Eve Dönüş filmi 12 Eylül işkence hatıralarını canlandırdı. Muhsin Yazıcıoğlu, Yaşar Okuyan, Celalettin Can gibi isimler dehşet anılarını anlattılar...
Onlarca film, yüzlerce kitaba konu oldu 12 Eylül.. 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi yargılandı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi... Ülke tarihinin bu en acı en karanlık günleri tekrar gündemde

Ömer Uğur’un “Eve Dönüş” filmiyle hafızalar canlanıyor.. İşkenceden nasiplerini alanlar 26 yıl sonra yaşadıklarını anlatıyor... İşte “Eve Dönebilenlerin” hikayesi...12 Eylül, 12 Düşünce, 12 İşkence öyküsü

6 yıl boyunca yerin 3 metre altındaki hücrede kaldım
CELALETTİN CAN (78’liler Derneği Sözcüsü)
(DEV-GENÇ İstanbul Başkanı’ydı)

Darbeden 5 ay sonra Malatya’nın Gürkaynak köyünde yakalandım. Askeri havalimanında bir barakaya koydular. 72 gün kontr-gerilla tarafından sorgulandım. Ben askıdayken hemşire bir kızı getirdiler. Onun acısı, kendi acımı unutturdu. Kızı soymaya başlar başlamaz beni yan barakaya aldılar. Kızın siyasi bir yanı yoktu... Sol görüşlü aranan iki akrabası yemek için bunların evine gitmiş, tek suçu bu... Beni sorgulayan 7-8 kişilik grup kıza 10 gün boyunca tecavüz etti. “Abi kurtar beni!” diye feryat ediyordu. Tecavüz edenler “Solcuların namuslu olduğunu bilmiyorduk, kız bakireymiş” dediler! Bunlar yaşanırken askıda patlayan omuzunuzun, yırtılan bacaklarınızın, kesilen tabanlarınızın sizin için bir anlamı kalmıyor. Malatya’nın ardından Elazığ’a götürüldüm. Askeri hastanenin morgunu hücrelere dönüştürmüşlerdi. Yerin 3 metre altındaydı. Ünlü 3 No’lu Özel Hücreler... Burada 6 yıl kaldım. Hava, su ve güneş yoktu. Hayatta kalmam için zorunlu havalandırma amacıyla kullandıkları bir odaya her çıkarttıklarında temiz hava beni çarpıyor, bayılıyordum. 1984’te iki defa idam cezası aldım. 19 yıl 5 ay cezaevlerinde kaldım. Diyarbakır, Eskişehir, Amasya, Antep, Adapazarı ve son olarak Bursa... Koğuşlarda değil tecrid hücrelerinde tutuldum.

1999’da serbest kaldım. Arkadaşlarımın çoğu yaşamıyordu. Meselenin belki de en üzücü tarafı, 12 Eylül’ün 78’liler üzerinde uyguladığı tecrit politikasının toplumun geniş çevrelerince kanıksanmış hatta unutulmuş olmasıydı. 78’liler bu ülkenin hâlâ en idealist, en temiz ve onca baskı ve işkenceye rağmen geleceğe dair düşleri olan kuşağıdır. Avrupa’da da benzer hareketler vardı. Ama Batı kendi gençliğinin enerjisini katletmedi, işkence tezgâhlarından geçirmedi. O dönemin hareket liderleri Almanya’da dışişleri bakanı, ABD’de devlet başkanı oldular. Ama biz... İnsanların ideallerimizden nefret etmeleri amaçlandı. Çekilen onca acının, harcanan binlerce insan hayatının hesabı hâlâ verilmedi.

Düz askıda elektrik verip, ters askıda bayıltırlardı
Gökalp Eren (68’liler Vakfı Eski Başkanı)

İstanbul’da Halkın Kurtuluşu ve Parti Bayrağı dergilerini çıkaranlar arasındaydı Gökalp Eren... 18 yaşını doldurmadan darağacına gönderilen Erdal Eren’in amcasının oğlu.

“Arkadaşlarımla bir evdeydik darbenin ilk günü. Aranmaya başladığımızı öğrendikten sonra bir süre yer değiştirerek yakalanmamaya çalıştık. 7 ay sonra bir arkadaşımın evine yapılan baskınla yakalandım. Sirkeci’de şimdi adliye binası olan binanın üst katına götürdüler. Dayak ve elektrik burada da uygulanıyordu, yaşadım ama Gayrettepe başkaydı.

İşin merkeziydi, işkencenin işkenceciyi bile yorduğu bir yerdi. Gayrettepe’de 80 gün kaldım. ’Erdal’ı astık, Ekrem’i öldürdük, senin buradan çıkışın olur mu’ mesajıyla girdim her işkenceye. Elektriği düz askıda kullanırlardı... Çarmıha gerer gibi asıyorlardı. Elektriği vücuda çapraz olarak verdiklerinde şiddetinin arttığını biliyorlardı, yani uzmanlaşmışlardı. Bir ucunu penisinize bağlarlar, diğer ucunu kalçanıza değdirdikleri zaman penisinizin koptuğunu hissedecek kadar acı duyarsınız. Bu 5-6 saniyede bedeniniz çırıl çıplak kasılır. Eğer çok uğraşmak istemiyorlarsa Filistin (ters askı) yapıyorlardı. Onda da omuzlarınızın koparıldığını zannediyorsunuz. Omuzlar vücudu taşıyorsa acıdan bayılıyorsunuz, taşımıyorsa omuzunuz çıkıyor... Gayrettepe dinlendirilmelerim hariç 65 gün işkence gördüm.

Hücrede elimde bir jilet parçası olsa da kendimi
öldürsem diye düşündüm
YAŞAR OKUYAN Hürriyet ve Değişim Partisi Genel Başkanı

Ankara Mamak’ta 29 gün hücrede kaldım. Çektiğimiz acı ve ıstırabı anlatamam. O hücrede elime yarım jilet parçası geçse rahatlıkla canıma kıyardım. İdamla yargılandığım 10 yıl boyunca oraya tekrar döner miyim diye korktum. Ceketlerimin vatkasına jilet gizledim. O benim güvencemdi!

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Sekreter Yardımcısı’ydı. Darbenin olmasına bir gün kala, ülküdaşlarıyla oturup bir değerlendirme toplantısı yaptılar. “Başbuğ”u saklamak gerekiyordu, emrivakiyle de olsa dönemin gençlik liderlerinden Halil Şıvgın’ın evine 06 RV 437 plakalı bir arabayla gidip, başbuğlarını bıraktılar. Darbenin olmasına saatler kala Ramiz Ongun, Ahmet Hamdi Ayan ile birlikte kaldıkları evden telefonla önce Süleyman Demirel’i uyardılar sonra hiçbir şey yokmuş gibi kestane kebap yapıp, sağa sola telefonla darbenin olacağını haber verdiler. Bir zamanların gençlik lideri Yaşar Okuyan “Kestane yiyip kikir kikir gülerken elbette başımıza geleceklerden habersizdik” diyor ve 12 Eylül hatıralarını şöyle aktarıyor:

“Darbenin olacağını biliyorduk ama hiyerarşik mi Marksist kökenli mi olacağı konusunda endişe duyuyorduk. Nitekim darbe oldu. Ben 22 gün teslim olmadım. Rahmetli Türkeş de darbenin kimliğinin anlaşılmasının ardından teslim oldu. Benim için o dönem sahte gemici belgesi alındı ve iki gün bir Bulgar gemisi beni bekledi. Milliyetçiydim ama yurtdışına kaçıp kaçmama konusunda kararsızdım. Hani, Nazım Hikmet’i yurtdışına kaçtı diye eleştiriyorlar ya; bu vicdana sığmaz çünkü insan hayatında öyle anlar oluyor ki insan o aşamaya geliyor. Nitekim birçok milliyetçi yurtdışına kaçtı. Ben gidemeyeceğimi anladım ve can güvenliğimiz olmadığı için basına da haber vererek Ankara Merkez Komutanlığı’na teslim oldum.

Tükürüğümüzle traş olurduk

İlk olarak Dil Okulu’na gönderdiler, oradan cuntayı zehir zemberek eleştiren üç bildiri hazırlayıp dışardaki kanallarla yayınlattım. Üçüncüsünde yakalandık ve Taha Akyol ile birlikte 6.5 ay sürecek Mamak günlerimiz başladı. O koşulları anlamanız için yaşamanız gerekiyor. Bu inanın “Anlatılmaz, yaşanır” denir ya işte işkence tam öyle bir şey. Mamak’ta A Blok Tecrit 2 Ön Bölümü’nde hücrelerin olduğu yerde 29 gün kaldık. Türkiye koşullarında şu an öyle bir hücre yok. Ankara Kasım’da soğuk olur, hücre daha soğuktur ama. Bir metreye iki metre bir alanda iki kişi kalıyorsunuz. Su yok, düzenli olarak traş olmanız istenir, tükürüğünüzle traş olursunuz. Yarım sayfa gazete kağıdı sizin tuvalet kağıdınızdır. Tuvaletin deliği mutlaka tertemiz olmak zorundadır.

Günün dayaksız geçmediği buz gibi bir hücrede; yoğurt kabıyla verilen çayla yoğurdun birbirinden ayrıştığını gördüğünüz sıcak bir sıvı, lüksün ötesindedir. Kafeste 24 saat kıpırdamadan durmanız istenir, duramayacağınız bilinir ama her hareketiniz karşılığı artık jop ya da sopadır. Canınızı yakarlar ama duyduklarınız, bir insandan böyle sesler çıkar mı diye başınızı bacaklarınızın arasına alıp, önünüze eğmeniz en dayanılmaz olanıdır. Bu 29 günün ardından ben 10 yıl idamla yargılandım ve 2 yıl 11 ay cezaevinde kaldım.

O hücrede bir jilet parçası bulsaydım bugün ben yoktum. Bir yarım jilet parçası. İdamla yargılandığım dava 10 yıl sürdü. Ben 8 sene o Mamak’ın korkusuyla yaşadım, o sırada 8 takım elbisemin her birinin vatkalarına jilet koydum. Her an Mamak’a gidebilirdim ve o benim güvencemdi!

29 gün geçirdiğim hücrede darbenin mimarı Kenan Evren 24 saat geçirebilir miydi hâlâ merak ederim.

Taha Akyol İle aynı yatakta...

29 günlük hücre maceramızdan sonra D Blok’a aldılar bizi ve 75 kişinin kalacağı koğuşa her iki görüşten 230 kişiyi doldurdular. Bir kişinin sığabileceği içi talaş dolu yatakta üç ay Taha Akyol, Namık Kemal Zeybek ve ben yattık. Zeybek, sığmadığımız için ayak ucumuza doğru yatardı ama yine sığamazdık. Üç ay uyumadık. 12 Eylül’ün ardından 1983 yılında devlet aleyhine dava açıp kazanan ilk mahkûm ben oldum. 564 bin lira kazandım ve 11 arkadaşımı alıp Boğaz’da o parayla yemeğe götürdüm. Hesap 549 bin lira gelmişti, garsona üstünü bahşiş bıraktım. Kenan Paşa ile karşılaştığımızda kendisine ”Beni Mamak’ta beş yıldızlı konforla ağırladınız, sağolun Paşam“ dedim, sadece gülümsedi... Yıllarca geceleri Mamak kâbusum oldu benim, yatağımdan ter kan içinde kalktım.”

Yusuf Zİya ArpacIk
(Yazar)
’Bir sağdan bir soldan’dedi polis

Ben firariydim. Ülkücüler Harbiye’de sorgulanıyordu ve çok ciddi işkenceler yapıldığını duyuyorduk. Bilgi toplamaya gittim ve yakalandım. Kemal Türker cinayeti dahil birçok cinayetin sorumlusu olarak 90 gün sorgulandım. Kaba dayak ve falakayla başladılar, elektriğe kadar her şeyi kullandılar. Kafamı vurup intihar etmeyeyim diye işkence bittikten sonra pankart bezleriyle başımı vücudumu sararlardı. Betonda yattığımızdan kalça kemiğinizin üzerindeki deri kabuk bağlar, kanar. Harbiye’de ölümü arar olmuştuk. Bir gün işkence devam ederken bir polis geldi yanıma.. Dışarı çıkarılacağımı sonra da firar ettiğim gerekçesiyle vurulacağımı söyledi. MLSPB’nin (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) Merkez Komitesi’nde yer alan Lenin Zeki’yi (Zeki Yumurtacı) bu biçimde öldürmüşlerdi. “Soldan bir sağdan bir“ dedi polis.
Kaynak: ReformTürk
http://www.reformturk.com/konusuz-konular/7433-12-eylulzedelerin-iskence-anilari.html#post11371

26 yıl geçti işkencecimin sesini hâlâ duyuyorum
MUSTAFA YALÇINER (Emeğin Partisi Genel Başkan Yardımcısı)

Darbeden 7 ay sonra tutuklandım. Gözaltının o dönem normal süresi 15 gündü. Beni 110 gün bırakmadılar. Elektriği vücudunuzun her yerinden veriyorlardı ama bana dişimden verdiklerinde çok daha şiddetli hissediyordum, daha iyi bir iletken miydi bilmiyorum ama doğrudan beyninizde hissediyorsunuz. Sorgum 3.5 aya yakın sürdü. Bittiğinde cinsel organımda halka şeklinde bir morluk vardı. 2 ay idrarımla kan attım. Her yıl bir dişim döküldü. Boyun ve belimde fıtık oluştu. Falakadan sonra ayaklar kan toplamasın ve patlamasın diye özellikle yürütürlerdi. Ben bana işkence yapanın sesini üzerinden 26 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ hatırlıyorum. İyi polisi oynayan ve yüzünü göstermekten çekinmeyen polisin yüzünü de....

Mahir Kadir Damatlar (Serbest Meslek)
Yanımda öldürüp kayboldu dediler

80’lerde Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı’ydı.. Elektrik ya da falakanın ardından sesi çıkmayan ülkücülere ”Mahirleşme!“ denmesinin nedeni oydu... ”8 Ekim 1980’de yakalandım. Sorgu sürecim 2.5 ayı buldu. Bunlar artık bizim içimizde kalan şeyler, gözyaşlarımız içimize aktı ve bir hazine bence.. Çok konuşulmaması gereken ve kutsallığı olan bir acıydı bizimkisi...Türkiye’nin her yerinde işkence vardı... Bize de yaptılar... Malatya’da iki arkadaşımızı öldürüp camdan attılar. Mamak C-5’te Bekir Bağ’ı yanımda öldürdüler sonra ‘kayboldu’ dendi. Aklınıza gelmeyecek işkenceleri yaptılar.

MUHSİN YAZICIOĞLU Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı
En ağırıma giden çırılçıplak soymalarıydı

Darbenin ilk günü Sivas’taydı, köyüne gidip, anne ve babasıyla konuştu. “Radyodan benimli ilgili teslim ol çağrıları yapılacak. Birgün de yakalandığımı söyleyecekler. İdam talebiyle yargılanacağım. Ama beraat edeceğim. Merak etmeyin” dedi. Bu konuşmayı yaptığı günlerde Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve MHP Genel Başkan Müşaviri’ydi. Mamak Askeri Cezaevi’nin C-5 koğuşunda 5.5 yılı tecrid hücresinde olmak üzere 7.5 yıl kaldı...

“Kızılay’da bir arkadaşımın bürosunda yakalandım. O gün gözüme taktıkları gözbağı 26 gün sonra savcılığa çıkacağım gün açıldı. Gözkapaklarım beyaz, yüzümün kalan kısmı simsiyahtı. C-5’e tekmelerle girdim ve başımı duvara vurmamla birlikte kafam açıldı, başım kanıyor dedim. ‘Geber o zaman’ dediler. 26 günü C-5, 7 günü kafes olmak üzere 33 gün işkence gördüm. İlk işkenceleri el parmaklarımdan elektrik vermeleri oldu. Yaptıkları her sorguda beni soydular. Kollarımın altından geçirdikleri kalasla askıya alıp, çengelle tavana asıyorlardı. Ayağınızın altına bir sandalye koyuyorlar ve öylece bekliyorsunuz. Sonra elektriğin bir ucunu serçe parmağınıza bağlayıp, diğer ucunu manyetonun çalışmasıyla birlikte vücudunuzda gezdirmeye başlıyorlar. Dişinize, dilinize, cinsel uzvunuza nereden acı vermek istiyorlarsa oraya dokunduruyorlar. Bu işlemi yaparken ayaklarınızın altındaki sandalyeyi aldıkları için havada asılı kalıyorsunuz. İşi o kadar sistematik bir hale getirmişlerdi ki askıya çıkardıklarında başımızdan bir arabanın lastiğini geçirirler bunu bel hizamızda sabitlerlerdi. Elektrik verdiklerinde lastiği aşağı doğru bastırırlardı, bedeninizin ikiye ayrıldığını hissettirirlerdi. Birçok acı yaşadım ama beni en çok etkileyen çırılçıplak soymalarıydı.”

Solcu kızları ezdiklerinde dayanamayıp şiir yazdım
NAMIK KEMAL ZEYBEK (Ahmet Yesevi Üniversitesi Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı)

12 Eylül’ün sabahı radyoda çalan marşlarla darbe olduğunu anladık. Ben darbeyle Türkiye’nin rahatlayacağını düşünüyordum. 29 Eylül sabahı kapım çaldı ve bir yüzbaşı ile iki neferi geldi. Geceyi 1’inci Şube’de sandalye üzerinde geçirdim. Daha sonra Metris Askeri Cezaevi’nde 26 gün tuttular. Sonra Harbiye’deki Askeri İnzibat Komutanlığı’na götürdüler. Dünya ile ilgili hiçbir sesi duyamacağınız bir yerdi. Kemerim, kravatım alındı ve hücreye kondum. Sorguda birçok defa, “Arkadaşlarınıza yaptığımızı size yapmak istemiyoruz“ dediler. Ben de “Arkadaşlarıma ne yaptınız? “ dedim. Buradaki sorgunun ardından Selimiye’de koğuşlara verildik. O dönemin koşulları ağırdı.. Ama komik olaylar da oluyordu. Mesela, MHP Davası Başsavcısı Nurettin Soyer, ülkücülere ”Sizi kim eğitti? “ diye sormuş. Çocuklar da beni söylemişler. ”Peki ne anlatıyordu? “ diye sormuş, bizimkiler, ”Ahmet Yesevi’yi anlatırdı“ demişler. Bunun üzerine Savcı, ”İkisini de, Zeybek’i de Yesevi’yi de tutuklayın“ demiş. Selimiye’de düştüm ve yaralandım. Hastaneye kaldırdılar. Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde tedavi görürken oraya gelen bir yarbay hakaret etti, ben de kendisine karşılık verdim. Onun üzerine askerler saldırdılar. Mamak’ta bir kafes vardı oraya gelen ilk bu kafese konurdu. 6 gün orada bağdaş kurarak oturdum. Akıllarına estikçe çağırır, ellerimi uzattırır jopla vururlardı.

Sorgum 6 ay kadar sürdü. 12 Eylül öncesinde fıtık ameliyatı olmuştum, yine bir sorgumda ”Ameliyatlıyım“ dedim. ”Nereden ameliyatlıysan oranı tut“ deyip dövdüler. Fıtığım yine patladı. Koğuşun karşısında solcu kızları yere yatırdılar. Ülkücü kız azdı ama solcu kız bayağı vardı. Sonra üzerlerinde postallarıyla yürüdüler. O görüntüyü unutamam, çok dokunmuştu bana. Onlar için şiir yazmıştım..

1983’te serbest bırakıldım. Dışarı çıktığımda uyum sorunu yaşadım tabii. Hanım, alışveriş yapmaya gönderdiğinde parayı nereye koyacağımı bilemedim mesela. Binalar ve insanlar üzerime geliyor gibiydi. Kapalı ortamda kalamıyordum. Allah bu millete bir daha 12 Eylül’ü yaşatmasın. Siyasete girdikten sonra Mamak Cezaevi’ne gittim ve buranın kapatılması için mücadele verdim...”

OĞuzhan MüftüoĞlu
(Birgün Gazetesi köşe yazarı)(Dev-Yol İstanbul Sorumlusuydu)

Bana işkence yapan Kenan Evren’den takdirname almış

12 Eylül’den dört ay sonra İstanbul’da yakalandım. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün işkenceyle ün yapan bölümü DAL’da (Derin Araştırma Laboratuvarı) 80 gün Devrimci Yol’un bir numaralı sorumlusu olarak sorgulandım. Hemen herkese uygulanan falaka, elektrik, Filistin askısı, tazyikli soğuk su gibi dönemin bütün rutin işkence yöntemleri bana da uygulandı. Sonra 11 yıl Mamak ve Ceyhan cezaevlerinde tutuklu olarak kaldım.

Polisler 80 gün kaldığım işkence yerinden alarak Mamak Cezaevi’ne götürdüler. Cezaevine teslim edilirken revirde doktorlara sağlam raporu yazdırıyorlardı. Doktordan, işkence izlerini zapta geçirmesini istedim. Doktor asteğmen, yanında duran astsubaya çekinerek baktı ve böyle bir yetkisinin olmadığını söyledi. Avukat olduğumu, bana işkence yapan polisler hakkında dava açacağımı, işkence izlerini zapta geçirmezse suç işlemiş olacağını söyleyerek üsteledim.

Astsubay, doktora ’Olur’ dedi ve görünür durumdaki işkence izlerini revir kartına işledi. Başvurum üzerine bir ay kadar sonra savcılığa çağrıldım. Bana işkence yapan polisin ismini öğrenmiştim. Söyledim. Tarif etmemi istediler. İşkencede gözler bağlı olduğu için tarif edemeyeceğimi düşündüler. Oysa yazılı ifadem alınırken odaya girip çıkan işkenceciyi sesinden tanımış ve yüzünü görmüştüm. İsterlerse resmini de yapabileceğimi söyledim. Şaşırdılar.

Biri sınıf arkadaşım olan savcılar başıma toplanmış halde işkenceci polisin resmini çizdim. Hepsi malum işkenceci polisi resimden tanıdı! Polis hakkında dava açıldı.

Bir ay sonra işkenceci polis mahkemede sanık sandalyesinde karşımızda oturuyordu. İşkence doktor raporlarıyla sabitti. Teşhis, tanıklık her şey tamamdı. Polisin ceza alacağı kesindi. Karar günü mahkeme hakimi başka yere tayin edildi. Yerine getirdikleri hakim bizi dinlemeden polis hakkında beraat kararı verdi. Avukatımız İbrahim Tezan o mahkeme dosyasına işkenceci polis tarafından savunma delili olarak bir belge sunulduğunu tesbit etmişti: Kenan Evren tarafından “üstün hizmet belgesi” olarak verilmiş bir takdirname!

İbrahim Ünal
(Serbest Meslek)

Karnındaki bebekle işkenceye giren oldu

İstanbul Eğitim Enstitüsü öğrencisiydim. 12 Eylül’den 18 gün önce Tunceli’nin Hozat ilçesi kırsalında tutuklandım. Sorgum 75 gün sürdü... Ben darbeyi gözaltında yaşayanlardan oldum. İçerisi insanla dolmaya başlayınca dışarda bir şeylerin olduğunu anladık. Kaba dayak, kulak memesi, cinsel organ, dil, diş ve parmaktan her gün elektrik veriyorlardı. Sonuç alamadıkları için polis kontrolünde İstanbul’a gönderdiler. Adli Tıp’a girdik, ayaklarım patlamış ayakta duramıyorum. Doktorun cümlesini asla unutmam: “Evet ayakların şişmiş ama çok yürüdüğüm zaman benimkiler de şişiyor, işkence raporu vermem...”

Gayrettepe sorgum da 35 gün sürdü. İşkence katındaki tecrit odasında tutup, diğerlerini dinlettiler. Yaşadığım işkence sürecinde en çok canımı acıtan olay hamile bir kadının, “Elektrik vermeyin karnımda çocuğum var, ne yaparsanız yapın bana elektrik vermeyin” feryadı oldu. Burada kaburgalarım demir sopalarla kırıldı. Günlerce değil doğrulmak nefes alamadım. Gayrettepe’den sonra Selimiye Askeri Kışlası’na gönderildik. Burada, N.Kemal Zeybek ve Doğu’nun Başbuğu olarak bilinen Yılma Durak ile tanıştım. Namık Kemal Bey’in kolu sargıdaydı, “Geçmiş olsun, çok hırpalamışlar sanırım” dedim. Teşekkür etti, sonra “Biz buradayız ama sizi niye getirdiler?” diye sordum, “O çok karışık bir konu” dedi. Yanında ufak tefek bir bey vardı Yılma Bey’miş... Kendisi işkencehaneye eşini getirmekle tehdit ettiklerini anlattı. Akşam bizim koğuşa Yılma Bey’i koydular, hâlâ buna akıl sır erdiremiyorum. Bizim çocuklardan biri “Bu kim?” diye sordu. “Doğu’nun Başbuğ’u diyorlar, Yılma Durak” dedim. “Ağabey dışarıda halledemedik, burada halledelim bari” dedi. “Sen durumun vehametini daha kavrayamamışsın, darbe oldu içerdeyiz” dedim.

Öyle bir şeye kesinlikle izin veremezdim. Sonuçta Yılma Durak misafir sayılırdı, demlediğimiz çaydan ikram ettik kendisine...

Yılma Durak (Serbest meslek)
Ölmek için aspirinle kireci karıştırıp içtim


12 Eylül olduğunda Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul 2’nci Başkanı ve Marmara Bölgesi Eğitim Sorumlusu’ydu. “Türkeş’in sağ kolu”, “Doğu’nun Başbuğu” olarak anıldı. Darbe olduğu gün oğlu Çağrı tam 7 günlüktü. Erzurum’da tutuklandı ve 4.5 yılı hücre olmak üzere 6 yıl cezaevinde kaldı... “Beni ölümle burun buruna getiren yer Harbiye’deki Askeri İnzibat Merkezi oldu. Casusların sorgulandığı yerdi burası. 38 gün kaldığım bu merkezde her türlü işkenceyi yaşadım. Askı çok kötüydü, cinsel uzvumla birlikte dilimden çok elektrik verdiler. Tecavüz etme teşebbüsünde de bulundular. Gözümdeki bandı elimle açmayı başarınca çil yavrusu gibi dağıldılar. Sorgulanan arkadaşlarımdan benim için aspirin almalarını ve biriktirmelerini istedim. 8-10 tane aspirinle birlikte yerden avuçladığım kireci kurtulmak için içtim. Ölmedim ama o gün ne yaptılarsa acı hissetmedim, vücudum uyuşmuştu. Ailemi oraya getirmekle tehdit ettiler. Bu bilinçaltıma nasıl işlemişse, sorgudan sonra hücrede yerde yatarken kızım Saliha’yı görmeye başladım. Sabaha kadar konuştum onunla. Sabah olduğunda kızım orada değildi. O halimle kalkıp, iki rekât şükür namazı kıldım. Halüsinasyon görmüşüm.”


Nimet Tanrıkulu (İnsan Hakları Aktivisti)
Başına çivi çakarak öldürdüler

Darbe günü ailemle birlikte evdeydim. O zamanlar 18 yaşındaydım, üniversiteye hazırlanıyor, folklor oynuyordum. Sola sempatim vardı. Darbenin hayatımı bu denli etkileyeceğini tahmin etmiyordum. 4 Mayıs sabahı, saat 04.00 gibi kapımız çalındı. Apar topar gözaltına aldılar beni. Annemin ” babacan “ diye tabir ettiği ve daha sonra benim baş işkencecim olacak polis, evden çıkarken anneme beni merak etmemelerini, salı günü bırakılacağımı söyledi. Ancak 3 ay sonra dönecektim. Gayrettepe’ye girer girmez sorguya aldılar. Dedemin köyden getirdiği fasulye çuvalının içinde bulduklarını söyledikleri bir silahı elime almam için beni tehdit ettiler. Uydurma senaryolar hazırlıyorlardı. Söylediklerini yapsaydım, ‘Azılı teröristi yakaladık’ diye afişe edeceklerdi beni. Falaka ve elektrik herkese yapılan rutin işkencelerdi. Gayrettepe’de olduğu dönemde Nurettin Yedigöl’ün başına çivi çakarak öldürdüler. Sorgusu yan odada yapılıyordu. Koridora çıkarıldığımda merdivenin altında hareketsiz yattığını gördüm. Davam 5 yıl sonra sonuçlandı. 8 kilo vermiştim. İşkence yüzünden çenem çıkmıştı. Sol kolumda güç kaybı vardı. Başımı duvarlara vurduklarından, o ses kulaklarımda kalıcı hale geldi. Tarifi zor. 26 yıl geçmesine rağmen, kulağımdaki o ses hiç gitmedi!