FİL SURESİ
GİRİŞ
Adı: Surenin adı, birinci ayetteki "ashab-ı fil"den alınmıştır.
Nüzul zamanı: Bu surenin Mekkî olduğu konusunda görüş birliği vardır. Surenin tarihî arkaplanı üzerinde düşünülürse Mekke döneminin başlangıcında nazil olduğu anlaşılır.

Ebrehe, Yemen'de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Bizans'ın ve onun müttefiki Habeşistan hükümetinin planları doğrultusunda gerçek amacını uygulamaya koymak üzere harekete geçti. Yani bir taraftan Arabistan'da Hristiyanlığı yaymak, diğer taraftan Arapların elinde bulunan doğu ülkeleri ile Bizans arasındaki ticareti Araplardan almak için çalışmaya başladı. İran-Sasanî saltanatı ile Bizans arasındaki iktidar kavgası nedeniyle Bizans'ın doğu ülkelerine olan ticaret yollarını kapaması, Bizans'ın acil ihtiyacı için bu yolun önemini artırmıştı.
Ebrehe bu amaç için Yemen'in başkenti San'a'da büyük bir kilise inşa ettirmişti. Arap tarihçiler bunun ismini el-kalis, el-kuleys veya el-kulleys olarak zikretmişlerdir. (Bu kelime Yunanca'daki eklisia kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir. Aynı kelime Yunanca'dan Urduca'ya kilise şeklinde geçmiştir.) Muhammed b. İshak rivayet ediyor ki, bu kilisenin yapımından sonra Habeşistan kralı, Arapların hac için Kabe'ye gitmeleri yerine bu kiliseye gitmeden rahat etmeyeceğini söylemiştir. Hristiyanlar Yemen'de siyasî iktidar elde ettikten sonra sürekli olarak, Kabe'nin yerine başka bir Ka'be inşa ederek Araplara merkez haline getirebilmek için uğraşıp durdular. Bu nedenle Necran'da da bir Ka'be yapmışlardı. Bunu Buruc suresi an: 4'te anlatmıştık. İbn Kesir, Ebrehe'nin Yemen'de bu niyetini ve planını açkıca ilan ettiğini yazmaktadır. Bize göre bu hareketin amacı, Arapları kışkırtarak tahrik etmek ve bunu bahane ederek Ka'be'yi yıkmaktı. Muhammed b. İshak, Ebrehe'nin niyetini açıkça ilan etmesine kızan Arapların bir ara o kiliseye giderek orayı kirlettiklerini rivayet eder. İbn Kesir, bu fiili, Kureyş'ten bazı gençlerin giderek bu kiliseyi ateşe verdiklerini nakleder. Bu olaylardan birisinin meydana gelmiş olması garip değildir. Çünkü Ebrehe, niyetini açıkça ilan ederek onları kışkırtmıştı. Cahiliye döneminde bir Kureyşlinin ya da bir kaç gencin kiliseyi kirletmesi veya ateşe vermesi mümkün olmakla birlikte, Mekke'ye hücum edebilmek için bahane olsun diye Ebrehe'nin kendi adamları aracılığıyla bu olayları çıkarmış olabileceği de ihtimal dahilindedir. Ebrehe'nin bu yolla Kureyş'i ezerek diğer Araplara gözdağı vermek istemesi, iki maksat için de olabilir. Her halükârda, iki şekilden hangisi olursa olsun, Ka'be'ye inananların kiliseye saygısızlık yaptığı haberi Ebrehe'ye ulaşınca, o, Ka'be'yi yıkmadan rahat etmeyeceğine yemin etmiştir.
Daha sonra Ebrehe M.570 veya 571'de 60.000 asker ve 13 fil (bazı rivayetlerde 9 fil) ile Mekke'ye hareket etti. Yolda önce, Yemen'in reislerinden biri olan Zünefer Araplar'dan bir ordu toplayarak Ebrehe'ye karşı koydu. Ancak yenilerek esir düştü. Daha sonra Hısm bölgesindeki bir Arap reis olan Nufeyl b. Habib Hasemî, kabilesi ile birlikte Ebrehe'ye karşı koymaya çalıştı ama o da yenilerek esir düştü. Canını kurtarmak için de Ebrehe'nin ordusuna rehber olarak hizmet etmeyi kabul etti. Taif'e ulaştıklarında, Benî Sakif bu büyük güce karşı koyamayacaklarını anlayınca, hem tehlikeyi atlatmak için, hem de tanrıları Lat'ın mabedini yıkılmaktan kurtarmak için reisleri Mesut aracılığıyla Ebrehe ile görüştüler. Mesut, Ebrehe'ye, yıkmaya gittikleri mabedin kendilerine ait olmadığını ve Lat mabedine dokunmazsa onlara rehberlik yapabileceğini söyledi. Ebrehe bu teklifi kabul etti. Benî Sakif de Ebu Regal isimli şahsı onun maiyetine verdiler. Mekke'ye yaklaşık olarak 3 km. kala el-Mugammis (veya el-Muğammes) isimli yerde Ebu Regal öldü. Araplar uzun zaman bu adamın mezarını taşlamışlardır. Benî Sakif de, Lat'ı kurtarmak uğruna Beytullah'ı yıkmak isteyenlerle işbirliği yaptıkları için yıllarca kötülenmişlerdir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/kuran-i-kerim/49150-fil-suresi-tefsir.html#post99761
Muhammed b. İshak, Ebrehe'nin, ordusunun bir kısmını öncü olarak gönderdiğini, onların da havyanları yakalayıp getirdiklerini rivayet eder. Bu hayvanların 200 deve kadarı Rasulullah'ın dedesi Abdulmuttalib'e ait idi. Bundan sonra Ebrehe, elçisini Mekke'ye gönderdi. Mekkelilere yolladığı mesajda, onlara karşı çıkmazlarsa mal ve canlarına dokunmayacağını belirtiyordu. Ayrıca elçiye, kendisi ile görüşmek isterlerse, Mekkelilerin reisini görüşmek üzere getirmesini emretti. O dönemde Mekke'nin en büyük reisi Abdulmuttalib idi. Elçi O'nunla görüşerek Ebrehe'nin mesajını ilettti. Abdulmuttalib, "bizim Ebrehe ile savaşacak gücümüz yok. Bu ev Allah'ın evidir, dilerse O'nu korur." dedi. Elçi, "Benimle beraber Ebrehe'ye geliniz." dedi. Abdulmuttalib razı olarak, onunla beraber Ebrehe'ye gitti. Abdulmuttalib o kadar asil bir insandı ki Ebrehe O'nu görünce çok etkilendi. Tahtından inerek O'nun yanına oturdu. Abdulmuttalib'e kendisinden ne istediğini sordu. Abdulmuttalib, "Adamlarının sana getirdiği develerimi geri isterim." dedi. Ebrehe bunu duyunca, "Seni görünce çok etkilenmiştim. Ama bu sözü duyunca gözümden düştün. Biz, atalarınızın dinî merkezi olan bu evi yıkmak için geldik, sen ise bunu hiç düşünmüyorsun da develerini geri istiyorsun" şeklinde karşılık verdi. Abdulmuttalib, "Ben yalnız develerin sahibiyim ve ancak onlar için talepte bulunabilirim.
Bu eve gelince, O'nun bir Rabb'i var ve O, bu evi koruyacaktır." dedi. Ebrehe, "O, elimden Ka'be'yi kurtaramayacaktır." dedi. Abdulmuttalib ise, "O seninle O'nun arasındaki mesele" cevabını verdi. Bunu söyledikten sonra Ebrehe'nin yanından kalktı. Ebrehe de ona develerini geri verdi.
İbn Abbas'ın rivayeti bundan değişiktir. İbn Abbas, deve talebini zikretmemiştir. Abd b. Humayd, İbnü'l Münzir, İbn Merduye, Hakim, Ebu Nuaym ve Beyhakî, İbn Abbas'ın şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Ebrehe, es-Safa'ya ulaştığında (Bu yer Arafat ile Taif dağı arasında ve Harem sınırı yakınındadır.), Abdulmuttalib onun yanına gitti. Ebrehe'ye, "Buraya gelmenize gerek yoktu, istediğiniz bir şey varsa, bize haber gönderseydiniz size getirirdik." dedi. Ebrehe, "Bu Ev'in emin ev olduğunu duydum. O'nun eminliğini yok etmek için geldim." dedi. Abdülmuttalib, "Bu, Allah'ın evidir. Bugüne kadar hiç kimse ona musallat olmamıştır" dedi. Ebrehe, "Ben O'nu yıkmadan geri dönmeyeceğim" cevabını verdi. Abdulmuttalib, "Bizden ne isterseniz veririz, yeter ki geri dönün" dedi. Ebrehe ona aldırmadan ve orada bırakarak ordusuyla birlikte Ka'be'ye doğru hareket etti. Bu iki rivayetteki farklılığı dikkate almasak ve birini diğerine tercih etmesek de, her halükârda Mekke ve onun çevresindeki kabilelerin bu kadar büyük bir orduya karşı Ka'be'yi kurtarabilecek güce sahip olmadıkları açıktır. Kureyşlilerin, Ebrehe'nin ordusuna karşı koymaya çalışmadıklarını düşünmeye engel yoktur. Bilindiği gibi Kureyşliler Ahzab savaşında diğer müşrikler ve Yahudilerle birleştikleri halde en fazla 12.000 kişilik bir ordu toplayabilmişlerdi. 60.000 kişilik büyük bir orduya nasıl karşı çıkabilirlerdi?
Muhammed b. İshak, Abdulmuttalib'in, Ebrehe'nin karargâhından geri döndüğünde Kureyşlileri toplayarak çocuklarını almalarını ve dağlara çekilmelerini, böylece katliamdan kurtulabileceklerini söylediğini nakleder. Daha sonra Kureyş'in ileri gelen reisleri Harem-i Şerif'e gittiler ve Ka'be'nin kapılarının zincirlerini tutarak Allah'a, kendi evini ve hizmetkârlarını koruması için dua ettiler. O zamanlar Ka'be'de 360 put vardı. Ama böyle nazik bir zamanda Kureyşliler bu putları unuttular ve yalnız Allah'a yalvarmaya başladılar. Tarihlerde kayıtlı bulunan dualarında Allah'tan başkasının adı geçmemektedir. İbn Hişam Siyer'inde, Abdulmuttalib'in aşağıdaki şiirlerini nakletmiştir:
"Kul kendi evini korur,
Sen de kendi evini koru.
Yarın onların Haç'ı ve tedbiri
Senin tedbirin üzerine galip olmasın.
Eğer onları terkeder ve kıblemizi
Kendi haline bırakmak istersen,
Bu senin bileceğin iştir."
Suheylî Ravzu'l anf'ta bu konuda şu şiiri nakletmiştir:
"Ehl-i salip ve ona tapanlara karşı
Kendi ehlini koru."
İbn Cerir, Abdulmuttalib'in Allah'a dua ederken söylediği şu şiiri nakletmiştir:
"Ya Rabb, onlara karşı
Senden başka kimseden ümidim yoktur.
Ya Rabb, onlara karşı haremini koru,
bu evin düşmanı senin düşmanındır.
Senin olan bu yeri harap olmaktan koru."
Bu dualardan sonra Abdulmuttalib ve arkadaşları dağa çıktılar. Ertesi gün Ebrehe Mekke'ye girmek üzere hareket etti. Ama onun en öndeki özel fili olan Mahmud birdenbire oturdu. Fili harekete geçirmek için o kadar kamçıladılar ki fil yaralandı. Ama buna rağmen onu hareket ettiremediler. Güneye, kuzeye veya doğuya yönlendirildiğinde fil hemen koşuyor ama Mekke'ye döndürüldüğünde oturuyor ve kesinlikle o tarafa gitmiyordu. Bu sırada kuşlar gaga ve pençelerinde küçücük taşlarla sürü halinde geldiler ve Ebrehe'nin askerleri üzerine yağmur gibi taş yağdırdılar. Bu taşlar kime vurduysa cismi hemen çürümeye başlıyordu. Muhammed b. İshak ve İkrime, bunun çiçek hastalığı olduğunu ve Arap ülkelerinde bu hastalık ile ilk kez o gün karşılaşıldığını rivayet ederler. İbn Abbas'ın rivayetine göre, bu taş kime dokunsa onda kaşınma başlıyor ve kaşıntıdan sonra cildi patlayarak eti dökülmeye başlıyordu. İbn Abbas'ın diğer bir rivayetine göre, et ve kan su gibi akmaya başlıyor ve kemikleri dışarı çıkıyordu. Ebrehe de aynı akıbete uğradı. Onun bedeni parçalanarak düştü ve düşen her parçanın yerinden irin ve kan akmaya başladı. Ebrehe'nin askerleri telaş içinde Yemen'e doğru kaçmaya başladılar. Herkes, rehber olarak onlara katılan, düşman kabileden Nufeyl b. Habib'i, geri dönüş için yol göstersin diye arıyordu. O, onlara yardım etmeyi reddederek şöyle dedi:
"Allah sizi takip ettiğinde kaçacak yer nerede?
Burunsuz Ebrehe mağluptur, galip değil."
Bu telaş içinde Ebrehe'nin askerleri her yerde ölüyor ve yere düşüyorlardı. Ata b. Yesar'dan hepsinin aynı anda helak olmadıkları rivayet edilmiştir. Bazıları, hepsi aynı yerde helak oldu derken, bazıları kaçarken yolda öldüler demektedir. Ebrehe, Hasm isimli kabilenin bölgesinde öldü. Allah (c.c) Habeşîlere sadece bu cezayı vermenin dışında, dört sene içinde Yemen'deki iktidarlarına tamamen son vermiştir.
Fil olayından sonra Habeşlilerin kuvvetinin kırıldığı anlaşılmaktadır. Yemen'deki reisler ayaklanmış ve bir Yemenli reis olan Sayf b. Ziyazn, İran şahından askerî yardım istemiştir. İran şahının altı gemi içinde bin asker göndermesiyle bu Habeşistan kökenli hükûmete son verilmiştir. Bu olay M.575'de vuku bulmuştur. Fil olayı, Müzdelife ve Mina arasındaki Muhassab vadisi yakınındaki Muassıb'ta cereyan etmiştir. Sahih-i Müslim ve Ebu Davud rivayet eder ki, İmam Cafer babası Muhammed Bakır'dan, O da Cabir'den Rasulullah'ın Veda Haccı hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "Rasulullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettiği zaman Muassıb vadisinde hızlanmıştı." İmam Nevevî bunu şöyle izah eder: "Ashab-ı fil olayı burada cereyan etmiştir. Onun için sünnet olan, insanın buradan hızla geçmesidir. Muvatta'da İmam Malik'in rivayetine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Müzdelife durmak yeridir. Ama Muassıb vadisinde durmamalıdır." İbn İshak'ın naklettiğine göre, Nufeyl b. Habib gördüğü olayı anlatmış ve şöyle demiştir:
-"Ey Redina keşke görseydin, ancak göremedin,
-Muassıb vadisinin yakınında biz ne gördük?
-Kuşları gördüğümde Allah'a şükrettim,
-Ama aynı zamanda o taşların üzerime gelmesinden de korkuyordum.
-Onların hepsi Nufeyl'i arıyordu.
-Sanki üzerimde onların borcu vadı."
Bu olay o kadar büyüktü ki, bütün Araplar arasında meşhur olmuştu. Bu olay üzerine pek çok şiir ve kasideler yazılmıştı. Bu kasidelerde açıktır ki, Arapların hepsi bu olayı Allah'ın kudretinin bir mucizesi olarak kabul etmiş ve taptıkları putların hiçbirini zikretmemişlerdir. Mesela, Abdullah b. Zîber'a şöyle demiştir:
"Altmış bin idiler ki ülkelerine dönemediler,
Dönmüş olan Ebrehe yaşayamadı.
Burada daha önce Ad ve Curhum vardı,
Allah onları yaşatıyordu."
Ebu Kays b. Esled diyor ki:
"Kalkın ve Rabb'inize ibadet edin,
Mekke ve Mina'nın dağları arasındaki Beytullah'ın,
Köşelerine el sürün.
Arş sahibinden yardım gelince,
O kralın ordusunun bazıları yere düştü,
Bazıları da taşlanmaktaydı."
Sadece bunlar değil, Ümmü Hanî ve Zubeyr b. Avvam'dan rivayet edildiğine göre de, Rasulullah, Kureyş'in bu olaydan sonra on sene (bazı rivayetlere göre yedi sene) kadar Allah'tan başkasına ibadet etmediğini bildirmiştir. Ümmü Hanî'nin rivayetini İmam Buharî tarihinde ve Taberanî, Hakim, İbn Merduye, Beyhakî de kitaplarında nakletmişlerdi. Zübeyr'in beyanını, Taberanî, İbn Merduye ve İbn Asakir rivayet etmişlerdir. Ayrıca bunu teyid eden Hatib Bağdadî'nin tarih kitabında kaydettiği ve mürsel bir rivayeti Said b. Müseyyeb nakletmiştir.
Bu olayın vuku bulduğu seneye "fil senesi' denmiştir. Aynı sene Rasulullah dünyaya gelmiştir. Hadisçiler ve tarihçiler, ashab-ı fil olayının muharrem ayında vuku bulduğu, Rasulullah'ın ise Rebiü'l evvel'de doğduğunda müttefiktirler. Çoğunluk, Rasulullah'ın fil olayından elli gün sonra dünyaya geldiği görüşündedirler.
Sonuç: Yukarıda anlatılan tarihî ayrıntı göz önünde tutularak Fil suresi üzerinde düşünülürse, bu surede son derece kısa olarak, sadece ashab-ı fil üzerindeki Allah'ın azabının zikredilmekle yetinildiği anlaşılmaktadır. Olay pek eski değildi ve Mekke'deki çocuklar bile biliyordu. Genel olarak Araplar da bundan haberdar idiler. Ebrehe'nin karşısında Ka'be'yi koruyan herhangi bir tanrı ve tanrıçanın olmadığını, koruyucu olarak yalnız Allah'ın olduğunu da biliyorlardı. Kureyş'in ileri gelenleri yardım için sadece Allah'a dua etmişlerdi. Kureyş bu olaydan o kadar etkilenmişti ki, bir kaç sene Allah'tan başkasına ibadet etmemişlerdi. Onun için Fil suresinde bu olayın ayrıntısını zikretmeye gerek yoktu. Ashab-ı fil'in akıbetine sadece işaret edilerek, özellikle Kureyşlilere ve genelde Araplara, Hz. Muhammed'in (s.a) bu davetinin, diğer mabudları bırakarak ancak Allah'a tapmaktan başka bir şey olmadığı açıklanmıştır. Ama hak davete karşı zorbalık ederlerse Ashab-ı fil'i yok ettiği gibi, Allah'ın azabının onları da yok edeceğini düşünmeleri onlara hatırlatılmıştır.
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Görmedin mi,1 Rabb'in fil sâhiplerine ne yaptı?2
2 Onların 'tasarladıkları planlarını'3 boşa çıkarmadı mı?4
3 Onların üzerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi.5
4 Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı;5
5 Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.7
AÇIKLAMA
1. Burada muhatabın Rasulullah olduğu görülse de aslında muhatap Kureyşlilerdir. Aynı zamanda, Arabistan'da bulunan ve bu kıssaya vakıf olan herkes muhataptır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "elem tere" (görmedin mi?) kelimesi kullanılmıştır. Burada kastedilen Nebi (s.a) değil, bütün insanların muhatap olmasıdır. (Mesela bkz. ibrahim 19, Hacc 18 ve 65, Nur 43, Lokman 29-31, Fatır 27, Zümer 21) Ayrıca, buradaki "görmedin mi?" kelimesi, Mekke'de onun çevresinde ve Arabistan'ın Mekke'den Yemen'e kadar genişliği olan bölgesinde, fil olayına şahit olan ve hayatta bulunan insanlar için de kullanılmıştır. Çünkü bu olay 40-45 sene önce vuku bulmuştu. Bütün Arabistan bunu mütevatir haberlerle almış ve duymuştu. Bu olay oradaki insanlar için, kendi gözleriyle görmüş kadar kesin bir olay olarak bilinmekteydi.
2. Burada Allah, ehl-i fil'in kim olup nereden geldiklerini, ne maksatla geldiklerini açıklamamıştır. Çünkü bunların hepsi bilinen şeylerdi.
3. Burada "keyd" kelimesi kullanılmıştır. Bu bir şahsa zarar vermek için "gizli tedbir" manasında kullanılır. Burada bu gizli şeyin ne olduğu sorulabilir. 60.000 asker ve filler ile Yemen'den Mekke'ye hareket eden Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmak için geldiği gizli değildi. Onun için buna gizli tedbir diyemeyiz. Fakat Habeşistanlıların gizli amacı, Kâbe'yi yıkarak Kureyş'i ezmek idi. Bütün Arapları korkutarak Güney Arabistan'dan Şam ve Mısır'a uzanan ticaret yolunu ele geçirmek istiyorlardı. Onlar bu maksatlarını gizli tutmaktaydılar. Kabe'ye saldırmaları zahiren, Arapların kiliseye saygısızlık yapmalarının intikamı olarak gözüküyordu.
4. Buradaki kelime, "tatlil"dir. Yani onların tedbirlerini saptırmıştır. Istılahta bir tedbiri saptırmaktan maksat onu zayi etmektir. Kendi maksadını elde etmek için onu başarısız kılmaktır. Okun nişanına oturmaması gibi. Kur'an-ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar." (Mü'min 25) Diğer bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Hainlerin tuzağını Allah'ın başarıya ulaştırmayacağını bilsin." (Yusuf 52) Araplar, İmru'l Kays'a "el-meliku'l zelil" (ziyan eden kral) diyorlardı. Çünkü o, babasından aldığı krallığı kaybetmişti.
5. Burada "tayran ebâbile" kelimesi kullanılmıştır. Urduca'da "ebabil" kelimesi bir kuş için kullanılır. Onun için bizde genellikle Ebrehe'nin üzerine ebabil kuşları gönderildiği zannedilir. Oysa Arapça'da "ebabil", çeşitli yönlerden gelen sürüler anlamındadır. Bunlar insanlar da hayvanlar da olabilir. İkrime ve Katade, bu kuş sürülerinin Kızıldeniz tarafından geldiklerini söylerler. Said b. Cübeyr ve İkrime, bu kuşların daha önce hiç görülmediklerini, daha sonra da görülmediklerini belirtirler. Bu kuşlar Necid'de bulunan kuşlardan değillerdi. İbn Abbas, bunların gagalarının kuşlar gibi, ama pençelerinin köpek pençeleri gibi olduğunu söyler. İkrime, başlarının av kuşlarına benzediğini söyler. Yaklaşık olarak bütün raviler müttefiktirler ki, her bir kuşun gagasında bir taş pençelerinde ise iki taş vardı. Mekkelilerin bazıları, o taşları uzun süre saklamışlardı. Ebu Nuaym, Nevfel b. Ebu Muaviye'den şöyle nakledilmiştir: "Ben Ashab-ı fil üzerine düşen taşlardan gördüm. Onlar bezelyenin küçük taneleri kadardı ve siyaha çalan kırmızı renkteydi." İbn Abbas, Ebu Nuaym'dan taşların çam fıstığı kadar olduklarını nakletmiştir. İbn Merduye'nin rivayetine göre taşlar, keçinin tersi kadardı. Anlaşılıyor ki, bu taşlar aynı büyüklükte değildi.
6. Buradaki kelime "bi hicâretin min siccîl"dir. Yani siccîl'den bir taş. İbn Abbas bu kelimenin, aslen Farsça bir kelime olan "seng" ve "gil"den alınma olduğunu söyler. Bundan murad, çamurdan yapılmış ve pişirilerek sertleştirilmiş taştır. Kur'an-ı Kerim de bunu teyid etmektedir. Hud suresi 82 ve Hicr suresi 74'te Lut kavmi üzerine siccîl taşlarından yağmur yağdırıldığı açıklanmıştır. Aynı taşlar hakkında Zariyat suresi 33'te "hicâretin min tîn", yani toprak ve çamurdan yapılmış taş buyurulmuştur.
Bu devirde Kur'an'ın anlamı hakkında çok değerli araştırmalar yapan merhum Mevlana Hamîdüddin Ferahî, bu ayetteki "termî-him"de failin, "gördünüz mü?"de muhatab alınan Mekke ehli ve diğer Araplar olduğunu söylemiştir. Kuşlar hakkında ise, onların taş atmadıklarını, aslında Ashab-ı fil'in cesetlerini yemek için geldiklerini belirtir. Bu konuda verdiği deliller kısaca şöyledir: Ona göre Abdulmuttalib'in, Ebrehe'nin yanına giderek Kabe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi rivayeti kabul edilemez. Ayrıca Kureyşlilerin ve hac için gelmiş diğer Arapların, Ebrehe'nin hücumuna karşı koymayarak Kabe'yi Allah'ın takdirine bırakmaları ve dağlara çekilmelerini de kabul etmek mümkün değildir. Bu olayın gerçekliği ona göre şudur: Araplar Ebrehe'nin askerlerini taşladılar. Allah (c.c.) da tufan göndererek taşlar yağdırdı ve Ebrehe'nin askerlerini helak etti. Daha sonra onların cesetlerini yemek için kuşlar gönderildi. Ama girişte açıkladığımız gibi, rivayet Abdulmuttalib'in sadece develerini almak için gittiği şeklinde değildir. Hatta bir rivayette develerden söz edilmemiş ve Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmaktan vazgeçmesine çalışıldığı kaydedilmiştir. Bütün güvenilir rivayetlere göre Ebrehe'nin ordusunun hücumu Muharrem ayında vuku bulmuştur. O zaman hacılar hac görevlerini bitirip dönmüşlerdi. Biz ayrıca Kureyşlilerin, 60.000 askere karşı koyamayacaklarını, bu sayının çevredeki Arap kabilelerin gücünün de üstünde olduğunu söylemiştik. Onlar Ahzab savaşı sırasında çok büyük hazırlıklara rağmen ve bütün müşrik Araplar ve Yahudi kabileleri birleştikleri halde ancak 10-12.000 kişi toplayabilmişlerdi. 60.000 askere karşı çıkmaya nasıl cesaret edebilirlerdi? Buna rağmen, bu delilleri bir kenara bırakıp Fil suresinin sadece söz dizimi üzerinde düşünsek bile söz konusu tevil uygunluk arzetmez. Eğer taşları Arapların attığı ve bundan dolayı Ashab-ı fil'in de yenilmiş ekin gibi olduğu, kuşların ise onların cesetlerini yemek için geldiği söylenseydi o zaman söz dizimi şöyle olurdu: "Onlara, pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah (c.c.) onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti."
Ama biz görüyoruz ki, Allah (c.c.) burada önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.
7. Buradaki kelime "ke asfin me'kul"dur. "Asf" kelimesi Rahman suresi 12. ayette de kullanılmıştır: "zu'l asfi ve'r reyhan" (yaprak, taneler ve hoş kokulu bitkiler). Buradan anlaşılıyor ki, "asf"in manası, dışı kabuk olan tanedir. Çiftçi onların tanelerini çıkararak kabuklarını hayvanlara yem olarak atar. Hayvanlar da bir kısmını yer, bir kısmını ayakları altına düştüğü için çiğner. "Keasfin me'kul" de bu demektir.