Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


39 sonuçtan 1 ile 10 arası

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    S
    Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.
    Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak."Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."
    Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak."Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."
    Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak."Köye varmamız sabahı bulacak."
    Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde."Sabahın köründen beri yoldayız."
    Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan."Ben sabır taşı mıyım?"
    Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak."Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."
    Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.
    Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim)."Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."
    Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak."Bizim de saçımıza ak düştü."
    Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.
    Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek."Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."
    Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak."Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."
    Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.
    Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak."Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."
    Safra bastırmak: Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.
    Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek."Sağa sola bakmadan yürüyordu."
    Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.
    Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı."Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"
    Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak."Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."
    Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.
    Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren."O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."
    Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
    Sağmal inek: Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.
    Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek."Şu kimsesize sahip çıkalım."
    Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.
    Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak."Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"
    Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.
    Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak."İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."
    Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek."Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."
    Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak."Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."
    Saman gibi:
    Tatsız, yavan.
    Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.
    Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
    Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak."Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."
    Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek."İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."
    Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek."Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."
    Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak."Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."
    Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.
    Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek."Adam bir vuruşta sedyelik oldu."
    Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek."Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."
    Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek."Onunla selâmı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"
    Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.
    Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
    Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.
    Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?:
    "Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.
    Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak."O kadar senli benli olma yabancılarla."
    Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı."Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."
    Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak."Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"
    Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe."Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."
    Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak."Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"
    Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek."Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."
    Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak."Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."
    Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek."Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"
    Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak."Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."
    Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek."Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."
    Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak."Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."
    Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan."Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."
    Sıcak kanlı: Sevimli, cana yakın, sempatik."Ne kadar sıcak kanlı bir çocuk."
    Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak."Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"
    Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek."Bir kez sıdkım sıyrıldı o adamdan."
    Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.
    Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak."Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."
    Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak."Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98989.html
    Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak."Sıkı dur, şut çekeceğim."
    Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz."Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."
    Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak."Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"
    Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak."Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."
    Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.
    Sıkı tutmak: Önem vermek."İşleri sıkı tutmazsan böyle olur işte."
    Sır küpü: Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.
    Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.
    Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak."Sırra kadem bastı adam!"
    Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı."Sırım gibi delikanlı olmuş."
    Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.
    Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak."Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"
    Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak."Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."
    Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek."Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."
    Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.
    Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.
    Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek."Evi çarçabuk silip süpürdüm."
    Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak."Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."
    Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak."Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."

  2. #2
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Sineye çekmek: Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak."Uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye çekti; durdu."
    Sinirleri alt üst olmak: Haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak, bilememek.
    Sinirleri boşanmak: Kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.
    Sinirleri yatışmak: Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek."Çok şükür öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz."
    Sinirlerini bozmak: Kızdırmak, öfkelendirmek.
    Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak."Sinirleri çok gergin, üstüne varmayın."
    Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak."Sipsivri kalakalmıştım, ne yapacağımı bilmiyordum."
    Sivri akıllı: Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan."Hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız!"
    Soğuk almak: Üşüyüp hastalanmak."Soğuk almışım, öksürüp duruyorum."
    Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.
    Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen."Helâl olsun, ne soğuk kanlı davrandı."
    Soğuk nevale: Sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak duran kimse.
    Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak."Kimsesiz olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı."
    Sokak süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.
    Solda sıfır: "Hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır."Senin yaptığın iş benimkinin yanında solda sıfır kalır."
    Soluğu kesilmek: Nefes alamaz olmak, gücü tükenmek."Bu yokuş soluğumuzu keseceğe benziyor."
    Soluk aldırmamak: Çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.
    Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak."Soluk soluğa içeri girdi."
    Son kozunu oynamak: Elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.
    Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan."Sonradan görme ne olacak!"
    Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek."Mahkûmu hemen sorguya çekmişler."
    Soyup soğana çevirmek: 1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak."Dükkânı soyup soğana çevirmişler."
    Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek."Göçmen kuşlar ufuktan sökün ettiler."
    Söz açmak: Bir konu hakkında konuşmaya başlamak."Toplantıda felsefeden söz açtı."
    Söz almak: 1. Konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle konuşmaya başlamak. 2. Birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak. 3. Erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden olumlu cevap almak."Toplantıda ilk olarak Ayşe söz almak istedi."
    Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek."Benim söz altında kalacağımı sanıyordu."
    Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
    Söz bir Allah bir: "Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.
    Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak."Onunla söz birliği mi ettiniz?"
    Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak."Bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum."
    Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek."Sözde kalacaksa konuşmamızın bir anlamı yok."
    Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak."Sözümü dinleseydin başına bunlar gelmezdi!"
    Söz geçirmek: Dediğini yaptırmak."Oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun?"
    Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.
    Söz götürmez: Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan."Söz götürmez işler bunlar."
    Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak."Durup dururken babamdan söz işittik yine."
    Söz kaldırmamak: Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak."Bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde?"
    Söz kesmek: Evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek."Söz kesildi, iki ay sonra düğün olacak."
    Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak."Bu şirketin alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş?"
    Sözü ağzında bırakmak: Söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek, engel olmak.
    Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak."Sözü bağlamasına az bir zaman kalmıştı ki bir gürültü koptu."
    Sözü çiğnemek: Söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini söyleyememek.

    Sözü (bir şeye) getirmek:
    Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak."Söylesene açıkça, sözü nereye getirmek istiyorsun?"
    Sözü kesmek: 1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak."Bir anda sözünü kesip kürsüden indi."
    Sözüm meclisten dışarı: "Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur" anlamında kullanılır.
    Sözüm ona: "Güya, sanki, sözde" anlamlarında kullanılır.
    Sözünde durmak: Verdiği sözün gereğini yerine getirmek."Demek sözündeduracaksın, iyi."
    Sözünden çıkmamak: Birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse onu yapmak.
    Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek."Demek sözüme geldin, o hâlde gidelim."
    Sözünü balla kestim: "Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.
    Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak."Ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı?"
    Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek."Sözünü geri al, yoksa karışmam!"
    Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak."Ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir."
    Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak."Babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın."
    Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek."Öğretmenin sözünü yabana atma sakın."
    Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek."Hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı."
    Sudan cevap: Üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap."Ne sordumsa sudan cevaplar aldım."
    Sudan ucuz: Çok ucuz, âdeta bedava gibi."Sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş öyle mi?"
    Su dökünmek: Yıkanmak."Buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz."
    Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.)."Para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım?"
    Su gibi bilmek: Çokiyi, yanlışsız bilmek veya okumak."Senin konunu da su gibi biliyorum."
    Su gibi ezberlemek: Çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde ezberlemek.
    Su gibi gitmek: Bol bol harcamak."Paralar su gibi gitti."
    Su götürmez: Kesin, başka bir yoruma açık olmayan."Şu anlattıkları su götürmez gibi geliyor bana."
    Su götürür olmak: Çeşitli yorumlara elverişli olmak.
    Su içinde kalmak: Çok terleyip sırılsıklam olacak biçimde ıslanmak.
    Su katılmamış: Saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan, hilesiz.
    Su koyvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak."Su koyvermeden çalışamaz mısın sen?"
    Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak."Sululuk etmeyi bırak da çalışmaya bak."
    Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.
    Surat bir karış: Öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan."Yanına vardığımızda suratı bir karıştı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98990.html
    Suratını ekşitmek: Hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Bütün gün suratını ekşitip durdu."
    Sus payı: Bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para, susmalık.
    Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.
    Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak."Başına gelen son belâdan sonra suya sabuna dokunmamaya karar verdi."
    Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak."Sen de suyu bulandırmasan olmaz değil mi?"
    Suyu kaynamak: İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak."Sen de suyu kaynayanlar arasında yer alıyorsun."
    Suyu mu çıktı?: "Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?" anlamında kullanılır.
    Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii."Yorgun bedenlerini suyun başındaki çimenlerin üstüne bıraktılar."
    Suyunca gitmek: Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak."Aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar vermesin."
    Suyu nereden geliyor?: "Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor." anlamında kullanılır.
    Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek."Paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti."
    Suyunun suyu: Çok uzaktan ilgisi bulunan şey.
    Su yüzü görmemiş: Hiç yıkanmamış, çok kirli."Günlerce hapiste kaldım, su yüzü görmedim hiç."
    Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak."Bu işin asıl sebepleri su yüzüne çıkacak, sen de gününü göreceksin."
    Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak."Süklüm püklüm yanımıza yaklaştı.
    Sükûtla geçiştirmek: Asıl mesele üzerinde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.
    Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak."Sen o işin üzerine bir sünger çek hele."
    Süngüsü düşük: Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış."Bir hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından."
    Sürüncemede kalmak: Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak."Bizim iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar!"
    Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek."Sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar mı?"
    Süt dökmüş kedi gibi: Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.
    Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse."Daha süt kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona?"
    Süt liman olmak: Dingin, gürültüsüz, sakin olmak."Ortalık bir anda süt liman olmuştu."
    Sütü bozuk: Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse."Senin gibi sütü bozuklara selâm verilir mi?"

  3. #3
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Ş
    Şad olmak: Sevinmek, mutlu olmak."Seni gördük, şad olduk."
    Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak."Onu yanımdan kovunca bende şafak attı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98991.html
    Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak."Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler."
    Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak."Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı."
    Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak."Bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu onlara."
    Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek."Bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin!"
    Şaka kaldırmak: Kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.
    Şaka maka (derken): "Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında kullanılır.
    Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya."Şakası yok bu adamın, hemen buradan gidelim."
    Şakaya getirmek: 1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek."İşi şakaya getirip unutturmaya kalkma emi!"
    Şakaya vurmak: Ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.
    Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse."Yeter artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini!"
    Şamata koparmak: Gürültü, patırtı yapmak.
    Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek."Şimdi şapa oturduk işte, yardım alacak kimse de yok ortalıkta."
    Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak."Para almadan, vermeyeceğini şart koş ona."
    Şeref vermek: Onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.
    Şerefini korumak: Onurunu, kişiliğini gözetmek.
    Şeşi beş görmek: Yanlış görmek, görüşünde aldanmak."Şeşi beş gördüm her hâlde."
    Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
    Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak."Şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum."
    Şeytan diyor ki!: "İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor" anlamında kullanılır."Şeytan diyor ki git şunu bir güzel döv."
    Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak."Güzel güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde."
    Şeytan görsün yüzünü: "Onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum" anlamında kullanılır.
    Şeytanın art bacağı: Çok afacan ve yaramaz (çocuk).
    Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak."Haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize gel."
    Şeytan kulağına kurşun: İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken "Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun." anlamında kullanılır.
    Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak."O ne tilkidir bilemezsin, şeytanın yattığı yeri bile bilir."
    Şıp diye geçmek: Ansızın, birdenbire geçmek.
    Şifayı bulmak (veya kapmak): Hastalanmak."Burnum akıyor, yine şifayı kapacağız desene."
    Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden."Şimdiden tezi yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır."
    Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak."Boşu boşuna şimşekleri üzerine çektin."
    Şirazesinden çıkmak: Bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.
    Şom ağızlı: Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse."Milleti korkutup durma, kapa şu şom ağzını da rahatlayalım."
    Şöyle bir: Üstünkörü, gelişigüzel, üzerinde durmayarak."Şöyle bir baktım vitrindeki elbiselere"
    Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak."Şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik."
    Şundan bundan: Belli belirsiz, önemsiz şeyler."Eh işte, şundan bundan konuşup durduk."
    Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek."Şunu bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz."
    Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır."Şunun şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin?"
    Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku."Onu arkadaşlarıyla birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor."

  4. #4
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    T
    Tabana kuvvet: "Binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı" anlamında kullanılır."Haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet!"
    Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak."Polislerin geldiğini görünce tabanları kaldırdı."
    Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.
    Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı."Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler."
    Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek."Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim."
    Tabanvayla gitmek: Araçla değil de yürüyerek gitmek.
    Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak."Taburcu olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler."
    Tadı damağında kalmak: Tadını, lezzetini bir türlü unutamamak."O kebabın tadı damağımda kaldı."
    Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl olduğunu yoklamak."Yemeğin tadına baktın mı?"
    Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da kavrayamamak."Şu dostluğumuzun tadına varamadım daha."
    Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak."Yeter çocuklar! Tadında bırakın, havayı bozacaksınız yoksa."
    Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk duymaya başlamak."O işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz."
    Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan istediği gibi yararlanmak."Şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım."
    Tadını kaçırmak: Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98992.html
    Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel ve çekici durumu ortadan kalkmak."İşlerimizin artık tadı tuzu kalmadı."
    Tahtalı köy: Mezarlık.
    Tahtası eksik: Aklı noksan, deli."O ne biçim hareketti, tahtası eksik galiba!"
    Takım taklavat: Hepsi, parçalarıyla birlikte.
    Takıp takıştırmak: Özenerek süslenmek."Takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa."
    Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.
    Tam adamını bulmak: 1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek."Tam adamını bulmuşsunuz hani!"
    Tam takır kuru bakır: İçinde hiçbir şey yok, bomboş."Tam takır kuru bakır bir ev bırakıp gitmişler."
    Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.
    Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk."O bir Tanrı misafiridir. Nasıl kalk git diyebilirim."
    Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak."Ben sana taraf tutup da onların düşmanlığını kazanma demedim mi?"
    Tarihe karışmak: Yalnız adı anılır olmak veya etkisi yok olmak.
    Tası tarağı toplamak: Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak."Tası tarağı toplamış arabanın gelmesini bekliyorduk."
    Taş atmak: Birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.
    Taş attı da kolu mu yoruldu?: "Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek verdi mi, para harcadı mı?" anlamında kullanılır.
    Taşa tutmak: Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak."Çocuklar aşağı yoldan geçen karşı köylüleri taşa tuttular."
    Taş çatlasa: "Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız" anlamında kullanılır."Taş çatlasa bu elbise otuz binden fazla etmez."
    Taş çıkartmak: Biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak."Nezaketiyle akranlarına taş çıkartıyor."
    Taşı gediğine koymak: Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek.
    Taşı sıksa suyunu çıkarmak: Bedence çok kuvvetli, dinç kimse."Taşı sıksa suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş!"
    Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek."Çocuk sanki taş kesilmişti."
    Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak): Her şeyi yıkıp yerle bir etmek."Belediye araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üstünde taş koymadılar."
    Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz."Taş yürekli herifler, çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler."
    Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz."Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır."
    Tatlı sert: Kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.
    Tatlı su firengi: Batılılık taslayan, Batılı gibi davranan Doğulu Hristiyan.
    Tatlıya bağlamak: Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir çözüme ulaştırmak."Nihayet işi tatlıya bağladık."
    Tava getirmek: Gereği kadar ısıtmak.
    Tavına getirmek: Bir işi en uygun duruma getirmek."Tavına getirip söyle."
    Tava gelmek: 1. Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma gelmek."Söylediğim sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi."
    Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak."Ağabeyim bana niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"
    Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.
    Tavşanın suyunu suyu: İki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılır.
    Tavşan yürekli: Korkak, ürkek, çekingen."Amma da tavşan yürekli bir adammışsın."
    Tazıya dönmek: 1. Oldukça zayıflamış olmak. 2. Sırılsıklam, çok ıslanmış olmak.
    Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar yakasını bırakmamak."Başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem oraya geliyor."
    Tebdil gezmek: Tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.
    Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak."Bunlar adamı tefe koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma."
    Tekbir getirmek: "Allah-ü ekber" diyerek Allah`ın adını yüceltmek.
    Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak gibi davranışlarda bulunmak."Adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler."
    Tekin değil: 1. İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse."O eski ev tekin değil diyorlar."
    Telâşa düşmek: Heyecanlanmak, aceleci olmak.
    Tel çekmek: 1. Telgraf çekmek. 2. Telle sınırlandırmak, telle çevirmek.
    Telleyif pullanmak: Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek."Gelini bir güzel telleyip pulladılar."
    Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak, yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.
    Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek."Evin temelini yarın atacağız inşallah."
    Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. Bir şeye temel olan öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı."Bu şiir, onun şiir anlayışının temel taşıdır."
    Temize çekmek:
    Karalama hâlindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak."Ödevlerinizi temize çekin."
    Temize çıkmak: Bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak."O yapmadı, temize çıkacak, göreceksin!"
    Temiz para: 1. Kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. Doğru yoldan kazanılmış para.
    Tencerede pişirip kapağında yemek: Kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.
    Tencere dibin kara seninki benden kara: "Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin" anlamında kullanılır.
    Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.
    Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek."İnsanlara tepeden bakmayı bırak artık, aciz bir varlık olduğunu düşün."
    Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir makamdan çıkan buyruk, emir."Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına."
    Tepeden tırnağa (kadar): Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu."Tepeden tırnağa gözden geçirdi ihtiyarı."
    Tepesi atmak: Çok sinirlenmek, birden öfkelenmek."Tepesi atar atmaz salondakileri dışarı çıkardı."
    Tepesinde havan dövmek: Üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız etmek.
    Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak."Hayır cevabını alınca tepesinden kaynar su döküldü."
    Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak."Düşmanların tepesine binmek boynumuza borç oldu."
    Tepesi üstü: Tepe taklak, başı yere gelmek üzere."Çocuk sandalyeden tepesi üstü düşmüştü."
    Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği gibi kullanmak."Bu kadar istiyorsan al senin olsun, tepe tepe kullan!"
    Terbiyesini vermek: Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.
    Tercüman olmak: Başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.
    Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok terlemek."Bu işi başarmak için az ter dökmedi."
    Tereciye tere satmak: Birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.
    Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak."Merak etme sen, tereyağından kıl çeker gibi halledecektir işi."
    Tersi dönmek: Şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.
    Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak."Ters tarafından kalktın galiba, ne dersem tersini yapıyorsun."
    Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek."Gömleğin yakasını ters yüzü edip diktim."
    Ters yüz geri dönmek: İstediğini elde edemeden, eli boş dönmek.
    Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak."Arkadaşını en iyi şekilde teselli ettiğine eminim."
    Teselli bulmak: Avunmak.
    Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak."Yakında teslim bayrağını çekerler, endişeye kapılmayın."
    Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak."Teslim olursan kılına dokunulmayacaktır!"
    Teşrif etmek: Onurlandırmak, şereflendirmek.
    Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak."Ben size tetikte olun, gözünüzü dört açın demedim mi?"
    Tez canlı: Aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan."Bu kadar tez canlı olma!"
    Tez elden: Çabucak, bir an önce, çarçabuk,"Tez elden hastaneye gitmeli bu yaralı!"
    Tezgâhı kurmak: İşe başlamak üzere tüm araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya başlamak."Hemen tezgâhı kurup gittiler."
    Tezkeresini eline vermek: Kovmak, işten atmak, işine son vermek.
    Tıka basa doldurmak: Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak."Çuvalı tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır."
    Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek kadar çok yemek."Doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını."
    Tımarhane kaçkını: Delice işler yapan kimse.
    Tıpış tıpış yürümek: 1. Kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. İster istemez bir yere gitmek.
    Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak."Yeni berber iyi tıraş yapamıyor."
    Tırnak göstermek: Gözdağı vermek, korkutmak.
    Tırpan atmak: 1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak."Genel müdür olunca, ilk işi yardımcılarına tırpan atmak oldu."
    Tohuma kaçmak: Yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.
    Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse)."Bu çocuk da tok evin aç kedisi."
    Tokat aşketmek: Ansızın el içi ile vurmak.
    Tok gözlü: Mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.
    Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen."Rahmetli tok sözlü bir insandı."
    Tongaya basmak: Tuzağa düşmek."Çok kötü bastı tongaya."
    Top atmak: İflas etmek."Bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım."
    Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.
    Topun ağzında: Tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.
    Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır, Müslüman ölüler için "Allah rahmet eylesin" denir.
    Topu topu: (Azımsanan şeyler için) olup olacağı, yalnızca, hepsi."Topu topu beş elma almış."
    Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun olabileceğini kabul etmemek."Kızına da hiç toz kondurmuyor."
    Toz olmak: Ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak."Çabuk toz olun buradan."
    Toz pembe görmek: Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü durumları iyimserlikle karşılamak."Hayatı hep toz pembe görmüştür."
    Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak."Başıboş sığırlar tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı."
    Tur atmak: Dolaşmak, dolaşıp gelmek."Evin etrafında iki tur atıp yanıma gelsin."
    Turnayı gözünden vurmak: Hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele geçirmek.
    Turp gibi: Çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde."Merak etme, turp gibi o."

  5. #5
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek."Üç gündür çalışıyoruz, turşu gibi oldum, hiç hâlim kalmadı."
    Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek, parçalanmak."Armutların turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış."
    Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak durumunda söylenir."Kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak sanki."
    Tut kelin perçeminden: Güç bir durumda çözümün zor olduğunu anlatmak için kullanılır.
    Tuttuğu dal elinde kalmak: Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.
    Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek,"O tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona."
    Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak."Küçüktüm, tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım."
    Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak."İyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak tuz biber ektin kadının yüreğine."
    Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak, paramparça olmak."Masadan düşen vazo tuzla buz oldu."
    Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.
    Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak."Arabayı tamir ettirdik ama tuzluya mal oldu."
    Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan."Sana göre hava hoş, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa."
    Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek."Ben tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya!"
    Tümen tümen: Pek çok.
    Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek, onun tarafını tutmak."Ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık!"
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98993.html
    Türkü yakmak: Bir türküye ezgi uydurmak."Sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış diyorlar."
    Tütünü tepesinden çıkmak: Bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.
    Tüy dikmek: Kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.
    Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek."Hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu."
    Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.

  6. #6
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    U
    Ucu bucağı olmamak: Bir yer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak."Kafamı kaldırıp şöyle bir baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu."
    Ucu dokunmak: Bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar vermek."O çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye kıramıyorum."
    Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak."İşin ucunu kaçırdın, oldu mu ya?"
    Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.
    Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak."Bu davranışının ucunda bir şey var ama anlayamadım."
    Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar."İp ucu ucuna geldi."
    Ucuz atlatmak: Güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak."Ucuz atlattık, az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık."
    Uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: Pek çok kişiye borçlu olmak."Babanın uçan kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu?"
    Uçan kuştan medet ummak: Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.
    Uçsuz bucaksız: Çok geniş."Uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum."
    Uçkuruna sağlam: Namuslu, iffetine bağlı.
    Uç vermek: 1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3. Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak."İlk bahar geldi, dallar uç vermeye başladı."
    Ulu orta söz söylemek: Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa konuşmak."Birden ayağa kalkıp ulu orta söz söylemeye başladı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98994.html
    Uma uma döndük muma: Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için söylenir.
    Umurunda olmamak: Aldırış etmemek, önem vermemek.
    Ununu elemiş, eleğini asmış: Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.
    Utancından yere geçmek: Çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak yer aramak."Çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek üzereydi."
    Uyku bastırmak: Aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak."Yemekten sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım."
    Uyku çekmek: Rahat ve huzurlu bir şekilde çok uyumak."Eve gidip şöyle bir uyku çekeceğim."
    Uyku gözünden akmak: Çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak."İki gündür yoldaydık, hemen hemen hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden akıyordu."
    Uykusu kaçmak: 1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak."Uykusu kaçmış, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu."
    Uykusunu almak: Gerektiği kadar uyumuş olmak."Epeydir yatıyorsun, uykunu almış olmalısın."
    Uyku tulumu: 1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek yatılan tulum biçimindeki yatak."Uyku tulumu sen de, çabuk kalk!"
    Uykuya dalmak: Rahat ve derin bir şekilde uyumak.
    Uyur uyanık: Yarı uykulu."Uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu."
    Uzağı (ileriyi) görmek: Gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek."Dedem uzağı gören bir adamdı."
    Uzaktan uzağa: 1. İlgisi pek az olan. 2. Çok uzaktan."Uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk işte."
    Uzun boylu: 1. Boyu uzun olan. 2. Uzun süre. 3. Derinlemesine, ayrıntılarıyla."Meselenin üzerinde öyle uzun boylu durmadık."
    Uzun etmek: 1. Nazlanmak, sözünde direnmek. 2. Sözü uzatmak, tartışmayı sürdürmek. 3. Aşırı gitmek."Haydi uzun etme de gel benimle!"
    Uzun hikâye: Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.
    Uzun lafın (sözün) kısası: Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak."Uzun lafın kısası, yazar gerçekçi olmalıdır."
    Uzun uzadıya: Çok ayrıntılı olarak, en ince noktalarına inerek."Meseleyi uzun uzadıya inceledik."

  7. #7
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Ü
    Üç aşağı beş yukarı: Az bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere, yaklaşık olarak."Üç aşağı beş yukarı anlaşırız, merak etme."
    Üç buçuk atmak: Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.
    Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak."İstediğini üçe beşe bakma, mutlaka al."
    Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).
    Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını anlamak."Ümidimi kestim iyice, kocam artık geri dönmeyecek."
    Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak."Ümitsizliğe düşme bu kadar, belki geri gelir."
    Ün kazanmak: Adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak."O cihana ün salmış bir güreşçidir."
    Üst baş: Kılık kıyafet, giyim kuşam."Üstüne başına hiç bakmaz ki o."
    Üste çıkmak: Suçlu olduğu hâlde suçsuz durumda olduğunu söyleyip karşısındakini suçlamak."Bir an önce bu işten kurtulmak için üste çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi içinden."
    Üstesinden gelmek: Becermek, üzerine aldığı işi başarmak, yapmak."Hiç endişelenme sen, üstesinden gelecektir o işin."
    Üste vermek: Fazladan ödeme yapmak."Üste bir milyon verdiler ama bu arabayı değişmedim."
    Üst perdeden konuşmak: 1. Üstünlük taslayarak konuşmak. 2. Çok yüksek sesle konuşmak."Üst perdeden konuşmaya bayılır."
    Üstü başı dökülmek: Kılık ve kıyafeti çok eski olmak, perişan durumda bulunmak.
    Üstü kapalı konuşmak: Açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup dinleyenin kavrayışına bırakmak."Niçin üstü kapalı konuştuğunu bir türlü anlayamıyordu."
    Üstünde durmak:
    Bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek, uğraşmak."Şu işin üstünde dur biraz, yoksa sonun kötü olacak."
    Üstünde kalmak: Artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. Suçlanmak."Onlar kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı."
    Üstünden atmak: Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını ilgilendirdiğini belirtmek."Bu iş senin, sakın üstünden atayım deme."
    Üstünden dökülmek: Bir giysi bol ve biçimsiz olmak, yakışmamak.
    Üstünden (şu kadar zaman) geçmek: Aradan (şu kadar) zaman geçmek."Üstünden şu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ borcunu ödemedi."
    Üstüne almak: 1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek."Her sözü üstüne alma lütfen!"
    Üstüne atmak: Kendi kaptığı bir suçu birine yüklemek."Camı kendi kırdı ama suçu arkadaşının üstüne attı."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98995.html
    Üstüne basmak: 1. Yerinde bir fikir beyan etmek. 2. İyice belirtmek."Üstüne basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de!"
    Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek."Verecek mi? Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç!"
    Üstüne (üzerine) düşmek: 1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek."Şu çocuğun üstüne bu kadar düşmeyelim, şımardıkça şımarıyor, neredeyse başımıza çıkacak."
    Üstüne fenalık gelmek: Aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.
    Üstüne geçirmek: 1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek."Evi üstüne geçirmiş dedem, doğru mu?"
    Üstüne gelmek: Bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıkagelmek.
    Üstüne gül koklamamak: Sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki kurmamak.
    Üstüne (yatmak) oturmak: Hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal etmek."Vakıf mallarının üstüne oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı nasıl el verdi bilmiyorum."
    Üstüne titremek: Pek fazla sevgi, özen göstermek; zarar gelmesin diye itinalı davranmak."Öğrencilerinin üstüne böyle titreyen bir öğretmen daha görmedim."
    Üstüne toz kondurmamak: Bir şeyin kusur, eksiği olduğunu kabul etmemek."Çocuğunun üstüne hiç toz kondurmuyor."
    Üstüne tuz biber ekmek: Bir üzüntüyü, derdi, kusuru artıracak durum oluşturmak.
    Üstüne üstüne gitmek: 1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak. 2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak."Biliyorum zor ama üstüne üstüne gitmelisin, ancak o zaman başarabilirsin."
    Üstüne varmak: 1. Bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. Bir kadın, evli bir erkekle evlenmek."Demek tükürdü sana; üstüne varma, zorlama demedim mi sana?"
    Üstüne yıkmak: 1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2. Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına yüklemek."Evin geçim yükünü annenin üstüne yıkmışlar, sorumsuzca yaşıyorlar."
    Üstüne yürümek: Yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak; ya da saldırmak."Öfkeyle delikanlının üstüne yürüdü."
    Üvey evlât gibi tutmak (saymak) : Horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak, küçümsemek."Dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun, ne zaman yaklaştıysam sana köşe bucak kaçtın benden."
    Üzüm üzüm üzülmek: Haddinden fazla, çok üzülmek."Anneciği üzüm üzüm üzülüyor ama bir çare bulamıyordu."

Benzer Konular

  1. Su İle İlgili Atasözü ve Deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Atasözleri ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Mart.2016, 12:23
  2. anne ile ilgili deyimler ,anne hakkında deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.Nisan.2010, 15:58
  3. İngilizce Deyimler
    By Beyza in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 20.Temmuz.2008, 18:04
  4. ispanyolca deyimler
    By soleil in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 11:30
  5. Deyimler Ve Hikayeleri
    By soleil in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 08:21

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.