ITRÎ

Klâsik Türk müziğini kubbe kubbe coşturan yücelten ilâhî bir ses bir nefes olup gönülleri büyüleyen büyük Türk bestekârı Itrî'yi saygıyla anmak gerek...
Bayram Tekbîri ve Salât-ı Ümmiye’siyle minarelerden kandil kandil yere yağan Na’t-ı Mevlâna'sıyla Mevlâna misali âşık olan âşkla dolan büyük müzisyen Itrî yarattığı şaheserlerle daha çok kitaplarda değil Türk Milletinin gönlünde ve dilinde yaşamıştır. Bu yüzden doğduğu yıl kesin olarak bilinemiyor.
XVII. yüzyılın ortalarında yaklaşık olarak 1640 yıllarında İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi yakınında Yayla diye anılan semtte doğdu. Asıl adı Mustafa olup Itrî mahlasını şiirlerinde kullanmıştır. Mustafa zengin ve kibar bir aileden gelir. Müziğe karşı büyük bir aşkı vardı.
Genç yaşındayken iyi bir öğrenim görerek zamanın konservetuarları sayılan mevlevîhanelere devam ederek mevlevî olmuş devrin müzik ustalarından ders almıştır. Bu ustaların başında büyük bestekâr Tanburî Hafız Post da vardır.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turk-buyukleri/56903-itr%EE.html#post116175
Itrî'nin ney üflediğine ve Galata Mevlevîhanesinde bir süre neyzenbaşılık yaptığına dair bir hikâye vardır.
Buna göre:
Sultan IV. Mehmed zamanında İstanbul Galata Mevlevîhanesine Derviş Çelebi şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyularak şeyhin posta oturacağı gün mukabele denen büyük bir ayin düzenlenir. Ayinden önce dergâh şeyhini tebrik için gelenler değerli hediyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semâhane” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak üzeredir derken kapıdan soluk soluğa saz gibi sararmış boynu büyük fakir genç bir derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. (Bu da kim?...) diye birbirlerine bakışırlar. Derviş ince bir tevazu ve edeple şeyhin elini öper sonra da koynundan bir ney çıkararak:
­ Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyâzımı bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim. der ve şeyhe uzatır. Şeyh neyi alır öper dervişe sorar :
­ Adın nedir senin?
­ Derviş Mustafa kulunuzum. Itrî de derler.
­ Bu ney senin mi?
­ Eyvallah!
­ Üfler misin?
­ Eyvallah...!
Itrî ney'ini üflemeğe başlar. Birdenbire sesler susar tüm davetliler kulak kesilir neye... Bu bir ses bir nefes değil yürekten dökülen âşk nağmeleri... Itrî üfledikçe coşar coşturur ney inledikçe hıçkırıklar artar gönüller düğüm düğüm çözülür koca salonda çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî'nin artık nefesi tükenmiştir. Başı şeyhin dizlerine düşer. Şeyh onu alnından öperek ayağa kaldırır.
­ Biz postun bahtında sen dostun gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı âşk derdini arttırsın. Aferin Itrî... diye iltifatlar eder.
Itrî o günden sonra bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak Naat-ı Mevlâna'yı burada besteler.
Itrî aynı zamanda üstad bir şairdir. Şiirlerini bir arada toplıyan Divân'ı ele geçmemiş ise de; dağınık şiirlerinden bu konuda oldukça ileri olduğu anlaşılmaktadır.
Devrin padişahı Sultan IV. Mehmed Kırım Hanı Gazi Selim Giray Itrî'yi takdir eden onu sarayına alan devlet büyükleri arasında gelir.
Osmanlı Sarayındaki fasıllara katılan Itrî'nin binden fazla eseri olduğu söylenirse de bugün bunlardan ne yazık ki çok azı elimizdedir. Dinî eserleri arasında Bayram Tekbiri gerçek bir şaheser olarak Türkiye sınırlarından taşmış İslâm memleketlerinde de okunmuştur. Her mevlevî ayininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlâna ise ölümsüz eserlerinden biri olmuş üç yüz yıldan beri okuna gelmiştir. Dindışı eserleri arasında çeşitli besteleri fasıllarda baş tacı edilmiş Türk müziğinin çiçekli bahçesi olarak tanımlanmıştır. Güftesi Nef-î'nin olan:
“Tûtî-i Mû'cize-gûyem ne desem lâf değil...” adlı segâh yürük semâîsi yine güftesi Nâbi'nin olan:
“Gel ey nesîm-i sabâ hatt-ı yardan ne haber...” adlı İsfahan zencîr bestesi ve daha otuzdan fazla bestesi ile Itrî sözde ve sazda Klâsik Türk Müziği’nin zirvesine çıkmış adını anıtlaştırmıştır.
Itrî müzikten başka bahçe ve meyveye de meraklı idi. Tabiatı seviyordu. Bahçesinde o zamana kadar görülmemiş çiçekler ve meyveler yetiştiriyor yeni cinslerde yeni renkler yeni lezzetler ve yeni rayihalar vücuda getirmek istiyordu. İstanbul’un ünlü “Mustabey Armudu”nu ilk defa Itrî yetiştirdi.
Itrî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinemiyorsa da ölüm tarihi kesindir. Yetmiş yaşına doğru 1712 yılı Ocak ayında İstanbul'da ölmüş Yeni Kapı Mevlevihanesi dışına gömülmüştür. Mezarının yeri de kesin olarak bilinememektedir.