Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


Sayfa 5/9 İlkİlk ... 34567 ... SonSon
83 sonuçtan 41 ile 50 arası
  1. #41
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Erzincan’a Girdim Türküsü

    “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119747

    Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi
    hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder.

    Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir.


    Erzincan’a Girdim Türküsü

    Erzincan’a girdim ne güzel bağlar
    Erzurum’a vardım dumanlı dağlar
    Elleri koynunda bir güzel ağlar
    Oy anam anam hallarım yaman

    Yüce dağ başında çadır açarım
    Nazlım seni burdan alıp kaçarım
    Kahve bulamazsam kenger içerim
    Oy anam anam hallarım ağlar

    Anama söyleyin lamba yakmasın
    Çuha şalvarıma uçkur takmasın
    Oğlum gelir diye yola bakmasın
    Oy anam anam hallarım yaman

  2. #42
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Ferayi'dir Kızın Adı

    Şu bizim Milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. İlkin Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sönra da Menteşe Beyliğine.

    Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani, bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını. Sözün akışını değiştirmiyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepe dolaylarında olacak; dünya güzeli bir Yörük kızına rasgelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış:

    - İn misin, cin misin? diye sormuş. Kız:
    - Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım.
    - Peki, ne arıyorsun bu dağ başında?
    - Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen?
    - Ben mi? av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. Adın ne senin?
    - Ferayi.
    - Ferayi. Ferayi. Ferayi...
    - Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"?
    - Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden.
    - Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin?
    - Adım İlyas. Yakup beyin oğlu.
    - Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. Açsındır, çökelek çıkarayım.

    İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yadan da, Ferayi'yle evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış:

    - Benle evlenir misin Ferayi?
    - Bunu anam-atamla konuşman gerek bey..

    İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını:

    - Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi?
    - Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını?
    - Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın.
    - Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız?
    - Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi.

    Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı:

    - Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..."

    Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş:
    - Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş.

    Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milâs'a doğru yola koyulmuşlar.

    Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası:
    - Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..."

    Mıstık:
    - O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık.

    - Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas Bey'e:
    "- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş. Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış. "Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyas Bey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yey var: Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119748

    Ferayidir gızın adı Ferayi de yandım aman
    Esmer yarim de aman da Ferayi
    Türkmen de gızı,katarlamış mayayı of yandım aman
    Esmer yarim de aman da mayayı
    Ninni ninna,ninni ninnana,nininih,ninaynam
    Aman da aman Ferayi

    Demirciler demir döğer,tuncolur öf yandım aman
    Esmer yarim de aman da tuncolur
    Sevip sevip ayrılması,gücolur öf yandım aman
    Esmer yarim de aman da gücolur


    Kaynak:
    Ahmet Günday
    Bağlama Metodu
    Notaları ile Halk Türküleri
    ve Türkü Hikayeleri Nisan 1977

  3. #43
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Gökte Uçan Huma Kuşu

    Gökte uçan huma kuşu
    Ne bilir dalın kıymatın
    Gargayı kondurman dala
    Ne bilir gülün kıymatın

    Çift sürüp ekin ekmeyen
    Meydana sofra dökmeyen
    Arının kahrın çekmeyen
    Ne bilir kıymatın

    Mencilisten söz atanlar
    Gerçeğe yalan katanlar
    Sonra beyliğe yetenler
    Ne bilir elin kıymatın

    Evvel zaman içinde kalbur sarat içinde, deve tellallık ederken, sıçan berberlik ederken, Irışvan oğlu derler bir bey varmış. Bunun da Kınalı hatun adında bir evladı (bacısı) varmış, başka kimsesi yokmuş. Kapısında da bir Öksüz Yakup adında bir kölesi varmış. Köleyle, efendim, kız arayı tutturmuş. Irışvan oğlu avdan gelirimiş, bakmışkine, pınarın başından bir oğlan gidiyor, bir de kız. Orda sevişirlermiş. Irışvan oğlu da gelirken üstlerine geliyor. Irışvan oğlu onları görüyor. Irışvan oğlu diyor ki: Ulan, ben bunların ikisini de öldürsem katil olurum. Ben bu kızı başka birine veririm. Bu kölenin de hiç hatırına dokunmam. Gelen düğürcülere, kıza düğürcü geliyor; diyor ki:
    - Bir haftaya kalmadan kızı götüreceksiniz. Kimseye haber vermeden.
    Gün geliyor, hafta yetiyor, akşamlayın, önünde bir bölük davarla birkaç tane avrat, bir kısım seğmen kınacı geliyorlar. Fakat bunların kınacı olduğunu ne kız biliyor ne de Öksüz Yakup. Öksüz Yakup, gelen misafirlere, misafir diyerek kahve pişiriyor. Kahveyi ilettikden sonra, yaşlıca avradın birisine diyor ki:
    - Sorma icap olmasın teyze, nereye gidiyorsunuz? Hizmetiniz neci? Karı diyor ki:
    - Oğlan sen buralı değil misin yoksa? Biz Kınalı hatuna kınacı geldik. Öksüz Yakubun fincanlar ellerinden dökülüyor. Gözlerinden yaş akıyor.
    - Bundan sonra, diyor, dünya bana haram oldu. Başımı alayım gideyim, diyor.

    Oradan gidiyor. Ağlaya ağlaya gidiyor ordan. Karşısından bir çerçi geliyor. Çerçi düğün evine öteberi satmak için gidiyor. Bakıyor ki Öksüz Yakup ağlayarak gidiyor.
    - Arkadaş, başındaki hal neci? Ne diye ağlıyorsun? diyor.
    - Arkadaş, diyor, derdime derman değilsin, yarama merhem değilsin, git sen düğünde üzümünü sat, diyor.
    Çerçi diyor ki:
    - Arkadaş, insan insana para vermez amma, akıl verir.
    Belki derdine derman olurum. Başındaki hali söyle, diyor. Öyle deyince Öksüz Yakup diyor ki:
    - Arkadaş, Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunla aram iyiydi. Şimdi kardaşı başka yere vermiş. Kınacısı geldi, yarın gelin gidecek. Ben ağlamayım da kim ağlasın. Çerçi diyor ki:
    - Sen bir kavil yeri ver. Ben kıza söyleyim, çıkar mı, çıkmaz mı? Öksüz Yakup diyor ki:
    - Evvelki kavlinin üstünde ise, ben pınarın başındayım, oraya gelsin. Kendi bilir.
    Çerçi gidiyor. Düğüne varıyor. Yüklerini indiriyor, Öteberisini sattıktan bir müddet sonra, Irışvan oğlunun meclisine varıyor: Başındaki meclise diyor ki:
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119749
    - Ben mangır satacağım. Mangır satan türkü çağırmanın cezasından kurtulur. Türkü çağırmayanlar ya çerçiden çeyrez alıp yedirecek, yok olmazsa kapıya çıkıp it gibi ürecek.
    Mangır satıldıktan sonra herkez türküye başlıyor. O çağırıp bu çağırırken, çerçiye varıp dayanıyor. Çerçiye diyorlar ki:
    - De bakayım sende Türkü çağıracaksın.
    - Ben türkü bilmem diyor.
    - Türkü bilmezsen; öteberini getir dök şuraya millet yesin.
    - Ben, diyor, öteberimi yedirirsem, sermayemdir. Çoeuklarım aç kalır, diyor.
    - Öyle ise, kapıya çık it gibi ür, diyorlar.
    - Bunu da yapamam, diyor. Türkü çağırmaz adam olmaz amma, ihtimal bir kerpiç ayaklarım. Mecliste kızan olur belki.
    Irışvan oğlu diyor ki:
    - Yiğide söylerler türkü. Kötüye söylerler. Gözele de söylerler, diyor. Eğer bana türkü söyledilerse, benim türküm olsa bile, yiğidisem yiğitliğimi bilirim. Kötülüğüme söyledilerise, kötülüğümü bilirim. Gözele söylediler ise, darılan kuşağını gevşesin, diyor. Reyinde hürsün, bildiğin gibi söyle, diyor.
    Çerçi türküyü alıyor:

    Şimdi ağ ellere kına yakılır
    İnce bele Tarabulus dökülür
    Eski nala acar mıhı çakılır
    Dostun sana selamı var Kınalı

    Yetdi mo'la , Şâm elinin hurması
    Gitti m'ola âla gözün sürmesi
    Mısırın Bağdadın telli turnası
    Dostun sana selâmı var Kınalı

    Açıldı mı bağçamızın gülleri
    Uzun olur Siveyişin yolları
    Şimdi alard adard değner yolları
    Dostun sana selamı var Kınalı

    Çerçi Yusuf der de oldum şivara
    Ulunun işini mevlam onara
    Öksüz Yakup gördüm ağlar pınara
    Dostun sana selamı var Kınalı

    Bu türküyü söyleyişin, Irışvan oğlu, kalbinden ağrı, dedi ki: Yörü Öksüz Yakup, bunu böyle diyeceğini bilemidi, seni kılıcınan parçalardım, dedi.
    Çerçiye dedi ki:
    - Sen nerelisin?
    Çerçi yerini doğru söylemedi. Ben Antepliyim, dedi.
    Fakat çağırılan türküye kız, öteki çadırdan ağrı, türküyü iyice dinledi. O demde kınasını yakmaya başlayacılarımış.
    Kız dedi ki:
    - Teyzem; bizim usulumuz, kına suyumuzu elimizle getiririk. Ben eliminen özerim. Ondan sonra siz kınanızı yakarsınız.
    Kınacı gelen karılar:
    - Kınalı hatun, o sizin bileceğiniz iş. Bizim adetimiz böyle değil amma, böyle imiş, böyle olsun, diyorlar.

    Kız helkeleri alıyor. Pınara varıyor ki Öksüz Yakup pınarın başında ağlıyor.
    - Ağlamanın sırası geçti. Ocağın bata durma, diyor. Ordan helkeleri iç içine oraya koyuyor. Öndüç almış un gibi tozuyorlar. Onlar kaçmakta olsun, çerçinin kulağı kızın çadırında oluyor, Oradaki kadınlar diyor ki:
    - Yahu bunların suyu uzak mıymış, bayraktarlar gidin de yoklayın, diyorlar. Bunu duyunca çerçi öteberisini yüklediyor, o da kaçıyor. Bayraktarlar varıyorlar ki pınara, helkeler pınarın başında, kız yok. Geliyorlar, kız yok, diyorlar.
    Avratlar diyor ki:
    - Irışvan oğluna diyek mi? diye telaşlanıyorlar.
    - Yaşlıca kadının biri diyor ki:
    - Nasıl olsa duyacak. Ben varır derim.
    - Irışvan oğlunun yanına varıyor.
    - Beyim, diyor, usulumuzda kına suyunu bizim elimizinen getiririk, kınamızı ezdikten sonra, kınamızı yakarsınız diye bacın bizi atlattı. Şimdi helkeleri pınarın başında bulduk, kız kaçmış, diyor.
    Irışvan oğlu öfkelenerek;
    - Şu çerçiyi bana çağırın, diyor.
    Bakıyorlar ki, çerçi de kaçmış. Öksüz Yakubu da aratıyor, onu da bulamıyor. Kızın kaçtığına hükmediyor. Gelen kınacılar savuşup gidiyorlar.
    Gelelim Kınalı hatunla Öksüz Yakuba. Ordan kaçıp Antebe geliyorlar. Irışvan oğlunun hududunu çıkıyorlar. Antepte bir mağaraya yerleşiyorlar. Öksüz Yakup günde bir şelek odun getirip, satıp, ekmek alıp, mağarada it dirliğinde bey gibi geçiniyorlar. Aradan altı ay geçtikten sonra Kınalı hatun hamilli oluyor. Öksüz Yakup ölüyor. Kınalı hatun da onun bunun ekmeğini pişiriyor, bir bazlama alıp onunla idare oluyor. Günün birinde vakti geliyor, bir kışlık boranlık bir günde çocuk ağrısı tutuyor. Gece çocuk oluyor. Ne bekmez var, ne beleyecek çaputu var. Diyor ki:
    - Ben bunun babasının adını koymam buna. Nasıl olsa kadersizdir. Böyle kışlık boranlık bir günde oldu. Ben bunun adını "Boran" vururum, diyor.
    Sabahtan oluyor, komşularından hayır sahipleri, bir garip diye, kimi çaput veriyor, kimisi de pekmez. Hayrına, herkes elinden gelen yardımı yapıyor. Aradan günler geçip Boran beş altı yaşına basıyor. Anası Kınalı hatun da ölüyor. Çocuğun ağıdına komşular toplanıyor, geliyorlar ki anası ölmüş. Herkes hayrına yuyup kaldırmak istiyorlar. Cebinden bir kağıt çıkıyor. "Ben Irışvan oğlunun bacısı Kınalı hatunum. Bu kağıtla kardaşıma haber verin," diyor.

    Irışvan oğlunun bacısı olduğunu bilişin halk, bunu şanınan şöhretinen gömüyorlar. Irışvan oğluna da kağıt yazıyorlar: "Bacın buraya gelmiş, fakat bilmedik. Altı ay sonra kocası öldü. Beş altı sene sonra da kendi öldükten sonra, cebinden bir kağıt çıktı. Senin bacın olduğunu bildik. Şimdi de Boran namında bir çocuğu kaldı."
    Irışvan oğlu diyor ki:
    - Bu çocuğu bana kim getirirse ona bir dünyalık veririm, diyor. Çocuğu da bir kimse Antep'ten götüremiyorlar. Onun bunun danasını güderek on, on iki yaşına değiyor. Bakıyor ki oraya biraz aptallar konmuş. Damdıra çalanlarını görüyor. Varıp onların içine karışıyor. Onlardan damdıra alıyor. Tın mın damdıra çalmayı öğreniyor. Orada bir kız ünleniyor, Küpeli hatun namında. Her görmesine bir tülü deve veriyorlar kızın. Boran diyor ki:
    - Ben giderim şu kıza, hem görürüm, kendi elden bir deve alıyor, ben de kendinden bir bahşiş alırım, diyor. Giderken bir kahveye varıyor. Kimi deveyi vermiş kızın yanından çıkmış, kimi de kızı deve ile görmeye gelmişler. Kahvede bunun lafı ile günleri geçiyor. Boran kahveye dıkılışın, kahveci bunun yakasından tuttu.
    - Bura senin yerin değil, diye, geri kovdu. Baktı ki Boranın elinde bir damdıra var. Efendiler, bu adamın damdırası varmış. Aşıklığı varısa getirin türkü söyledin, dedi.
    O adamlar da geri bağırdılar, sandalye gösterdiler, bir kahve söylediler.
    - De bakayım çocuk, şu damdıranı çal, dediler.
    Boran damdırasına düzen verdi. Biraz çaldıktan sonra:
    - Türkü de çağır, dediler.
    - Türkü çağırırım amma; belki kerpiç ayaklarım da durduğum yerde beni döğersiniz.
    Orada bulunan adamların birisi dedi ki:
    - Beğendiğin kadar çal. Seni kim döğecek olursa onun belasını ben veririm. Darılan kuşağını gevşetsin, dedi.
    Aldı bakayım Boran ne dedi:

    Göğde uçan huma kuşu
    Ne bilir dalın kıymatın
    Kargayı dala kondurman
    Ne bilir elin kıymatın

    Kahvelerde laf atanlar
    Gerçeğe yalan katanlar
    Sonra beyliğe yetenler
    Ne bilir gülün kıymatın

    Çift sürüp bider ekmeyen
    Meydana sofra dökmeyen
    Arıya hizmet etmeyen
    Ne bilir balın kıymatın

    Bunu diyen Deli Boran
    Küçükcekten yetim kalan
    Bir görmeye deve veren
    Ne bilir malın kıymatın

    Bunu, türküyü söyleyince kahvedeki bulunanların:
    - Bu türküyü bize söylüyor, diye, bazıları zıgardılar. Kendine evvel söz veren dedi ki:
    - Arkadaş bu adam doğrusunu söyledi. Bir deve üç senede meydana geliyor. Bunu bir saat konuşmak için verenlerin birisi de bensem, hakikat mal kıymatını bilmez deliyiz.
    Çıkardı bu adam Boran'a hem birkaç lira bahşiş verdi. Kahveciye de dedi ki:
    - Gidip şu adamın sırtına bir kat elbise yaptıracaksın, diye parasını verdi. Boran elbiseyi giydikten sonra, o adam dedi ki: - Ulan, aşıklığın varmış. Şu kızın yanına git, dedi.
    - Boran dedi ki:
    - Benim deve değil, bir tavuğum bile yok. Kız beni yanına iletir mi?
    - O da dedi ki:
    - Aşığım diyerek çık. Eğer çıkartmazsa, zaten ben bu kızı görmekten vazgeçmiştim. O bir deveyi sana vereceğim, sen git gör, dedi.
    Boran damdırasını koltuğuna çaldı, kızın kapısına vardı. Kızın yanına çıkmak istedi ise de, kapısındaki kapıcılar, kızın yanına salmadılar. Boran dedi ki:
    - Ben aşığım. ben de varıp Küpeli hatundan bir bahşiş alacağım.
    - Kıza haber verdiler. Kız dedi ki:
    - Gerekliği yok. Aşıklar saprak olur, dedi.
    - Yanındaki cariyeleri kıza yalvardılar:
    - Ne var ablam, gelsin de aşıkmış bir türkü söyletek. Sende hiç görünme, dediler.
    Borana müsaade ettiler. Yukarı çıktı. Baktı ki ne görsün. Kırk tane kız var. Hepsinin de kulağı küpeli.
    - Ulan bunların hangisi Küpeli hatun imiş diye, baktı ki hiç bir işe yararı yok. Ulan, ben bunlara deve degil bir tavuk bile vermem. Görmeye gelenler meğer hep eşekmiş.
    O demde kızlar başına toplandı:
    - Aşığım, bir türkü söyle de dinliyelim, dediler. - Kızlar, benim başıma çok toplanman, dedi. Benim kafamın bir tutalgası var, dedi. Çok kalabalığı sevmem. Sonra tutalgam tutarsa, damdıranın çömleği ile, üç dört tanenizin kafasını parçalarım, dedi.
    Kızlar dedi ki:
    - Amaaan, cinliymiş, yaklaşmıyalım, dediler.
    Uzaktan ağrı yalvarmaya başladılar. Aldı bakalım Boran ne dedi kızlara:

    Gökten biraz suna inmiş
    Şu Antebin arasına
    Ben dostumu göremedim
    Ağlar amma çaresi ne

    Suları da balkan gözlü
    Gözelleri şirin sözlü
    Merhem eylen kömür gözlü
    Şu şinemin yarasına

    Suları çağlayıp akar
    Gözleri hep ona bakar
    Mor menekşe bir hoş kokar
    Şu kızların arasına

    Deli Boran der de noldu
    Ala göz kan yaşınan doldu
    Korkuyorum engel girdi
    Şu kızların arasına

    Küpeli hatun bunu duyunca, engel lafını duyunca:
    - Zaten aşıklar saprak olur dedimidi. Bu engel ne imiş diye, perdeyi kaldırdı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boranın aklı bokuna karışıp bayıngın düştü. Birazdan ayıktı ki, kızlar yüzüne su serpmişler.
    - Bire aşık, sana noldu? dediler.
    - Demedim miydi; kızlar, başımın tutalgası var diye? Bereket versin ki bayılmışım. Delirsemidi bu odayı başınıza dar getirirdim.
    - Aşığım, bir türkü daha söyle diye mihnet ettiler. Fakat Boranın, düş mü idi, hayal mı idi, ne olduğunu bilmedi, içerisine bir ateş düştü. Aldı bakalım ne dedi.

    Gökyüzünde öten olsam
    Yeryüzünde biten olsam
    Uçu telli keten olsam
    Yar başına atsa beni

    Un elediği elek olsam
    Tepelediği yolak olsam
    Ucu telli yelek olsam
    Yar döşüne giyse beni

    Gökyüzünde turna olsam
    Yer yüzünde hurma olsam
    Bir çekimlik sürme olsam
    Yar gözüne çekse beni

    Kapısında inek olsam
    Tu çalıp da sağsa beni
    Tepek vursam südü döksem
    Yumruğunan döğse beni

    Nolsa Deli Boran nolsa
    Gözeller meydana gelse
    Küpeli pehlivan olsa
    Güreşsek de yıksa beni

    Dedi kesti. O demde kız dedi ki:
    - Orospular, ben aşıklar saprak olur demedim miydi?
    - Siktir edin de gitsin, dedi.
    Boran dedi ki:
    - Hatun, sen elden deve alıyordun. Ben de aşığım.
    - Bahşişimi ver gideyim, dedi.
    Bir avuç dört altın verdiler Borana. Boran dedi ki:
    - Ben gitmeye gelmedim. Beri Küpeli hatunu yüze yüz görmeyince katiyyen gitmem, dedi.
    O demde kız:
    - Durdurman, siktir edin şunu, dedi.
    - Boran dedi ki:
    - Damdıranın çölmeğini çevirirsem bu odayı başınıza dar getiririm, dedi. Ben Küpeli hatunu gelip yüze yüz görmezsem, benim burdan ölüm çıkar, dedi.
    Küpeli hatun buna öfkelendi. Kalktı bunun yanına geldi.
    - Yel kayadan ne anlar, daha eyi bak, dedi. Neci senin maksadın, dedi.
    Boran dedi ki:
    - Böyle fırsat ele geçmez, dedi. Kızın yüzüne hacamat gibi sarıldı. Başındaki olan cariyelerin hepsi geldiler başına toplantlılar. Boranın kimi burnunu tuttu; kimi avurduna parmağını soktu. Zorla ayırdılar. Boran damdırayı eline aldı, kahveye doğru yürüdü. Cariyelerin akıllıcasının biri baktı ki, ablasının yüzü kapkara olmuş. Dedi ki:
    - Küpeli hatun, dedi, yüzüyün biri kâpkara biri apbağı... Seni görmiye gelenler bundan hile keşfederler.
    - Aman kızlar, bunun çaresi ne, dedi Küpeli. O cariye kızların akıllıcası:
    - Abla bunun çaresi, öte yüzden de öptür, dedi. Boranı geri çağırdılar, aman Boran geri gel diye.
    Boran dedi ki:
    - Benim orda işim yok.
    Yalvar yakar, Boranı geri getirdiler.
    Küpeli hatun:
    - Kusura bakma aşığım. Sazı bağlayana çözdürürler.
    - Benim şu yüzümden de öp, dedi.
    Boran dedi ki:
    - Benim dalgam bir gelir bir gider. Sen degil, Hürü kızı olsan öpmem; dedi.
    Kızlar bunun başına çoktular. Kimisi kulaklarındarı tuttu. Fıkara kız getirdi, Boranın ağzına yüzünü sürdü. Boran fırsat buldu, hacamat gibi o yüzden de yapıştı.
    Kızdan ayırılınca, Küpeli kimseye deme diye, buna bir avuç dört altın daha verdi. Boran ordan çıktı. Arkadaşlarının yanına geldi. Kendine elbise yaptıran ağası:
    - De bakalım Boran, oradaki yaptığın işleri bir türküyle söyle.
    - Aldı Boran bakalım ne dedi:

    Gene bulandı da yüzü havanın
    Şahan gezer sulağında turnanın
    Top kara perçemli güzel sevenin
    Can cefa götürmez hey kara gözlüm

    Güzeli sevmesin ne bilir ahmak
    Sevip sevip de cemaline bakmak.
    Fırsatın düşürüp yanaktan öpmek
    Can cefa götürmez kız kömür gözlüm

    Beni del'eyledi kaşınan gözler
    Taramış zülfünü gerdana düzler
    Kehribar dudak da balaban yüzler
    Yüzünü yüzüne şiir kömür gözlüm

    Der ki Deli Boran da aslın soyusa
    Belin ince ise usul boyusa
    Aşığa verdiğin bahşiş buyusa
    Vallahi billahi az kömür gözlüm

    Kız bunu duyunca:
    - Amanın kızlar, şu aşık bizi halka malamat etmesin.
    Bir avuç dört altın daha götürdüler. Boranın içine bir ateş düştü. İsterse dünyayı verseler gözünde fiske kadar yok. Kızın yanına çıkmaya da imkan yok. Kendiliğinden bir kurnazlık düşündü. Gider ben dayımı bulurum. Dayıma nişanlıyım diyerek, dayımı kandırırım. Bu kızı almaya çabalarım. Oradan şehrin içine doğru düşüne düşüne yürüdü. Baktı ki ihtiyar bir kahveci var. Varayım hem şurdan bir kahve içeyim, hem dayımı belki bilir, şundan sorayım, dedi. Kahveye vardı.
    - Emmi bana bir kahve yap bakalım dedi.
    Kahveci kahve getirdi. Boran kahveyi içtikten sonra, çıkatdi bir kırmızı lira verdi. Kahveci dedi ki;
    -Oğlum, ben bunu bozamam. Benim kahvemin sermayesi bir lira yok, dedi.
    - Boran dedi ki:
    - Emmim, benim kahveye verecek başka param yok mu? Gönlümden o koptu. Onu verdim, dedi. Sen bize bir kahve daha yap, dedi.
    Kahveci kahveyi yaparken:
    - Oğlum, sen bir haneden evladı görünüyorsun, dedi.
    - Kimlerdensin, dedi.
    - Babamı bildiğim yok, dedi. Fakat anam Irışvan oğlunun bacısı imiş.
    - Kahveci buna dedi ki:
    - Ulan, sen Irışvan oğlunun yiğenisin de, koltuğu damdıralı buralarda ne geziyon, dedi.
    Boran dedi ki:
    - Emmi; ben de dayıma gitmek istiyordum amma; nerde olduğunu bilmiyorum. Ve de öldürür diye de korkuyorum.
    Kahveci dedi ki:
    - O adam seni çok aradı. Senden başka hiç bir mirasçısı yok, o adamın. Sana bir de kağıt yazayım, bu kağıdı da ver. Irışvan oğlu benim bahşişimi verir. Boran kahveyi gene içti. Bir lira daha çıkardı verdi. Allahaısmarladık eyledi. Kağıdı koynuna koydu, yola düştü. Az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, günün birinde Irışvan oğlunu buldu. Düğnük evine vardı ki, dayısı orda oturuyor. Başında yüz, yüz elli çadırlı aşireti ile, sohbet ediyorlar. Boran da vardı, meclise oturdu. Irışvan oğlu kafasını kaldırdı. - E bire gençler, iki türkü çağırın da dinliyelim dedi.
    Meclistekiler, ben bilmem, ben bilmem, diye biribirinin karaltısına sokulmaya başladılar. O demde birisi Boranın sazına dokundu.
    - Aman beyim, burda bir aşık var, dediler.
    Irışvan oğlu yanına çağırdı Boranı. Baktı ki ufacık tefecik, genç bir çocuk. Bunu yanına oturtturdu.
    - De bakayım, oğlum, iki türkü söyle, dedi.
    - Aldı bakalım Boran, ne dedi:

    Nazlı dostum selam salmış gel diye
    Ara yerde engellerim var diye
    Açtı ak göğsünü bana em diye
    Emdiğim aklıma düştü efendim

    Nazlı dostum selam salmış gelmesin
    Ara yerde engelleri duymasın
    Eliminen ak göğsünün düğmesin
    Çözdüğüm aklıma düştü efendim

    Metini de Deli Boran metini
    Ne vereyim Küpelinin metini
    Ak bilekli samur kürklü hatunu
    Nişanlımı vermediler efendim

    Bunun adını Boran deyince:
    - Ulan, sen nasıl Boransın? Anayın adı neci? Babayın adı neci? Bana de, dedi. Boran derhal çıkardı; dayısının eline kağıdı verdi. Kağıdı okuduktan kerli, meclise döndü:
    - Arkadaşlar, bu işte, bizim kaçan kancığın oğlu Boran bu işte, dedi. Benim bundan başka hiç bir mirasçım yok, dedi. Buna hörmet eden bana da eder, dedi. Borana dedi ki: Senin türkünden ben bir şey anlamadım. Ne ise şu türkünün manasını bana de, dedi.
    Boran dedi ki;
    - Babamın öldüğünde anamın karnında imişim. Benim olduğum gece komşumuzun bir de kızı olmuş. Anam beşik kertme nişanlım eylemiş. Sonca anam da öldü. Ben elin arasında kaldım. Kız da çok zengin oldu. Şimdi vermiyorlar efendim, dedi.
    Irışvan oğlu dedi ki:
    - Oğlum, onun için hiç merak etme. Onu, eğer para ile ise, terazinin bir gözüne kızlarını koysunlar, bir gözünü de para ile tartar alırım.
    Boran dedi ki:
    - Vallahi parayla vereceklerini bilmiyorum.
    - Irışvan oğlunun bölük kabadayısı:
    - Beyefendi biz elin parasını yerken, biz paramızı mı yedirelim. Bana üç yüz atlı ver, ben gider basar alır gelirim.
    Peki, dedi. Baskın davulunu çaldırmaya başladılar. Atlılar toplandı. Bölük kabadayısı bunların içinden birem birem üç yüz kişi seçti. Irışvan oğlu kendi atını çektirdi Borana.
    - Buna da sen bin, dedi.
    Atlılar değnek oynaya oynaya yola düştüler. Antebin kenarına gelince kız bunların kalabalığını gördü.
    - Gene bize deveyinen görmiye gelenler var, dedi.
    Süslendi püslendi. Zülüfünü tarayıp, kendi kendine bir çekidüzen verdi. O deme atlılar yetişti. Borana:
    - Hangi evde, diye sordular. Boran da:
    - Şu evin içinde, arasında perde var, dedi.
    Kılıcını çeken evin üstüne yürüdü. Milletin haberi öldüm olacağım deyinceye kadar, kızı çıkardılar. Bir ata bindirip yola düştüler. Arkadan varan millete, kimisi dönüp harbetti. Böyle böyle Irışvan oğlunun hududuna gelince atlılar yığıldı kaldı Irışvan oğluna gelin geliyor diye müjdeci gitti. Gelin bir tarafında Deli Boran, bir tarafında da bölük kabadayısı, ikisinin arasında gidiyorlar. Kız şöyle baktı ki, bir yanında bir babayiğit var ki, hiç görülmüş kişilerden değil. Öte yandakine baktı ki, memleketlerindeki tanıdığı Boran.
    Dedi ki:
    - Yarabbi, eğer beri bu babayiğide gidiyorsam, Boran da bunların köylüsünden ise, bu adam beni öptüydü. Şimdi halka malamat olurum. Eğer Borana gidiyorsam, ne ise kaderimi çekerim. Böyle derken bölük kabadayısı da, uşak bizim götürdüğümüz kız nasıl ola, nasıl görürüm, diye aklından geçirdi. O demde bir kasırga geldi, kızın yüzünü açıverdi ki, buluttan ay çıkmış gibi. Oğlan o tekli, bunu böyle görünce aklı bokuna karıştı. Atın boynunu kucaklayıp aşağı düşmedi. Dedi ki aklından: Boran, ben bunu sana yedirirsem, bu babayiğitlik bana haram olsun, dedi. O demde Irışvan oğlu da karşıladı. Bir çadıra gelini indirdiler. Düğünler kuruldu. Çalıp çığrıldıktan sonra, gerdek gecesi, Boran dayısının eline, müsaade istemiş de vardı. Dayısı dedi ki:
    - Yürü yiğenim. Sana üç gün müsaade. Üç günden sonra gel. Arkadaşlarınla görüş, tanış, konuş akşamleyin çadırına git, dedi.
    Deli Boran dayısının elini öperek çadıra doğru yürüdü. Bölük kabadayısı dedi ki:
    - Dayıyın evladı olmadığından vicdanı kısa, dedi. Üç gün müsaade de ben alım, dedi. Git altı günden sonra gel, dedi.
    Çok memnun oldu. Bölük kabadayasına:
    - Sağ ol, dedi.
    Çadıra vardı. Üç gün kaldı. Üç gün sonra bölük kabadayısı Irışvan oğlunun yanına geldi. Konuştular. Konuştuktan sonra kalmak istedi. Irışvan oğlu dedi ki:
    - E bire bölük kabadayısı, gitme. Boran da gelecek bir iki türkü söyletip de dinliyelim, dedi.
    Bölük kabadayısı güldü:
    - Eğer Boran o gelinin yanından üç günde dört günde çıkarsa, ben sana ne istersen veririm, dedi.
    Irışvan oğlu dediki:
    - Eğer Boran bugün gelmezse sen de ne istiyorsan; ben de veririm, dedi. Bunlar bir katar deveye bahsettiler. Beklediler. Akşam oldu Boran gelmedi. Sabahtan oldu, gene bahsettiler, gene gelmedi. Üçüncü gün gene bahsettiler, gene gelmeyince, Irışvan oğlu dedi ki:
    - Zaten bunun anasında meymenet yoktu ki danasında olsun. Bugün cellatları çağırın Boranın boynunu vurduracağım, dedi.
    Meğer bunların bir yere baskın ederlerse, davul döğdürmek adetleri imiş. Adam öldürürken de gene davul döğdürürlerimiş. Boranın altı günü yetince dayısının yanına yürüdü.
    Gelirken yolda bir adamcağız ras gelip:
    - Ulan, nereye gidiyorsun serseri, dedi. Dayın seni öldürecek, dedi. Boran:
    - Ne diye kadan alayım? diye şaşmaya başladı.
    - Öteki adam dedi ki:
    - Yavrum, aman beyler diyeceğine, sapa dağlar demen yeğ, dedi.
    Boran çadıra da dönmeden eğile eğile kaçtı. Gül tepesi derler bir dağa yerleşti. Ay geçti, yıl geçti, Irışvan oğlu hiç bir yerden bir haber alamadı. Fakat kızın feryadından hiç duramıyordu.
    Dedi ki:
    - Seni baban evine göndereyim, dedi.
    - Küpeli hatun dedi ki:
    -Borandan haber olmayınca, ölürsem gene gitmem, dedi.
    Irışvan oğlu bunu duyunca, kızın çadırını kendi çadırına kazığa kazık bağladı. Boran bu düstur ile yedi sene gezdi. Açık, çıplak. Sırtta pırtı kalmadı. Her yeri ayı malağına döndü. Kıllandı. Fakat elindeki sazda da bir tek tel kalmış. Böyle gün geçirirken, bir gün arefe günü, Irışvan oğlunun serkaplan avcısı varmış, bu avcı diyor ki
    - El sabahtan kurban kesecek. Bizim kesecek bir şeyimiz yok. Ben de çocuklara bir av vurayım, beline bir örme sardı; tüfeğin fellesinin barudunu yeniledi. Gül tepeye doğru gitti. Gül tepeye vardı ki dağın içinde bir pınar var. Başında çok iz var. Oraya bir evsin eyledi. Buraya bir av gelir diye beklemeğe başladı. Dururken öteden bir kıllı mıllı bir şey çıktı beklemeye başladı. Avcı baktı ki, insan dese insan değil, ayı dese ayı değil. Bu cırtnavul diye hökmeyledi.
    - Şu gelsin ellemem buna para bekçisi derlerdi. Şu parayı yokladığı yeri iyice öğreniyim. Ondan sonra bir kurşun sıkayım, dedi.
    O demde Boran suyun başına geldi. Pınardan bir su içti. Derinden of diye bir iniledi. Elini yüzünü yudu. Gül tepesi denilen başındaki taşın üstüne çıktı. Başladı sazını tın tın ettirmeye
    Avcı dedi ki:
    - Bu cin olmaya cin ya, bu donunu değiştirip duruyor ya... Donunu değiştirmekle beni korkutamaz, dedi. Boran durup dururken türküye başladı. Bakalım ne demiş:

    Ben de çıktım gül tepeye
    Seyir ettim ellerine
    Ağbaz ağbaz eller konmuş
    Sevdiğimin çöllerine

    Ağca cerenin sekişi
    Sevdiğimin hub bakışı
    Muradın coşkun akışı
    Benzer gözüm sellerine

    Gülüstanın gülü kokar
    Hublar yanağına sokar
    Murat derler bir su akar
    Güvel konar göllerine

    Hocam hocalar hocası
    Okudum çıktım hecesi
    Bu gün de bayram gecesi
    Yar kına yaksın ellerine

    Bunu diyen Deli Boran
    Sevdiğine meyil veren
    Şu işime sebep olan
    Duman çöksün yollarına

    "Deli Boran" deyince avcının aklına tıpadan düştü. Ayaklarını çıkardı dağa yukarı dırtmanı dırtmanı çıktı. Boranı arkadan ağrı hemen yakaladı.
    Boran baktı ki kendini avcı tutmuş: Avcıya:
    - Eline ayağına kurban olayım, beni koyver dedi. Avcı da dedi ki:
    - Ulan vicdansız, elin kızı senin için gözlerinden kan döküyor. Dayım da senin için öyle yaslı duruyor.
    Boran dedi ki:
    - Avcı ben bunlara inanman. Tabii beni öldürmekteki maksadı kendi alacaktı. Öyle ise yedi senedir beri ne Küpeli hatun kaldı, ne de Boranın acısı.
    Avcı yemin etti.
    - Vallahi Küpeli de bir yere gitmedi. Dayın da seni öldürmek emelinde değil. Senin için ah dedikçe tütünü burnundan çıkıyor. Böyle olduktan keri seni ölsen değil, çatlasan gene götürürüm.
    Elini arkasına bağladı. Boğazından da bir örme bağladı. Dedi ki:
    - Eğer seni öldürecekse, gider görürüm. Senin için buraya yerleşip seni dağda beslerim, dedi.
    Avcı bunu çekerek, evine doğru yürüdü. Halakanın itleri başına çoktular. Bu adam çadırına eletti. Çadırın direğine bunu iyice bağladı, Avradına tenbih eyledi:
    - Sen bunu kaçırırsan seni öldürürüm, dedi.
    Avrat fukara korkusundan ne çadırı terkedebiliyordu, ne Boranın yanına varabiliyordu. Avcı beyin yanına vardı. Baktı ki Irışvan oğlunun gözlerinden akan yaşlar dolu gibi gidiyor.
    - Aman beyefendi, hasta mısın? Yoksa bir ağrır yerin mi var? Ne diye ağlıyorsunuz? dedi.
    - Yahu avcı, dedi, ben ağlamayım da kimler ağlasın, dedi. Görüyon mu şu elin kara saçlısını, çok yok çocuk yok, böyle gözyaşı döküyor. Babası evine salıcıyım gitmiyor. Boranın öldüğüne kanaat getirmeyince gitmem diyor. Ne var avcı, sen de gezdiğin yerlerde bir adam üleşi bulabilirsen getir. Şu avradı başımızdan defedelim, dedi.
    Avcı dedi ki:
    - Efendim bunu şayet bulsam, bunu emelin öldürmek mi?
    Irışvan oğlu dedi ki;
    - Yahu avcı, öldürme değil, bu adamı, öldürmeyi şuraya koy, bundan başka benim mirasçım yok. Bu adam hiç mi değil benim elimin altında terbiye olursa, benim yerimi issiz etmez diye umudum var idi. Allah sebebine koymasın, dedi. Şimdi elime geçerse bütün servetimi ona vereceğim.
    Avcı hiç bir lafa varmadan ordan çıktı. Irışvan oğlu da arkasından:
    - Dediğim haa... Dediğim haa... diye çığırdı.
    Avcı eve vardı, Borana dedi ki:
    - Ulan, yavrum, senin için dayın kan yaş döküyor. O Küpeli hatun da saçlarını yolup ağladıkça, yürek böbrek koymuyor, Seni götüreceğim, dedi
    Boran dedi ki:
    - Avcı kadan alayım, beni dayım nasıl olsa öldürür. Gel koyver de başımı alayım da gideyim.
    - Ulan yavrum, seni öldüreceğini bilsem, beni dünya malına garkeyleseler seni götürmem. Fakat ölmiyeceğine kanaat ettim:
    Boranın sırtını başını yüzünü tıraş eyledi. Ayağına şalvarını verdi. Sırtına abasını giydirip, bileğinden sıkıca tutarak Irışvan oğlunun yanına getirdi.
    - Aha düşmanın, aha kılıcın, elinle öldür bey, dedi.
    Irışvan oğlu Boranı görene tekli, gözlerinden öpüp:
    - Yiğenim, bütün servetim senin olsun. Bana hakkını helal et, dedi.
    Halk Boran tutulmuş diye, Irışvan oğlunun çadırının altına geldi.
    Dedi ki:
    - Yiğenim sana ne sebep oldu da kaçtın? Şu sebebi söyle de ben de anlayım, dedi.
    - Dayım, sazınan mı söyleyim, sözünen mi söyleyim, dedi.
    - Yiğenim, eğer sazınan söylersen daha memnun olurum, dedi. O demde beğ kalan Irışvan oğlu, hiç kimse bir yere kımıldamıyacak diye, güvendiği adamlardan nöbetçi dikti.
    Aldı bakalım Boran başından geçen hikayelere ne dedi.

    Efendim efendim Irışvan oğlu
    Aşkın elinden de ciğerim dağlı
    Yedi yıldır beri kollarım bağlı
    Gümanına bu günler de çözülür

    Bu beyti söyleyince, Irışvan oğlunun daha yüzüne gelmeyen Küpeli hatun, Boranın sesi kulağına gidince, çadırın sıtırını yararak meydana çıktı. Boranın gözü gözüne ras gitti. Boran bunu görünce türküsüne devam etmeye başladı.

    Odanda çalınsın alışkın sazlar
    Bahçende yayılsın kumrular kazlar
    Gördü gene Küpeliyi şu gözler
    Ah ettikçe kara bağrım ezilir

    Efendim efendim benim efendim
    Elbet günlerinde gamsız gezilir
    Ben de hizmetinde kusur m'işledim
    Şeytan var arada yoldan azılır

    Boranım derkine böyle mi olur
    Aşıklar öğüdün ustadan alır
    Af eyle kulunu efendim nolur
    Beyte gitmiş gibi sevap yazılır

    Böyle dedi.
    Dedi ki:
    - Pekiyi yiğenim. Aradaki şeytan kimse, aradaki şeytanı dilden söyle, dedi.
    Dedi ki:
    - Dayı, sen o gün bana üç gün izin verdin. Sonra çadırdan ayrılınca bölük kabadayısı geldi dedi ki yavrum dayın evladı olmadığından vicdanı kısadır, dedi. Üç gün izin de ben aldım, git altı günden gel, dedi. Altı gün sonra ben gelirken bir adam ras geldi. Bu davul niçin döğülüyor, diye sordum. Ulan yavrum, dayın seni öldürecek de onun için davul döğdürüyor, dedi. Aman beyler diyeceğine, sapa dağlar de, başını kurtar, dedi. Ben oradan kaçtım. Gül tepesine yerleştim. Meyve zamanı meyve yedim, ot zamanı ot yedim. Çok zaman da açlığınan geçti günüm. Sebebinin kim olduğunu bilmiyorum.
    Irışvan oğlu:
    - Senin sebebini ben bildim. Şu bölük kabadayısını getirin, dedi Bölük kabadayısın getirdiler.
    Dedi ki:
    - Senin kafanı vurdurmam. Seni efrin cefrin öldürürüm, dedi. Bir katır getirdiler. Bölük kabadayısını boğazdanı bağladılar, katırın kuyruğuna. Oradaki olan çocukların eline birer teneke verdiler. Katırı koyverip, çocuklara tenekeyi çalın dediler. Tor katırın arkasında parça parça ettiler. Yeniden kırk gün toy düğün etti. Yeniden nikah yaptırıp, onlar yeyip içip mırazını aldı. Siz de alasınız.

  4. #44
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Gözüm Yaşı Terme Çayını Tutuyor

    Adı Mart. Anadolu bozkırında orta halli küçük bir köy, Çankırı'nın Şabanözü ilçesine bağlı. İnsanları tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Yoksulu bol, kendi yağıyla kavrulanı azdır. Öykümüzün kahramanı Ahmet de bu köyün yoksullar bölüğünden. Babadan yetim keleş bir delikanlıydı. Çalımlı değil ama, sevimli, yumuşak huylu, yüzü yolda bir gençti. Babası ölür ölmez anasıyla birlikte el kapılarında koşturdu yıllarca. Irgatlık yaptı, çöne durdu. Çile hamurunu genç yaşında köyünün taşı toprağıyla yoğurdu. Anasıyla birlikte muhanette muhtaç olmadı. Yumruk kadar bebe iken işe başladı, çalışa çabalaya onsekizine ulaştı. Günün birinde, "askersin, hazırlan bakalım" dediler. Vardı kasabaya muayene oldu. Kusursuzdu, sağlamdı, Verdiler sülüsünü, çekti gitti askere gitti. Vatani görev yeri: Erzincan 58. Topçu alayı.

    İki yıl sonra kutsal görevi yüz akıyla bitirdi geldi Ahmet. Geldi ya, baba ocağında gördüğü, giderken bıraktığı gibi değildi. Anası eski gücünü direncini kaybetmişti. Beli eğilmiş, saçları ağarmıştı. Ahmet'in gözünde bugün var yarın yoktu. Birkaç gün gezindikten, askerliğin havasını unuttuktan sonra verdi kararını. "Anacığım, yetmez mi benim için çektiğin? Bunca yıldır el kapılarında ağarttın saçlarını. Benim için süpürge ettin. Gece gündüz demedin çalıştın. Bundan gayri kendi evimizin işine bak. Ben çalışayım sen kazancımın bekeri ol..." Sevindi anası. Çünkü O'na güveniyordu. Tek desteği kayınıyla oğlu Ahmet'ti.

    Ahmet vine el kapılarında gece gündüz ırgatlık yapmaya başladı. Tek düşüncesi para kazanmaktı. İhtiyar anasını mutlu etmek, onun sağlığında evlenmekti. İstedi ki, bir gelin hürmeti, bir kaç torun yüzü görsün anası...

    Bu düşlerle bir kış mevsimi gelip geçti. Günler ilkbahara dayandı. Mart ayı çıkar çıkmaz Mart köyünün dağı-ovası, deresi tepesi renge boyandı. Bağları ekilmeye, bostanları dikilmeye başlandı. Madımaklar yollarda ekinler tarlalarda yeşerdi. Ya Ahmet'in umutları? Baharla birlikte onun duyguları da kabardı. Köyün güzel kızlarından birine, Güllü'ye gönlünü kaptırdı. Uzaktan uzağa seviyorlar derdini bir türlü duyuramıyordu. Mahalledeki çöpçatan Emine'yle haber göndererek sevdiğini belli etmeye çalıştı. Kendi açarsa olmazdı. Çünkü Güllü'nün adını dillere destan etmek istemiyordu.

    Güllü güzel, Güllü alımlı kızdı. Gönlü ganiydi.Öyle yükseklerden uçan, kendini ağıra saran cinsten değildi. Ağa oğlu, bey oğlu, ırgat, dal kadın çocuğu nedir bilmezdi.Bir insan çalışkan mı, evine köyüne bağlı mı, mert mi, ince mi, yüreği yufka mı, bunlara bakardı... Güllü bu nitelikleri Ahmet'te gördü, gönlü onun gönlüne su gibi aktı. O yılın Kurban Bayramı şenliklerinde arkadaşlarıyla tura oynarken iyice bakıştılar. Boyunu boyuna, huyunu huyuna yakıştırdı. İki göz, iki gönül bir oldu uzaktan Güllü Ahmet'e Ahmet'te Güllü'ye tutuştu. Ne var ki, köylük yer istenen her şey öyle açıkta olamaz ki! Sevenler buluşamaz ! Ne olacaksa gizli saklı gözden uzakta, gönülden can cana...

    O yıl, Mart köyünün baharı iyice canlanınca işlet artmaya başladı. Herkes işine gücüne daldı. Bağda-bostanda, yaylada-ovada çalışmalar kızıştı. Güllü kız elinde çapa bel bostanda ötekilere, o bağdan bu bağa koşmaya başladı. Sıcaklar ortalığı, aşk ateşi gönlünü sarınca ne yapacağını bilmez oldu. Kuşluk zamanı köye geliyor, helkeleri kaptığı gibi davar sağmaya koşuyordu yaylaya. Çünkü Ahmet zaman zaman köyün sürüsünü güdüyordu. Gezik kime gelirse o çoban oluyordu baharda.

    Ahmet bir gün yaylada kararını verdi. Ahladın gölgesinde davar sağan Güllü'nün yanına yaklaştı. "Bereketli olsun" dedi kısık bir sesle. Güllü şaşırdı. Döndü baktı ki, Ahmet yanıbaşında. İlk kez duyuyordu bu sesi. Süt sağdığı helkeyi heyecanla kendine doğru çekti. Sağdığı koyunu bıraktı, gürneğin arasında ayağa kalktı. "Hoşgeldin" dedi utanç bir sesle. Fakat elleri titriyor, gözlerinin içi gülüyordu. Ahmet'in sesindeki titrekliği, gözlerindeki parlayışı ilk kez yakından seziyordu. "Oturalım mı" dedi Güllü."Bilmem sen bilirsin istersen" dedi. Ahmet. Her ikisi de ahladı gölgesindeki sağmal koyunların arasına çöktüler. Dereden tepeden bir süre konuştular. Yan yana ilk buluşmastıdı çünkü bu. Ahmet yaşlı anasından, Güllü hırçın gardaşından söz etti. Buluştukları görülsün, konuştukları duyulsun istemiyordu Güllü. Ama Ahmet, kestirdi attı; niyetini açıkça belli etti o gün. "Seni istetecem, babana dünür gönderecem" dedi. Bu sözleri duyunca, bir hoş oldu Güllü kız. Sevincinden yüreği hopladı. "Beklerim, en kısa zamanda beklerim" dedi süt helkesini kaptığı gibi köye doğru yöneldi.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119750

    O günden üç gün sonra gezik biter bitmez köye döndü Ahmet. Bir akşam, yaşlı anasının dizlerinin dibine oturdu. "Anacığım" dedi. "Benim için bunca yıl saçını süpürge ettin, babasızlığın acısını duyurmadın, beni bugünlere getirdin. Başımızı sokacak evimiz var, askerliğimi de yaptım, sıra evlenmeye geldi. İsterim ki, bir gelinin olsun. Benim gönlüm Güllü kızı ister. Severiz birbirimizi. N'olursun bir istet babasından!..."
    - Doğru diyorsun yerinde zamanında söylüyorsun Ahmed'im" dedi anası. "Bilirim ki seversin Güllü'yü, o da seni beğenir; lakin babasıyla deli gardaşlan ne der bu işe?" onlar yükü yeceye yıkan cinsinden. Başımıza bir dert açmasınlar.
    "Bir kere deneyelim" dedi Ahmet. Anasını razz etti ve Güllüye dünürcüleri gönderdi...

    Ahmet'in dünürcüleri bir Cuma akşamı çaldılar kapıyı.
    Selam sohbetten sonra çıtlattılar geliş niyetini. Daha Güllü'nün adı geçer geçmez dikildi kardaşları. Küplere bindi babası.
    "Olmaz! Bu iş için geldinizse kapım size kapalı. Ahmet önce bir karnını doyursun. Benim, ayak yalın çıplak karın gezene verilecek kızım yok" deyip kesti sözü.
    Güllü, direniyordu yandaki odada. "Ahmet'ten başkasına varmam!" diyor babasına ağalarına kızıyordu. Anası anlamıştı Güllü'yü. Ama söz hakkı yok ki.. "Sus kızım, baban ağaların duyar sonra. Ne'der de dikiliriz karşılarına?"

    O gece, Güllü verilmedi, gerçek değişmedi. Birbirlerini sevenlerin aşkı sürüyordu. Ahmet Güllü'ye, Güllü Ahmet'e bağlıydı. Çünkü daha önce söz vernişti Güllü. Gerekirse, babası vermezse, gardaşları önüne geçerse kaçacaktı.

    Öte yandan Ahmet, dünürcülerin haberlerini duyunca şaşırdı. Olup bitenleri bir güzel öğrendi. "Ayak yalın, çıplak karın!" Ne demekti bu? Güllü nün babası nasıl söylerdi bu sözü!... Oturdu uzun uzun düşündü. Önce anasına, köyün uslularına, can ciğer arkadaşlarına danıştı. Kendine verilen öğüt, "sabret bekle umudunu yitirme... "Ahmet Umudunu yitirmedi, bekledi bekledi." Belki düzelir" dedi içinden. Babasını saydı, gardaşlarının önüne geçmedi Güllü'nün. Ama ne yapsa ne etse gerçek değişmiyordu. Ağır konuşanlar, her yerde hor bakan konuşmaz olmuştu Ahmet'le.
    Aradan birkaç gün geçince Güllü'den hater geldi."Kaçırsın beni" Bu gece sabaha karşı tan yıldızı doğar doğmaz bizim arılıkta beklerim onu..." Ahmet, hem şaşırdı, hem sevindi. "Bu durumda geri durmak olur mu? Niçin yaşıyorum, kim için taşıyorum bu canı? Ölürsem Güllü'nün yolunda öleyim!.."

    Zamanında beklendiği yere vardı Ahmet. Baktı ki arılıkta saklanmış bekliyor Güllü. Ayakları lastik, başında dülbent, sırtında bir ak gecelik. Meğerse, epeydir ağaları, Güllü kaçmasın diye urbanlarını kendi yastıklarının altına saklamış. Ahmet durumu öğrenince, bir oldu güldü, bir oldu düşündü. yapacak bir şey yoktu artık. Gömleğini çıkanp Güllü'ye giydirdi ve tuttular Karaören'in yolunu. Karaören komşu köy. Sığınacaklan en emin yer orası. Dayısının evine gidecekler, orada saklanacaklar bir kaç gün. Kâh yürüdüler, kah koştular ama Karaören altı saatlik yol. Iki saat sonra ortalık iyice ağardı. Bu dummda görenler olursa ne der? Güllü: "Böylece gidelim", Ahmet "Olmaz" dedi. "Kesin olmaz" Tuttu kolundan yakınındaki gölün yanına vardı. Baktı ki her taraf sazlık. Kamışlar, kındıralar adamın boyunu geçiyor. "Tamam" dedi burası iyi arkasından gelmesin diye Güllü'nün elini ayağını bağladı. Sesi çıkmasın, bağırmasın diye de ağzını... Ve öylece sazların içine bırakıp yürüdü. Niyeti dayısının köyüne varacak, durumu anlatacak, onların yardımını isteyecek. İki saat sonra Karaören köyüne vardı Ahmet. Dummu bir güzel anlattı. "Hoş beş, ne yapalım, nasıl edelim" derken bir saatte öyle geçti. Sonunda dayısıgilden urbaları aldığı gibi düştü yola. Kâh yürüdü kah koştu. Kan ter içinde çıkışından beş saat sonra, gün tepeye dikilirken Güllü'yü bıraktığı sazlığa geldi. Baktı ki, Güllü yok. Yerinde yeller eser. Fazla zaman kaybetmeden hemen geri döndü dayısının köyüne. Sırtını buz gibi ter kapladı dizlerinde fer kalmadı. "Güllü geldi mi' "Gelmedi"."Allah Allah nereye gitti peki?" Dayısı Karaören köyünden birini hemen Mart köyüne yolladı. "Sorun bakalım orada var mı?" Sekiz saat sonra haber geldi. Orada da yok. Böylece ertesi gün öğle vakti oldu. Dayısıyla birlikte köyün birkaç uslusuna, caminin imamına sordular. "Durum böyle iken böyle, ne yapalım ne edelim?"
    Köy imamı: "Oğlum Ahmet, sabahleyin erkenden sazlığın üzerindeki tepeye çık; kızı bağlayıp koyduğun tarafa bak; sivrisinek nereye topluca inip kalkıyorsa orada ara" dedi...

    Böyle yaptı Ahmet. Karaören'den geceleyin çıktı yola. Gün doğarken sazlığın üzerindeki tepeye çıktı. Baktıki, sivrisinek sürüsü Güllü'yü bağlı bıraktığı sazların beşyüz metre yakınına küme küme inip kalkar..

    Koştu oraya ki, ne görsün? Güllü cansız yatıyor yerde. Sivrisinekler üşüşmüş üstüne. Her tarafı şişmiş, davul gibi olmuş. Zavallı Güllü can havliyle çırpınmış çabalamış sürünmüş. Eli ayağı bağlı olduğu için kurtulamamış, ağzı kapalı olduğu için bağıramamış. Her tarafı çizik sıyrık, saz kesiği..."
    Bu durumu görünce deliye döndü Ahmet. Dizlerini çırptı, saçlarını yoldu. Ağladı ağladı. Bir şaşırdı bir ağladı. Sonra aldı başını ayrıldı oradan. Gitti ki o gidiş. Olay tez zamanda yayıldı. Duyanların görenlerin içi yandı. Nice nice yürekler parçalandı ağıtlar söylendi, destanlar yazıldı. Güllü'nün öyküsü, yörede bilindi, gençlerce ezberlendi. Bir sazın ezgisi eşliğinde dilden dile söylendi. İbretle dinlenen bir içli bozlak oldu yörede.

  5. #45
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Hekimoğlu

    Hekimoğlu derler benim de aslıma
    Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
    Konaklar yaptırdım döşetemedim.
    Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim

    Konaklar yaptırdım mermer direkli
    Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli
    Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi
    Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi

    Çiftlice Muhtarı puşttur pezevenk
    Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
    Hekimoğlu derler bir ufak uşak
    Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek

    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119751
    Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

    Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.

    İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

    Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

    Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
    kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.

    Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

    Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

    işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

    Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
    1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

    2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
    kadar geliyor ve burada ölüyor.

    Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

    Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
    Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir.



    Kaynak:
    Mehmet Bayrak
    Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri,
    Yorum Yayınları Ankara 1985

  6. #46
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Hem Okudum Hemi de Yazdım

    Hem okudum hemi de yazdım
    Yalan dünya senden bezdim
    Dağlar koyağını gezdim
    Yiten yavru bulunur mu

    Yavru yitmeye görsün bir kez. Bulunmaz. Değil dağların koyağı, ırmakların kaynağı, yaylaların çimeni, ovaların çiçeği, hiç bir şey, hiç bir kişi geri getiremez onu. Ehh ana yüreği bu. Dayanması zor. Dağlara düşüp araması doğal; ne ki giden geri gelmez. Şundan ki, yiten candır. Alıp yerine koyamazsın. Nefesin sonu çıkmaya görsün boğazdan bir kez. Dönüşü olmaz. Ama, ağlamak, döğünmek, türkülere sığınmak da insanların kendi elinde.

    Türkümüze öykü olan olay, 1930'larda Çorum'un Osmancık ilçesinin Hacıhamza kasabasında geçer. Kasabada köklü bir aile yaşar o yıllarda. Bu ailenin de Mehmet Bey adlı bir oğlu vardı. Mehmet Bey, geniş omuzlu, kaytan bıyıklı, iri kıyım bir delikanlıdır. Çevresindekilere yaptığı iyiliklerden ötürü de herkesin saygısını, sevgisini kazanmıştır. Yeni evlendiği eşiyle de çok iyi anlaşmaktadır. Hele eşi ona nur topu bir oğlan çocuğu doğurduktan sonra da daha mutlu olmuştur. Bir çocuk ki gözleri yumuk yumuk. Uzun, upuzun saçlar, tombiş bilekler. Anası bir yanını kendine benzetiyor; babası bir yanını. Bak Mehmet diyor karısı "çenesi, kafa yapısı, ağzı sana benziyor, gerisi bana" Mehmet Bey: "Ya parmakları" diyor. "Bak bak serçe parmaklarında eğrilik var. Tıpkı seninkiler gibi. Ama uzunluğu da bana benziyor parmakların". Çocuk daha bir mutlu ediyor aileyi. Evin havası birden değişiyor. Gelenler, gidenler çoğalıyor. Dosta ahbaba teller çekiliyor. "Bir oğlumuz oldu" diye. Uzaktan mektuplarla kutlayanlar. Sözün özü; evde bir şenlik, bir şölen. "Aaaa... İzmir'den Nurettin Amcalardan tel geldi. Kutluyorlar. Bu da Adana'dan Niyaz'lerden geliyor. Bu tel de Çorum'dan, ama tebrik teli değil. Bak hele Mehmet neymiş? "Şey Hükümet teli bu. Bir iş için çağırıyorlar. Gitmek gerek. Hükümet işi ihmale gelmez. Tez zamanda gitmeli' diyor Mehmet Bey. Vakit öğleyi geçkindir. Ama olsun Hükümetin çağrısı gecikmeye gelmez. Tez elden gitmeli. Varıp anlamalı işin aslını. Adamlarına seslenir. İki at eyerlemelerini söyler. Karısına da "İşim biter bitmez dönerim. Hem yavruma da ufak tefek bir şeyler alırım. Sana da giyecek gerekli. Elbiselerin bol geliyor üstüne. Gelen gidenimiz olur bu günlerde.

    Ele güne karşı ayıp olur. Bir kaç elbiselik alırım. Anamı da unutmamak gerek. İlk torunu kadının. Nasıl da yoruldu gebeliğinde senin. Meraklanmana gerek yok. Çorum ne çeker ki. Akşam Osmancık'a varırız. Sabahın erinde ordan çıksak, karanlık çökmeden tutarız Çorum'u.

    Mehmet Bey bir yandan bunları söylüyor; bir yandan da kucağına aldığı oğlunu seviyor. Kokluyor, öpüyor, bağrına basıyor. Bırakamıyor çocuğu kucağından. Ş aha kalkıyor, demeye kalmadan, silahlı iki kişi atlıyor yola. Saç-sakal birbirine karışmış, iki dağ adamı bunlar. Yolun dar boğazı. Yana yöne kaçacak yer yok. Ancak geri dönülebilir. Mehmet Bey de ona davranıyor. Ama, daha atını dönderir döndermez iki kişi de orada peydahlanıyor. "Canınızı seviyorsanız davranmayın. Kurşunu yersiniz yoksa. Boşaltın ceplerinizi, atlarınızı da bırakıp, koyulun yola" diye ünlüyorlar. Mehmet Bey bakıyor kaçış zor. Teslim olup, parasını silahını, atları vermek de işine gelmiyor. Gurur meselesi yapıyor. Bir anda atıyor kendini yere, silahına sarılıyor. Adamı da atıyor attan. Seyip kalan atlar, kişneyip tepiniyorlar. Aynı anda da kurşunlar vızılamaya başlıyor. Mehmet Bey bir ağacı siperlemiş kendine, basıyor tetiğe. Adamı da sol yanından ateşliyor silahını. Vuruşma epey sürüyor. Mehmet Bey'in de adamının da kurşunları azalıyor. Daha dikkatli kullanmak zorunda kalıyorlar kurşunlarını. Çok geçmeden onlarda bitiyor. Eşkıya azgın. Bir iki kez yine teslim çağrısını yapıp, basıyorlar kurşunu ardından. Mehmet Bey'den bir "Ah" sesi yükseliyor. Yığılıp kalıyor bir kenara. Adamı derseniz ağır yaralı yıkılıyor yere. Neden sonra ayıkıp bir bakıyor ki sağ yanında yatıyor Mehmet Bey. Cansız. Üstü başı kan içinde. Kendisi de yaralı. Cepleri boşaltılmış. Silahları da yok yanlarında.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119752

    Haber Hacıhamza kasabasına ulaşınca, anasını, karısını, hısım-akrabasını bir ağıt tutuyor. Kimi beşikte yatan üç günlük yavruya üzülüyor; kimi Mehmet Bey'in yiğitliğini dillendiriyor. Kişiliğini övüyor. Sonra tüm bu duygular, bir türküye dil oluyor. Hacıhamza kasabası da Osmancık ilçesi de dar geliyor Türküye. Yankılanıyor, yankılanıyor.


    Kaynak:
    Yaşar Özürküt
    Öyküleriyle Türküler 3
    İstanbul, 2002

  7. #47
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar


    Ne haldayım ala gözün süzenler
    Ne olur suna boylum gör beni beni
    Eşinden ayrılıp yaslı gezenler
    Her sabah, her akşam der beni beni

    Der ya! İnsan eşinden ayrılır da "vay beni beni" diye yakınmaz mı? Döğünüp yakınmakla kalmaz insan, az buçuk şairliği, âşıklığı varsa; saza söze döker içini. Tıpkı Hüseyin gibi.

    Hüseyin garip bir köy çocuğu. Sivas köylerinden birinde doğmuş. Askere gidene dek hiç ayrılmamış köyünden. Ne zamanki askerliğini yapmış dönmüş köye, anası çekmiş dizinin dibine. "Bak oğul, gayrı zamanıdır; seni everelim. Tez zamanda torun ver bana. Evimiz şenlensin" demiş. Ana sözü ata sözü. Ne desin Hüseyin. Bulmuş dengince birini, evermiş Hüseyin'i. İyi ama, geçim zor. Tarla takım hak getire. Şu kapı senin, bu kapı benim. Irgatlık, tutmaklık karın doyurmuyor ki. Üç günlük yiyecek çıkıyor, sonrası yok. Bir gün anasına "Bak ana, ikiydik üç olduk. Yakında dört olacağız. Bu geçim geçim değil, bir şeyler yapmak gerek. Ben gurbete çıkıp iş tutmak istiyorum. Üç-Beş kuruş biriktirir de bir kaç dönüm tarla edinirsek, bir güvenimiz olur. Eker biçer, geçinir gideriz". Anası "hık-mık" etmiş ilkin, bakmış ki Hüseyin kafasına takmış bir kere. "Yolun açık olsun oğul. Sağlıkla git, sağlıkla gel" demiş. Hüseyin anasıyla, karısıyla vedalaşıp, tutmuş gurbetin yolunu. Şurası senin, burası benim derken, varıp İstanbul'a ulaşmış. Ulaşmış ya, ha deyince iş bulamamış. Ekmek aslanın ağzında. Sokaklar işsiz dolu. Bir hemşehrisinin kaldığı hana yerleşmiş Hüseyin. Handakilerin çoğu gurbetçi. Çoğu da işsiz. Hazırdan yiyorlar. İlkin ufak tefek günlük işler bulmuş Hüseyin. Boğaz tokluğuna çalışıyor nerdeyse. Elinde avucunda bir şey kalmıyor. Bir dolu iş değiştirdikten sonra, bir fabrikaya girmiş işçi olarak, bir gün, beş gün, bir ay, beş ay. Değişen bir şey yok. Hüseyin üç kuruş biriktirip bir yana atmaktan öte, geçim sıkıntısına düşmüş bir de. Sıla özlemi bir yandan; geçim derdi bir yandan. Bir de yalnızlık sarmış ki duygularını. Eh!.. Milyonluk bir kent; bir tek de Hüseyin. Yollar sokaklar insen seli. İnsanlar şen, insanlar şakrak. Bir tek Hüseyin garip. Boynu bükük Hüseyin, arada bir mektup yazıyor köyüne. Bir iki satır da onlardan geliyor. Ama yetmiyor ki! Geçim bir yandan, sıla özlemi bir yandan. Bir de on dönümlük tarla var ki gönlünde. Şöyle güzelinden, sulusundan. Taşı eksen bitirir cinsinden. Sözün özü, karma karışık Hüseyin'in kafası. Bir dalıyor. Kayboluyor. Gidiyor köyüne. Elleri dolu dolu. Anası, karısı, hısım akrabası bir güzel karşılıyor. Sarmaş dolaş. Giysilik kumaşlar, pabuçlar, urbalar. Tarlalardan tarla beğeniyor. On dönüm. Ama tarla! Taşı eksen bitirir cinsinden. Kolları sıvıyor. Bir ekin ekiyor. Bir ekin ki, o yörede görülmemiş. Boy dersen, insan kaybolur içinde. Başaklar koca koca. Bir gür, bir iştahlı ki, gören maşallah demeden geçmiyor. Çok yoruluyor Hüseyin. Ter alnından şıpır şıpır damlıyor. Ama olsun. Emek olmadan, yemek olmazmış. Böyle demiş atalarımız. Olsun! Ter olsun. Ter iyidir. Ter malı haller "Ter.. Ter" diye inlerken Hüseyin, bir eli de otomatik dokuma aracının kolunda bir ileri, bir geri gidip gelmektedir. Birden öylesine "ter" diye bağırır ki, yanından bir el uzanır Hüseyin'in omuzuna. " Ne o Hüseyin gardaş hasta mısın? Kendi kendine konuşup duruyorsun. Hem, hiç bu kadar terlemezdin çalışırken. Bir şeyin mi var?"

    Hüseyin ayıkır birden "Şey, bir şeyim yok be bacı. Memleketi düşünüyordum da."

    Gün o gün!. saat o saat. Artık Hüseyin de bir dost edinmiştir. Milyonluk kentte yalnız değildir artık. Derdini anlatacağı, yardım anlayış göreceği bir dostu olmuştur. Hüseyin'in de. Bir dost ki, tertemiz. İyi. Doğru. Çalışkan. Bir dost ki, sıcaklık veriyor insana. Yanında huzurlu oluyor insan. Leb demeden leblebiyi anlayıp, elini uzatıyor Hüseyin'e.
    Gün günü, ay ayı eskitiyor. Geçen her günle dostlukları daha da pekişiyor Hüseyin'le komşu makinada çalışan işçi kadının. Dostluk öylesine gelişiyor ki, gün geliyor Hüseyin onsuz; o Hüseyin'siz olamayacağını anlıyor. Uzun sözün kısası, evleniyorlar. İyi ama, Hüseyin evli zaten. Köyünde bekleyeni var. Ama gönül ferman dinler mi? Kimbilir, gönül mü ferman dinlemedi, yoksa Hüseyin aradığını bulduğu için mi başka şeyi düşünemedi, orası kayıp? Bir de şu var ki, köyünde evlenirken hiçbir tercihi olmamıştı Hüseyin'in. Yani "şu kız mı, bu kız mı" denmemişti. "Dengi dengine" demişti anası, o kadar. Hiç tanımadığı, huyunu suyunu bilmediği biriyle evlendirilmişti Hüseyin. Bütün bunları bir yana itmiş miydi? Anasından, köyünden kopmuş muydu Hüseyin?. İşte orasını bilmiyoruz işin. Eğer köyünden, anasından, karısından kopsa, öyküsünü sunduğumuz türkü olmayacaktı bugün.

    Anasını, karısını, köyünü birbir anlatmış Hüseyin, Suna'ya. Suna da hiç birine olmaz dememiş. "Senin köyün benim köyüm. Senin anan, benim anam sayılır. Karınla da bacı kardeş gibi geçinip gideriz. Köyün şartları dersen, seninle olduktan sonra her güçlüğü yenerim ben" der. Eee devir de eski devir. Arkadaş sen resmen evlisin. Bir daha evlenemezsin. Yasaktır, diyen yok.

    Sırt sırta bir süre daha çalışıp, köye dönmüşler. Dönmüşler ya, Suna İstanbul kızı. Ne de olsa konuşması, giyinişi, davranışı değişik. Kendisi, iyi hoş! Öyle kendini beğenmiş cinsinden değil. Zaten öyle olsa, kalkar alıştığı çevreyi bırakıp, köyün şartlarına razı olur muydu? Olurdu ya da olmazdı! Sorun o değil. Asıl sorun, kentte doğmuş büyümüş kızın, köy şartlarına tez zamanda uyamaması. Almış ortalığı bir dedikodu:

    "Hüseyin"in İstanbul'lu avradı çarşaf giymiyor. Hüseyin'in avradı ite, köpek diyor. Hüseyin'in avradı aşağı, Hüseyin'in avradı yukarı. Bir iki olsa, neyse ne! Gün yok ki yeni bir dedikodu gelmesin Hüseyin'in kulağına.
    Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. İnsan çeşittir demiş. Kısım kısımdır demiş. Her insan doğduğu, büyüdüğü yerin şartıyla oluşur demiş. Ama dinleyen kim? Her önüne gelen veryansın ediyor Hüseyin'in İstanbul'lu karısına. Hüseyin'se duygulu bir insan. Sanatçı yanı da var biraz. Sazı dinlenir, sözü sohbeti yerinde. Ama ne etmişse alamamış dedikoduların önünü. Uykuları kaçar olmuş. Hayal meyal düşlerle uyanır olmuş. Uyanmak için, uyumak gerek. Uyuyamıyor ki Hüseyin. Giriyor yatağa, çıkıyor yataktan. Kirpik kirpiğe değmiyor. Hayal mi, düş mü karmakanşık duygular içinde.

    "Bu böyle sürüp gidemez, bir şeyler yapmak gerek" diyor ve kararını veriyor. "Haydi İstanbul'a gidiyoruk. Ananı babanı göresmişsindir. Aylar geçti görmedin onları" diyor Suna'ya. Suna itiraz edecek oluyor. "Değmez o yolu çekmeye. Hele yaz olsun. Gidip gelmesi kolay olur" diyorsa da Hüseyin kararlı. Artık bu huzursuzluğa bir son verecek. Kalkıp düşüyorlar yola. İlçeye gelip, biniyorlar trene. İkinci istasyona geldiklerinde, Hüseyin'in bir elinde sazı, bir elinde su testisi iniyor aşağı. Su doldurup geleceğini söylüyor. İniş o iniş. İki dakika. Üç dakika geçiyor Hüseyin yok. Tren usul usul hareket ediyor, yine ortalıkta yok. Suna, bir bekliyor, iki bekliyor, sarkıyor pencereden çevreyi gözetliyor, Hüseyin yok. Arka kapılardan binmiştir deyip oturuyor yerine.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119753
    Aşağıda Hüseyin, trenin hareketiyle çıkıyor gizlendiği yerden. Alıyor sazını eline. Oturuyor bir taşın üstüne. Vuruyor tellerine sazın. Vuruyor ki, kızgın, öfkeli, özlemli. Yalvarıyor mu, bir şeylere baş mı kaldırıyor, orası kayıp!

    İnsan kısım kısım, yer damar damar
    Kaşların lamelif, gözlerin kamer
    İnce bel üstüne olayım kemer
    Yakışır güzelim, gör beni beni

    Hüseyin der, İstanbul'a gideyim
    Değmen bana bu dertten öleyim
    Güzelim kapına köle olayım
    Müşteri bulursan ver beni beni

    Ve avuçlayıp yüreğini, koyuyor ortaya. Köle olup satılmaya razı. Ama ayrılmak gelmiyor içinden Hüseyin'in. Ayrılmak gelmiyor ya, Suna'yı trene bindirip İstanbul'a gönderen de kendisi. Oturup ağıdını yapan da.
    Ne diyelim. Diyeceğimiz şu; kara tren almış götürmüş Suna'yı İstanbul'a. Hüseyin de dönmüş köyüne. Dönmüş köyüne ama, hali hal değil Hüseyin'in. İçine kapanmış. kimseyle konuşmuyor. Eski neşesi bitmiş Hüseyin'in. Bir tek dostu bağlaması. Çekiyor döşüne, çalıyor, söylüyor. O kadar. Günde özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in günden de eriyip akıyor. Rengi soluyor. Benzi atıyor. Çok geçmeden de, genç yaşta göçüp gidiyor dünyadan. Ardında tümü de özlem dolu, sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in.



    Kaynak:
    Yaşar Özürküt
    Öyküleriyle Türküler -3
    İstanbul-2002

  8. #48
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    İslam Oğlu

    Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış .

    İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış.

    Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor.

    İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor.

    Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119754

    Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor.

    İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir.

    Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır.


    İslam oğlu efem derler benim şanıma
    Üç atlı gelemiyor yanıma

    İslam oğlu iner gelir inişten
    Her yanları görünmüyor gümüşten

    İslam oğlu kale yapar taşınan
    Gözlerim doldu alkan ile yaşınan


    Kaynak:
    Ahmet Günday
    Bağlama Metodu
    Notaları ile Halk Türküleri
    ve Türkü Hikayeleri Nisan 1977

  9. #49
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    Kaçındasın Ümmü Gelin Kaçında (Gelin Ümmü-Ümmü'nün Türküsü)


    I
    Suya düştü tutamadım kolunu,
    Uzakta gitti bilemedim yolunu,
    Güzel de mevlam kısmet etmiş ölümü.
    Kanlı da çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
    Suna boylumu...


    Hey gidi çaylar hey!. Kanlı çaylar! Kuruyası çaylar. Katil çaylar hey! Hey ki hey! Gün olur şırıl şırıl akarsınız. Kurt-kuş, yazı-yaban; cümle yaratık su içer yatağınızdan. Tarlayı takımı sularsınız yer yer. Kimi yerde de barajları doldurur, ışık verirsiniz çevreye. Koca koca aletler sizden can alır. Sonra... Balık verirsiniz insanlara. Kuzu gibi yayınlar, pullular, alabalıklar. Sonra, sonra? Buharlaşır yağmur olursunuz, çifte çubuğa bereket salarsınız.

    İyi... Hoş; peki neden azarsınız bazen? Ceyhan olur gencecik kızları, oğlanları yutarsınız? Kadir'in memet yeni yetmeydi daha. Suç mu etti serinlemek için suya girmekle. Ya musto'nun oğlu? Ya danacı'nın kızı? Birer birer yem olmadılar mı ceyhan'a? Hepsini saymakla bitmez. Daha niceleri var. Ya fırat'ın yuttukları? Ya dicle'yi kış kıyamette taşlara basa basa geçmek isteyip de sulara yuvarlananlar! Ya, zap suyu! Ya kızılırmak!.. Gelinle birlikte, beşyüz atlı dökülmedi mi kızılırmağa? Şu... Bu. Neyse ne! Sonunda gelir gelir de, o güzelim çayların adını "kanlı çaylar" ediverir. Ölen de öldüğüyle kalır. "ehh kaderi böyleymiş. Kadir mevlam böyle istemiş" der, kapatır ağzını insan. Ama türküler var ya türküler. Kimse kurtulamaz türkülerin dilinden. Rezil eder insanı türküler. Anlayana çok şey der türküler. Anlayan anlar!.. "suya düştü tutamadım kolunu" derken, "bir köprü olsaydı çayın üstünde, ne ümmü gelin suya düşerdi, ne de ben kolunu tutmaya çalışırdım" der söyleyen. Ama devir eskiymiş, köprü yapma olanağı yokmuş, vız gelir türkülere... O; olması gerekeni bilir; olması gerekeni söyler. O kadar!
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119755

    Kimi ümmü'yü denizli'nin çal ilçesinin bekilli köyünde yaşatır; kimi, "gediz" diyenler var". Menderes diyenler var. Bir de, "dalaman çayına düştü ümmü diyenler var. Neyse ne! Bunlar kayıp! Bilinen şu ki, ümmü, güzel bir köy kızı. Güzel ama öyle tanıma gelmeyen cinsinden ümmü'nün güzelliği. Ay parçası gibi. Güzelliği herkesin dilinde. Köyün sınırlarını aşıp, komşu köylere de ulaşmış namı. "filan köyden, filanda bir kız var ki, mevlam övmüş de yaratmış. Daha yaşı onüç, ondört; ama boyu sülün gibi. Bir endam, bir çalım var ki, iyi kapılara nasip etsin yaradan". Bilen bilmeyen, duyan duymayan övgülüyor ümmü'yü. Ve gelip yamaç köylü ali'nin kulağına kar suyu oluyor ümmü'nün güzelliği. Aziz'in köyüyle ümmü'nün köyü yakın. İki köyün sabah horozlarının sesi karışır birbirine. Bağırsa duyulur birinden ötekine. Aralarından bir çay akıyor köylerin. Yazın kuruyup, suyu azaldı mı geçit veriyor. Ama kışın karı eriyip de köpük köpük kabarınca, geç geçebilirsen. Ancak üstülembeç taşını atlamak gerek çayı geçmek için.

    Aziz'in gönlüne, ümmü'nün güzelliği gelip oturuyor ya, ümmü'nün haberi yok bundan. Derken aziz'in köyünden ümmü'nün köyüne bir kız veriliyor. Kıza nişan takmaya gelenler arasında ümmü de var. Nişan evi de aziz'in yabancısı değil. Ortalık işlerine o da yardım ediyor. Konukları ağırlıyor. Gelenlere yer gösteriyor. Yiyecek, içecekleri dağıtıyor. Ha, aziz'in yakışığı da yerinde. Gösterişi iyi. Herkes de sevgi gösteriyor aziz'e. Ortalıkta fırıl fırıl dönüyor. Göz ucuyla da konukları süzüyor. Birden çarpılmış gibi sallanıyor yerinde aziz. Elindeki şerbet testisi düşüp kırılıyor. Gözgöze geliyorlar ümmü'yle. Ümmü de çarpılıyor birden. Aziz'in yakışığı onu da çarpıyor. Uzun sözün kısası, gözlerinden gönüllerine ılıklık akıyor ikisinin de. O kadar!

    Sonra, araya zaman giriyor. Arada karşı köye gittiği oluyor aziz'in. Uzaktan uzağa gözgöze geliyor ümmü'yle. İç geçiriyorlar, işmarlar, sonra da ayrılık. Bir aracı kadın buluyor aziz sonunda. Haber salıyor ümmü'ye. "böyleyken böyle. Babana dünür gönderip istetecem seni. Ne dersin?" Diye. Ümmü hazır zaten. Havalara uçmuş haberi duyunca. Gelgelelim babası inat. Güveni yok babasına ümmü'nün. Ya "yok derse. Ya kızımı başkasına verecem" derse, diye bir korku sarmış ümmü'yü.

    Üçbeş emmi, dayı bir araya getirip, karşı köye göndermiş aziz. Kendisi de, gidenlerin yolunu sabırsızlıkla beklemeye başlamış çay kenarında. Derken gidenler görünmüş uzaktan. Aziz koşa koşa ulaşmış yanlarına. Suratları asık hepsinin de. "adam kesti attı. Hatır gönül de kalmamış kimsede. Herşeyin bir yolu yordamı var. İnsan kestirip atmaz ki böyle işlerde. Baldırı çıplağın biri aziz. Davul dengince döver. Benim ona verecek kızım yok. Buraya da gelmemiş olun" diyor. Aziz'in beti benzi atmış. Neye uğradığını bilememiş. "dengi dengine ha!.. Görür o!" Demiş. O kadar!

    Çok geçmeden de ümmü'nün nişan haberi gelmiş. Babası tez elden bir tanıdığının oğluna vermiş ümmü'yü. Hem de ümmü'ye hiç sormadan. Gizlice de ümmü'den haber geliyor aziz'e: "ben gönlümce varmıyorum. Ne yapıp yapsın, götürsün beni aziz" diyor.

    Aziz de haber salıyor ümmü'ye, "sabret hele. Sabret ki herşeyin vakti saati var. Sen hazır ol yeter ki. Haydi deyince bohçan hazır olsun. Gerisine karışma."

    Çok geçmeden de düğün davulları vurmaya başlıyor. Ümmü derseniz ateş üstünde. Durmadan haber salıyor aziz'e: "daha ne bekliyor. Yoksa üç çocuk anası olunca mı kaçıracak beni. Yazık olsun erkekliğine" diyor. Sonunda aziz de diyeceğini iletiyor ümmü'ye. "koy ki, üç gün, üç gece davullar çalsın, zurnalar ötsün. Koy ki ağa baban, bey oğlu damadıyla yağlı ballı olsun. Koy ki düğün alayı seni almaya gelsin. Okuyucular ünlesin, pehlivanlar yağlansın. Şenlik şamata olsun. Albürgünü çemirle, bin atına. Sonra da dehle atı çaya doğru. Gerisine karışma."

    Ümmü'dür haberi bir iyice yarleştirmiş kafasına. Planını kurup, sonra da vakti saatini kollamaya başlamış. Ne zaman ki davul-zurna gelin alma havasını vurunca, ümmü'nün yüreği de bir inip, bir kalkmaya başlamış. Al atı çekmişler evin sekisine. Al duvağını çemirleyip, bir sıçrayışta binmiş ümmü ata. At şaha kalkmış ilkin. Sonra da ümmü'nün usta ellerine teslim etmiş kendini. Tozu dumana katarak gözden ıramış ümmü. Herkeste bir şaşkınlık. Kimi "at huylandı gelini kaçırdı", kimi de "ümmü gönülsüzdü zaten. Babası aziz'e vermedi diye aldı başını dağlara kaçtı" diyor. Kimileri de "ümmü babasına garez düğün gününde aziz'e kaçtı." Diyor. Tevatür çeşit çeşit.

    Öte yandan ümmü, sözleştiği yerde aziz'i bekler bulmuş. Vakit kaybetmeden, ata terkileşip çay boyunca kovmuşlar. Ta ki, çayın dar boğazına gelene dek. Dar boğazdaki üstlembeç taşına gelince, inmişler attan. İnmişler ya çay azgın. Dalgalar kudurmuş. Arkadan babasının adamları yetişti yetişecek. Gerçi atlamak zor. Ama, çay boyu at sürüp, yakalanmaktansa taştan atlamak daha kolay. En iyisi hızlanıp atlamak karşıya. İlkin aziz atlar taşa. Ümmü'yü tutmak için de elini uzatır. Ümmü de geri çekilip, hız alır. Atlar. Al duvağı ayaklarına dolaşır, suyu boylar. Aziz vakit geçirmeden atlar suya. Ama batar ümmü. Bir tek al duvağı yüzer suyun üstünde. Al duvağa sarılır aziz. Bakar ki boş. Atar elinden, dalar suyun dibine. Ama çay azgın. Dalgalar kuduruk. Sonra bir daha çıkar ümmü su yüzüne. Aziz o tarafa kulaç atar. Ama yetişmesine kalmadan, yine batar ümmü. Sonunda kolu kanadı kırık, çıkar su kenarına aziz. Çıkar da, ümmü'nün duvağı elinde ağlar ağlar.

    Geriden yetişenler aziz'i böyle görünce durumu anlarlar. Ümmü'nün babasına haber ulaşınca, "kızımı çaya attı. İsteyerek attı çaya. Kendine vermedim diye, boğdu kızımı aziz" deyip, doğruca karakola gider. Bir yandan davulcusu, okucusu ümmü'yü arar çayda; biryandan elleri kelepçeli aziz şehire götürülür. "kızımı istedi vermedim. Sanra da düğün günü o'nu kaçırıp aya attı. İşte tanıklarım var. Bu adamlar görmüş ümmü'yü aziz'in çaya attığını" diye yalancı tanıklarla mahkemeye başvurmuş ümmü'nün babası. Yargıç ilkin aziz'e sormuş: "ayağı duvağına dolaştı, çaya düştü" demiş aziz. Kapamış ağzını. Başka bir şey dememiş.

    Tanıklar bir ağız etmiş konuşuyorlar: "biz gözlerimizle gördük. Aziz attı ümmü'yü! Baban seni bana yar etmez; kimseye de olma! Diye itti çaya ümmü'yü." Deliller aleyhine aziz'in. Hiç de tanığı yok. Yani ki, aziz'den yana tek ifade yok. Hepsi kasten attı çaya diyor. Sonunda kararını açıklıyor mahkeme yargıcı: "tanıkların ifadesine göre ümmü'yü kaçırıp, cebren çaya atarak boğulmasına sebep olmaktan... Ölüme mahkum ediyorum" diyor. Aziz taş gibi. Aziz zaten ölü. Ümmü'sünü yitirmiş ki, dünya dar geliyor zaten aziz'e. Kararı dinliyor. Kılı kıpırdamıyor. Tınmıyor hiç.

    Devir de eski, yargıcın dediği dedik. As as!.. Kes kes! O kadar! Atıyor dama aziz'i. Günlerini sayıyor. Hiç kimseyle de konuşmuyor. Zaten ayrı bir hücrede. Sıkıntısını türkülere döküyor. Sesi de çok güzel aziz'in. Aziz'i ölüme mahkum eden yargıcın evi de yakındır cezaevine. Bir geceyarısı yargıcın karısı, aziz'in yanık sesiyle uyanır. Dinler. Çarpılır birden. Aziz ağlayan, yalvarmalı bir sesle ümmü'nün çaya düştüğünü öykülemektedir türküyle. Yargıcın karısı kocasını uyandırır. "kalk hele bey. Senin idamlık mahkumun sesi ne güzel. Nasıl da öykülüyor ümmü'nün çaya düştüğünü" diyor. Yargıçtır, kalkıp kulak veriyor aziz'in sesine.


    Ümmü

    Kaçındasın gelin ümmü kaçında,
    Sar(ı) altınlar dalabıyor saçında.
    Gelin ümmü kaldı çaylar içinde

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Coşkun çaylar akmaz iken harladı,
    Zalım düşman kollarını bağladı,
    Gökte melek, yerde insan ağladı

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Bir el attım kapamadım kolunu,
    Sarpa çattım bulamadım yolunu,
    Yaşın onbeş, mehel m(i) gördün ölümü,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Kapam dedim, kapamadım fesini,
    Ayın onbeşine benzer kesimi,
    Kulak verdim, duyamadım sesini,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Başından yazmanı yörükler aldı,
    Ağzından hızmanı balıklar aldı,
    Gayrı kavuşmamız mahşere kaldı,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Onsekizdir, siyah saçın örgüsü,
    Bu güzellik sana hakkın vergisi,
    Suya düştü ümmü kızın kendisi,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Davulcusu kaya dibi dolaşır,
    Seymenleri kuzu gibi meleşir,
    Evlerine kara haber ulaşır,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    Altın tası suya düşmüş dalabır,
    Sırma saçlar su üstünde yalabır,
    Şu gelinsiz gelen kervan banadır,

    Katil çaylar nere kodun ümmü'mü.
    Ümmü'mü ümmü'mü gelin ümmü'mü.

    ..............................................

    Suya düştü tutamadım kolunu,
    Uzakta gitti bilemedim yolunu,
    Güzel de mevlam kısmet etmiş ölümü,

    Kanlı da çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
    Suna boylumu.

    Kadı da geldi mahkemeler kuruldu,
    İfadesi mustantıktan alındı,
    Komşuları hakka niye yoruldu,

    Akmayası çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
    Suna boylumu.

    Üç giderim beş ardıma bakarım,
    Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim,
    Hem ayrılık, hem ölüm kahrı çekerim,

    Katil çaylar nerelere kodun ümmü'mü,
    Suna boylumu.

    "vay be!" Der yargıç. "vay ki vay! Aldanmışız. Yalancı tanıklara kanmışız. Suçlu olan hiç bu kadar içten söyleyebilir mi? Bunca güzel dillendirebilir mi olayı?" Deyip sabahı iple çeker. Mahkeme kararının düzeltilmesini sağlar. Aziz'i salar cezaevinden. Bu kez yalancı tanıklarla ümmü'nün babasını tıkar içeri.


    Kaynak:
    Yaşar Özürküt
    Öyküleriyle Türküler 2
    İstanbul, 2001

  10. #50
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    Icon4 Yanıt: Türkülerimiz Ve Hikayeleri

    II
    Bütün türkü öykülerindeki kızlar güzeldir ya; Ümmü hepsinden güzelmiş anlaşılan. Yaşadığı çağda onu delikanlılar paylaşamazmış; şimdi de ardından yakılan türkü paylaşılamıyor. Muğla'dan Eskişehir'e, Denizli'den Manisa'ya kadar nice Ege il ve ilçesi, Ümmü'nün yaşadığı yer olmakla övünüyor. Kimisi, "olay bizim burda geçmiş; Ümmü de Dalaman çayında boğulmuş" derken, kimileri, "Ümmü bizim hemşehrimizdir ve Gediz'de boğulmuştur" diyor. Bir başka ilçenin halkı Menderes'te boğulduğunu söyler Ümmünün. Aslında türküler böyledir; halkın ortak malıdır. Ege'nin tüm yörelerinde, Ümmü'nün öyküsü aşağı - yukarıya aynı şekilde anlatılır:

    Güzel Ümmü'nün talibi pek çoktu. Hayli zengin olan babası, onu, zengin bir ailenin oğluna vermek istiyordu. Ümmü'nün gönlüyse kuş olup uçmuş; Ahmet adlı fakir bir delikanlıya konmuştu.

    Ahmet, nice hatırlı kişileri koydu araya; gönlünü yapamadı Ümmü'nün babasının. Ürnmünün babası, "dediğim dedik, öttürdüğüm düdük" dedi ve kızını, çayın öte yakasındaki köyün ağasının oğluna verdi. Ümmü ak gelinlikleri giydi ama, gönlü karalar bağlamıştı.

    Düğün kuruldu; zurna öttü, davul vuruldu. Geldi çattı gelin alma. Ümmü gelin ata bindirilip, güveyinin köyüne doğru yola koyuldu. Köprüye gelince olanlar oldu. Valla, köprünün altından bir kartal uçtu da at mı ürktü; yoksa Ümmü intihar için kendini mi attı, bilinmiyor. Bilinen şu ki; Ümmü, gelinlikleriyle boz bulanık sularda buldu kendini.
    - İmdat! Yetişin! Kurtarın! diye bağıran çok oldu ya; çaya atlayan olmadı.

    Olup bitenleri uzaktan izlemekte olan Ahmet yel oldu esti, sel oldu aktı ve kaldırıp kendini çaya attı. Az ilerisinde bürgüsünü gördü Ümmü'nün; oraya kulaç salladı. Daha yetişemeden, kendi gömüldü azgın sulara. Oraya yüzdü bulamadı, buraya daldı bulamadı. Ümmü gelin gitti gider...

    Ümmü'nün babası, bu işi Ahmet'ten bildi. Kadıya, "kızımı çaya Ahmet itti" diye davacı oldu.
    Mahkeme kuruldu; ifadeler soruldu. Nezaretteki Ahmet, idam edileceğinden değil; sevdiceğini temelli yitirdiğinden, kara yaslara büründü. Hücresinin demir parmaklı penceresi önünde, sesini kapıp koyuverdi; acısından türkü yapıp koyuverdi.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkulerimiz-ve-hikayeleri/58604-turkulerimiz-ve-hikayeleri-5.html#post119756
    Ahmet'çik bilmiyordu ki; o pencere, Kadı'nın evine bakıyordu. Kadı türküyü dinleyince, Ahmet'in suçlu olamayacağını anladı ve onu aklayıp (beraat ettirip) salıverdi.

    O günden öte, Ahmet'in yaktığı "Ümmü Türküsü" halkın dilinden düşmez oldu.



    Kaynak:
    Hamdi Tanses
    Öyküleriyle Halk Türküleri - Notaları
    Önel Verlag

Sayfa 5/9 İlkİlk ... 34567 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Markaların Hikayeleri
    By yoLcu in forum Konusuz Konular
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 07.Temmuz.2008, 18:06
  2. Deyimler Ve Hikayeleri
    By soleil in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 08:21
  3. ilginç soyadı hikayeleri!
    By soleil in forum Konusuz Konular
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.Şubat.2008, 21:44
  4. İlginç Ölüm Hikayeleri
    By soleil in forum Konusuz Konular
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 13.Aralık.2007, 00:51
  5. Minibus Hikayeleri...
    By şehzade in forum Komik Yazılar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 15:24

Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.