Ayaklanma Sonrası Dönem
Doğu Almanya’da egemen bürokrasi 1953 ayaklanmasından sonra kimi ekonomik ödünler verdi ancak bunlar uzun ömürlü olmadı. Bu ödünleri, bürokrasinin yaptığı "sosyalizmin inşası" yolunda atılacak ileri adımlarla ilgili yeni çağrılar izledi. Her zaman olduğu gibi, bu çağrılar, sömürü ve baskının yoğunlaşacağının bir işaretiydi.
1957 yılında, sadece yurtdışına yapılan gezilere değil, fakat aynı zamanda DAC içinde seyahat etmeyi de sıkı denetim altına alan bir pasaport yasası uygulamaya kondu. SED’in 1958’de yapılan Beşinci Kongresi, "sosyalizmin 1965 yılında tamamlanacağını" ilan etti ve Doğu Alman sendikalarının tarihindeki en büyük tasfiye hareketi başlatıldı. Bütün sendikalarda yöneticilerin üçte ikisinden fazlasının yerine, en sadık Stalinist bürokratlar getirildi.
Ancak bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uygulayabileceği baskının bir sınırı vardı. İşçiler her an "ekonomik mucizenin" cazip işler yarattığı Batı Almanya’ya gidebilirlerdi. 1959’da, 145.000 kişi DAC’yi terk etti; 1960’da bu sayı 200.000 olmuştu ve 1961’de 300.000 kişinin ülkeyi terk etmesi bekleniyordu. Gidenler özelikle genç kuşaktan –gidenlerin yarısı 25 yaşın altındaydı- ve çalışmaya en uygun durumda olanlardı. Ekonomi, en üretken işçilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
1961’de Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinin nedeni buydu. DAC’yi terk etmek, bir gece içinde olanaksız hale geldi. Bunu deneyecek olanlar için vurulma tehlikesi söz konusuydu. SED, duvarın "faşizme karşı koruyucu bir engel" olduğunu iddia ediyordu ancak herkes onun orada, faşistlerin içeriye girmesini değil, DAC vatandaşlarının dışarıya çıkmasını engellemek için durduğunu biliyordu.
Bürokrasi, duvarın sağladığı korumayla, egemenliğini belli bir ölçüde sağlamlaştırmayı başardı. Üretim araçlarının millileştirilmesi temelinde ve dünya ekonomisindeki genel büyümenin yardımıyla, önemli bir ekonomik gelişme sağlandı. 1950 ile 1974 yılları arasında sanayi üretimi yedi kat arttı. 1969 yılında DAC 17 milyonluk nüfusuyla, Alman Reich’ının 1936’da 60 milyon nüfusla ürettiğinden daha fazla sanayi malı üretiyordu.
Bürokrasi şimdi işçi sınıfına hatırı sayılır toplumsal ödünler verebilecek araçlara sahipti. Eğitim, çocuk bakımı, konut, sağlık, sosyal güvenlik ve kültür alanında kapitalist ülkelerin bir çoğunun ötesine geçtiler. Ancak ne millileştirilmiş üretim araçları, ne de toplumsal kazanımlar DAC’yi, SED’in iddia ettiği gibi sosyalist bir toplum yapmıyordu.
17 milyonluk bir ülkede bürokrasi, yurttaşlarının yaşamının her veçhesini izlemesi için 200.000 tam zamanlı ve kısmi zamanlı gizli ajan besliyordu. Stasi –ya da halk arasındaki takma adıyla "millileştirilmiş dinleme ve yakalama şirketi"- şüpheli unsurlardan, onları tutuklamak istediğinde, arama yaparken köpekleri kullanabilmek için, koku örnekleri bile topluyordu. Örnekler plastik torbalar içinde, dikkatle saklanıyordu. Diğer pek çok alanda olduğu gibi, Stasi’de de etkinlik ve ucubelik, beceriksizlikle iç içe geçiyordu.
Bürokrasi sadece siyasi muhalefetten korkmuyordu; bağımsız ya da orijinal olan her tür düşünceden de korkuyordu. Özellikle sanatçılar, birçoğu bütünüyle apolitik olmalarına karşın, dikkatle izleniyorlardı.
Batıya yakınlaşma
1960’ların sonlarında Batı dünyasını sarsan militan işçi sınıfı ve öğrenci mücadeleleri Doğu Avrupa’ya da yayıldı. 1968 yılı, DAC’ninki de dahil olmak üzere, beş Varşova paktı devletinin orduları tarafından bastırılan Prag Baharı’na tanıklık etti. 1970’te Polonya bir grev dalgası ile sarsıldı. Gdansk tersanesi işçilerine karşı tanklar kullanıldı ve onlarca işçi öldürüldü. DAC’da da huzursuzluk belirtileri görülüyordu.
1971’de, Ulbricht, SED’in liderliğinden uzaklaştırıldı ve yerine en yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Erich Honecker getirildi. Honecker, sistematik siyasi baskı politikasını işçi sınıfına verilen büyük maddi ödünlerle birleştirdi. Honecker bunu batıyla olan ekonomik ilişkilerini arttırarak yapabildi.
Willy Brandt, 1969 yılında, savaştan bu yana Batı Almanya’daki ilk sosyal demokrat hükümeti kurdu. Brandt, kendi Doğu politikasını Ostpolitik uygulamaya koydu ve 1970 yılında Polonya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. 1972’de, Doğu ve Batı Almanya arasındaki siyasi ilişkileri normalleştiren bir anlaşma imzalandı. Bu politika Alman burjuvazisinin ve Stalinist bürokrasinin karşılıklı olarak yararınaydı. Burjuvazi için Doğu’ya doğru ekonomik genişleme, 1970’lerin ilk yarısında ekonomiyi etkisi altına alan krizin etkilerini bertaraf etmek açısından kritik öneme sahipti. Stalinist rejimler için Batının desteği, işçi sınıfının meydan okuyuşuyla başa çıkabilmek etkili bir önlem olacaktı.
Sonuç olarak, iki Alman devleti arasındaki ticaret büyük bir hızla büyüdü. Geçen on yılın sonunda, Doğu Almanya dış ticaretinin yüzde 30’unu Batı ile yapar hale gelmişti. DAC, Batı Alman hükümetinden teknik yardım ve büyük tutarda borç aldı, transit geçişler karşılığında ve siyasi mahkumların özgürlüğünü satarak milyonlarca mark nakit elde etti. İki hükümet arasında yakın kişisel ilişkiler kuruldu ve düzenli olarak konsültasyonlar yapılır oldu. Doğu Almanya’da yaşam standartları bu temel üzerinde hızla yükselmeye başladı. 1970’ler boyunca gelirler üçte bir oranında arttı, tasarruflar ikiye katlandı ve perakende ticaret yüzde 56 oranında arttı. Hane halkının yüzde 40’ının bir otomobili vardı, yüzde 84’ü çamaşır makinesi ve yüzde 88’i televizyon sahibiydi.
Fakat Honecker’in "tek ülkede sosyalizmin" başarısı olarak övdüğü şey, aslında tam tersi yönde bir gelişmeye işaret ediyordu. DAC, dünya ekonomisinin kaynaklarını ne kadar fazla kullanırsa, onun ticaret döngülerine ve krizlerine o kadar bağımlı hale geliyordu. 1980’lerde yaşanan değişimler DAC’nin altını oydu ve en sonunda da çöküşüne yol açtı.
Bilgisayar teknolojisinin üretimin her veçhesinde kullanılmasının sonucunda emek üretkenliğinde yaşanan artışa ayak uyduramayan DAC, uluslararası rekabette geriye düştü. Dünya mühendislik ürünleri ihracatında 1973’te yüzde 3,9 olan pazar payı, 1986’da yüzde 0,9’a geriledi. Alınan kredileri ve ithal edilen malları, artan ihracatla finanse edebilme olanağı ortadan kalkmıştı.
Dünya ekonomisindeki değişimler, diğer Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği üzerinde de benzer etkiler yarattı. Bu ülkelerin en önemli ihracat kaynağı olan hammaddelerin fiyatı düştü. Ucuz sanayi ürünleri sağlayıcısı olarak, en modern teknolojiyi en ucuz emekle bir araya getiren Doğu Asya kaplanlarının meydan okuyuşu ile karşı karşıya kaldılar. İhracatı arttırma umudu ile alınan devasa borçlar, işçi sınıfını artan oranlarda sömürerek ödenmek zorunda kaldı.
Bu durumun siyasi etkileri ilk olarak Polonya’da görüldü. 1980 ve 1981’de bütün Stalinist rejimleri korkutan kitlesel Solidarnosc [Dayanışma] hareketi patlak verdi.
Moskova’daki egemen kast, benzer bir hareketin Sovyetler Birliği ’nde de gelişebileceğinden ve kendilerini de önüne katıp götüreceğinden korktu. Egemen kast, epeyce tereddüt geçirdikten sonra, işçi devletinin, altmış yıl boyunca sömürmüş oldukları mülkiyet ilişkilerini terk etmeye ve ayrıcalıkları için burjuva özel mülkiyeti içinde yeni bir temel bulmaya karar verdi. Gorbaçov’un ve onun perestroyka politikasının yükselişinin önemi buradaydı.
Honecker, perestroykaya karşı çıktı. Doğu Almanya’da bu politikanın uygulanması durumunda, DAC’nin sonunun geleceğini gayet doğru bir biçimde anlamıştı. Tarihte ilk kez, SED’in sloganı olan "Sovyetler Birliği ’nden öğrenmek kazanmayı öğrenmek anlamına gelir" sloganı bir kenara bırakıldı. Hatta popüler Sputnik dergisi gibi kimi Sovyet yayınları yasadışı yayın sayılmaya başlandı. Her şeye rağmen, DAC yok olmaktan kurtulamadı. Hızla iflasa doğru sürüklendi.
Yıllar sonra, Politbüro’nun ekonomiden sorumlu üyesi Fuenther Mittag, Der Spiegel dergisiyle yaptığı bir görüşmede, o sıralarda "birleşme olmadan DAC’nin toplumsal sonuçları öngörülemeyecek bir felakete doğru gideceğine, çünkü kendi ayakları üzerinde durmaya devam edemeyeceğine" ikna olduğunu açıkladı. Mittag, 1987’nin sonunda "oyunun bittiği"ni anladığını itiraf etti. Fakat halkın büyük bölümünün bürokrasinin oyunu bırakmış olduğunu anlayabilmesi için iki yıl gibi bir süre geçmesi gerekecekti.
DAC’nin çöküşü
1989 baharında DAC’deki siyasi atmosfere umutsuzluk ve felç olma hali damgasını vuruyordu. Eğer o günlerde bir kamuoyu araştırması yapmak mümkün olsaydı, büyük çoğunluk, hiç tereddüt etmeden, ilk olarak işlerin bundan böyle sadece daha kötüye gidebileceğini ve ikinci olarak da egemen kliği iktidardan uzaklaştırmanın hiçbir yolu olmadığını söylerdi.
Volkskammer (Doğu Alman Parlamentosu) Haziran ayında oy birliğiyle Çin rejimini, Tiananmen Katliamı ile ilgili olarak kutlama kararı alınca, genel hüsran duygusu daha da yoğunlaştı. Altı ay sonra, Almanya’nın Gorbaçovu pozuna girecek olan Hans Modrow, kişisel olarak tebriklerini iletmek üzere Pekin’i ziyaret etti.
Nihayet, genel hoşnutsuzluk kendisine bütünüyle apolitik bir çıkış yolu buldu. Yüzlerce Doğu Alman tatilci, Prag’da, Budapeşte’de ve Varşova’da Batı Alman elçiliklerini, Batı Almanya’ya gitmelerine izin verilmesi talebiyle işgal ettiler. Macaristan hükümeti Avusturya sınırını açınca on binlerce insan Batıya geçti. Bu terk etme dalgası, Doğu Alman hükümeti açısından otoritesinin altını oyan esaslı bir utanç kaynağıydı.
Eylül ayının başlarında ilk ürkek gösteriler başladı. İlk başlarda gösterilere sadece birkaç yüz kişi katılırken, daha sonraları binlerce ve nihayet yüz binlerce insan katılır oldu. Devlet uzunca bir süre boyunca nasıl bir tepki vermesi gerektiğine karar veremedi. Kimi insanlar tutuklandı ve bunlara gözdağı verildiyse de, ordu olaylara müdahale etmedi.
Gorbaçov, 7 Ekimde, gösterilerin tam orta yerinde, DAC’nin 40. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere Almanya’ya gitti. Gorbaçov, yaptığı konuşmada Honecker’i desteklemeyeceğini belirtti. Bu, SED’in çizgisinin değişmesine neden oldu. Şimdi artık SED, aktif bir biçimde, kapitalist restorasyon ve Almanya’nın birleşmesi için çaba göstermeye başlamıştı. Honecker, Politbürodaki kendi adamları tarafından görevden uzaklaştırıldı ve yerine gösterileri "halkla diyalog" adını verdiği uygulama ile yatıştırmaya çalışan Egon Krenz getirildi. Meydanlarda yapılan siyasi tartışmalara binlerce insan katıldı. Ancak gösteriler gittikçe büyüyordu. 4 Kasımda, Doğu Berlin’de bir milyon insanın katılımıyla Almanya’nın tarihindeki en büyük gösterilerden biri yapıldı.
Üçgün sonra, Gorbaçov’un destekçisi olarak bilinen Hans Modrow başbakanlığa getirildi. Ertesi gün Berlin Duvarı açıldı ve milyonlarca insan Batı Almanya’ya gidip gelmeye başladı. Bu, o an için, hükümetin üzerindeki baskının bir bölümünü ortadan kaldırdı.
Bugün halihazırda PDS’nin onursal başkanı olan Modrow, daha sonraki yıllarda, başbakanlık yaptığı dönemle ilgili bir kitap yazdı. Modrow’a göre 1989-90 kışında bir devrimin yaşanması an meselesiydi: "Ahlaki çürümenin gündelik olarak sergilenişi ve SED’in üst düzey görevlilerinin yetkilerini kötüye kullanmaları genel öfkeyi patlama noktasına getirmişti… İnsanların öfkesi komün, şehir ve semt yetkililerine yönelmişti. Birçok yerde bunların faaliyet alanları büyük ölçüde daraltılmıştı. Grevler, geçici iş bırakmalar, iş yavaşlatmalar ve diğer karışıklıklar üretimde büyük boyutlu kayıplara yol açıyordu. Bunun dışında, ortaya mevcut siyasi yapılar tarafından gittikçe daha az denetlenebilen farklı türden toplumsal gerilimler çıkıyordu."
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=109579
Daha sonra Modrow kendi hükümetinin temel hedef olarak neyi önüne koyduğunu anlatıyor: "Benim temel görevim ülkeyi yönetilebilir konumda tutmak ve kaosu önlemekti. Benim görüşüme göre, Almanya’nın birliğine giden yol kaçınılmaz bir gereklilikti ve enerjik bir biçimde desteklenmeliydi." PDS’nin daha sonraları öne sürdüğü DAC’nin tecavüze uğramış olduğu ve Batı Almanya ile zorla birleştirildiği iddiası için söylenecek fazla bir şey kalmıyor.
Aslında birleşmenin itici gücü Stalinistlerin kendisiydi. Kohl’ün ne yapacağına henüz tam olarak karar veremediği sırada Modrow "birleşik anavatan Almanya" sloganını temel slogan, haline getirmişti. Modrow, birleşmenin koşullarını görüşmek üzere Moskova’ya ve Bonn’a gitti. Modrow hükümeti, aynı sırada, gelecek birkaç yıl içinde bütün Doğu Alman ekonomisini özelleştirecek olan Treuhand ajansını kurdu. Dönemin ekonomi bakanı Christa Luft daha sonraları anılarını "Mülkiyetin Verdiği Neşe" gibi kışkırtıcı bir başlık altında yayınladı. PDS ancak, Mart 1990 Volkskammer seçimlerini kaybedip birleşme görüşmelerinden dışlanınca huysuzlanmaya başladı.
İşçi sınıfı 1989’daki gösterilere kitlesel olarak katıldı ancak hiçbir şekilde bağımsız bir siyasi rol oynamadı. Bunun nedenini anlamak zor değil. Stalinizmin, 12 yıl süren faşist terörü izleyen 40 yıllık siyasi baskısı, işçi sınıfının bilincinde izlerini bırakmıştı. Kendilerine on yıllar boyunca DAC’nin sosyalizmi kurduğu söylendikten sonra birçok işçi kapitalizmi ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Sonuçta Batı Alman işçiler çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı ve DAC’dekilerden daha fazla siyasi özgürlüğe sahiptiler.
İşçi sınıfı içinde herhangi bir geçerli perspektifin olmamasına bağlı olarak, rastlantısal olarak ortaya çıkan olayların rotasını çözümlemekten tümüyle aciz, hatta kendi eylemlerinin sonuçlarını bile ölçemeyen orta sınıf figürler, hareketin sözcüsü haline geldiler. İlk gösterilerle birlikte ortaya bir dizi demokratik örgüt çıkıverdi. Bu örgütlerin programları belirsiz demokratik taleplerin ve "demokratik diyalog" için yapılan çağrıların ötesine gitmiyordu. Bu örgütler devrimci değişim için en ufak bir istek belirtisi bile göstermiyorlardı. Tam tersine, bunlar DAC’nin aniden yıkılması karşısında duydukları dehşeti ifade ettiler.
Birden bire, milyonlarca insandan oluşan kitlesel bir hareketin başında bulundukları gerçeği karşısında korkuya kapılarak, inisiyatifi olabildiğince çabuk bir şekilde hükümete geri verdiler. Modrow hükümeti ile birlikte, hükümeti yükselen muhalefetten korumaya yarayan bir Yuvarlak Masa oluşturdular. Modrow’a karşı direncin büyümeye devam etmesi karşısında, nihayet Modrow’un hükümetine girdiler.
Pablocular, Yuvarlak Masanın sol kanadını oluşturdular. 1953’te Stalinizmin sosyalizme giden yeni yollara girip yürüyebileceğini iddia ederek Dördüncü Enternasyonal’den kopmuş olanlar, şimdi kapitalizme giden yolda yürürken Stalinizme destek veriyorlardı.
[/COLOR]