Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


39 sonuçtan 1 ile 10 arası

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    L
    Laçka olmak: 1. Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek."Bu vidalar laçka olmuş, kol tutmuyor."
    Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.
    Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
    Laf (söz) aramızda: "Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır."Laf aramızda, Ali yine öç alacağım demeye başlamış."
    Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek."Laf atarak beni tahrik etmeye çalışıyorlardı."
    Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden alıkoymak."Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar."
    Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren, çok konuşan."Laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle!"
    Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak."Akşam buluşalım da iki çift laf edelim."
    Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek."Ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar adamcağızın."
    Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek."Beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye başladı."
    Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.
    Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark edince söze başka biryön vermek, başka konuya geçmek."Beni görünce birden nasıl da sözü çevirdi."
    Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak."Artık lafını etmeyin şu adamın!"
    Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak."O daima lafını bilir bir insan olmuştur."
    Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,"Çabuk ol, senin yüzünden laf işiteceğiz öğretmenden."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98983.html
    Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden."Kızma canım, laf olsun diye söylemiştir o sözleri."
    Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek."O laf taşıyıcı adamdan uzak durmalısın."
    Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.
    Laf (söz) yok: "Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında kullanılır."Arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir."
    Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için "Lâhavle" ile başlayan duayıokumak. "Lâhavle çekmeden başka bir şey yapamadım."
    Lamı cimi yok: "Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok" anlamında kullanılır."Lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz, tamam mı?"
    Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.
    Leb demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.
    Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada bulunmak."Zorla kadıncağıza kara bir leke sürdüler, Allah`tan hiç korkmadılar."
    Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek."Beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar."
    Leşini sermek: Öldürmek."Ben de onun leşini sermezsem..."
    Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.
    Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek."Ağzında lokmalar büyümeye başladı, gözleri dolu dolu oldu."
    Lokmasını saymak: Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.
    Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak."Sedire lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu."
    Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde geçmeyen kelimelerle konuşmak."Lügat paralamak hoşuna gitmeye başlamıştı."
    Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.

  2. #2
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    M
    Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak."Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar."
    Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
    Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek."Ona kolay kolay kimse madik atamaz."
    Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.
    Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak."Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın."
    Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek."Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba."
    Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.
    Mahşer gibi: Çok kalabalık."Meydan mahşer gibiydi."
    Makaraları koyvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun uzun gülmek."Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları koy verdi."
    Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.
    Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile.
    Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak."O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım."
    Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.
    Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam çıkarmak."Öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu."
    Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak."Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum."
    Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek."Düşmanlar, toplumumuzun önce maneviyatını bozdular."
    Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak."Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler."
    Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98984.html
    Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek."Amma da martaval atıyordu adam."
    Mart içeri pire dışarı: Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.
    Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek."Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat."
    Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak."Kim düşmanının maskarası olmak ister?"
    Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak."Nihayet maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak."
    Masrafa girmek: Çok para harcamak."Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler."
    Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak."Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş."
    Maşallahı var: Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır."Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi."
    Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak."İşverense işveren, onun maşası olamam ben!"
    Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek."İleri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa zamanda mat etti."
    Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek."İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun."
    Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek."Kes sesini, maval okumandan bıktım artık!"
    Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi)."Şu mayası bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum."
    Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen."Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi."
    Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek."Mağaza ile ev arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli."
    Mendil açmak: Dilenmek.
    Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak."Merak etmeye başladım, bu saate kadar gelmeliydiler."
    Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.
    Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek."Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu."
    Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak."Haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan."
    Mesken tutmak: Yerleşmek."Yarim İstanbul`u mesken mi tuttun!"
    Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak."Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün..."
    Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek."Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun?"
    Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak."Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu."
    Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek, olmak."Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim."
    Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak."Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar."
    Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek."Meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı."
    Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve çekinmediğini açıkça bildirmek."Bir an meydan okumayı içinden geçirdi, sonra bundan vazgeçti."
    Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak."Onların kavga etmesine sakın meydan vermeyin çocuklar."
    Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.
    Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.
    Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak."Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı."
    Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
    Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2. Kuşkulandırmak."Çekil çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun!"
    Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3. Kuşkulanmak."Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti!"
    Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.
    Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.
    Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak."Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim."
    Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak."Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi?"
    Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak."Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu."
    Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek."Bu elbisenin modası geçti artık."
    Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek."Yarım saat sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz."
    Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız, narin kimse."Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben."
    Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.
    Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak."O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız."
    Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak."Askerde onun da mum gibi olacağına eminim."
    Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak."İnşallah muradına erersin kızım."
    Mümkün mertebe: Olabildiğince, yapabildiği kadar."Zararınızı mümkün mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen."
    Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.
    Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.
    Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse."Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız."
    Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak."Acaba çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim?"
    Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine uyan kimse."Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır."

  3. #3
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    N
    Na (nah) kafa: "Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir."Anlaması mümkün değil, na kafa!"
    Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde davranmak."Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun."
    Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak."İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim."
    Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.
    Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.
    Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan."Namus belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı."
    Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan."Ne nane molla bir adamsın, kalk da biraz çalış."
    Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak."Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar."
    Nato kafa nato mermer: "Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında kullanılır.
    Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak."Kendini naza çekmeye bayılır bizim kız."
    Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak."Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı."
    Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.
    Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez."Ne çare ki onu durdurmamız mümkün değil."
    Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar umulur."Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan?"
    Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra."Neden sonra babam da geldi."
    Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.
    Ne dese beğenirsin?: "Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?" anlamında kullanılır.
    Ne fayda: Artık neye yarar.
    Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak."Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı."
    Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak."Bir yumrukta nefesini kesti adamın."
    Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir şekilde (gelmek)."Kapıdan içeri nefes nefese girdi."
    Nefes tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak."Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor."
    Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak."İki yüzlülüğü bir türlü nefsine yediremiyordu."
    Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek."Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın."
    Ne güne duruyor?: "Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır."Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor?"
    Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.
    Ne günlere kaldık!: "Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
    Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için "ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
    Ne idiği belirsiz: Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen."Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış."
    Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak."Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız."
    Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit?
    Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.
    Ne oldum delisi olmak: Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak."Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar gibi olma."
    Ne olur: "Yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır."Ne olur beni de götürün köye!"
    Ne olur ne olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil."Şemsiyeni al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin."
    Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin."Ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim."
    Nerede akşam orada sabah: "Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
    Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey, olacak gibi değil!"Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız!"
    Ne şiş yansın ne kebap: "İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.
    Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil."Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin."
    Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi değişmek."Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı."
    Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.
    Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.
    Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak."Ocak birden alev alınca neye uğradığını bilemedi."
    Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek."Ona hediye almaya niyet etmişti."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98985.html
    Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen."Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin."
    Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı."Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı."
    Not düşmek: Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.
    Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda kanıya varmak."Hâlâ notunu veremedin mi o adamın?"
    Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.
    Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina)."Nuh Nebi`den kalma bir koltukta oturuyordu."
    Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak."Ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek."
    Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir.
    Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak."Katili karşısında görünce nutku tutuldu."

  4. #4
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    O
    Ocağı kör kalmak: Soyunu sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak.
    Ocağına düşmek: Birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak."Ocağına düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın!"
    Ocağına incir dikmek: Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek."Bende senin ocağına incir dikmezsem dedi ama dediğine pişman oldu."
    Ocağını söndürmek: Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek."Ocağımı söndürdü katiller!"
    Oğul balı: 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal.
    Oğul vermek: Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.
    Okkalı kahve: Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve."Bir okkalı kahve daha çek usta!"
    Okka çekmek: Hacminden daha fazla ağır gelmek.
    Okkanın altına girmek: Haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek."Uyanık ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı?"
    Ok yaydan çıkmak: Geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir harekette bulunmak."Ok yaydan çıktı bir kere, çaresiz dövüşeceğiz."
    Ola ki...: Belki olur ya, olabilir ki..."Ola ki bir daha karşılaşırız."
    Olan biten: Olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler."Olan bitenden hiç haberim olmadı."
    Oldu bittiye getirmek: Emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak."Oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar."
    Oldum bittim (veya oldum olası): Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri."Oldum bittim kızarım bu adamlara."
    Oldu olacak kırıldı nacak: "Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.
    Olmayacak duaya amin demek: Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna destek vermek.
    Olur olmaz: 1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz).
    Oluruna bırakmak: Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak."Artık oluruna bıraktık işi."
    Omuz omuza: 1. Birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. Yan yana, çok sıkışık."Omuz omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız mümkün."
    Omuz silkmek: Aldırmamak, önem vermemek, benimsememek."Sana bunu alacağım dedim ama o, omuz silkti."
    On parmağında on kara: İnsanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı huy edinmiş (kimse).
    On parmağında on marifet: Çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her iş gelir.
    Onuruna dokunmak: Onurunu, haysiyetini incitmek."Dikkatli ol, birinin onuruna dokunacak iş yapma."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98986.html
    Oralarda (oralı) olmamak: Anlamamış, sezmemiş gibi davranmak."O sözler ona söyleniyordu ama hiç oralı olmadı."
    Ortada kalmak: 1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak."Belediye evlerini yıkınca çoluk çocuk öylece ortada kaldılar."
    Ortadan kalkmak: 1. Görünmez, bulunmaz olmak. 2. Yok olmak."Sis ortadan kalktı."
    Ortadan kaybolmak: Nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez hâle gelmek."Ali ortadan kayboldu."
    Orta hâlli: Ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne güzel."Onlar orta hâlli bir ailedirler."
    Ortalığı birbirine katmak: Kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek."Şimdi gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum."
    Ortalık düzelmek: Tedirginlik kalmamak, toplum içindeki karışıklık yok olmak."Çok şükür ortalık düzeldi."
    Ortalık karışmak: Kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek."Ortalık yine karıştı, insanlar birbirine girdi."
    Orta malı: 1. Herkesin yararlandığı (şey). 2. Her isteyenle ilişkide bulunan."Benim bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor."
    Ortaya dökmek: 1. Gizli olan ne varsa açıklamak. 2. Çıkarıp göstermek."Bütün sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti."
    O tarakta bezi olmamak: Bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek."O tarakta bezi olacağını hiç sanmam."
    Ot yoldurmak: Çok güçlük çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak.
    Oya koymak: Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak."Bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul edenler el kaldırsınlar."
    Oy birliği: Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları."Sınıf başkanını oy birliği ile seçtik."
    Oyuna gelmek: Aldatılmak, tuzağa düşürülmek."Onların oyununa gelmemeye çalış, dikkatli ol."
    Oyunbozanlık etmek: Mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek taraflı vazgeçmek."Oyunbozanlık etme de gel birlikte eğlenelim."
    Oyun etmek: Aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek."Bana kötü bir oyun ettiler."

  5. #5
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    Ö
    Öbür (öteki) dünya: Ahiret, insanların öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem."Öteki dünyada inşallah yüzümüz güler."
    Öç almak: Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak."Öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu."
    Ödü patlamak: Ani bir olay sebebiyle çok korkmak."Fareden ödüm kopar."
    Öküzün altında buzağı aramak: Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.
    Öküz öldü, ortaklık bozuldu: Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı.
    Ölçüyü kaçırmak: Uygun derecenin üstüne çıkmak, aşırı gitmek,"Sofraya her oturuşunda ölçüyü kaçırırdı."
    Ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek): Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için kullanılır.
    Ölmek var, dönmek yok: "Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır."Özgürlük yolunda ölmek var, dönmek yok bize."
    Ölü fiyatına: Yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile."Arsaları ölü fiyatına satmak zorunda kaldık."
    Ölü mevsim: İşin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği zaman dilimi."Bizim iş en ölü mevsimini yaşıyor."
    Ölüm Allah`ın emri: 1. Herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. Kesin karar verme durumunda kullanılır.
    Ölümü göze almak: Yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak."Allah yolunda ölümü göze aldı yiğitler."
    Ölümüne susamak: Yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üzerine çekecek davranışta bulunmak."Ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden!"
    Ölüp ölüp dirilmek: 1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.
    Ölür müsün, öldürür müsün?: "Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?" anlamında kullanılır.
    Ömrü billah: Hiçbir zaman, ya da şimdiye kadar."Ömrü billah yalan söylememiştir o."
    Ömrüne bereket: "Var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun" anlamında kullanılır.
    Ömrü vefa etmemek: Bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek."Okulunu bitirip doktor olacaktı ama ömrü vefa etmedi."
    Ömür adam: Beğenilen, çok hoşa giden, değişik düşünceleri olan adam.
    Ömür çürütmek: Uzun süre bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna zaman harcamış olmak."Bu ev için bir ömür çürüttüm ben."
    Ömür sürmek: İyi ve rahat yaşamış olmak."Uzun bir ömür sürdü dedem."
    Ömür törpüsü: İnsanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.
    Ön ayak olmak: Bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından sürüklemek."Haydi ön ayak olda koşsunlar biraz."
    Öne düşmek: 1. Önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. En önde yürümek.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98987.html
    Önüne gelen: Olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan."Önüne gelene sordu ama bulamadı."
    Öpüp başına koymak: Bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek."Adam sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy."
    Örtbas etmek: Kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek."Dairede yapılan yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar."
    Örümcek kafalı: Geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse).
    Öteden beri: Oldukça uzun zamandan beri, eskiden beri."Öteden beri sevmem ben onu."
    Ötesi çıkmaz sokak: "Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.
    Özenip bezenmek: Çok özen gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin ele almak.
    Özrü kabahatinden büyük: Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir.
    Özür dilemek: 1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek."Özür dilerim, ben o kovayı taşıyamayacağım."
    Özü sözü bir: Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse."Özü sözü bir olan insanlara rastlamak gittikçe zorlaşıyor."

  6. #6
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    P
    Pabucu dama atılmak: Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek."Yeni bir elektrikçi aldılar, desene Murat`ın pabucu dama atıldı."
    Pabucunu ters giydirmek: Güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla kaçmasına sebep olmak."El oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı insan."
    Pabuç bırakmamak: Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek."Ben öyle olur olmaz insanlara pabuç bırakmam."
    Pabuç pahalı: Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır."Baktı ki pabuç pahalı, hemen geri döndü."
    Paçaları sıvamak: Bir işi yapmak için hazırlanmak."Bir an önce paçaları sıvayıp işe başlamak istiyordu."
    Paçası düşük: Giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe.
    Paçayı kaptırmak: 1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak."Paçayı kaptırdık bir kere, yakamızı kurtaramıyoruz."
    Paçavrasını çıkarmak: Çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz bir duruma getirmek."Beş kişiydiler, adamın paçavrasını çıkardılar."
    Paçayı kurtarmak: Bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir işten yakasını sıyırmak."Çok şükür şu belâlı işten paçayı kurtardık."
    Paha biçilmez: Çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek."Paha biçilemez tablolar sergilenmişti."
    Pahalıya mal olmak: Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak."Bu ev size pahalıya mal olsa gerek."
    Palas pandıras: Acele olarak, hazırlanmaya zaman bulamadan."Palas pandıras evden çıkmak zorunda kaldık."
    Palavra atmak:
    Abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.
    Paldır küldür: 1. Büyük bir gürültü ile. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın."Paldır küldür merdivenlerden inmeye başladılar."
    Pamuk ipliği ile bağlamak:
    Etkisi az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu bulmak.
    Paniğe kapılmak: Çok korkmak, telâşa sürüklenmek."Çocuklar paniğe kapılacaklar diye endişeleniyorum."
    Papara yemek: Çok azarlanmak."Çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum."
    Para babası: Çok zengin, parası bol olan.
    Para canlısı: Parayı çok seven, paraya düşkün.
    Para çekmek: 1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.
    Para dökmek: Bir şey için çok para harcamak."Düğün için az para dökmedi."
    Para etmemek: 1. İşe yaramamak, etkili olmamak. 2. Değeri pahasına satılamamak."Bu malların para edeceğini sanmıyorum."
    Parasını sokağa atmak: Değeri olmayan bir işe ya da mala para vermek.
    Para kesmek: 1. Çok para kazanmak. 2. Devletin çok para basması."Bizim büfe âdeta para kesiyor."
    Para sızdırmak: Kandırarak, zorlayarak birinden para almak."Kabadayılar esnaftan az para sızdırmadılar."
    Para tutmak: 1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak."Aldığımız eşyaların hepsi kaç para tuttu dersiniz?"
    Paraya çevirmek: Bir malı verip yerine para almak."Gidin, şu dolapları paraya çevirin de gelin."
    Paraya kıymak: Gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak.
    Paraya para dememek: 1. Çok para kazanmak. 2. Bol para harcamak. 3. Elde olan parayı az bulmak.
    Para yapmak: Para kazanıp biriktirmek."Gurbete para yapmaya gitti."
    Para yedirmek: İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek."O binayı yaptırmak için belediyeye az para yedirmediler."
    Para yemek: 1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak."İnsanlar artık açıktan para yiyorlar."
    Parmağı ağzında kalmak: Çok şaşırmak, hayrete düşmek.
    Parmağına dolamak: Bir konuyu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak, o konu ile uğraşmak.
    Parmağında oynatmak: Birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak."Beni parmağında oynatamayacaksın alçak herif."
    Parmağını bile oynatmamak: Hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak."Beni dövdüler ama o parmağını bile oynatmadı."
    Parmak basmak: 1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.
    Parmak hesabı: 1. Parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. Hece vezni."Bizim bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor."
    Parmak ısırmak: Büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek."Yaptığım tatlıyı görünce parmaklarını ısıracaklar."
    Parmak kadar (çocuk): Yaşça çok küçük, pek küçük (çocuk)."Parmak kadar çocukla iş yapılır mı?"
    Parmak kaldırmak: 1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak."Parmak kaldırarak söz istemeyi öğrenin artık!"
    Parmakla gösterilmek: 1. Bir şey az bulunmak. 2. Seçkin, ünlü olmak."O, çevresinde parmakla gösterilen bir adamdı."
    Parmaklarını yemek: Bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır."Böreği değil, parmaklarımızı yedik âdeta."
    Parsayı başkası toplamak: Verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir başkası almak."Biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey!"
    Partiyi kaybetmek: 1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.
    Pasaportunu vermek: Kovmak, işten atmak."Patron üç işçinin pasaportunu eline verdi."
    Pas geçmek: Üzerinde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek.
    Patırtı çıkarmak: Kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak."Patırtı çıkarmadan oturun, babanız uyuyor."
    Patlak vermek: Gizlenen ya da hoş karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak."Kim der di ki savaş bu sabah patlak verecek."
    Pay biçmek: Bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.
    Payını almak: 1. Azarlanmak. 2. Kendine düşen kazanç miktarını almak.
    Paye vermek: Adam yerine koymak, değer vermek.
    Payidar olmak: Kalmak, yok olmamak, yaşamak."Milletimiz ilelebet payidar olacaktır."
    Perdesi yırtık: Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz."Perdesi yırtılmış adamın, baksana neler söylüyordu!"
    Pergelleri açmak: Uzun adımlarla yürümeye başlamak."Pek vaktimiz yok, pergelleri açın da geç kalmayalım."
    Pay çıkarmak: Bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak, tutulacak yolu belirlemek.
    Pes demek: Mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek."Yenileceğini anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi."
    Pestil gibi olmak: Çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz düşmek.
    Pestilini çıkarmak: 1. Çok dövmek. 2. Çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3. İyice ezmek."Kazma sallamaktan pestilimiz çıktı."
    Peşini bırakmamak: Bir şeyi izlemekten vazgeçmemek."Adamın peşini bırakmayın sakın!"
    Peşkeş çekmek: Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek."Yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar."
    Peyda olmak: Ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak."Köşede bir adam peyda oldu."
    Pılıyı pırtıyı toplamak: Hemen bütün eşyalarını toplayarak bir yere gitmek üzere hazırlık yapmak."Pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu."
    Pire için yorgan yakmak: Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek.
    Pireyi deve yapmak: Küçük, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.
    Pisi pisine: Boş yere, boşuna."Pisi pisine vurdular çocukcağızı."
    Pis pis düşünmek: Karamsar, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak."Pis pis düşünmeyi bırak da bir yol arayalım."
    Pis pis gülmek: Birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.
    Pişkinliğe vurmak: Çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.
    Pişmiş aşa su katmak: Yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya da aksatmak."Pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın."
    Pişmiş kelle gibi sırıtmak: Anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek gülmek."Pişmiş kelle gibi gülmeyi bırak da işine bak."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98988.html
    Posasını çıkarmak: 1. Birini çok dövmek. 2. Bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek."Ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz."
    Posta koymak: Birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek."Bana posta koyacak adam daha anasından doğmadı."
    Postayı kesmek: İlişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek.
    Post elden gitmek: 1. Öldürülmek. 2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak."Post elden gidince kahretti adam."
    Post kavgası: Bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi."Seçimler yaklaştı, post kavgası da başladı."
    Postu kurtarmak: Can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden kaçıp kurtulmak."Postu kurtardık çok şükür."
    Postu sermek: Kısa bir süre için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun süre kalmak.
    Pot kırmak: Gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek söz söylemek."Dikkatli ol, bir pot kırma sakın."
    Pösteki saymak: İçinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak."Ne mi yapıyorlar? Pösteki sayıp duruyorlar."
    Prangaya vurmak: Zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak."Prangaya vurulu olarak yıllarca kaldı o hapishanede."
    Puan almak: 1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek."Şu sorulardan hiç puan alamayacağımı sanıyordum."
    Puan tutturmak: Gereken sayıda puan kazanmak."Bu sene puan tutturup da üniversiteye girecek miyim bilmiyorum!"
    Punduna getirmek: Bir şeyi yapmak için uygun şartları elde etmek, fırsat kollamak."Punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu."
    Pupa yelken: 1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla."Pupa yelken açıldık denize."
    Pusu kurmak: Birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek."Düşmanlarımızın pusu kurduğundan tam zamanında haberdar olmuştuk."
    Pusulayı şaşırmak: 1. Ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. Doğru tutum ve davranıştan ayrılmak."İyice pusulayı şaşırmadan uyarmalıyız onu."
    Pusuya düşmek: Pusu kuran kimsenin saldırı alanı içine girmek."Eyvah, pusuya düşürdüler bizi!"
    Put gibi: Kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla.
    Put kesilmek: Sessiz, kımıltısız bir durumda kalmak."Onun bağırmasıyla herkes bir anda put kesildi!"
    Püf noktası: Bir işin en ince, en önemli yeri.
    Püsküllü belâ: Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey."Başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk."

  7. #7
    soleil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Mesajlar
    4,856
    Tecrübe Puanı
    110

    --->: A'dan Z'ye Deyimler

    S
    Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.
    Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak."Ona güvenemem, çünkü saati saatine uymaz."
    Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak."Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum."
    Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak."Köye varmamız sabahı bulacak."
    Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde."Sabahın köründen beri yoldayız."
    Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan."Ben sabır taşı mıyım?"
    Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak."Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan."
    Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.
    Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim)."Bu parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır."
    Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak."Bizim de saçımıza ak düştü."
    Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.
    Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek."Sinirinden saçını başını yolmaya başladı."
    Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak."Sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim."
    Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.
    Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak."Onu, saç sakal birbirine karışmış görünce bayağı canım sıkıldı."
    Safra bastırmak: Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.
    Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek."Sağa sola bakmadan yürüyordu."
    Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.
    Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı."Haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız öyle mi?"
    Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak."Dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz."
    Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.
    Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren."O mu? Hiç de sağlam ayakkabı değil."
    Sağlık olsun: "Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
    Sağmal inek: Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.
    Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek."Şu kimsesize sahip çıkalım."
    Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.
    Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak."Sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim!"
    Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.
    Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak."İşler sallantıda kaldı; bu, bizi biraz düşündürüyor."
    Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek."Üzülme, saltanatı çok sürmeyecek."
    Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak."Saman altından su yürütenleri hiç sevmem."
    Saman gibi:
    Tatsız, yavan.
    Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.
    Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
    Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak."Anne oğul sarmaş dolaş oldular meydanda."
    Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek."İşler iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan."
    Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek."Ne varsa satıp savacak, öyle gelecek."
    Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak."Ne sözler sayıp döktü ama kimse anlamadı."
    Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.
    Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek."Adam bir vuruşta sedyelik oldu."
    Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek."Yanan evi söndürmek için herkes seferber oldu."
    Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek."Onunla selâmı sabahı kesmişsin diyorlar, doğru mu?"
    Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.
    Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. "Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
    Sen giderken ben geliyordum: "Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın." anlamında kullanılır.
    Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?:
    "Senin canın kıymetli de benimki kıymetli değil mi?" anlamında kullanılır.
    Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak."O kadar senli benli olma yabancılarla."
    Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı."Nihayet bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet."
    Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak."Demek bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım!"
    Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe."Yolda sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum."
    Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak."Desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen!"
    Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek."Bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere ihtiyacı vardır."
    Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak."Kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum."
    Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek."Şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım!"
    Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak."Ses seda çıkmadı hiçbir komşudan."
    Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek."Adam evdeydi ama hiç ses vermedi."
    Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak."Öğrencilerin birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı."
    Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan."Sıcağı sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü."
    Sıcak kanlı: Sevimli, cana yakın, sempatik."Ne kadar sıcak kanlı bir çocuk."
    Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak."Biraz sıcak yüz gösterseydin günaha mı girerdin?"
    Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek."Bir kez sıdkım sıyrıldı o adamdan."
    Sıfıra sıfır, elde var sıfır: "Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti" anlamında kullanılır.
    Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak."Bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi."
    Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak."Tamam yapacağız, sık boğaz edip durmayın."
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/deyimlerimiz-ve-anlamlari/48695-adan-zye-deyimler-post98989.html
    Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak."Sıkı dur, şut çekeceğim."
    Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz."Onlar kadar sıkı fıkı insan görmedim."
    Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak."Otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani!"
    Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak."Hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur."
    Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.
    Sıkı tutmak: Önem vermek."İşleri sıkı tutmazsan böyle olur işte."
    Sır küpü: Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.
    Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.
    Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak."Sırra kadem bastı adam!"
    Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı."Sırım gibi delikanlı olmuş."
    Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.
    Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak."Yeter artık onun bunun sırtından geçindiğin, biraz da sen çalış çabala!"
    Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak."Sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor."
    Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek."Onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez."
    Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.
    Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.
    Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek."Evi çarçabuk silip süpürdüm."
    Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak."Sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz."
    Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak."Öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı."

Benzer Konular

  1. Su İle İlgili Atasözü ve Deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Atasözleri ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Mart.2016, 12:23
  2. anne ile ilgili deyimler ,anne hakkında deyimler
    By Mustafa Uyar in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.Nisan.2010, 15:58
  3. İngilizce Deyimler
    By Beyza in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 20.Temmuz.2008, 18:04
  4. ispanyolca deyimler
    By soleil in forum Lise İngilizce Ders Notları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 11:30
  5. Deyimler Ve Hikayeleri
    By soleil in forum Deyimlerimiz ve Anlamları
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 03.Mart.2008, 08:21

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.