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak."Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı."
    Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak."Bir yumrukta nefesini kesti adamın."
    Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir şekilde (gelmek)."Kapıdan içeri nefes nefese girdi."
    Nefes tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak."Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor."
    Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak."İki yüzlülüğü bir türlü nefsine yediremiyordu."
    Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek."Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın."
    Ne güne duruyor?: "Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır."Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor?"
    Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.
    Ne günlere kaldık!: "Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
    Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için "ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
    Ne idiği belirsiz: Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen."Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış."
    Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak."Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız."
    Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit?
    Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.
    Ne oldum delisi olmak: Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak."Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar gibi olma."
    Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır."Ne olur beni de götürün köye!"
    Ne olur ne olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil."Şemsiyeni al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin."
    Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin."Ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim."
    Nerede akşam orada sabah: "Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
    Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey, olacak gibi değil!"Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!"
    Ne şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.
    Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil."Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin."
    Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi değişmek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı."
    Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.
    Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.
    Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak."Ocak birden alev alınca neye uğradığını bilemedi."
    Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek."Ona hediye almaya niyet etmişti."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98985
    Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen."Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin."
    Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı."Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı."
    Not düşmek: Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.
    Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda kanıya varmak."Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?"
    Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.
    Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina)."Nuh Nebi`den kalma bir koltukta oturuyordu."
    Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak."Ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek."
    Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir.
    Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak."Katili karşısında görünce nutku tutuldu."

  5. #25
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    O
    Ocağı kör kalmak: Soyunu sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak.
    Ocağına düşmek: Birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak."Ocağına düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın!"
    Ocağına incir dikmek: Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek."Bende senin ocağına incir dikmezsem dedi ama dediğine pişman oldu."
    Ocağını söndürmek: Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek."Ocağımı söndürdü katiller!"
    Oğul balı: 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal.
    Oğul vermek: Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.
    Okkalı kahve: Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve."Bir okkalı kahve daha çek usta!"
    Okka çekmek: Hacminden daha fazla ağır gelmek.
    Okkanın altına girmek: Haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek."Uyanık ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı?"
    Ok yaydan çıkmak: Geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir harekette bulunmak."Ok yaydan çıktı bir kere, çaresiz dövüşeceğiz."
    Ola ki...: Belki olur ya, olabilir ki..."Ola ki bir daha karşılaşırız."
    Olan biten: Olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler."Olan bitenden hiç haberim olmadı."
    Oldu bittiye getirmek: Emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak."Oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar."
    Oldum bittim (veya oldum olası): Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri."Oldum bittim kızarım bu adamlara."
    Oldu olacak kırıldı nacak: "Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.
    Olmayacak duaya amin demek: Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna destek vermek.
    Olur olmaz: 1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz).
    Oluruna bırakmak: Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak."Artık oluruna bıraktık işi."
    Omuz omuza: 1. Birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. Yan yana, çok sıkışık."Omuz omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız mümkün."
    Omuz silkmek: Aldırmamak, önem vermemek, benimsememek."Sana bunu alacağım dedim ama o, omuz silkti."
    On parmağında on kara: İnsanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı huy edinmiş (kimse).
    On parmağında on marifet: Çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her iş gelir.
    Onuruna dokunmak: Onurunu, haysiyetini incitmek."Dikkatli ol, birinin onuruna dokunacak iş yapma."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98986
    Oralarda (oralı) olmamak: Anlamamış, sezmemiş gibi davranmak."O sözler ona söyleniyordu ama hiç oralı olmadı."
    Ortada kalmak: 1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak."Belediye evlerini yıkınca çoluk çocuk öylece ortada kaldılar."
    Ortadan kalkmak: 1. Görünmez, bulunmaz olmak. 2. Yok olmak."Sis ortadan kalktı."
    Ortadan kaybolmak: Nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez hâle gelmek."Ali ortadan kayboldu."
    Orta hâlli: Ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne güzel."Onlar orta hâlli bir ailedirler."
    Ortalığı birbirine katmak: Kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek."Şimdi gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum."
    Ortalık düzelmek: Tedirginlik kalmamak, toplum içindeki karışıklık yok olmak."Çok şükür ortalık düzeldi."
    Ortalık karışmak: Kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek."Ortalık yine karıştı, insanlar birbirine girdi."
    Orta malı: 1. Herkesin yararlandığı (şey). 2. Her isteyenle ilişkide bulunan."Benim bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor."
    Ortaya dökmek: 1. Gizli olan ne varsa açıklamak. 2. Çıkarıp göstermek."Bütün sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti."
    O tarakta bezi olmamak: Bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek."O tarakta bezi olacağını hiç sanmam."
    Ot yoldurmak: Çok güçlük çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak.
    Oya koymak: Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak."Bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul edenler el kaldırsınlar."
    Oy birliği: Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları."Sınıf başkanını oy birliği ile seçtik."
    Oyuna gelmek: Aldatılmak, tuzağa düşürülmek."Onların oyununa gelmemeye çalış, dikkatli ol."
    Oyunbozanlık etmek: Mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek taraflı vazgeçmek."Oyunbozanlık etme de gel birlikte eğlenelim."
    Oyun etmek: Aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek."Bana kötü bir oyun ettiler."

  6. #26
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Ö
    Öbür (öteki) dünya: Ahiret, insanların öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem."Öteki dünyada inşallah yüzümüz güler."
    Öç almak: Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak."Öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu."
    Ödü patlamak: Ani bir olay sebebiyle çok korkmak."Fareden ödüm kopar."
    Öküzün altında buzağı aramak: Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.
    Öküz öldü, ortaklık bozuldu: Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı.
    Ölçüyü kaçırmak: Uygun derecenin üstüne çıkmak, aşırı gitmek,"Sofraya her oturuşunda ölçüyü kaçırırdı."
    Ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek): Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için kullanılır.
    Ölmek var, dönmek yok: "Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır."Özgürlük yolunda ölmek var, dönmek yok bize."
    Ölü fiyatına: Yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile."Arsaları ölü fiyatına satmak zorunda kaldık."
    Ölü mevsim: İşin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği zaman dilimi."Bizim iş en ölü mevsimini yaşıyor."
    Ölüm Allah`ın emri: 1. Herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. Kesin karar verme durumunda kullanılır.
    Ölümü göze almak: Yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak."Allah yolunda ölümü göze aldı yiğitler."
    Ölümüne susamak: Yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üzerine çekecek davranışta bulunmak."Ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden!"
    Ölüp ölüp dirilmek: 1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.
    Ölür müsün, öldürür müsün?: "Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?" anlamında kullanılır.
    Ömrü billah: Hiçbir zaman, ya da şimdiye kadar."Ömrü billah yalan söylememiştir o."
    Ömrüne bereket: "Var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun" anlamında kullanılır.
    Ömrü vefa etmemek: Bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek."Okulunu bitirip doktor olacaktı ama ömrü vefa etmedi."
    Ömür adam: Beğenilen, çok hoşa giden, değişik düşünceleri olan adam.
    Ömür çürütmek: Uzun süre bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna zaman harcamış olmak."Bu ev için bir ömür çürüttüm ben."
    Ömür sürmek: İyi ve rahat yaşamış olmak."Uzun bir ömür sürdü dedem."
    Ömür törpüsü: İnsanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.
    Ön ayak olmak: Bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından sürüklemek."Haydi ön ayak olda koşsunlar biraz."
    Öne düşmek: 1. Önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. En önde yürümek.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98987
    Önüne gelen: Olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan."Önüne gelene sordu ama bulamadı."
    Öpüp başına koymak: Bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek."Adam sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy."
    Örtbas etmek: Kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek."Dairede yapılan yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar."
    Örümcek kafalı: Geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse).
    Öteden beri: Oldukça uzun zamandan beri, eskiden beri."Öteden beri sevmem ben onu."
    Ötesi çıkmaz sokak: "Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.
    Özenip bezenmek: Çok özen gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin ele almak.
    Özrü kabahatinden büyük: Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir.
    Özür dilemek: 1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek."Özür dilerim, ben o kovayı taşıyamayacağım."
    Özü sözü bir: Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse."Özü sözü bir olan insanlara rastlamak gittikçe zorlaşıyor."

  7. #27
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    P
    Pabucu dama atılmak: Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek."Yeni bir elektrikçi aldılar, desene Murat`ın pabucu dama atıldı."
    Pabucunu ters giydirmek: Güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla kaçmasına sebep olmak."El oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı insan."
    Pabuç bırakmamak: Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek."Ben öyle olur olmaz insanlara pabuç bırakmam."
    Pabuç pahalı: Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır."Baktı ki pabuç pahalı, hemen geri döndü."
    Paçaları sıvamak: Bir işi yapmak için hazırlanmak."Bir an önce paçaları sıvayıp işe başlamak istiyordu."
    Paçası düşük: Giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe.
    Paçayı kaptırmak: 1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak."Paçayı kaptırdık bir kere, yakamızı kurtaramıyoruz."
    Paçavrasını çıkarmak: Çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz bir duruma getirmek."Beş kişiydiler, adamın paçavrasını çıkardılar."
    Paçayı kurtarmak: Bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir işten yakasını sıyırmak."Çok şükür şu belâlı işten paçayı kurtardık."
    Paha biçilmez: Çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek."Paha biçilemez tablolar sergilenmişti."
    Pahalıya mal olmak: Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak."Bu ev size pahalıya mal olsa gerek."
    Palas pandıras: Acele olarak, hazırlanmaya zaman bulamadan."Palas pandıras evden çıkmak zorunda kaldık."
    Palavra atmak:
    Abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.
    Paldır küldür: 1. Büyük bir gürültü ile. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın."Paldır küldür merdivenlerden inmeye başladılar."
    Pamuk ipliği ile bağlamak:
    Etkisi az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu bulmak.
    Paniğe kapılmak: Çok korkmak, telâşa sürüklenmek."Çocuklar paniğe kapılacaklar diye endişeleniyorum."
    Papara yemek: Çok azarlanmak."Çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum."
    Para babası: Çok zengin, parası bol olan.
    Para canlısı: Parayı çok seven, paraya düşkün.
    Para çekmek: 1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.
    Para dökmek: Bir şey için çok para harcamak."Düğün için az para dökmedi."
    Para etmemek: 1. İşe yaramamak, etkili olmamak. 2. Değeri pahasına satılamamak."Bu malların para edeceğini sanmıyorum."
    Parasını sokağa atmak: Değeri olmayan bir işe ya da mala para vermek.
    Para kesmek: 1. Çok para kazanmak. 2. Devletin çok para basması."Bizim büfe âdeta para kesiyor."
    Para sızdırmak: Kandırarak, zorlayarak birinden para almak."Kabadayılar esnaftan az para sızdırmadılar."
    Para tutmak: 1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak."Aldığımız eşyaların hepsi kaç para tuttu dersiniz?"
    Paraya çevirmek: Bir malı verip yerine para almak."Gidin, şu dolapları paraya çevirin de gelin."
    Paraya kıymak: Gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak.
    Paraya para dememek: 1. Çok para kazanmak. 2. Bol para harcamak. 3. Elde olan parayı az bulmak.
    Para yapmak: Para kazanıp biriktirmek."Gurbete para yapmaya gitti."
    Para yedirmek: İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek."O binayı yaptırmak için belediyeye az para yedirmediler."
    Para yemek: 1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak."İnsanlar artık açıktan para yiyorlar."
    Parmağı ağzında kalmak: Çok şaşırmak, hayrete düşmek.
    Parmağına dolamak: Bir konuyu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak, o konu ile uğraşmak.
    Parmağında oynatmak: Birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak."Beni parmağında oynatamayacaksın alçak herif."
    Parmağını bile oynatmamak: Hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak."Beni dövdüler ama o parmağını bile oynatmadı."
    Parmak basmak: 1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.
    Parmak hesabı: 1. Parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. Hece vezni."Bizim bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor."
    Parmak ısırmak: Büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek."Yaptığım tatlıyı görünce parmaklarını ısıracaklar."
    Parmak kadar (çocuk): Yaşça çok küçük, pek küçük (çocuk)."Parmak kadar çocukla iş yapılır mı?"
    Parmak kaldırmak: 1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak."Parmak kaldırarak söz istemeyi öğrenin artık!"
    Parmakla gösterilmek: 1. Bir şey az bulunmak. 2. Seçkin, ünlü olmak."O, çevresinde parmakla gösterilen bir adamdı."
    Parmaklarını yemek: Bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır."Böreği değil, parmaklarımızı yedik âdeta."
    Parsayı başkası toplamak: Verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir başkası almak."Biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey!"
    Partiyi kaybetmek: 1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.
    Pasaportunu vermek: Kovmak, işten atmak."Patron üç işçinin pasaportunu eline verdi."
    Pas geçmek: Üzerinde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek.
    Patırtı çıkarmak: Kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak."Patırtı çıkarmadan oturun, babanız uyuyor."
    Patlak vermek: Gizlenen ya da hoş karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak."Kim der di ki savaş bu sabah patlak verecek."
    Pay biçmek: Bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.
    Payını almak: 1. Azarlanmak. 2. Kendine düşen kazanç miktarını almak.
    Paye vermek: Adam yerine koymak, değer vermek.
    Payidar olmak: Kalmak, yok olmamak, yaşamak."Milletimiz ilelebet payidar olacaktır."
    Perdesi yırtık: Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz."Perdesi yırtılmış adamın, baksana neler söylüyordu!"
    Pergelleri açmak: Uzun adımlarla yürümeye başlamak."Pek vaktimiz yok, pergelleri açın da geç kalmayalım."
    Pay çıkarmak: Bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak, tutulacak yolu belirlemek.
    Pes demek: Mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek."Yenileceğini anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi."
    Pestil gibi olmak: Çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz düşmek.
    Pestilini çıkarmak: 1. Çok dövmek. 2. Çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3. İyice ezmek."Kazma sallamaktan pestilimiz çıktı."
    Peşini bırakmamak: Bir şeyi izlemekten vazgeçmemek."Adamın peşini bırakmayın sakın!"
    Peşkeş çekmek: Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek."Yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar."
    Peyda olmak: Ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak."Köşede bir adam peyda oldu."
    Pılıyı pırtıyı toplamak: Hemen bütün eşyalarını toplayarak bir yere gitmek üzere hazırlık yapmak."Pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu."
    Pire için yorgan yakmak: Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek.
    Pireyi deve yapmak: Küçük, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.
    Pisi pisine: Boş yere, boşuna."Pisi pisine vurdular çocukcağızı."
    Pis pis düşünmek: Karamsar, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak."Pis pis düşünmeyi bırak da bir yol arayalım."
    Pis pis gülmek: Birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.
    Pişkinliğe vurmak: Çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.
    Pişmiş aşa su katmak: Yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya da aksatmak."Pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın."
    Pişmiş kelle gibi sırıtmak: Anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek gülmek."Pişmiş kelle gibi gülmeyi bırak da işine bak."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98988
    Posasını çıkarmak: 1. Birini çok dövmek. 2. Bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek."Ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz."
    Posta koymak: Birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek."Bana posta koyacak adam daha anasından doğmadı."
    Postayı kesmek: İlişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek.
    Post elden gitmek: 1. Öldürülmek. 2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak."Post elden gidince kahretti adam."
    Post kavgası: Bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi."Seçimler yaklaştı, post kavgası da başladı."
    Postu kurtarmak: Can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden kaçıp kurtulmak."Postu kurtardık çok şükür."
    Postu sermek: Kısa bir süre için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun süre kalmak.
    Pot kırmak: Gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek söz söylemek."Dikkatli ol, bir pot kırma sakın."
    Pösteki saymak: İçinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak."Ne mi yapıyorlar? Pösteki sayıp duruyorlar."
    Prangaya vurmak: Zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak."Prangaya vurulu olarak yıllarca kaldı o hapishanede."
    Puan almak: 1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek."Şu sorulardan hiç puan alamayacağımı sanıyordum."
    Puan tutturmak: Gereken sayıda puan kazanmak."Bu sene puan tutturup da üniversiteye girecek miyim bilmiyorum!"
    Punduna getirmek: Bir şeyi yapmak için uygun şartları elde etmek, fırsat kollamak."Punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu."
    Pupa yelken: 1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla."Pupa yelken açıldık denize."
    Pusu kurmak: Birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek."Düşmanlarımızın pusu kurduğundan tam zamanında haberdar olmuştuk."
    Pusulayı şaşırmak: 1. Ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. Doğru tutum ve davranıştan ayrılmak."İyice pusulayı şaşırmadan uyarmalıyız onu."
    Pusuya düşmek: Pusu kuran kimsenin saldırı alanı içine girmek."Eyvah, pusuya düşürdüler bizi!"
    Put gibi: Kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla.
    Put kesilmek: Sessiz, kımıltısız bir durumda kalmak."Onun bağırmasıyla herkes bir anda put kesildi!"
    Püf noktası: Bir işin en ince, en önemli yeri.
    Püsküllü belâ: Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey."Başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk."

  8. #28
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    S
    Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.
    Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak."Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."
    Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak."Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."
    Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak."Köye varmamız sabahı bulacak."
    Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde."Sabahın köründen beri yoldayız."
    Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan."Ben sabır taşı mıyım?"
    Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak."Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."
    Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.
    Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim)."Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."
    Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak."Bizim de saçımıza ak düştü."
    Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.
    Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek."Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."
    Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak."Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."
    Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.
    Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak."Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."
    Safra bastırmak: Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.
    Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek."Sağa sola bakmadan yürüyordu."
    Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.
    Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı."Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"
    Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak."Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."
    Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.
    Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren."O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."
    Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
    Sağmal inek: Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.
    Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek."Şu kimsesize sahip çıkalım."
    Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.
    Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak."Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"
    Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.
    Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak."İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."
    Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek."Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."
    Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak."Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."
    Saman gibi:
    Tatsız, yavan.
    Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.
    Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
    Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak."Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."
    Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek."İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."
    Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek."Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."
    Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak."Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."
    Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.
    Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek."Adam bir vuruşta sedyelik oldu."
    Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek."Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."
    Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek."Onunla selâmı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"
    Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.
    Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
    Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.
    Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?:
    "Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.
    Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak."O kadar senli benli olma yabancılarla."
    Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı."Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."
    Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak."Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"
    Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe."Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."
    Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak."Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"
    Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek."Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."
    Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak."Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."
    Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek."Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"
    Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak."Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."
    Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek."Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."
    Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak."Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."
    Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan."Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."
    Sıcak kanlı: Sevimli, cana yakın, sempatik."Ne kadar sıcak kanlı bir çocuk."
    Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak."Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"
    Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek."Bir kez sıdkım sıyrıldı o adamdan."
    Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.
    Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak."Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."
    Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak."Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98989
    Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak."Sıkı dur, şut çekeceğim."
    Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz."Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."
    Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak."Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"
    Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak."Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."
    Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.
    Sıkı tutmak: Önem vermek."İşleri sıkı tutmazsan böyle olur işte."
    Sır küpü: Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.
    Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.
    Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak."Sırra kadem bastı adam!"
    Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı."Sırım gibi delikanlı olmuş."
    Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.
    Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak."Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"
    Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak."Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."
    Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek."Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."
    Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.
    Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.
    Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek."Evi çarçabuk silip süpürdüm."
    Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak."Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."
    Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak."Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."

  9. #29
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Sineye çekmek: Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak."Uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye çekti; durdu."
    Sinirleri alt üst olmak: Haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak, bilememek.
    Sinirleri boşanmak: Kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.
    Sinirleri yatışmak: Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek."Çok şükür öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz."
    Sinirlerini bozmak: Kızdırmak, öfkelendirmek.
    Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak."Sinirleri çok gergin, üstüne varmayın."
    Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak."Sipsivri kalakalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum."
    Sivri akıllı: Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan."Hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız!"
    Soğuk almak: Üşüyüp hastalanmak."Soğuk almışım, öksürüp duruyorum."
    Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.
    Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen."Helâl olsun, ne soğuk kanlı davrandı."
    Soğuk nevale: Sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak duran kimse.
    Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak."Kimsesiz olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı."
    Sokak süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.
    Solda sıfır: "Hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır."Senin yaptığın iş benimkinin yanında solda sıfır kalır."
    Soluğu kesilmek: Nefes alamaz olmak, gücü tükenmek."Bu yokuş soluğumuzu keseceğe benziyor."
    Soluk aldırmamak: Çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.
    Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak."Soluk soluğa içeri girdi."
    Son kozunu oynamak: Elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.
    Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan."Sonradan görme ne olacak!"
    Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek."Mahkûmu hemen sorguya çekmişler."
    Soyup soğana çevirmek: 1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak."Dükkânı soyup soğana çevirmişler."
    Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek."Göçmen kuşlar ufuktan sökün ettiler."
    Söz açmak: Bir konu hakkında konuşmaya başlamak."Toplantıda felsefeden söz açtı."
    Söz almak: 1. Konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle konuşmaya başlamak. 2. Birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak. 3. Erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden olumlu cevap almak."Toplantıda ilk olarak Ayşe söz almak istedi."
    Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek."Benim söz altında kalacağımı sanıyordu."
    Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
    Söz bir Allah bir: "Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.
    Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak."Onunla söz birliği mi ettiniz?"
    Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak."Bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum."
    Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek."Sözde kalacaksa konuşmamızın bir anlamı yok."
    Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak."Sözümü dinleseydin başına bunlar gelmezdi!"
    Söz geçirmek: Dediğini yaptırmak."Oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun?"
    Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.
    Söz götürmez: Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan."Söz götürmez işler bunlar."
    Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak."Durup dururken babamdan söz işittik yine."
    Söz kaldırmamak: Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak."Bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde?"
    Söz kesmek: Evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek."Söz kesildi, iki ay sonra düğün olacak."
    Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak."Bu şirketin alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş?"
    Sözü ağzında bırakmak: Söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek, engel olmak.
    Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak."Sözü bağlamasına az bir zaman kalmıştı ki bir gürültü koptu."
    Sözü çiğnemek: Söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini söyleyememek.

    Sözü (bir şeye) getirmek:
    Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak."Söylesene açıkça, sözü nereye getirmek istiyorsun?"
    Sözü kesmek: 1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak."Bir anda sözünü kesip kürsüden indi."
    Sözüm meclisten dışarı: "Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur" anlamında kullanılır.
    Sözüm ona: "Güya, sanki, sözde" anlamlarında kullanılır.
    Sözünde durmak: Verdiği sözün gereğini yerine getirmek."Demek sözündeduracaksın, iyi."
    Sözünden çıkmamak: Birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse onu yapmak.
    Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek."Demek sözüme geldin, o hâlde gidelim."
    Sözünü balla kestim: "Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.
    Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak."Ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı?"
    Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek."Sözünü geri al, yoksa karışmam!"
    Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak."Ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir."
    Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak."Babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın."
    Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek."Öğretmenin sözünü yabana atma sakın."
    Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek."Hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı."
    Sudan cevap: Üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap."Ne sordumsa sudan cevaplar aldım."
    Sudan ucuz: Çok ucuz, âdeta bedava gibi."Sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş öyle mi?"
    Su dökünmek: Yıkanmak."Buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz."
    Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.)."Para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım?"
    Su gibi bilmek: Çokiyi, yanlışsız bilmek veya okumak."Senin konunu da su gibi biliyorum."
    Su gibi ezberlemek: Çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde ezberlemek.
    Su gibi gitmek: Bol bol harcamak."Paralar su gibi gitti."
    Su götürmez: Kesin, başka bir yoruma açık olmayan."Şu anlattıkları su götürmez gibi geliyor bana."
    Su götürür olmak: Çeşitli yorumlara elverişli olmak.
    Su içinde kalmak: Çok terleyip sırılsıklam olacak biçimde ıslanmak.
    Su katılmamış: Saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan, hilesiz.
    Su koyvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak."Su koyvermeden çalışamaz mısın sen?"
    Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak."Sululuk etmeyi bırak da çalışmaya bak."
    Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.
    Surat bir karış: Öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan."Yanına vardığımızda suratı bir karıştı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98990
    Suratını ekşitmek: Hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Bütün gün suratını ekşitip durdu."
    Sus payı: Bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para, susmalık.
    Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.
    Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak."Başına gelen son belâdan sonra suya sabuna dokunmamaya karar verdi."
    Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak."Sen de suyu bulandırmasan olmaz değil mi?"
    Suyu kaynamak: İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak."Sen de suyu kaynayanlar arasında yer alıyorsun."
    Suyu mu çıktı?: "Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?" anlamında kullanılır.
    Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii."Yorgun bedenlerini suyun başındaki çimenlerin üstüne bıraktılar."
    Suyunca gitmek: Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak."Aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar vermesin."
    Suyu nereden geliyor?: "Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor." anlamında kullanılır.
    Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek."Paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti."
    Suyunun suyu: Çok uzaktan ilgisi bulunan şey.
    Su yüzü görmemiş: Hiç yıkanmamış, çok kirli."Günlerce hapiste kaldım, su yüzü görmedim hiç."
    Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak."Bu işin asıl sebepleri su yüzüne çıkacak, sen de gününü göreceksin."
    Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak."Süklüm püklüm yanımıza yaklaştı.
    Sükûtla geçiştirmek: Asıl mesele üzerinde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.
    Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak."Sen o işin üzerine bir sünger çek hele."
    Süngüsü düşük: Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış."Bir hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından."
    Sürüncemede kalmak: Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak."Bizim iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar!"
    Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek."Sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar mı?"
    Süt dökmüş kedi gibi: Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.
    Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse."Daha süt kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona?"
    Süt liman olmak: Dingin, gürültüsüz, sakin olmak."Ortalık bir anda süt liman olmuştu."
    Sütü bozuk: Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse."Senin gibi sütü bozuklara selâm verilir mi?"

  10. #30
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Ş
    Şad olmak: Sevinmek, mutlu olmak."Seni gördük, şad olduk."
    Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak."Onu yanımdan kovunca bende şafak attı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=98991
    Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak."Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler."
    Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak."Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı."
    Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak."Bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu onlara."
    Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek."Bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin!"
    Şaka kaldırmak: Kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.
    Şaka maka (derken): "Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında kullanılır.
    Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya."Şakası yok bu adamın, hemen buradan gidelim."
    Şakaya getirmek: 1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek."İşi şakaya getirip unutturmaya kalkma emi!"
    Şakaya vurmak: Ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.
    Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse."Yeter artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini!"
    Şamata koparmak: Gürültü, patırtı yapmak.
    Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek."Şimdi şapa oturduk işte, yardım alacak kimse de yok ortalıkta."
    Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak."Para almadan, vermeyeceğini şart koş ona."
    Şeref vermek: Onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.
    Şerefini korumak: Onurunu, kişiliğini gözetmek.
    Şeşi beş görmek: Yanlış görmek, görüşünde aldanmak."Şeşi beş gördüm her hâlde."
    Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
    Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak."Şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum."
    Şeytan diyor ki!: "İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor" anlamında kullanılır."Şeytan diyor ki git şunu bir güzel döv."
    Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak."Güzel güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde."
    Şeytan görsün yüzünü: "Onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum" anlamında kullanılır.
    Şeytanın art bacağı: Çok afacan ve yaramaz (çocuk).
    Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak."Haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize gel."
    Şeytan kulağına kurşun: İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken "Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun." anlamında kullanılır.
    Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak."O ne tilkidir bilemezsin, şeytanın yattığı yeri bile bilir."
    Şıp diye geçmek: Ansızın, birdenbire geçmek.
    Şifayı bulmak (veya kapmak): Hastalanmak."Burnum akıyor, yine şifayı kapacağız desene."
    Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden."Şimdiden tezi yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır."
    Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak."Boşu boşuna şimşekleri üzerine çektin."
    Şirazesinden çıkmak: Bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.
    Şom ağızlı: Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse."Milleti korkutup durma, kapa şu şom ağzını da rahatlayalım."
    Şöyle bir: Üstünkörü, gelişigüzel, üzerinde durmayarak."Şöyle bir baktım vitrindeki elbiselere"
    Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak."Şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik."
    Şundan bundan: Belli belirsiz, önemsiz şeyler."Eh işte, şundan bundan konuşup durduk."
    Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek."Şunu bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz."
    Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır."Şunun şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin?"
    Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku."Onu arkadaşlarıyla birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor."

Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Benzer Konular

  1. Su İle İlgili Atasözü ve Deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Atasözleri ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Mart.2016, 12:23
  2. anne ile ilgili deyimler ,anne hakkında deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.Nisan.2010, 15:58
  3. İngilizce Deyimler
    By Beyza in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 20.Temmuz.2008, 18:04
  4. ispanyolca deyimler
    By soleil in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 11:30
  5. Deyimler Ve Hikayeleri
    By soleil in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 08:21

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.