Her şey güzel olacaktı. Sen, ben ve hayatımız... Hayallerimiz ve
hedeflerimiz... Seni tanıyıp sevdikten sonra hayatıma dair verdiğim
sözler... Hepsi çok güzel olacaktı, sen de olsaydın...
Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve senin
ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve bu
beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık. 'Daima
mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile, birbirimizi
unutmayacağız.' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce kilometre taşımdın,
şimdi ise hayat arkadaşım...
Henüz üç aydır seninle aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle
kitap okuyor, çay içiyor ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet,
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/38359-marmara-depreminde-yasanmis-bir-olay.html#post83310
henüz üç aydır inanç ve ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç
aydır 'yaşıyordum.'
Mutluydun... Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu
ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin
kaynağının 'birbirine bakmak' değil, 'birlikte aynı yöne bakmak'
olduğunu anlıyorduk... Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan
bağlılığındı seni bana sevdiren. Allah'ın kalblerimize koyduğu
muhabbetullah hissi ve oradan yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga
yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz hep o sevgiyle aydınlanıyordu sanki.
Huzurluyduk... Ve yuvamızın huzur kaynağı belki de senin geceleri
sessizce yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar...
17 Ağustos günü seninle alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte
annenlere uğramıştık. Onların dualarını almıştık 'iki dünya mutluluğu'
adına. Bulaşıcı bir yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse
bizim kadar mutlu oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen
uyumaya pek niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet
ettik. Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz
adına konuştuk. Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur,
bildiklerimizi nasıl daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha
iyi anlayabiliriz diye, eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük... O
gece bir kez daha inandım senin gönül dünyandaki güzelliklere ve
bilmenin sevginin başlangıcı olduğuna...
Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu. "Artık uyumalıyız." diye
düşündüm. Sen her gün biraz okuduğun baş ucu kitabından birkaç sayfa
okumak istedin. Ben ise tam sana iyi geceler dilemiştim. İşte o an...
Ömrümde ilk defa duyduğum o uğultu koptu. Hiç bilmediğim bu uğultu,
korkunç bir sallantıya dönüştü. Bu neydi Allah'ım... Sehpanın üzerindeki
bardağı bile anında yere fırlatan bu sarsıntı neydi? Evet, Allah'ın
Celâl isminin bir tecellisi olan bu sarsıntıyı kabullenmek gerekiyordu,
bu bir zelzeleydi... Gözlerindeki mânânın adı ise acziyetten gelen
şaşkınlıktı... Hemen elinden tuttum, ayağa kalkıp kapının eşiğine
gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz... Sallantı toz bulutu haline
gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben senin
üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime... Ve sen acı çekiyordun.
Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de hareket
edemiyor ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki, beni
üzmemek için, kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik. On
sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O
durumda iken bir aralık bana 'Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim.'
dedin. Ve on sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir
mekân olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise
kötüydü. Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz
ikinci bir zelzele ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ
gülümsüyordun. Sen nasıl bir insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem
veriyordun. Senin için maddenin ve kaybedecek olduğun bir bacağın hiç
önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın bile...
Sekizinci gündü... Bir kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında
kalan canlar, ümitler... Çığlıklar, 'Sesimi duyan var mı?'lar...
İsyanlar, sabırlar... Nice hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir
fay hattı... Şehirde keskin bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir
hüzün hâkim... Boş arsalar kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu... Evini,
annesini, kendisini kaybetmiş insanlar... İnsanların dilinde tek kelime:
Deprem.
Fakat sadece bacağın gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme
gittin, geride dolu dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi
kaldı... Elimde, senin en çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle
mezarının başındayım. Artık sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının
heyecanları... Sen gittin, geride hüzün, geride ben, gâye-i
hayâllerimiz... Şimdi omzumu sıvazlayan yakınlarım, 'Bırakma kendini.
Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu olursun.' diyorlar. Aslâ!.. Sen bana
o zor dakikalarda ne demiştin? Biz seninle " ötelere" sevdalandık.
Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu bize yeter...
Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana 'unutursun' diyenlere sadece
acı bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli "öteleri" aradık. Sen
buldun aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ.
İmtihanın bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni
sevdiğimi, her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi
beklediğimi bil.
Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol...