Cinlerden şer ve kötülükte ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir ifrit:
— Ben o tahtı makamından kalkmadan evvel sana getiririm. Muhakkak ben bu işi yapmaya karşı her hâlde kuvvetliyim, eminim; hem kolay getiririm hem de hiç bir hiyanet etmem, değiştirip bozmadan hiç bir şeyi kaybetmeksizin getiririm, diye te'kidlerle teminatta bulundu.
«Makamından kalkmadan evvel» diyor ki, Süleyman aleyhisselâm'ın makamında her gün sabahtan öğleye kadar oturduğu rivayet edilmektedir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bir zat ise:
— Ben o tahtı sen gözünü kırpmadan evvel getiririm, dedi. Böyle derdemez de Belkıs'ın tahtını yanında durur vaziyette gören Hz. Süleyman şöyle dedi:
— Bu Rabbımın mutad cereyan eden sünnetinden değil, fazıl ve ihsanındandır. Bu beni imtihan için ki, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Her kim şükrederse sırf kendi lehine eder, her kim de nankörlükte bulunursa şüphe yok ki Rabbım ganîdir, kerem sahibidir.
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan bu zatın Hızır aleyhisselâm, Süleyman aleyhisselâmın kendisi ve alimlerin ekserisine göre veziri Asaf ibni Berhıya'dır ki Sıddik olup dua edilince icabet olunan ismi âzami bilirdi. Hz. Süleyman'ın bir mucizesi olmak üzere veziri böyle bir keramet göstermiştir. Şüphesiz ashabından böyle bir kerametin zahir olması kendisinin daha çok yüksekliğine delâlet eder. Ve bu ilim ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu taht, Hz. Süleyman'ın San'ada bulunduğu rivayetine göre üç günlük mesafeden getirilmiş oluyor. Zira San'a ile Sebe' arası bu kadar zamanda katediliyordu. O sırada San'adan dönüp Şam arzında bulunduğu rivayetine göre ise iki aylık mesafeden getirilmiş olmaktadır. Bu kadar mesafeden bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu alelade vak'alardan değil bir keramet ve mucize olmak üzere söz konusudur. Âsaf'ın bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmişti. Çünkü ilmini biliyordu. Bir saniyede binlerce kilometre sür'at, zamanımız fen efkârının düşüncesine alışmış olduğu meselelerdendir. Mühim olan nokta ancak bu hareketi yapmak için tatbik olunacak kuvveti bilmekten ibarettir. Bir sâkiada, bir cereyanda, bir telgrafta görülen bu sür'at bir kütlede de görülebilir. Yalandan tesir icra ettiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da âmil olduğunu gösteren misâller de yok de'ğildir. Bu cazibe ile cisimlerin fezada uçuştuğu, bir irade ile uzuvların bedende oynadığı gibi bir irade ile afaktaki bir cismin mekân atlaması da Kitap'ta Levhi Mahfuz'da sabit plan ilimdendir.
Tahtın gelmesinden sonra Süleyman aleyhisselâm maiyyetine şu emri verdi:
— O kadın için tahtını yabancılaştırın, o değilden gösterin. Bakalım doğruyu bulacak mı? Kendi tahtı olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak, hakikati anlayacak mı? Yoksa yola gelmezlerden mi olacak?
Tahtının getirilmiş olması hayret verici bir tasarrufla mülk ve saltanatının elinden alınmış olduğuna delâlet eder. Böyle müthiş bir anda o tahtın, onun tahtı değilmiş gibi gösterilmesinde ve değişiklikler yapılmasında büyük bir nezaket ibraz edilmiş ve bununla Belkıs'ın istidadı üzerinde, bir tecrübe yapılmak istenmiştir.
Belkıs, Süleyman aleyhisselâmın huzuruna geldiği zaman:
— Böyle mi senin tahtın, denildi.
Bu senin tahtın, denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi.
Sebe' melikesi Belkıs:
— Sanki o, o bununla beraber bize bundan evvel ilim verildi. Bu mucizeden önce Hüdhüd'ün mektup getirmesi gibi müşahade ve diğer duyduklarımız ile Allahu Teâlâ'nın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna ilmimiz hâsıl oldu. Ve müslüman olduk, inandık teslim olduk, dedi.
Hiç şaşırmadan vaziyeti olduğu gibi kavrayarak idarei kelâm etti. öyle de evvel niye gelmemişti? Daha evvel Allahü Teâlâ'dan başka taptığı şeyler, dünya saltanatı kendisini alıkoymuştu. Çünkü kâfir bir kavimden idi.
Kendisine köşke girmesi söylendiği zaman köşkün etrafını görünce bir deniz sandı ve inciklerinden Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm:
— O sırçalardan döşenmiş cilâlı, parlak bir meydandır. Bir sırça saray ve içinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp su salınmış, içine balık vesair deniz hayvanları konulup üzeri şeffaf cam ile döşenmiştir.
O zaman Belkıs şöyle dedi:
— Ey Rabbım!. Şüphe yok ki ben önceden nefsine zulmetmişim, boş şeylere tapmışım. Şimdi Süleyman'ın yanında islâm'a erdim, âlemlerin Rabbı Allah'a teslim oldum.
Müfessirlerin ekserine göre Süleyman aleyhisselâm Belkıs'ı zevceliğe kabul etmiş ve mülkünde bırakmıştır.
Ataları Sebe ibni Yeşcüb ibni Ya'rub ibni Kahta'nın namıyla anılan Sebe kavmi önceleri Güneşe taparlarken, melikeleri Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka hayli yükselmişlerdi. Merkezleri ve meskenleri Yemen'de Me'rib şehri idi.
Vaktiyle bunların iskân ettikleri yerde bir ibret vâki olmuştu. Şöyle ki; sağ ve soldan iki Cennet, iki taraflı bağlar ve bostanlar hal lisanı ile diyorlardı ki:
— Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetlerinin kıymetini bilerek ona göre ibadette bulunun. Çünkü beldeniz bir belde, tayyibe, gayet hoş bir belde. Rabbınız mağfireti çok bir rab. Önün için şükrünü bilin de iyi hizmetler edin.
Fakat buna Sebe'liler itiraz ettiler. On üç peygamberleri kendilerini hakka davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Bu hareketlerinin bir cezası olarak da Allahü Teâlâ üzerlerine Arim deresinin ve seddinin selini salıverdi.
Bu Arim şeddi öyle ihtişamlı idi ki, ilk olarak Sebe ibni Yeşcüti tarafından yapılmış ve ona yetmiş kadar çay akıtılmış, uzak vadilerin selleri içerisine çevrilmişti. Daha sonra Yemen kabilelerinin babası olan Hmıyer tamirler yapmış, Lokmanı Ekber ibni Ad taşlarını kalay ve demirle perçinlemiş, Zülkarneyn inşaalarda bulunmuş, Belkıs da iki dağ arasını taş ve zift ile kapatarak menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş, sulama ameliyesi için lüzumu kadar arklar bırakmıştı. Seddin sahası beşbin metrekare olduğu rivayet edilmektedir.
Arîm selinden sonra Sebe kavminin o iki Cennetleri, iki taraflı bağ ve bostanları buruk yemişli, acı ılgınhk, kekremsi sidirlik halinde iki harap Cennete çevrildi. Allahü Teâlâ bunu onlara nimete nankörlüklerinden dolayı belâ kılmıştı. Çünkü o, hep öyle çok nankör olanları cezalandırır.
Allahü Teâlâ Sebe kavmine, mübarek kılıp bereketlendirdiği Şam beldeleri ile sırt sırta bitişik bir vaziyette köyler ihsan etmiş ve o beldelerde gidiş ve gelişleri muayyen ölçü üzere tertip ve tanzimde bulunmuştu. O köylerin her biri yolcular için birer istasyon ve birer konaklık halinde idi; birinden çıkan kişi azık taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebiliyördu. öyle ki o açık köyler içinde gecelerce ve gündüzlerce emniyet ve asayiş içinde gidip gelmek imkânı her zaman mevcuttu, öyle intizamlı, öyle emniyetliydi. Ciddî bir süvari iki aydan fazla bu mâmûrelik içinde giderdi ve dört aylık mesafeden ahali yekdiğerinden ateş alıp verirlerdi. Böylece yalnız Sebe değil, Yemen'den Şam'a kadar Arabistan'ın bütün vaziyeti bu şekilde bir mâmûrelik içindeydi ki çok dikkate şayandır.
İşte bu nimete karşı da Sebe'liler nankörlük yaparak:
— Ey Rabbımız, bizim bu seferlerimizin mesafesini uzaklaştır, dediler.
İsrail oğullarının hayır olan yüceyi, aşağı nesneye değişmek istedikleri gibi bunlar da o mâmûriyetten bîzarhk gösterdiler, onların aralarından kalkarak aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler. Zira belâlarını aradılar. Halis müminlerden ibaret bir bölükten başkası Şeytana uydular, onun ardınca sürüklendiler. Allahü Teâlâ da kendilerini efsânelere, masallara çevirdi ve didik didik darmadağınık etti; Gassan Şam'a katıldı, Emmar Yesrib'e, Cüzam Tihâme'ye, Ezd Umman'a vesaire...
Şüphesiz ki Sebe'lilerin bu kıssasında çok şükredecek her çok sabırlı için elbette alacak delâletler vardır. Çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lâzımdır, işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere ermek ve çok şükredici olmak şânından olan kimseler için burada mühim ibretler bulunmaktadır. Heva ve heveslerini zabtedip zahmetlere, meşakkatlere tahammül ederek vazife ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler memleketlerini Allah'ın yardımıyla Cennet gibi imâr eder, nimetlere eserler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne başlayarak sabır ehli cihadı içinde bulunurlar..
Hz. Süleyman Beyt'ül Makdis'i yaptırdığı sırada çağırdığı san'atkârlar içinde sanat hilelerine vakıf bir takım Şeytanların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir müddet nüfuzunu yitirmiş yahud tahtından ayrı düşmüş; bu suretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed hâlinde hükümsüz kalmış, yahud tahtı da işgal olunup ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihlerinde mason cemiyetlerinin Süleyman aleyhisselâm aleyhine yapılan bu ihtilâl hareketlerini esas kabul ettikleri ve reisinin hatırasına hürmet ettikleri soylenmektedir.
Süleyman aleyhisselâmın mülkünde fitne çıkıp hükümetini kaybettiği zaman insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlikte ileri gitmişti. Bu fitneyi çıkaranlar içinde bir takım hilekâr san'atkârlar da vardı, işte tamamen düşman ve vahiy menbâından uzak olan bu şeytanlar, olan ve olacak hadiseler hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım bilgiler edinirler ve bunun birine yüzlerce yalan ve uydurmalar karıştırarak gizli gizli neşriyatta bulunurlardı. Buna vasıta olmak için de kâhinleri seçerler ve onlara telkinler yaparlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında binlerce uydurmalar \ da yayarlardı. Derken bu kâhinler bunları topladılar, cin çağırmak ve gönül sinirlemek hakkında türlü türlü sihir ve efsun kitapları yazdılar. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsâneler, masallar, romanlar, yalanlar, dolanlar neşrettiler. Tarihî hâdise ve hakikatler tahrif olunarak insanların fikirlerini aldatacak yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler neşrolunur ve bunlar arasına bâzı ilmî, hikmetli şeyler karıştırılarak suistimal edilirdi. Bu suretle «cinler gaybi biliyor» diye şayi olmuş ve bu şeytanların uydurma ve düzmeleri yüzünden fitne çıkmış, Süleyman aleyhisselâmın hükümeti bir müddet için elinden gitmişti;
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/peygamberler-tarihi/26983-hz-suleymanin-saltanati.html#post51810
Bu fitne olduktan sonra Süleyman aleyhisselâm tevbe ile Allahü Teâlâ'ya sığınıp tekrar tahtına döndü ve şöyle dua etti:
— Ya Rab!. Bana mağfiret buyur, her ne kusur ve hatâ sâdır oldu ise afv ve kereminle ört. Ve bana öyle bir mülk bağışla ki benden kimseye gerekmesin, benim halime münâsip, bana mahsus bir mucize olsun, öyle anlı şanlı bir mülk ver ki ben ona nail olup öldükten sonra «Dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu» denilsin de kimsenin Dünya mülküne hırs ve rağbeti uygun olmasın.
Bu duâsıyla daha ziyâde Dünya mülkü değil, Âhiret mülkünü talep eden Süleyman Aleyhisselâmın bu isteğiyle Allahü Teâlâ onun emrine rüzgârı verdi. O rüzgâr ona bağlı idi ki bir memur gibi onun emriyle tam itaat içerisinde istediği yere akardı. Süleyman aleyhisselâmın emrindeki bu rüzgârın bütün şu rüzgârlar olmayıp hususî bir rüzgâr olduğu ifade edilmiştir. Çünkü diğer rüzgârlar ihtiyaç vakitlerinde umumun menfaati içindir. Yani IIz. Süleyman isterse bütün âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, havada bir cereyanına tasarruf ctlcbilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir aydı, Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre itibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre mesafe kateder. Burada dünya mülkünün bir rüzgâr gibi gelip geçici olduğuna da bir telmih vardır:
Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
Allahü Teâlâ, fitnenin menşei olan Şeytanları da Süleyman aleyhisselâmın emrine verdi. Bu Şeytanlar bir takım sanat dehalarına sahip olup üç mertebeye ayrılıyordu. Birinci kısmı her türlü yapıcılık, bina yapma san'atının her çeşidini bilen mimar, usta ve kalfalardı, ikinci kısmı deniz diplerine dalmakta mahir,olan dalgıçlardı. Üçüncü kısmı ise diğer san'atlara vakıf olan insan ve cin şeytanlarını içine almaktaydı. Bunlar şer ve fesadlarına meydan verilmeyecek şekilde birbirlerine zincirlerle çatılı şekilde sıkı bir kayıt ve zabt altına alınmışlardı.
Hz. Süleyman'ın emrine bizim izah edemeyeceğimiz gizli mahlûklar olan Cinlerden de verilmişti. Bu cinler san'at sırlarını bilen san'atkârlardı ki Süleyman aleyhisselâm ne isterse yaparlardı. Çünkü azıcık bir sapma ile yanacak vaziyette ateş kenarında şiddetli bir tazyik içinde çalışıyorlardı. Bunlar Hz. Süleyman'a mihraplar, mescidler, çeşitli nakışlar, çanak şeklinde havuzlar ve gerek topraktan, gerek diğer madenden yerinden kalkmaz, ağır ve sabit çömlekler, tencereler ve kazan gibi yemek pişen kaplar yaparlardı.
Allahü Teâlâ bunlardan başka Süleyman aleyhisselâma ilâhî bir ihsan olan bir san'at ilmiyle erimiş bakır madenini sel gibi akıttı ki bunun Yemen'de vaki olduğu rivayet edilmiştir.
Allahü Teâlâ bu ihsan ve saltanatlarını kendisine bağışladıktan sonra Süleyman aleyhisselâma şöyle buyurdu:
— Bunlar bizim, bahşişimiz, vergimizdir. Artik diledigine kerem et, ihsan et, dilediginden de men et ya Süleyman. Hesap yok. Zira tasarruf sana verilmiştir. Hesabi olmayan bir bahşiştir bu. Dünyada böyle olmakla beraber, şu da muhakkak ki ona huzuru izzetimizde şüphesiz bir yakinlik ve cennette güzel bir merci ve makam vardir.
Süleyman aleyhisselâm emrine verilen bu Şeytanlar ve Cinleri Beyt'ül Makdis'in inşaasinda çaliştiriyor ve onlara bu mukaddes mabedi yaptiriyordu. Allahü Teâlâ da, ömrü tamam olduğu için bu peygamberinin ölümüne hüküm verdi. O Cinlere ve Şeytanlara Hz. Süleyman'in ölümünü sezdiren olmadi. Bir yıl kadar asasina dayali olarak kaldi. Ancak bir güve böcegi yere dayandigi asasini yiyordu. Bu böcegin degnegini yemesi sebebiyle Süleyman aleyhisselâm yere yıkıldığı zaman anlaşıldı ki, Cinler eğer gaybı bilir olsalardi o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardi, înşaasına memur olup da bir yilda zahmetle tamamladikları Beyt'ül Makdis'i yapmazlardı.
Süleyman aleyhisselâm mülkünde fitne çikaran Şeytanlar ve Cinleri Allahü Teâlâ'nın yardimiyla mağlûp edip hepsini zapt altında emrine aldıktan sonra, onların meydana getirdiği sihir kitaplarını toplatmış ve tahtının altında bir mahzene gömmüştü. Vefatından bir müddet sonra hakikate âşinâ olan alimler de kalmayınca Şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp: - Ey insanlar!, bilmiş olunuz ki Davud oglu Süleyman peygamber degil bir sihirbazdı; cinleri şeytanları ve rüzgârları hep sihir ile büyülerdi. O neye erdi ise sihir ilmi ile erdi. İnanmazsanız sarayını arayınız, sakladığı kitaplarını bulursunuz, diye ilân etti ve bu kitapların gömülü olduğu yeri gösterdi.