Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


49 sonuçtan 1 ile 10 arası

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri




    Yazar : Paulo Coelho, Rio de Janerio'da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, 1986 yılında Hristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp ispanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu yaptı. Bu deneyimi 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (Hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınlanan 3. kitabı Simyacı Coelho'yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Simyacı 48 ülkede yayınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap Coelho'yu Gabriel Garcia Marquez'in (Yüz Yıllık Yalnızlık) arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri konumuna getirdi.
    Diğer Eserleri:
    Ø Piadra Irmağının Kıyısında Oturdum, ağladım.
    Ø Beşinci Dağ
    Ø Seranika ölmek İstiyor
    Ø Şeytan ve Kadın
    Ø Işığın Savaşcısının El kitabı

    B) İÇERİK ÖZELLİKLERİ
    KONU: İ
    İspanya'dan yola çıkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun felsefi ve masalsı yaşam öyküsü anlatılıyor.
    ÖZET:
    Santiago, ispanya'da yaşayan bir delikanlıdır. Santiago'nun ailesi onun bir papaz olmasını ister. Fakat onun düşüncesi, beklentileri farklıdır. O, çoban olmayı ve dünyayı gezmeyi arzulamaktadır. Bir gün babasına bu düşüncesini açar ve onunla konuşur. Babası da Santiago'nun düşüncesine olumlu yaklaşır. İsteğini gerçekleştirmesi için ona para verir. Santiago bu parayla bir sürü koyun alır. Düşündüğü gibi ülkeyi dolaşmaya başlar.
    Santiago koyunlarıyla birlikte bir kilisede yatıp kalkmaktadır, ilk önce karşısına bir kral çıkar. Kral ona yol gösterir. Santiago rüyasında Mısır Piramitlerine gittiğini ve orada bir hazine bulduğunu görür. Bu rüya iki defa tekrar edince Santiago rüyayı karşısına çıkan bir çingeneye anlatır. Çingene ona Mısır Piramitlerine gitmesini söyler. Bunun üzerine Santiago koyunlarını satar, Afrika'ya gitmek üzere yola çıkar. Bundan sonra Santiago'nun hayatı oldukça maceralı geçer.
    Santiago önce parasını çaldırır. Sonra billuriye dükkanında çalışır. Arapça öğrenir. Bir yıl çalıştıktan sonra yeteri kadar para kazanır. Bundan sonra tekrar bir kervanla yola koyulur. Birçok arkadaş edinir. Delikanlı hiç beklemediği bir anda Simyacıyla tanışır. Simyacı ona yardım eder, yol gösterir. Santiago'ya "evrenin dilini" öğretir. Nesnelerle konuşmayı öğretir. Simyacı piramitlere kadar ona yol gösterir.
    Santiago sonunda piramitlere gider. Simyacının öğüdünü hatırlar. Yüreğinin sesini dinleyecektir, bundan sonra. Santiago'nun içinden gelen ses ona gözünden yaş akan yeri kazmasını söylemektedir. Bunun üzerine kazıya başlar. Bu sırada haydutlar üzerindeki altın parçasını alırlar. (Kimyagerin verdiği tarifle yumurta biçimindeki bir altın elde etmiştir. Bunun dörtte biri de kendisinde kalmıştı). Santiago'yu saatlerce döverler. Kazı sırasında Santiago'nun yanına gelen bir kişi ona rüyasında Endülüs'teki bir kilisede hazine olduğunu gördüğünü söyler. Bu kilise ve hazinenin bulunduğu yer Santiago'nun üzerinde yattığı yerdir.
    Gerçeğin sırrını çözen Santiago ispanya'ya geri döner ve koyunlarıyla kaldığı kilisedeki incirin altını kazar ve bir sandık dolusu paranın sahibi olur. Parayı alır ve sevdiği kadının (Fatima) yanına gitmek için yola koyulur.
    ANAFİKİR :
    Yaşamda mutlu olmak insanın elindedir, insan her zaman hayallerinin, umutlarının peşinde koşmalıdır. Gerçekleşmesini istediklerimiz uzaklarda aranmamaktadır, insan kendi yazgısına egemen olabilir.
    YARDIMCI FİKİRLER :
    Ø Yaşamda mutlu olmak insanın elindedir.
    Ø insan için en önemli hazine sevgi ve aşktır.
    Ø insanı ayakta tutan hayalleri ve umutlarıdır.
    Ø
    Dünyanın en eski dili evrenin dilidir. Ama insanlar bunu zamanla
    unutmuşlardır.

    Ø Yüreğimizin sesini dinlemeliyiz.
    Ø Elde etmek istediklerimiz bizim çok yakınımızdadır.
    KAHRAMANLAR:
    Santiago : Kitabın baş kahramanı, düşündüklerini gerçekleştirmek için mücadele eden, kendisine farklı bir yaşam planı çizen Endülüslü çoban.
    Fatima : Santiago'nun sevdiği fakat Mısır'a gitmek için bırakmak zorunda kaldığı kızdır.
    Kral : Santiago'ya Endülüsteyken yol gösteren kişidir (Salem Kralıdır).
    Çingene Falcı : Santiago'nun gördüğü rüyayı yorumlayan ve Mısır'a gitmesini söyleyendir.
    Simyacı: Santiago'ya yol gösteren bilge bir kişidir. Mısır'da onu yalnız bırakmamıştır.
    YAZARIN İŞLEMİŞ OLDUĞU TEMEL DEĞERLER
    Ø Sevgi,
    Ø Saygı,
    Ø İletişim,
    Ø Duyarlılık,
    Ø Yaşama bağlılık,
    Ø Mücadele etme,
    Ø Mutluluk,
    Ø Aşk,
    Ø Evrenin dili,
    Ø Yetkinlik
    YAZARIN KABULLERİ:
    Ø
    Yaşamdaki her canlının bir konuşma dili vardır. Onlarla bir iletişimi
    kurmalıyız. Evrenin dilini öğrenmeliyiz.

    Santiago koyunlarıyla sürekli konuşurdu. Evrenin dilini öğrendikten sonra da bu konuşmaları sürdürdü.
    Ø İnsanlar sadece kendilerini değil başkalarını da düşünmelidir.
    İnsanlar kendilerini düşünür, kendileri için ağlarlar. Bu temel değerlerle örtüşmüyor; her insan bunu düşünmez.
    Ø Mutlu olmamız/ı sağlayan şeyleri kaybedince üzülürüz.
    "Sularıma eğildiği zaman gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum."
    Ø
    Yaşayarak öğrenmek okuyarak öğrenmekten daha etkilidir.
    Koyunlar Santiago'nun gezmesini ve öğrenmesini sağladılar. O yüzden,

    koyunların kitaplardan daha öğretici olduğunu söyleyebiliriz, Çok okuyan değil çok gezen yargısına ulaşırız.
    Ø İnanmak her insan için farklı anlam taşır.
    Santiago'nun küçüklüğünden beri hayali dünyayı tanımaktı. Ona göre bu Tanrı' ya da insanın günahlarını öğrenmesinden çok daha önemlidir.
    Ø Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginç kılar.
    Santiago'da düşünü gerçekleştirmekten yola çıktı ve başından bir sürü olay geçti. Sıradan yaşamı ilginç bir yaşam örneği haline geldi, insanı hayata bağlayan hayalleridir, temel değerlerle örtüşür.
    Ø Her işin zorluğu vardır.
    Çobanlığın da zorlukları vardı, işi çekici kılan onun tehlikeleridir.
    Çocuklar masumiyetin ve saflığın simgesidir. Onlar asla yalan söylemez.
    Çocuklar her zaman dünyanın en saf yaratıklarıdır.
    Ø Büyüklere karşı saygılı olmalıyız.
    Santiago krala yaşından dolayı daha saygılı davranıyordur.
    Ø
    İnsanlar yaşamlarına yön vermeyi bildikleri sürece kaderlerini yaşar/ar.
    Yaşamımızda bir amacımız, bir planımız olmadan yaşarsak buna "Bu

    bizim kaderimizdi" deyip geçmek doğru değildir.
    Ø Yürekten istediklerimiz gerçekleşir.
    İnsanın kim, ne, nasıl olduğu önemli değildir. Önemli olan gerçekten, içten istemeyi bilmek gerekmektedir.
    Ø Amaca ulaşmak için sonuna kadar gitmek gerekir.
    Santiago'nun bir amacı vardır. Dünyayı gezmek ve bunu bütün zorluklara rağmen başarmayı bildi. Bilginin derinliğini öğrenerek amacına ulaştı.
    Ø Bir şeyi elde ettikten sonra onu başkalarıyla paylaşmalısın.
    Henüz sahip olmadığımız birşeyi vaat ederek amaca gidecek olursak, onu ele geçirme arzumuzu kaybederiz.
    Ø
    İnsan sahip olduklarını kaybetmeden mutluluğu e/de etmesini
    bilmelidir.

    Santiago Fatima'yı seviyordu. Fakat başka bir mutluluk için onu bırakmak zorunda kaldı. Bilge Kağan hikayesinde de söylendiği gibi "Mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı dökmeden". Santiago bilmediğini keşfetmek için elindekini kaybetti.
    Ø
    Dünya gerçeklerine olduğu gibi değil, olmalarını istediğimiz gibi
    bakarız.

    Bu temel değerlerle örtüşmez.
    Ø İnsan sevdiği işi yaparsa mutlu olur.
    Tıpkı Santiago'nun papazlık yerine çobanlığı tercih etmesi gibi, yaptığımızda mutlu olacağımız işleri tercih etmeliyiz.
    Ø İnsanları hayata bağlayan düşleridir.
    Santiago'yu da mücadele etmeye götüren onun düşleri, istekleri olmuştur, insanın yaşamak için bir sebebi olmalıdır.
    Ø Doğum, ölüm gibi yaşamımızda değiştiremediklerimiz kaderin bir parçasıdır.
    Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez. İşte bu kader denilendir.
    Ø
    Bir işi yapmaya karar vermek o işin olması için atılan en büyük
    adımdır.

    Karar vermek önemlidir, insan bu sayede aklına gelmeyen şeyleri bile yapıp, yaşayabilir. Santiago'nun verdiği karar ve yaşadığı olaylar.
    Ø İnanmak bazı unsurları anlamlandırmak için gereklidir.
    Bizler sahip olduğumuz şeyleri kaybetmekten korkarız. Ama hayat hikayemiz ile dünya tarihinin aynı el tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bu korku uçup gider.
    Ø Yaşam kitaplardan öğrenilmez.
    Yaşamın kendisi en iyi o yollardan geçerek öğrenilir. Bu öğrendiklerimiz evrenin dilidir.
    Ø Şimdiyi yaşamayı bilirsek mutlu oluruz.
    Yaşam yaşamakta olduğumuz andan ibarettir. O yüzden insan içinde bulunduğu anı yaşamalıdır.
    Ø Aşık olmak, sevmek yaşamı daha farklı anlamlandırmaktır.
    Sevgi insanın hayata karşı bakış açısını değiştirir.
    Ø İnanmak geleceğe umutla bakmaktır.
    Gelecek Allah tarafından yazılmıştır ve Allah ne yazarsa yazsın, insanların iyiliği için her şeyi sunmuştur. Temel değerlerle örtüşmez.
    Ø Kendimize yön vermeyi bilirsek kaderi yaşarız.
    Allah gerçeği nadir açıklar. Bunu da bir tek gerekçe için yapar. Değişmek üzere yazılmış bir gelecek söz konusu olduğu zaman.
    Ø Kötülük anlayışı.
    Kötülük insanın ağzına giren şeyde değildir. Ağızdan çıkandadır. Santiago simyacıya şarabın şeriat tarafından yasaklandığını söyler.
    Ø Aşk karşılık beklemeden sevmektir.
    Aşk, kişinin kendi amaçlan peşinde gitmesine engel değildir. Böyle bir şey varsa, bu gerçek aşk değildir, insan sevdiği için sever, aşkın gerekçesi yoktur.
    Ø
    Korkularımızın düşlerimizi gerçekleştirmeye iz/n vermemesine engel
    olmalıyız.

    Korkuları yenmeliyiz, başarısız da olsak riskleri göze almalıyız.
    Ø
    Bir kere olan bir daha asla tekrarlanmaz. Ama iki kere olan mutlaka
    üçüncü defa da olacaktır.

    Temel değerlerle örtüşmüyor.
    Ø İnsan farkında olmasa da yaşamda baş rolde oynamıştır.
    İnsan tarih boyunca baş rolü oynar ve bunu doğal olarak bilmez.
    Ø Her şey bir ve tek şeydir.
    Yeryüzündeki her şey Tanrı'nın yansımasıdır. Vahdet-i vücud (varlığın birliği) temeline dayanır.
    ÇOCUKSU ÖĞELER:
    Ø
    Santiago'nun koyunlarıyla konuşması. Onlara kitap ve dergi okuması,
    onlarla uyuması, kendi hayatını anlatmasıdır.

    Ø
    Santiago'nun rüzgarın kendisine sevdiği kadının kokusunu getirdiğini
    düşünmesi ve mutlu olmasıdır.

    Ø Santiago'nun rüzgarla, güneşle, çölle konuşması.

    C) DİL VE ÜSLUP
    Felsefik ve masalsı bir üslupla yazılmıştır. Dili ağırdır. Eserde çok sayıda felsefi terim kullanılmıştır. Ama bu terimlerin anlamı dipnot şeklinde sayfanın altın verilmiştir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11531.html
    Çeviri olması da eserin dil özelliğini korumadığını ortaya çıkarmaktadır. Devrik cümleler fazladır. Karşılıklı konuşmalar vardır. Yazar konuyla paralel olarak araya nasihat verici mesajda dediğimiz cümleler vererek sürükleyici olmayı sağlamaya çalışmıştır.

    D) DEĞERLENDİRME
    Kitap Mevlana'nın mesnevisindeki küçük bir öyküden yola çıkarak hazırlanmıştır. Okudukça derinliği ve genişliği olan bir kitaptır. Hristiyanlıktan, İslamiyetten çeşitli inançlardan kesitler verilmiş. Bu dinlerde yapılan bazı şeyler yazarca değerlendirilmiştir. Tartışmaya açık, herkesin kendine göre yorum yapacağı bir kitaptır.
    Kitabın tasavvufi bir boyutu vardır. Vahdet-i vücud (varlığın birliği) görüşü üzerine oturtulabilecek bir kitaptır. Her şey bir ve tektir. Dünyanın yazgısı tek elden yazılmıştır.
    Kitabın kahramanı Santiago'nun başından geçenler oldukça keyif verici ve kitabın akıcılığını sağlayan noktadır. Nitelikli kitap olma ve okuduğunu eleştirme yeteneğini geliştirmiş herkesin okuyabileceği bir kitaptır. Eğer yeterli eleştiri yapamıyorsak inanç sistemimizde farklılıkların olmasına neden olabilir. Kitaptaki olumlu unsurları olup olumsuzları atmasını bildikten sonra yaşamımıza güzel bir bakış açısı katacağına inandığım bir kitaptır.

  2. #2
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri

    HONORE DE BALZAC’IN ‘VADİDEKİ ZAMBAK’ ROMANI ÜZERİNDE BİR İNCELEME



    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11532.html

    Honore de Balzac (1799-1850), Fransız edebiyatçısıdır. Roman türünde büyük yapıtlar ortaya koymuştur. XIX. yüzyılda romantizmin egemen olduğu bir dönemde Realizmin öncüsü olmuş ve bu yönde eserler vermiştir. Romanlarında zamanın olaylarını büyük bir gerçeklik tablosu içinde verdiği görülür.
    Roman dünyasına her tabakadan insanın girmesine izin verir. Onun yapıtlarında her sınıftan, her meslekten, her yerleşim biriminden, her yaştan insan vardır.
    Yazar bütün yapıtlarını İnsanlık Komedyası adı altında toplamaya karar vermiştir. İnsanlık Komedyası’nı üç bölüm ve 137 kitaptan oluşan bir bütünlük içinde tasarlamıştır. Fakat bu tasarısı tam olarak gerçekleşmemiştir.
    Yazarın bazı romanları: Goriot Baba, Tılsımlı Deri Jugenie Grandet, Vadideki Zambak, Mutlak Peşinde’dir.
    VADİDEKİ Zambak yazarın, insanlık Komedyası’nın “Taşra Yaşamından Sahneler” bölümünün bir romanıdır. İlk olarak 1835’teRevue Paris gazetesinde tefrika edilmiş, 1836 yılında da tamamlanmıştır.
    Vadideki Zambak’taki olaylar 1809-1836 yılları Fransa’sının taşrasında ve Paris’inde geçer. Romanın kahramanları sıradan insanlar değil, soylulardır. Romanın konusu aşktır.
    Romanın vak’ası Fransa’nın Tours kasabasında geçer. Romanın asıl kahramanı Felix de Vandenesse, anne ve baba sevgisinden uzak, kardeşleri tarafından küçümsenen, baskı altında bir çocukluk geçiren, zengin ve soylu bir ailenin küçük oğlu olan bir gençtir. Annesi ve kardeşleriyle Paris’te bulunan Felix, babasının çağırması üzerine Tours’a gider. Tours’ta babası Felix’i bir baloya davet eder. Baloda hiç tanımadığı güzel bir bayanın omuzları Felix’i büyüler. Dayanılmaz bir arzuyla bu omuzları öptükten sonra bu kadına aşık olur. Bu olaylarla roman başlar.
    Felix, aşık olduğu bu kadını daha sonra Clechogour de Şatosu’nda görür. Omzunu öptüğü kadının bir kontes olduğunu öğrenir. Bu kadın Kont Mortsauf’un eşi, evli ve iki çocuk annesi Madam de Mortsauf’tur. Madam de Mortsauf da Felix’i platonik bir aşkla sevmeye başlar ve bağlanır.
    Artık Kontes, Felix için, şatonun bulunduğu güzel vadinin zambağıdır. Bu kadın Felix’in yükselmesi için yardımcı olur. Felix’e Kral’ın yanında iyi bir yeri olan annesiyle babasının desteğini sağlar.
    Felix, Kral’ın iyi bir danışmanı ve güvenilir bir adamı olur. Buradaki işlerinde hızla yükselir. Fakat, Kontes’e olan aşkından vazgeçmez. Madam de Mortsauf ile sürekli mektuplaşırlar. Kontes’in hayatı acılarla doludur. Çocukluğunda çektiği sıkıntı ve acıları evlilik döneminde de devam eder. Kontes’in sert yapılı, anlayışı zayıf Kont kocası ve hastalıklı iki çocuğu vardır. Kendisini hep ailesine adamıştır. Böyle bir yaşam içinde Felix’in aşkına gereken karşılığı veremez.
    Madam de Mortsauf ile Felix’in birbirlerine duydukları bu yoğun sevgi, Felix’in Leydi Dudley ile cinsel aşk yaşamasıyla farklı bir görünüm kazanır.
    Bu olayları duyan Kontes hastalanır. Felikx’e duyduğu gerçek aşkı anlatamamanın verdiği üzüntü ile hastalığı artar. Gerçek aşkını ve ne kadar çok sevdiğini, fakat evliliğe, anneliğe olan bağlılığının bunların üstünde, aynı zamanda aşkının bedeli olduğunu bildiren bir mektup yazar. Bu mektubu Felix’e verdikten sonra ölür.
    Felix, Madam de Mortsauf’un son dakikalarına yetişir. Hayatının geri kalan kısmında üzüntülü bir yaşam geçirir. Bilimle, sanatla, politikayla ilgilenir ve aşkını unutmaya çalışır.
    Bakış Açısı, Anlatıcı

    Vadideki Zambak romanında vak’a kahraman bakış açısıyla verilmiştir. Olaylar romanın asıl kahramanı Felix tarafından anlatılmıştır. Olayları anlatırken geniş tasvirlere yer vermiştir. Hem kendi hem de diğer kahramanların ruh yapısıyla iç ve dış mekanı yansıtmıştır. Vadideki Zambak’ta dış mekana ait tasvirler daha ağır basmaktadır.
    Romanın genel itibariyle tek bir kahraman tarafından aktarılmıştır. Bu da romanda geniş tasvirlerin oluşturduğu sıkıcılığı ortadan kaldırmış ve akıcılığı sağlamıştır.
    Romanın Olay Örgüsü

    Romanın olay örgüsü kötü bir çocukluk geçirmiş olan Felix’in aile sevgisinden uzak, zorluklar ve baskı içinde geçen hayatının, babasının Tours’a çağırmasıyla değişmesini anlatır. Tours’ta bir baloya katılması ve güzel bir Kontes’e aşık olması olayın seyrini değiştirir ve hızlandırır. Kontes’in evli olması bu aşkı güçleştirir. Kontes’in Felikx’i platonik aşkla sevmesi, Felix’in aşkına tam manasıyla karşılık verememesi olay örgüsünün heyecanını arttırır.
    Romanın Mekanı

    Vadideki Zambak romanında mekan geniş yer kaplar ve önemli bir unsurdur. Romanda olayın geçtiği birkaç önemli yer vardır. Öncelikle roman Fransa’nın Paris’inde başlar. Bunu yazarın şu sözlerinden anlayabiliriz: “Annem beni Tours’a götürmeyi düşünüyordu. Çünkü; düşman ordusunun ilerleyişini dikkatle izleyenlere göre Paris tehlikeyle karşı karşıyaydı. Tam orada kaderimin belirleyeceği sırada apar topar Paris’ten alınıp götürüldüm. (s. 38). Paris’ten Tours’a kadar annemle birlikte yaptığım yolculuktan hiç söz etmeyeceğim. (s. 39). Buradan da anlaşılacağı üzere roman Paris’te başlar, Tours’ta gelişiyor. Romanın asıl önemli mekanı Tours’taki Clochegourde Şatosu ve şatonun da içinde yer aldığı İndre Irmağı vadisidir.
    Yazar romanında geniş tasvirlere yer vermiştir. Hem romanın kahramanları hem de mekan unsurları uzun uzun tasvirlerle verilmiştir. Örneğin yazar; Kontes’in vücut yapısını, Kont’un kişiliğini, İndre Irmağı’nı, Clochegour Şatosu’nu geniş geniş anlatmıştır.
    Vadideki Zambak romanında bu uzun tasvirler dikkat çekicidir. Bu uzun tasvirler bazı zamanlar insanda bir bıkkınlık yaratabiliyor. Okuyucu romandan sıkılıyor. Bazı tasvir bölümleri kahramanların ruh dünyasıyla paralellik göstermektedir.
    Şahıslar Dünyası

    Vadideki Zambak romanında şahıs kadrosu geniştir fakat etkili değildir. Olaylar belirli kahramanların çevresinde gerçekleşir. Diğer kahramanlar sınırlı ölçüde ve dekoratif unsur olarak romanda yerini alır.
    Felix de Vandenesse

    Romanın baş kahramanlarındandır. Yirmi yaşlarında bir gençtir. Çocukluğu ve gençliği acılarla geçmiştir. Değişken bir yapıya sahiptir. Çünkü; çocukluğunun ilk yılları acılarla geçer. Kral’ın yanında iyi bir iş bulur. Hayatı değişir. İki tane bayana aşık olur. Bunların arasında çıkmaza girer, sıkıntılı günler yaşar. Kontes’in ölmesiyle üzüntülü bir hayat yaşar. Hiçbir zaman tam mutluluğu yakalayamaz.
    Madam de Mortsauf

    Romanın belirleyici ve etkileyici kahramanlarındandır. Aslında romanın baş kahramanı da sayılabilir. Madam de Mortsauf Kont de Mortsauf’un eşidir. İki çocuk annesi bir Kontestir. Kontes de Felix gibi çocukluğunda acı çekmiştir. Evliliğinde de sorunlar yaşamıştır. Hastalıklı iki çocuğuna ve sert kişilikli Kont’a hayatını feda etmiştir. Felix’e aşık olmuştur; fakat bu aşk platonik aşktır. Gerçek aşkını hayatının son zamanlarında, bir mektupla Felix’e itiraf eder ve ölür. Madam de Mortsauf romanın hızlanmasını ve heyecanın artmasını sağlamıştır. Bu özellikleriyle romanın merkezindeki kahraman sayılır.
    Kont de Mortsauf

    Madam de Mortsauf’un kocasıdır. Sorunlu bir kişiliğe sahiptir. Bunun nedeni çocukluğunda yaşadığı zor günlerdir. Ülkenin içinde bulunduğu sürgün yılları onun eğitimini yarıda bırakmasına neden olmuştur. Üst üste kırılan umutlarının ardından yarı aç, yarı tok olarak yapılan uzun yürüyüşler sağlığını bozmuş, ruhuna güçsüzlük vermiştir. Hatta bir süre düşkünler evinde Allah rızası için bakılmıştır. Karınzarı iltihabı hastalığına yakalanmıştır. Ömrünün sonuna kadar bu hastalığın acılarını çekmiştir.
    Olay örgüsünde Kontes’in kocası olmasıyla çatışma yaratmaktadır. Felix ile Kontes’in aşkına engeldir. Olay örgüsünün her zaman içinde yer alır, Kontes’in kocası olması nedeniyle önemli kahramanlardandır.
    Leydi Dudley

    Romanın ilerleyen sayfalarında olay örgüsüne girer. Romanın heyecanını arttırır. Yeni bir çatışma ortamı yaratır. Olaylar Felix – Leydi Arabelle ve Kontes arasında odaklanır. Felix, Leydi Dudley’e karşı sonsuz bir tutku besler ve ateşli bir sevgiyle sever. Kontes’i ise taparcasına sevmektedir. Hatta Kontes’e Henrietti diyordu ve böyle seviyordu.
    Felix’in Leydi Arabelle ile olan ilişkisini öğrenen Kontes büyük bir yıkıntıya uğrar, hastalanır ve ölür. Leydi Dudley bir bakıma çatışma yaratmış, kötü kadın rolünü üstlenmiştir.
    Diğer Kahramanlar:

    Madeleine ve Jacgues

    Kont ve Kontes’in çocuklarıdır. Madeleine annesine benzer. Annesinin ruh yapısı onda tekrar hayat bulur. Jacgues de kız kardeşi gibi zayıftır. Her iki çocuk da sağlık yönünden problem yaşamaktadır. Romanın olay örgüsüne fazla katılmazlar.
    Mösyö de Chessel

    Frapesle Şatosu’nun sahibidir. Felix buraya dinlenmek için gelmiştir. Burada Mösyö’nün yardımıyla Kontes’le tanışır. Felix, Madam de Mortsauf’a aşık olur. Romanın olay örgüsü bu noktadan sonra hızlanır. Mösyö de Chessel’e ileriki sayfalarda fazla yer verilmez. Romanın arada başvurulan kahramanlarındandır.
    Mösyö Origet

    Ünlü bir doktordur. Kont’un hastalanması nedeniyle Clochegour Şatosu’na birkaç defa gelmiştir. Kontes’in hastalığı döneminde de kendisine yer verilmiştir.
    Vadideki Zambak’ta karşılıklı mektuplarla, aşk ve evlilik konusuyla, kadınların gerçek özgürlüğüyle, gerçek sevgilerle din ve inançla ilgili felsefi tartışmalarla dolu olan romanda insanların duygusal varlıkları ve çatışmaları büyük bir ustalıkla aktarılmıştır.
    Romanda cinsel aşkla platonik aşk, annelik sevgisi, evliliğe bağlılık güzel bir vadinin temizliği ortamında okuyuculara sunulmuştur.
    Balzac bu romanında asıl olarak aşkı ele almış ve işlemiştir. Roman, Balzac’ın hayatıyla bağlantılıdır.
    Honore de Balzac, romanında Realizmin ilkelerine büyük oranda bağlı kalarak konularını ele almıştır. Romantizmden tam manasıyla kopmasa da gerçekçilik ilkesinin kurucusu ve savunucusu olmuştur.

  3. #3
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri

    GELİBOLU

    (Uzun-Beyaz-Bulut)


    2000 yılının mart ayında Yeni Zelanda’dan gelen genç bir kadın Çanakkale Savaşında kaybolmuş dedesini bulmak için Çanakkale Milli Parkına gelir. Çanakkale’nin Ece Yaylası köyüne gelerek önemli bir açıklama yapacağını söyler. Gazi Alican Çavuş isimli Çanakkale gazisinin kendi dedesi EL-yi John Taylor olduğunu söyler. Bölge halkı tarafından çok sevilmiş olan Alican Çavuş Çanakkale Savaşı’ndan sağ ve sağlam dönen tek kişidir. Savaşta kahramanlıklar göstermiş, İngilizlerin elinde tutsak kalmış, türlü işkencelere maruz kalmasına rağmen sır vermemiş, bir yolunu bularak da kaçmıştır. Köye geri geldikten sonra da köyün gelişmesi için çok çalışmıştır. Bütün bunlar onun bölge halkınca bir kahraman olarak görülmesine sebep olmuştur.
    Kardeşini aramak için cephe hattının gerisine geçen Meryem tarafından bulunarak köye getirilen askerle Meryem evlenir. Meryem bulduğu askere Alican dediği için bu adla anılır. Meryem ile Alican Çavuşun üç çocuğu olur. Alican Çavuş’u herkesten hatta kendi çocuklarından özellikle de Beyaz’dan kıskanan Meryem; bu uğurda kızı Beyaz’ın okumasına da engel olur. Hiç evlenmeyip, babasının yanında kalarak annesinden intikam alan Beyaz da tıpkı babası gibi yöre halkı tarafından çok sevilir.
    Ece Yaylası köyüne gelerek Alican Çavuş hakkında konuşan bu kadına önceleri köylüler mesafeli yaklaşırlar. Turist rehberi Mehmet’le köylüler Viki’yi Beyaz Hala’nın yanına götürürler. Yeni Zelandalı kadın, kendi büyük dedesi olduğunu iddia ettiği Türk gazisinin yaşayan tek çocuğu, yaşlı kızının (Beyaz Hala) evine misafir edilmiştir. Gelibolu'da bilgeliği, deneyimleri ve babasına duyulan saygı nedeniyle çok sevilen yaşlı köylü kadın, babasının Çanakkale savaşı sırasında yazdığı mektupları, yabancı genç kadına verir. Genç kadın da kendi büyük dedesinin aynı tarihlerde, aynı yerden evine yazdığı mektupları yanında getirmiştir.
    Yaşlı köylü kadının İstanbul'da yaşayan avukat torunu Ali Osman, büyük ninesini ziyaret için Gelibolu'ya gelince, yabancı kadın uzak akrabası olduğuna inandığı bu genç adamın tarihi yeniden okumak, yeniden yorumlamak tezleriyle, karizmatik albenisi arasında sıkışır, bocalar. Aralarındaki duygusal gerilim, her ikisinin de büyük dedelerinin aynı savaşta birbirlerine karşı savaşan iki düşman asker mi, yoksa bir Türk askerinin şehit olmadan önce tesadüfen kurtardığı, aklını kaçırmış bir Anzak askeri mi olduğu sorusuna yoğunlaşmalarını güçleştirir. İki gencin büyük dedelerinin izlerini sürerken yaşadıkları aşk, romanın can alıcı gizemini çözmekte beklenmedik açılımlar yaratır. Ve geldikleri noktada evrensel bir soruyla karşılaşırlar: Eğer aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olmuşsa, 21. yy insanlığı bunu kabul edebilecek kadar gelişmiş midir? Yoksa bazı sırlar sonsuza dek korunmalı mıdır?
    “Alistair John Taylor büyük umutla katıldığı savaşın ilk ve son durağı olan Çanakkale Savaşı’nda bir tabur askerin kaybolmasına sebep olan uzun ve beyaz bir buluttan kaçarken Türk cephesinin gerisine geçer. Tam vurulacakken ayağına takılan yaralı bir Türk askerinin sayesinde vurulmaktan son anda kurtulur. İki gün boyunca ekmeğini ve suyunu paylaştığı bu Türk askeriyle dost olur. Adının Ali Osman olduğunu öğrendiği bu Türk askerinin ölümüyle şoka giren bu Anzaklı asker daha sonra cesedi gömer. Mezar başında garip sesler çıkararak ağlayan bu asker Meryem tarafından bulunur. Meryem ilk görüşte âşık olduğu bu Anzak askerini köye getirir, onun savaştan kurtulan bir Türk askeri olduğunu söyler. Daha sonra bu savaş gazisiyle evlenir.” Beyaz Hala tarafından Viki’ye anlatılan bu olay Viki’yi derinden etkiler. Çünkü Viki ile Beyaz Hala akrabadır. Viki birkaç gün hasta yatar.
    Kahraman bir Türk askerinin aslında Yeni Zelandalı bir asker olduğu haberi çabucak yayılarak uluslararası boyuta taşınır. Köy adeta basın mensupları tarafından işgal edilir. Konu televizyonlarda enine boyuna tartışılır.
    Beyaz Hala’nın isteğiyle İstanbul’dan gelen Bulut kardeşinin avukat torunu bir basın açıklaması yapacaklarını duyurur. Basın açıklamasına Beyaz Hala, Viki, Avukat Ali Osman Taylar ve köy muhtar katılır. Açıklamada Viki olayı yanlış anladığını, Alican Çavuşun kendi dedesi Alistor John Taylor olmadığını, olayların bu hale gelmesinden derin bir üzüntü duyduğunu söyler. Beyaz Hala da babasının bir savaş kahramanı gazi olduğunu, ölmüş insanlara saygı duyulması gerektiğini söyler. Derin bir hayal kırıklığına uğramış olan basın mensupları bu gelişmeler üzerine bölgeyi terk ederler.
    Bu gelişmeler sırasında Viki ile Ali Osman Taylar arasınsa duygusal bir yakınlık oluşmaya başlar. Birlikte Arı burnu-Anzak Koyu’na giderek Anzak anma törenine katılırlar. Daha sonra Ali Osman Viki’ye Mülazım Ali Osman Bey ile Gazi Alican Çavuş’un mezarlarını gösterir.





    ROMAN içeriğinin İNCELEMESİ

    1. Şahıs Kadrosu:
    Viki (Victoria) : Romandaki bütün olaylar onun etrafında geçmektedir. Çünkü roman onun kafasındaki soru işaretlerinin çözümü üzerinde kurulmuştur. Viki Yeni Zelanda’dan dedesinin izini sürmek için gelmiştir. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü ve çok güzel bir kadındır. Dedesinin rüyalarına girerek kendi izini bulmasını istemesi üzerine Gelibolu’ya gelmiştir.
    Beyaz Hala: Romanda Beyaz Hala ideal bir bilge kadın motifinde verilmiştir. Kendisi de ismi gibi bembeyazdır. Çocukluğundan beri güzelliği ile dikkatleri üzerine toplamıştır. Kendisi son derece soğukkanlıdır; ama çevresindeki insanlar üzerinde korkutucu bir otorite kurmuştur. Eserde yerel dili en iyi yansıtan (özellikle “marı” sözünü çok kullanmaktadır.) odur. Kendisi çok zekidir.
    Alican Çavuş: Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü ve çok yakışıklıdır. Savaştan döndükten sora ani titreme nöbetleri, kısa süreli kısmi felçler, hafıza kaybı, dil tutulmaları, şiddetli baş ağrıları, gündüz kâbusları ve uykusuzluk gibi rahatsızlıklarla baş etmek zorunda kalır. Kendisi Yeni Zelandalı olduğu halde Gelibolu’ya yerleştikten sonra turistlerden özellikle kaçar onlarla İngilizce konuşmazdı. Ama çocuklarına yabancı dili kendisi öğretmiştir.
    Meryem: Fiziksel olarak pek güzel değildir. Kendisi erkek gibi büyümüştür. Romanda Meryem’in aşkı çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir. Bu da romana farklı bir hana katmıştır. Kendisini kocasına adamıştır.
    Teğmen Ali Osman Bey: İyi bir eğitim almıştır. Her Türk genci gibi vatani görevini yapmaktan onur duyan bir gençtir. Romanda özellikle mektuplarıyla yer almaktadır.
    Avukat Ali Osman: Romana sonradan dahil olmuştur, avukattır. Uzun boylu, siyah saçlı ve kahverengi gözlüdür. Romanın sonunda Viki ile yakınlaşması eseri tek düzelikten kurtarmıştır.
    Diğer Şahıslar Şunlardır: Uzun, Bulut, Mehmet(turist rehberi), Semahat Hanım, Salih ve Köy Muhtarı




    2. Mekân:
    Romanda savaş Arı burnu (Anzak Koyu)’nda; diğer olaylar Eceyaylası Köyü’nde, İstanbul’da ve Eceabat’ta geçmektedir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11533.html

    3. Zaman:
    Romanda olayların geçtiği zaman olarak iki farklı zaman görülmektedir. Birincisi Çanakkale Savaşı yıllar; diğeri 2000 yılının mart ayından sonraki üç haftadır.

    4. Dil ve Anlatım Özellikleri:
    Romanın akıcı bir dili vardır. Köylülerin konuşmalarında özellikle de Beyaz Hala’nın konuşmasında bölgesel dile yer verilmiştir. Roman üçüncü tekil şahıs ağzıyla yazılmıştır. Mektupların yer aldığı bölümlerde ise birinci tekil şahıs ağzı hâkimdir. Yazarın kadın olmasından dolayı kadın karakterlerin hisleri erkek karakterlere göre daha iyi yansıtılmıştır.
    Eleştiri:
    Roman Çanakkale Savaşı için yazılmış kitapların en ilgi çekicilerinden birisidir. Kahraman düşmanım söylemine uygun düşen bir yaklaşımı bulunmaktadır. Eser, kendi ölümüyle arkadaşının hem de düşman milletten olan arkadaşının yaşaması için bir Türk askerinin göstermiş olduğu özverinin en güzel örneğidir.
    Roman ilerledikçe okuru da; bir dedektif gibi katılacağı iz sürme serüveni, tez-antitez ekseninde milliyetçilik, emperyalizm gibi konular üzerinde cesur ve farklı bir yolculuğa çıkarken, eser aynı zamanda, sekiz buçuk ayda 500.000 genç insan hayatının yok olduğu, Türk ve dünya tarihi açısından çok önemli sonuçlara neden olan Çanakkale Savaşları'nın insani ayrıntıları da gün yüzüne çıkmaktadır.
    Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu, Türk Tarihi'nin en önemli zaferlerinden Çanakkale Savaşları'na, iki binli yılların bilinciyle ve uluslarası tezleri de ciddiye alarak bakan, epik bir roman. Tarihin ve savaşların insani ayrıntılar bilinmeden anlaşılamayacağının derinlikli, lirik ve edebi bir kanıtı.
    Eserde mektuplar önemli bir yer tutmaktadır. Gerek Ali Osman Bey’in gerekse Alistor John Taylor’un ailelerine yazdıkları mektuplar romanı hem daha çekici hale getiriyor hem de romana farklı bir özellik kazandırıyor. Mektuplarda farklı kültür çevrelerinde yetişmiş olan iki gencin hayalleri, geleceğe dair planları, önceleri bir oyun gibi görülen savaşın ürküten yanları çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir.
    Romanda işgal altındaki yıllarında İstanbul’un içler acısı haline de yer verilmiştir. İşgal hem de bir Anzak askerinin hisleriyle dile getirilmiştir. İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin yapmış oldukları eziyetleri gören Alistor John Taylor ilk defa kendini Alican Çavuş gibi hissetmeye başlıyor.
    Romanın sonlarına doğru biz okuyucuları daha da gururlandıran diğer bir olay da Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir lider yetiştirdiğimiz gerçeğidir. Romanın son bölümünde Mustafa Kemal’in Anzaklı askerler ve onların ailelerine hitaben yapmış olduğu ünlü konuşmasına yer verilmiştir.
    Bu memleket toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar, burada bir dost vatanının toprağındasınız, huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa yollayan analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızda, huzur içindedirler ve huzur içinde uyuyacaklardır. Onlar bu topraklar üzerinde canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.


    ATATÜRK,1934

    Yukarıdaki hitaptan da anlaşılacağı gibi büyük liderleri büyük millet çıkartmaktadır. Herhalde bizim en büyük sıkıntımız kendimizi diğer milletlere yeteri kadar anlatmaya özen göstermeyişimizdir.
    Romanda dikkati çeken diğer bir özellik de yazarın, eserin bazı bölümlerinde bilgi vermesidir. Yazar söylemek istediği veya karşı olduğu düşünceleri roman kahramanları aracılığıyla okuyucuya sunmaktadır. Beyaz Hala, Gelibolu ve İstanbul bülbüllerinden bahsederken Divan Edebiyatı mazmunlarından olan gül ile bülbül olayına telmih yapmaktadır.
    Buket Uzuner eserin önsözünde “Bu kitap bir kurgu çalışmasıdır. Gerçekle benzerlikler olsa bile bunlar bir tesadüftür.” diyerek; içinde tarihi gerçekler olsa bile romanın tarih kitaplarından ayrılan yönüne işaret etmiştir.

  4. #4
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri

    KUYUCAKLI YUSUF

    Romanın özeti:
    1903 sonbaharında, bir gece eşkiyalar tarafindan basılan Kuyucak köyünü teftişe gelen kaymakam ve yardımcıları iki kişinin öldürüldüğü evde yalnız bir çocuk bulurlar. Çocuğun adı Yusuf’tur ve ölenler onun anne ve babasıdır. Kaymakam Yusuf’un soğuk kanlılığına hayran kalır ve onu evlat edinir.Yusuf, sessiz ve içine kapanık bir çocuktur. Kaymakamın karısı olan Şahinde’nin yüzsüzce Yusuf’u aşağılaması bile onu etkilemez. Yusuf’un kasabada ilgilendiği tek kişi kaymakamın kızı Muazzez dir.
    Kaymakam Salahattin Bey’in Edremit’e tayininden sonra Yusuf okula başlar; ama okumayı öğrendikten sonra okula olan ilgisini kaybeder ve okulu bırakır. Seneler sonra Muazzez 13 yasındayken bir bayram günü, Yusuf, Muazzez ve arkadaşları Ali, bayram yerine giderler. Ali ve Muazzez salıncakta sallanırken, kasabanın eşrafından Şakir Muazzez’e sarktığı için Yusuf Şakir’i döver. Şakir bunun üzerine intikam yemini eder. Babası Hilmi Bey’le işbirliği yapar ve Hilmi Bey, Salahattin Bey’e kumar oynatarak Salahattin Bey’i kendine borçlandırır. Borcunu ödeyemeyen Salahattin Bey, Muazzez’i Şakir’e isteyen Hilmi Bey’e boyun eğmek zorunda kalır. Ancak Yusuf’un arkadaşı Ali’nin borcu ödemesiyle evlilik planları iptal olur. Yaptığı iyilikten dolayı Muazzez’in Ali ile evlendirilmesine karar verilir. Bunun üstüne, Muazzez, Yusuf’a onu sevdiğini söyler. Yusuf da aslında Muazzez’i seviyodur, ama ellerinden bir şey gelmez. Ali’nin Muazzez ile evlenmesinden hoşnut olmayan Şakir, bir düğünde Ali’yi vurup öldürür; ama arkadaşı Hacı Ethem’in düzenlediği çeşitli dolapların sonucunda serbest kalır. Bu sırada Yusuf Kübra adında, Şakir ile Hilmi Bey’in tecavüzüne uğramış bir kızla tanışır ve bu sayede hem Yusuf hem de Salahattin Bey, Hilmi Bey ve Şakir’in gerçek yüzünü görürler. Şahinde, zenginler arasında bir yer edinme isteğiyle kızını gizlice Hilmi Bey’lere götürür, onu Şakir ile evlendirme niyetindedir. Yusuf kesinlikle böyle bir evliliğe karşıdır. Bir arabayla Muazzez’i çevredeki bir köye kaçırır ve orada evlenirler. Salahattin Bey onları bulur ve Edremit’e dönmeye ikna eder. Salahattin Bey, işsiz olan Yusuf’a kaymakamlıkta katiplik işi verir;ama Yusuf masabaşı işler için yaratılmış bir insan değildir. Salahattin Bey’in ölümüyle ailenin düzeni bozulur. Yeni kaymakam Yusuf’u Edremit’ten uzaklaştırmak için ona vergi toplama işi verir. Yusuf ve Salahattin Bey olmadan Şahinde sonunda istediği gibi davranmya başlar. Şehrin önde gelenlerinin katıldığı yemekler düzenler. Muazzez bu yemeklerden ilk başlarda uzak dursa da bir süre sonra karşı koyamaz ve alkolün de etkisiyle kendini iyice bırakır. Bu çöküşü gören Yusuf, Şahinde’yi uyarır; ancak Şahinde onu dinlemez. Bir gece Yusuf böyle bir yemeği basar ve rastgele ateş eder karanlık odaya. Muazzez dışında odadaki herkes olur. Yusuf yaralanmış olan Muazzezi alıp kasabayı terk eder, ama Muazzez yolda ölür. Yusuf onu bir ağacın altına gömer ve uzaklara gider.

    Konu ve Konular Arasindaki İlişki:
    Romandaki bütün konular kent yaşamının getirdiği yozlaşma ve buna karsı Yusuf tarafından verilen mücadele ile ilgiliir. Yusuf ile Şakir arasındaki sürtüşme yozlaşma ile iyilik arasındaki savaşı temsil ediyor. Şahinde’nin gözünü kızını harcıyacak kadar hırs bürümesi, kent yasaminin basit bi kadini nasil bir canavara dönüştürebilceğini gösteriyor. Salahattin Bey’in kendini içkiye ve kumara vermesi, Kübra ile annesinin başından geçenler, vs. Bu konuların hepsi adeta yozlaşmışlığı vurgulamak için romanda işlenmiş ve hepsine karşı Yusuf’un aldığı bir tavır var. Kent-doğa, yapay insan-doğal insan, yozlaşmışlık-masumiyet, ikilemleri kitap boyunca gelişen olaylarla birbirlerine baglanmışlar.

    Ana Olaylar ve Yan Olaylar:
    Ana olay Şakir’in Muazzez’e sarkması ve sonra da onunla evlenmeye çalışması olarak kabul edilebilir. Kübra’ya yapılan tecavüzün açığa çıkması, Salahattin Bey’in kumarla borçlandırılması ve Ali’nin olumu hep bu olaydan sonra yaşanır. Muazzez ve Yusufun evliliğine giden yolu açan da bu olaylardır. Bir başka ana olay Salahattin Bey’in ölümüdür. Salahattin Bey etkisiz bir karakter gibi gözükse de, aslında aile içinde dengeyi sağlayanın o oldugu ölümünden sonra ortaya çıkar. Şahinde’nin tamamen kontrolden çıkıp kendiyle birlikte kızını yozlaşmayı temsil eden insanların kucağına atması, Yusuf’un Muazzez’den iyice uzaklaşması, bu ölümden sonra gerçekleşir.

    Yapıttan Birtakım Örnekler:
    Şakire ve onun yandaşlarına hiçbir kanun kuruluşunun dokunamaması ilgi çekici bir olay. Adam öldürseler bile başlarına bir şey gelmiyor. Bugünün sorunlarına büyük benzerlik taşıyan bır durum. Osmanlı’nın son dönemlerinde ne derecede sosyal bir çöküş yaşadığınında açık bir örneği.
    Muazzez adeta bir eşya gibi kullanılıyor. O zamanlar belki bir medeni kanun yoktu, ama eğitimli aileleri kızlarını böyle kullanmadıkları biliniyor. Salahattin Bey gibi eğitimli bir insanın, borçları karşılığnda kızını vermesi bir türlü doğal gelmiyor.
    Kitapta doğa ve kasaba arasında keskin bir fark vardır. “Salahattin Bey başının dönmeye başladığını fark etti. Bu kadar geniş ve güzel bir tabiatın ortasında kendini şaşırmış gibiydi. Fakat gözlerini tekrar etrafta dolaştırırken, aşağıda mor bir duman tabakasıyla örtülmeye başlayan kasabayı gördü ve irkildi.” (s.142). Bunun gibi betimlemeler üstüste bu farkı vurgulamaktadır.Yazarın bu denli keskin bir ayrıma gitmesi ilgiçtir.
    Yusuf okuyucuya kitabın başında Dede Korkut hikayelerindeki yiğitler gibi takdim edilmiş. Yusuf: “Bir şey değil Doktor Bey, bir parmaktan ne çıkar?” (s.10). Bir çocuğun anne ve babası öldürülüp parmağı kesildikten sonra böyle bir laf etmesi pek alışılagelmiş bir olay değildir. Erişkin bir insan bile bu kadar soğuk kanlı olamaz. Gerçekçi bir romanın böyle başlaması bir çelişki gibi gözükse de, ileride yaşanan olayların üstesinden ancak Yusuf gibi güçlü bir kişilik gelebilir.
    Yapıtta olmayan ilginç bir unsur olarak kasaba da hiç Rum olmaması gösterilebilinir. Hikaye mübadeleden önce Ege bölgesinde geçiyor, ama karakter olarak sadece Türkler var.



    Sosyal Çevre,Yer, Zaman,Dönem,Kişiler:
    Roman Kuyucakta başlar. Kuyucak Aydın’ın Nazilli kazasına yakın bir köydür ve eşkiyaların basmasından anlaşılcağı kadarıyla, tecrit edilmiş bir yerdedir. Romanın büyük bir kısmı bir şehir ortamı olan Edremit kasabasında devam eder. Edremit’te sosyal çevre geniştir, ama insanların içten olmayışı yüzünden buradaki çevre Yusuf icin köyde olduğundan daha da küçüktür.
    1903 yılı sonbaharında başlayan romanın tam bitiş tarihi belli değildir,ancak sonu Birinci Dünya Savaşı dönemlerine denk gelmektedir. Roman 2.Meşrutiyet döneminide kapsar, ancak ne savaşın ne de yeni yönetim biçiminin kasaba yaşamı üzerinde etkisi vardir. Roman boyunca tarihler açık bir şekilde belli edilmemiştir. Bu da okuyuca bu olayların tarihten bağımsız olarak her zaman gerçeklestiği hissini verir.
    Romanın ana kişisi Yusuf’tur. Yusuf mert, durust ve saf kalmış insanı temsil eder. Köylü olması onun bu vasıflarinin kaynağıymış gibi gösterilir. Yusuf’un bu örnek kişiliğine en yakın kişi Muazzez’dir ve Muazzez hikayenin sonlarına kadar kente karsı direnmeyi başarır. Salahattin Bey’in kızı Muazzez’de aynen Yusuf gibi temizliği ve içtenliği temsil eder. Kentlilerin içinde de iyi kalmiş insanların olabilceğini gösterir. Kentte temiz olarak kalmış bir başka insan da Ali’dir. Onun erken gelen ölümü kent düzenine ayak uydurmamasının cezasıdır.
    Hilmi Bey ve oğlu Şakir tecavüz eden, adam olduren, rüşvet veren, ahlaksız, kanun tanımaz karkaterlerdir. İkisi romandaki en kötü kişiliklerdir ve kent yaşamını temsil ederler. Hacı Ethem bu insanların sırtından geçinen ve onların pis işlerini gören bir insanıdır. Güya Şakirin arkadaşıdır, ama aralarında çıkara dayanan bir ilişki vardır. Salahattin Bey’in karısı Şahinde bu kötü insanların oluşturduğu şehirli grubunun üyesi olmak için can atan bir kadındır. Yusuf’un köylülüğünü ilk geldiği günden itibaren aşağılar. Şahinde görgüsüz, şirret, eğlence ve çıkar düşkünü bir kadındır. Hırsı sayesinde Salahattin Bey’in ölümünden sonra bu gruba kendini katar. Maalesef kendiyle birlikte Muazzez’i de sürükler.
    Salahattin Bey ise iyi ve kötülerin ortasında bir çizgidedir. Fazla olaylara karışmayan, karısına karşı sesini çıkaramayan, fazla etkisini gösteremeyen bir karakterdir. İçinde iyilik olsa da çevresindeki kötüler yüzünden bir türlü istediği yaşamı yaşıyamayan bir insandır.
    Kitaptaki kötü karakterler mutlak kötüler, iyi karakterler de mutlak iyiler. İyi ile kastedilen insanlar saf,içten insanlar. Kötüler ise iki yüzlü,ahlaksız insanlar. Yusuf’un sevdiği her karakterin iyi olması da ilginç bir ayrıntı. Okuyucu çoğu kez Yusuf’u bu yüzden Sabahattin Ali’nin kitap içindeki kuklası gibi görebilir.


    Yapıta ait Tanıtma ve Eleştiri Yazıları:
    Naci, Fethi. 50 Türk Romanı. Kuyucaklı Yusuf:
    “Şakir’in Muazzez’e gösterdiği bu ani ilgi, fabrikatör Hilmi Bey’in oğluna atılan bu yumruk, bu iki tekme Yusuf’un yazgısını çizmiştir artık. Bundan sonra, kendisini bekleyen sona doğru, kaçınılmaz bir biçimde ağır ağır yaklaşır. Tıpkı bir trajedya kahramanı gibi.
    G. Wicham, trajedyadan söz ederken, “Eğer bir insan, kurulu bir doğa veya töre yasasını herhangi bir sebeple bozarsa, arkasından zorunlulukla bu karşı gelişin sonucu doğacaktır. Sonuç, tanrıların isteğidir...”der. Dr. W. H. Werkmeister de şöyle diyor: “Bütün değerlendirmelerden uzak bir dünyada hiçbir trajedi yer alamaz. Ancak değerlendirmelerin işe karıştığı, ahlak sözleşmelerinin tehlikede olduğu daha yüksek bir yapılması gerekenle daha aşağı bir yapılması gereken arasında, soylu olanla bayağı olan arasında ayrılıkların bulunduğu bir yerde trajedi olabilir.”
    1910’ların Anadolu kasabaları tragedyalar için en elverişli mekanlardır. Kasaba eşrafı ve mütegallibesi öylesine ezici bir güce sahiptir ki bu güce herhangi bir karşı geliş, “doğa veya töre yasasını” bozmuşçasına, zorunlu olarak, buna karşı gelişin sonucunu doğurur. Sonuç, eski Yunan’da tanrıların isteği ise, Anadolu kasabasında da eski Yunan Tanrılarının gücüne sahip eşrafın isteğidir.
    Roman “soylu olanla bayağı olan arasında ayrılıkların bulunduğu bir yerde”, “bayağı” ama güçlü olanın isteğine göre gelişir. Kasabanın Tanrılarını kızdıran Yusuf yıkılır,yenilir, ezilir.”(s.180,181)

    Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2. Soylu Vahşi Olarak Kuyucaklı Yusuf: “Kuyucaklı Yusuf’un önemi yalnızca başarılı bir roman olmasından ileri gelmez, öncü bir yapıt olması da ona tarihsel açıdan bir önem kazandırır; çünkü bu yapıt daha önceki Türk romanından iki bakımdan ayrılır ve yeni bir yol açar. Bir kere Sabahattin Ali’nin Türkiye sorunsalına bakışı farklıdır. Tanzimat’tan 1950’lere kadarki Türk romanının ana sorunsalını Batılılaşma oluşturuyordu. Yazarlarımız toplumsal yapının kendine yönelmiyor, mevcut düzeni sorgulamıyorlardı. Toplumsal yapıyı, ezilen halk ya da köylü sınıfının durumunu ele alan romanlar gerçi 1950’lerden sonra görülür, ama bunların ilk örneği 1937’de yayımlanan “Kuyucaklı Yusuf”tur. Ayrıca romana Anadolu’yu da bu sorunsalla birlikte getirmiş olması “Kuyucaklı Yusuf”u başka bir yönden daha öncü yapar.(...) Sabahattin Ali’nin gördüğü çatışma toplumsal yapıdan kaynaklanır; bir yanda bürokrasi ve eşraf vardır bir yanda da ezilen halk.” (s.21,22)
    “Oysa “Kuyucaklı Yusuf”taki gerçekçilik ile romantizm, birbirinden sanıldığı kadar bağımsız değildir, çünkü gerçekçi yönü oluşturan kasaba yaşamına ya da kasaba gerçeğine de romantizmden kaynaklanan bir dünya görüşünün açısından bakılmaktadır. İkincisi, gerçek kasaba yaşamı Yusuf ile Muazzez’in romantik serüvenine bir fon teşkil etmez. Romanın bu iki yönü birbirlerinin özelliklerini belirginleştiren karşıt değerlerin alanıdır. Metnin derin yapısına doğru inecek olursak görürüz ki metin, birbirinin anlamını pekiştiren birtakım karşıtlıklarla örülmüştür: Şehir/doğa, yapay insan/doğal insan, yozlaşmışlık/masumiyet, şehvet/aşk. Yusuf ile çevresi arasındaki uyumsuzluğu bu karşıtlıkların ışığında incelersek romanın gerçekçi ve romantik yönlerinin bir bütün oluşturduklarını görürüz.” (s.23)

    Günyol, Vedat. Dile Gelseler (Eleştiriler). Sabahattin Ali’nin Hikayeciliği ve Romancılığı:
    “Sabahattin Ali’nin romanlarına gelince: Sayıca az ama, değerce ağır basan romanlar. Kuyucaklı Yusuf olsun, İçimizdeki Şeytan olsun, en başarılı romanlarımız arasında yer alır. Bu romanların birleştiği nokta şu: İkisi de hem çevrece hem ruhça katıksız yerli birer roman; ikisi de çevre, töre romanı. Biri bir Anadolu kasabasını bütün ruhu ve yaşantısıyla veriyor...
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11534.html
    S. Ali hikayelerinde her zaman veremediği içi romanlarında verebiliyor. Kuyucaklı Yusuf’ta ruh incelemeleri yok ama, davranışlardan çevrenin, bir bakıma da kişilerin psikolojilerine girebiliyor. Olaylar öylesine ustalıkla seçilmiş, ayrıntılar sanki üzerlerinde hiç işlenmemiş gibi öylesine tabii tertiplenmiş ki, insan pek farkına varmadan kendini çevrenin ortasında buluveriyor. Romancı, işlediği ayrıntıları belli etmeden bütüne gerçeklik vermesini biliyor.” (s.35)

    Diğer Yapıtlara Göre Durumu, Edebi Ekol:
    Yazarın diğer yapıtlarında da benzer şekilde Anadolu insanı ve Anadolu insanının yaşamı işlenmiştir. Verdiği eserler edebi ekol olarak realist bir çizgi izlemiştir ve Kuyucaklı Yusuf’ta bunların bir örneğidir.

    Dil ve Anlatım Özellikleri:
    Romanda yalın bir dil kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan dilimizi sadeleştirme, edebiyatı herkese yayma egiliminden etkilenmiştir. Ne cümleler nede kelimeler karışıktır. Kelimeler olabildiğince basit, cümleler de genelde kisa ve kurallıdır.
    Romanda geçen konuşmalar basit bir dil içerir. İnsanların gündelik konuşmalarını yansıtır. Bu, romana gerçekçi bi hava katar
    “E!Nasıl gidiyor işler?...”
    “Hangi işler?”
    “Dairedeki işler tabii!..”
    “Dairede ne iş var?”...(s. 157)
    Bu diyaloglar bize karkaterlerin kişilikleri hakkında da bilgi verir. Salahattin Bey babacan sözler ederken, Şahinde mahalle karısı tabirine uygun sözlerlerle konuşur: “Sen bilirsin. Fakat bu ahlaksız mahalle piçi(Yusuf’u kastederek) hep böyle kopuklukta devam ederse...”(s.17). Benzer şekilde Şakir de argo sözleri çok kullanır, bu da bize onun çakal takımından olduğunu söyler.
    Kitapta kuvvetli betimlemeler vardır: “Bu ağaç, minare ve kiremit kümesinin etrafını ayva ve diğer meyve ağaçlarından ve ova tarafinda bağlardan ibaret açık yeşil bir çember sarıyor; onun etrafinıda da siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısı göz alabilidiğince uzanıyordu.” (s.37). Betimlemeler ortamı anlatmaktan öteye geçerek okuyucuya farklı bilgiler de verir. Mesela bu betimlemede doğanın şehrin kötülüğünü bir çember içine aldığı ve yayılmasını engellediği yorumu çıkarılabilinir.
    Roman edebiyatımızda öncü bir eserdir. Bu yüzden eksiklikleri vardır. Bu eksikliklerin en başında Sabahattin Ali’nin romanın akışını keserek söze karışması gösterilebilinir. “Söylediğimiz gibi” (s.174), “bundan sonra anlatacağımız” (s.222) gibi araya girişler romanın anlatımını zedemektedirler. Benzer şekilde yazarın hislerininde anlatımla karıştığı anlar olur. Yusuf bir tanrı gibi yüceltilirken Şakir bir zebani olarak tasvir edilir. Okuyucu ister istemez yazarın belli kesimlere duyduğu sempati ve kinden nasibini alıyor. Bu açıdan da anlatım nesnelligini yitiriyor.

    Birey ve Topluma Kazandırdıkları:
    Roman bireye ve topluma ahlak dersi veriyor. Sırf paranın peşinde koşarsak eninde sonunda yozlaşacağımızı vurguluyor. Sabahattin Ali solcu bir insandi. Bu yüzden iyiliği köylülükle kötülüğü kentlilikle temsil etmesi gayet doğal karşılanabilinir. Roman insana bir köylü gibi saf ve iyi yürekli olmayı tembih ediyor. Hırsın ve kötülüklerin bizi eninde sonunda çöküşe götüreceğini söylüyor.
    Ahlaki değerler dışında roman o günün sıradan Anadolu yaşamına bir pencere açıyor. Bu sayede o gün ki aile yapısını, toplumsal yapıyı gözlemleyebiliyoruz.

    Roman Eleştirisi:
    Kuyucaklı Yusuf’ un çarpıcı bir öyküsü var. Ancak okuyucu öykünün hep bir adım önünde gidebiliyor; çünkü yazarın ahlaki değerlerini anladıktan sonra romandaki kişilerin başına ne geleceği tahmin edilebiliyor. Örneğin kitabın sonlarında Muazzez dışında herkesin ölmesi bir süprizmidir? Hayır. Yozlaşmış insnaların hepsi şehirde ölmüştür ve Muazzez direnerek temiz olan doğada hayatını yitirmiştir. Kitabın sonunun böyle biteceğini Salahattin Bey’in ölümünden sonra sezmek çok kolaydır. İkinci bir seçenek olarak Yusuf ölebilirdi, ama Yusuf insan üstü bir kişiliğe bürünmüş bir karakterdir kitapta ve onu oğlu gibi seven yazarın asla onu öldürmüyeceği bellidir.
    Roman bunun gibi önceden kısmen tahmin edilebilcek birçok olay içeriyor. Mesela Ali’nin de bir şekilde hikayeden silineceği hissedilebiliniyor. Bu yüzden bir süre sonra monotonlaşıyor ve sadece ahlak dersi veren bir romana dönüşüyor. Özellikle bir insanın görüş açısından bakması da romanı bir süre sonra sınırlayan özelliklerden. Yusuf’a göre iyi olan herşey mutlak iyi, gerı kalan her şey ise mutlak kötü olarak gösteriliyor. Bu yüzden kitapta sürekli iyi-kötü, yozlaşmış-doğal çatışması var. Olaylar sanki Yusuf’un içinde verdiği kavgayı okuyucuya anlatmak için gelişiyorlar. Eğer başka bakış açıları da olsaydı o günki toplumu daha nesnel inceleyebilirdik.
    Dil ve anlatım olarak başarılı bir eser. 1937 yılında yazıldığı düşünüldüğünde dilin böyle sade olmasının gerekliliği daha iyi anlaşılabilinir. Anlatımda araya girmeler olsa da hikayenin anlatımı başarılı. Araya girmeler büyük olasılıkla yazar kendini hikayeye kaptırdığı için olmuş. Romanın genelinde Sabahattin Ali’nin bu heyecanını hissetmek mümkün. Yazar Şahinde ve Şakir’i öyle bir anlatmış ki okuyucu böyle insanların yazarın hayatında gerçekten varolduğuna ve yazarın o insanları kitap vesilesiyle kötülediği hissine kapılıyor.
    Romanda ele alınan konu işlenmesi gereken bir konu. Olaylar Osmanlı döneminde geçiyor olabilir; ama yazarın kendi yaşadığı zamanın toplumundan esinlendiği biliniyor. Yazar sermaye gruplarının halkı hem maddi hem de manevi olarak sömürmesini ve devletin buna karışmaması, hatta desteklemesini eleştiriyor. Bu eleştirilerin böyle bir hikayede gizlenmesinin nedeni yazarın düşünceleri yüzünden birçok kez tutuklanması olabilir. O zamanlar yaşanan sorunları günümüzde de yaşıyoruz. Hala aynı sorunlar aynı tip insanlar tartışılıyor bu yüzden kitap güncelliğini yitirmemiş.
    Kuyucaklı Yusuf önemli toplumsal sorunlara değinen ve bunların birey üzerindeki baskısını anlatan bir kitap. Sağlam bir kurguyla ve güçlü betimlemelerle desteklenen bir roman. Anlatımda küçük eksiklikleri olsa da edebiyatımızda klasikleşmiş bir eser. Zevkle okunan ve okunması gereken bir kitap

  5. #5
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri



    Araba Sevdası Romanının Özeti:

    Bihruz Bey bir Osmanlı paşasının oğludur. Evde özel hocalardan yarım yamalak bir eğitim görmüştür.Alafırangalığa özenir, süsü, gösterişi sever. Şık giyinir. Şımarık, sorumsuz bir gençtir. Her fırsatta az buçuk bildiği Fransızcasıyla terziler, ayakkabıcılar ve garsonlarla konuşur. Böylece Batılı olduğunu sanır.

    Devrin pahalı eğlence yerlerinde arabasıyla gezer. Bir gün Çamlıca tepesine çıkar. Güzel bir arabada sarışın, kibar görünüşlü bir kız görür. Hemen ona aşık olur. Ertesi hafta yine oraya gider. Binbir özenle yazdığı mektubu kızın arabasına atar. Fakat, o günden sonra onu bir daha göremez. Yemeden içmeden kesilir, zayıflar. İşini, annesini ihmal eder. Arkadaşlarından Keşfi Bey aşkını öğrenir. Ona kızın öldüğünü, ailesini yakından tanıdığını, bir de ablası bulunduğunu söyler. Bihruz Bey bu yalana inanır.

    Aradan günler geçer, Bihruz Bey’in aşkı yavaş yavaş küllenir. Şehzadebaşı’nda dolaşırken, tutulduğu kıza rastlar. Fakat onun sevgilisi değil, ablası olduğunu düşünür. Güçlükle kadının yanına yaklaşır, üzüntüsünü bildirir, kız kardeşine olan aşkından söz eder. Mezarın yerini sorar. Kadın güler. Bihruz Bey’e onunla nerede karşılaştığını açıklar ve kızkardeşi bulunmadığını söyler. Alaylı kahkahalar atar.Bihruz Bey düştüğü kötü durumdan kurtulmak ister. Fakat pot üstüne pot kırarak daha gülünç olur. Utançtan kıpkırmızı kesilir. Sonra , bir yolunu bularak oradan ayrılır.
    Edebiyat tarihimizin dönüm noktası olarak kabul edilen Araba Sevdası romanı, bin sekiz yüzlerde İstanbul’un sosyete ve sefahat yaşamını konu alan bir romandır. Yazar Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat edebiyatının sona erdiği, buna karşılık Servet-i Finun edebiyatının ağır bastığı dönemin ünlü edebiyatçılarındandır. Aslında Araba Sevdası bu geçişte önemli bir yere sahip, zira bu roman edebiyatımızın ilk realist romanıdır.
    Dönemin siyasi kargaşası bir yana, Osmanlı’nın yeni yeni batıya açılma çabalarıyla, İstanbul’un aristokrat çevrelerinin nasıl bir anda Fransızca meraklısı olduğu komik ve alaycı bir dille ifade ediliyor. Mahmut Ekrem’in bu anlamda mizahi kişiliği ön plana çıkar. Romanın esas vurgusu ise dönemin ehli- keyfine yapılan eleştirilerdir.
    Bihruz Bey, babasının işi icabı memleketin birçok yerini dolaşmış ve bu nedenle tahsilini pek yapamamış bir gençtir. Babasının varlığıyla yaşayan, bir evin biricik evladıdır. Ehemmiyet verdiği yegane şeyler; markalı giyinmek, Fransızca dersi almak, aldığı bu derslerle öğrendiği Fransızca’yı alakalı alakasız her yerde kullanmak, ve bir de belki en mühimi ve romana ismini veren kısmı, pahalı arabasıyla dolaşmaktır. (Şüphesiz araba sözcüğü ile , günün önemli ulaşım araçlarından biri olan, atlı araba anlaşılmalıdır.) Babasının vefatından sonra büyük bir servetin üzerine konar, bu pahalı ve özentili yaşamıyla tam bir mirasyedidir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11535.html
    Arabası ile gezmek onun için öyle bir hal almıştır ki, soğuk kış günlerinde ya da yazın kavurucu sıcağında günün yirmi dört saatini arabasında geçirmektedir. Bu arada pahalı arabasının bir hayli yüklü taksitlerini elindeki köşkleri satarak ödemektedir.
    Haftanın birkaç günü Mösyö Piyer’den aldığı Fransızca dersleri, belki tahsil hayatının yegane bölümüdür. Yarım yamalak bilgisiyle, olur olmaz yerlerde kullandığı diliyle, Fransız uşak Mişel’in bile zaman zaman anlamadığı bir konuşması vardır. Hele Fransız yazarların edebi kitaplarını okumak, onlarla mest olmak onun için edebiyatın kendisidir.
    Kadınlar konusunda ise fazlaca iştahlı değildir. Beğenmek şöyle dursun, yegane hedefi, araba ekipmanı ve markalı kıyafetleriyle göz doldurmak, beğenilmek, hatta hayranlık uyandırmaktır. Bu nedenle şehrin eğlence merkezlerini fellik fellik gezmekten başka işi yoktur, işine bile arada bir uğrar. Hayat onun için böylece sürüp giderken, sefahat mekanlarından biri ola Çamlıca’ da, ahbabı Keşfi Bey ile sohbet ederken gördüğü sarışın dilber ilgisini çeker, hatta oracıkta ona aşık olur. Onun da kendisine aşık olduğuna inanmaktadır. Bundan sonra Bihruz Bey’in platonik aşkının, hatta kurgusal aşkının, Keşfi Bey’in yalanlarıyla nasıl şekillendiğinin komik bir hikayesi anlatılır..
    Keşfi Bey, etrafında yalancılığıyla bilinen, yaşantısıyla Bihruz‘dan pek farkı olmayan sorumsuz bir gençtir. Yalanlarını çocukluğunun saf oyunlarıyla karıştıran, bu zararsız delikanlı ilk önce Bihruz’a bu sarışın hatunu tanıdığını söyler, öyle ki yalanlar Bihruz Bey’in sevgilisini Keşfi Bey’ den delice kıskanmasına sebep olur. Keşfi, yalanlarını, hatunun ölüm haberine kadar vardırır. Bihruz’un içli aşkını bilmeksizin uydurulan bu yalanlar, aşk acısının komik öykülerini ortaya çıkarır. Aradan geçen birkaç aylık zaman içinde, aşık olduğu sarışın hatunu, Periveş Hanım’ı, hiç göremeyen Bihruz, ölüm masalına kolayca kanar, çünkü son derece saftır ve aşık olmanın kendine has şüpheciliğine o da düşüvermiştir. Aşk acılarıyla geçirilen birkaç zaman, Bihruz’da bazı değişikliklere sebep olur, eğlence yerlerinde boy göstermek ya da arabasıyla etrafta tur atmak eskisi gibi zevk vermemektedir. Artık kırlarda tek başına dolaşmayı, sevgilisini düşünmeyi, hatta eğlencelerden el çekip, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutup namaz kılmayı tercih eder olur. Vazgeçemediği yegane şey kullandığı Fransızca kelimelerdir.
    Bihruz acı gerçeği geç de olsa öğrenir. Aşık olduğu Periveş ölmemiştir ama, kendisine aşık olmak bir yana varlığından habersiz bir hanımdır.
    Bihruz’un bu komik hikayesi, aslında güçlü bir içerikle aşkı işler. Tüm bu komedinin arasında bile, aşkın tutsaklığının ve aşk acısının yoğun hissiyatı ilgiyi sağlar

  6. #6
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri


    Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Ali Bey,yirmi iki yaşlarında ii bir eğitim ve öğrenim
    görmüş bir gençtir.Yalnız hayat tecrübesinden yoksundur.
    19.yy’ın seçkin gezinti yerlerinden biri olan Çamlıca’da dolaşırken çok güzel bir kadınla
    tanışır.Kadının adı Mahpeyker’dir.Genç adam, ilk karşılaşmada ilgi duyduğu bu kadını derin
    bir aşkla sevmeğe başlar. Bu ilk tanışmadan sonra hemen her hafta Mahpeyker’le buluşmak
    üzere Çamlıca’ya gider. Oysa kadının kirli bir geçmişi vardır ve Ali Bey’in sevgisine layık
    değildir.Bu durumun farkında olmayan ve onu da kendisi gibi temiz bir sevda içinde hyal
    kuran genç adam, kısa zamanda eini ve işini ihmal etmeye başlar.Zamanla geceleri bile evine
    uğramadığı olur.
    Bir süre sonra ailesi, Ali Bey’in durumunu öğrenirler.Onu, zor kullanarak,bu durumdan
    kurtarmaktan çek, başka çarelere başvururlar.Delikanlının annesi oğlunu dış etki ve
    bağlardan kurtarmak için eve genç ve çok güzel bir cariye alır.Cariyenin adı Dilaşub’dur.Bu
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11536.html
    cariye temiz,saf,iyi ahlaklı bir gencecik kızdır.Annenin amacı, Ali Bey’in Dilaşub’u sevmesi,
    böylelikle yakasını sokak kadını Mahpeyker’den kurtarmaktır.Ne var ki, iyi düşünülmüş bu
    çare umulanı vermez;Ali Bey, Dilaşub’un dfarkında bile değildir.Her geçen gün çoğalan bir
    sevdayı Çamlıca’ya, Mahpeyker’e taşımaya devam eder.
    Aradan bir süre geçmiştir.Bir seferinde yine sevgilisine gidip onu evinde bulamayan Ali
    Bey, bir tesadüf v küçücük bir inceleme sonucu,onun nasıl bir kadın olduğunu öğrenir.Büyük
    bir sarsıntı geçirir.O, bu sarsıntılarla bocalarken,annesi ustalıkla Dilaşub’u yeniden karşısına
    çıkarır.Avunmak ihtiyacı ile yanan genç adam bu sefer genç,güzel cariye ile ilgilenir.Dilaşub
    da zaten çoktan beri Ali Bey’i sevmektedir.Evlenmeleri kararlaştırılır.
    Öte yandan Ali Bey’in kendisine uğramadığını gören ve sebebini araştıran
    Mahpeyker,durumu öğrenince büyük bir öfkeye kapılır;iki gençten intikam almaya karar
    verir.Birçok tanıdıkları aracılığı ile hazırladıkları iftiraları yağdırmaya başlar.Bu iftiraların
    ağırlık noktası,Dilaşub’un da,kendisi gibi,iffetsiz bir kadın olduğu şeklindedir.Ali Bey, kısa
    zamanda bu iftiraların etkisinde kalır.Onun karısına olan sevgisi zaten bir tesellinin ucuna
    bağlanmış bir düğümden ibaret olduğu için, çabucak kine ve düşmanlığa döner.Nihayet bir
    gün karısını adam akıllı azarlar,döver:bununla da yetinmez, genelevlerden birine kapatılmak
    üzere zavallıyı bir esirci tellalına satar.Esirci tellalı aslında Mahpeyker’in
    adamlarındandır.Dilaşub’u alıp doğru Mahpeyker’e götürür.Mahpeyker, paralı ve genç
    sevgilisini elinden almış olan mazlum kadını, kendisine bağlı evlerden birinde sermaye olarak
    kullanmaya başlar.
    Üst üste uğradığı gönül kırıklıkları ve yaşadığı düzensiz hayat Ali Bey’in sağlığını
    sarsmıştır.Bunun sonucu olarak hastalanır.Oğlunun kötü bir sona gittiğini sezinleyen annenin
    de hastalığı artar;sonunda bu kahırlara dayanamayarak ölür.
    Ali Bey’e karşı olan kini bir türlü sönmeyen Mahpeyker, Dilaşub gibi onuda büsbütün
    mahvetmek kararındadır.Bu kararını gerçekleştirmek üzere bir plan düzenler:Ali Bey’i bir
    eğlenti evine çağıracak ve orada bir yolunu bulup öldürecektir.Kocasını her zaman sevmiş
    olan,hala da seven Dilaşub, bu planı öğrenir.Büyük zorluklarla, gizli yollardan ona haber
    salar, hakkındaki kötü hazırlığı kendisine bildirir.Bu habere önce inanmayan Ali Bey,gittiği
    evde durumun gerçekten de böyle olduğunu öğrenince bir yolunu bulup kaçar ve

    kurtulur.Eşinin kurtuluşundan dolayı büyük bir mutluluk içine düşen Dilaşub, onun kaçarken
    bıraktığı paltosuna sarılır ve yatağına girer.Biraz sonra genç adamı öldürmekle görevli kiralık
    katil odaya girer.Karanlık odada göz yordamı ile aranırken, köşede palyolu birinin
    uyuduğunu görür; usulca yanına sokulup elindeki bıçağı kelbine saplar,kadıncağızı öldürür.
    Bu arada Ali Bey, karakola gitmiş birkaç emniyet görevlisi alarak yeniden eve
    dönmüştür.İçeri girip de Dilaşub’un kanlar içinde yüzen cesedini görünce çılgına döner.Tam o
    sırada dudaklarında zalim bir tebessümle, içeriye Mahpeyker girmektedir.Kendini kaybeden
    Ali Bey, Dilaşub’u öldürn bıçağı kapıp Mahpeyker’i delik deşik eder ve yanındaki emniyet
    görevlilerine teslim olur.
    Ali Bey; artık herşeyii ,sağlığını,sevdiği kadını,şeref ve onurunu, servetini yitrmiş bir
    zavallı bir insandır.Bu büyük elemlerim havası içinde bir süre hapishane köşelerinde sürünür
    ve birgün tam bir hüsran içinde son nefesini verir.

    3. MUHTEVA BİLGİSİ
    A.ANA FİKİR :
    Karşılaştıkları olaylar hakkında derinlemesine değerlendirme yapmadan karar veren
    insanlar çoğu zaman yanlış yaparlar.Ve ne yazık ki bu karardan dönmeleride çok zor
    olur.Genellikle son pişmanlık fayda etmez.
    B. ALINACAK DERSLER :
    · Güvendiğimiz insanları iyi tanımamız lazımdır.
    · Sevdiğimiz insanları seçerken çok dikkatli olmalıyız.
    · Kalbimizin sesini dinlerken beynimizin de sesini dinlamaliyiz.
    · Aşık olunmaması gereken kişilere aşık olanların hayatları alt-üst olur.
    · Seçimlerimiz yaparken sonuölarını göz önünde bulundurmalıyız.
    · Kaybedecek birşeyi olmayanlar hiçbir şeyden korkmazlar.
    · Düşünerek karar vermeliyiz.
    · Bir anlık zevkler uğruna hayatımızı karartmamalıyız.

    B.OLAYIN KİŞİLERİ VE TAHLİLLERİ :
    ( 1 ) FİZİKİ TAHLİLİ

    ALİ BEY : Yirmi bir, yirmi iki yaşlarında yakışıklı bir delikanlıdır.Sarı benizli, kızların
    dikkatini toplayacak derece çekicidir.Mahpeyker’in ona vurulmasının tek sebebi de onun bu
    karşı konulmaz çekiciliğidir.
    MAHPEYKER : Boyu posu gayet düzgün, siyahımsı samur saçlı, incerek düz kaşlı,
    noktalı yeşil gözlü, çekme burunlu,ufacık ağızlı, kor dudaklı bir kadındır.
    ATIF BEY :Aşağı yukarı Ali Bey’le aynı yaştaydı.Zarif biri olan Atıf Bey terbiyeli olduğu
    kadar düzgün giyimli ve bakımlı bir adamdır.
    MESUT BEY : Ellili yaşlarda olan Mesut Efendi’nin şakkalarına aklar düşmüş, yüzünde
    çizgiler belirginleşmiştir.Terbiyesini dış görünüşüyle açığa çıkarır.
    FATMA HANIM : Ali Bey’in annesi olan Fatma Hanım, özellikle kocasının ölümünden
    sonra iyice yaşlanmıştır.Ölmeden önce oğlunun mürüvvetini görmek ister.
    ABDULLAH EFENDİ: Çok zengin olan Abdullah Efendi, Suriyeli bir Arap’tır.Yaşı
    yetmişi geçtiği halde kadın, kız peşinde koşmaktan kendini alamaz.Yüzüne bakılamayacak
    kadar suratsız, çirkin bir adamdır.Yüzü çiçek bozuğundan delik deşik, rengi zenci hurması
    denilecek drecede koyu esmerdir.Gözü de hastalıklardan dolayı hem pereli hem de çipildi.Alt
    kısmı frengiden dökülmüş çentik,yarım burnu;fırça yüzü görmemiş çürük dişleri; uyuz hyvan
    tüyü kadar seyrek bıyık ve sakalı, yüzünün korkunçluğunu bir kat daha arttırmaktadır.

    DİLAŞUB : Vücudunun tüm güzellikleriyle tam bir melektir.Güzelliğiyle Ali Bey’i
    etkileyen Dilaşub,sçları sırma gibi sarı; alnı duru ve beyaz; tatlı mavi gözleri ve gülpembe
    yanaklarıyla çok çekiciydi.

    ( 2 ) RUHİ TAHLİLİ

    ALİ BEY : Vatanımızın kültür merkezi olan İstanbul’da büyümüş, özel öğretmenlerden
    ders almış, çok muhteşem şekilde öğrenim görmüştür.O kadar ki;daha on yaşına bastığı
    zaman birkaç yabancı dl öğrenmişti.Ali Bey’in terbiyesine ve davranışlarına bakanlar
    kendisini adeta bir melek zannederlerdi.Fakat Ali fazlaca sinirli ve kanı oynak birisiydi.Bunun
    neticesi olan hiddetini, aldığı terbiye ve gördüğü şefkatli muameler sayesinde, herhangi bir
    şeye karşı lüzumundan fazla, adeta esirlik derecesinde düşkünlüğü hemen her halinden
    anlaşılırsı.Her neye merak sarsa, bütün işlerini bir yana bırakır, dünyayı unutur, sadece
    onunla meşgul olurdu.Bir şeyi arzu eder de gerçekleştirmesinde küçük bir engele rastlasa,
    arzusu ne kada önemli olursa olsun, onu gerçekleştirmek için en büyük fedakrlıktan
    çekinmezdi.Hatta ufak bir emeline ulaşamıyınca günlerce hastalanır; geceleri gizli gizli
    ağlardı.
    MAHPEYKER : Terbiye ve ahlak bakımından Ali Bey’in tamamen zıddıydı.Alçak ve
    namussuz bir aileden yetişmiş; daha on dört, on beş yaşına gelmeden rezaletin her çeşidini
    öğrenmişti.Biraz okuyup yazma öğrendiği ve hemen bütün şahitlerini İstanbul’un tanınmış
    aşifteleriyle geçirdiği için şeytani zekası çok gelişmişti.İstediği adamı elde edip ona keyfinin
    istediği şekilde tahakküm ederdi.Son derece şehvet düşkünü olduğu için hoşlandığı erkekleri
    bin cilveyle hükmü altında tutmak ister ve bunu daima ustalıkla becerirdi.Yakışıklı erkekleri
    gerçekten severdi; fakat yılan bir adama nasıl sarılırsa bu da öyle sarılmak isterdi.Ve o
    erkeğin yalnız kendisine ait olmasını isterdi.
    ATIF BEY : Ali Bey’in iş arkadaşı olan Atıf Bey en az Ali Bey kadar terbiyeli ve
    karakterli bir insandır.Kısa zamanda ALİ Bey ile canciğer arkadaş ve sırdaş
    olmuştur.Fikirleri ve nasihatlarıyla Ali Bey’e yardımcı olmaya çalışmaktdır.
    MESUT BEY : Atıf Bey’in dayısı olan Mesut Bey İstanbul’un her köşesine sokularak
    çeşitli olayların içinde yoğrulmuş, dünyanın kaç bucak olduğunu anlamış, tecrübeli bir
    adamdı.Kötülerin düşmanı iyilerin dostuydu.
    FATMA HANIM : Oğlunu gayet terbiyeli ve olgun şekilde yetiştirmeye dikkat
    ederdi.Oğlunun başına gelebilecek en ufak kötülük onu mahfederdi.Özellikle Mahpeyker’e
    aşık olduktan sonra oğlunun geleceğinden şüphe eder olmuştu.Asıl isteği ölmeden önce
    hayırlısıyla oğlunun mürüvvetini görmekti.
    ABDULLAH EFENDİ : Suriye’nin en alçak, en ahlaksı adamlarından biriydi.Ortak
    olduğu tüccarları batırarak çok para kazanmış, bin bir hile ve düzenbazlıkla servetini kat kat
    arttırmıştı.Mahpeyker’le tanıştıktan sonra ona büyük bir ilgi duymuştur.
    DİLAŞUB : Bir cariye olarak Ali Bey’in evine girmiştir.Ali Bey’le evlendikten sonra
    iftiraya uğraması sonucu satılmış ve Mahpeyker’in eline düştükten sonra bin bir sıkıntı ve
    işkenceye göğüs germiştir.Aslında Ali Bey’i gönülden sevmektedir.


    ( 3 ) SOSYAL TAHLİLLERİ

    ALİ BEY :Babı-Ali’ de ktiplik yapan ALİ Bey özellikle bbasının ünüyle tanınmış terbiyeli
    ve dürüst biridir.Zor duruma düştüğünde babasından kalan mirası sayesinde geçinebilmiştir.
    MAHPEYKER : Tam anlamıyla bir aşiftedir.Kendisinin bu aşifteliği annesinden
    kalmadır.Küçük yaştan beri her türlü namussuzluğu ve ahlaksızlığı ypmıştır.Aklı fikri
    beğendiği erkeklerle birlikte olmaktadır.
    ATIF BEY : İstanbul’un ileri gelen ailelerinden birinin çocuğu olarak yetişmiştir.
    Eğitimini tamamladıktan sonra Babı-Ali’ de katiplik yapmaya başlamıştır.
    MESUT BEY : Olgun ve terbiyeli karakteriyle, çeşitli yönleriyle tanınmış, güvenilir br
    insandır.Gayet tecrübeli olan Mesut Bey İstanbul’u, özellikle de Çamlıca’yı tüm yönleriyle
    bilmektedir.
    ABDULLAH EFENDİ : Aşırı derecede zengin, bir o kadar da şerefsiz ve namussuzdur.
    Mısır’la yaptığı ticaret işleri sayesinde çok para kazanan Abdullah Efendi’nin yapamayacağı
    şerefsizlik ve adilik yoktur.Ondan her türlü kötülük beklenebilir.

  7. #7
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart --->: Roman Özetleri


    Romanda Adı Geçen Kahramanlar


    Ahmet Cemil : Romanın baş kahramanı
    İkbal : Ahmet Cemil’in kızkardeşi
    Sabiha Hanım : Ahmet Cemil’in annesi
    Seher : Evin hizmetçisi
    Vehbi Bey : İkbal’in kocası
    Tevfik Bey : Vehbi Bey’in babası
    Hüseyin Nazmi : Ahmet Cemil’in çocukluk arkadaşı, yazar
    Lamia : Hüseyin Nazmi’nin kızkardeşi
    Ahmet Şevki Bey : Gazete yönetim memuru
    Ali Şekip : Gazete başyazarı
    Hüseyin Baha Efendi : Gazete de imtiyaz sahibi
    Sait : Gazete de çalışan yazar
    Saib : Gazete de çalışan diğer yazar
    Raci : Gazete de düzeltme işi yapan yazar
    Nedim : Raci’nin oğlu

    MAİ ve SİYAH


    Mir’-at-ı Şuun gazetesinin 10. yılı için yazı kuruluna verilen şölene, gazete yazarı yedi arkadaş katılır. Bunlar Ahmet Cemil, Sait, Raci, Hüseyin Baha, Ahmet Şevki, Saib ve Ali Şekip’den başkası değildir. Ahmet Cemil çocukluk arkadaşı Hüseyin Nazmi (Gencine-i Edep başyazarı) hakkında yapılan olumsuz eleştirileri kabul etmeyip, arkadaşlarının şiirlerinin yeni bir akıma öncülük ettiğini savunur. Raci başta olmak üzere, şiirdeki bu yenilikler hiç kimse tarafından kabul görmez.
    Şölen bitipte herkes dağıldığın da Ahmet Cemil, Tepebaşı’nda Haliç’e bakan bir ağacın altında, mavi bir gökyüzü altın da mavi düşlere dalar. Düşlerin de çok ünlü bir şair olmak, bir gazete veya basımevi sahibi olmak, mutlu bir evlilik ve daha neler neler...
    Bir yıldan beri basın dünyasının içinde olan Ahmet Cemil, bu camianın bir çok çirkefliğini gören ancak herkes tarafından sevilen bir insandır. Raci hiçbir şey olmamak üzere dünyaya gelen, ancak her şey olmaya çalışan, (özelliklede şair olamaya çalışan) kıskanç ve kin dolu biridir.
    Baş yazar Ali Şekip alçak gönüllü, az konuşan, bilgili bir insandır.
    Sait’in kendine özgü bir karakteri olmayıp, başkalarını taklit ederken, Saib gözü kulağı her yerde her şeyden haberdar, zayıf kuru bir çocuktur.
    Yönetim memuru Ahmet Şevki Efendi ve İmtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi temiz yürekli, ortalık karıştırmayan insanlardır.
    Ahmet Cemil on dört yaşındayken, dava vekili olan babasının biriktirdiği üç beş kuruşla Süleymaniye’de aldığı evde annesi, kız kardeşi İkbal ve hizmetçileri Seher’le mutludurlar. O vakit yatılı okuyan Ahmet Cemil’in okulu bitirmesine bir yıl vardır.
    Okuldaki en samimi arkadaşı olan Hüseyin Nazmi ile sürekli şiirler okur, tercümeler yaparlar. Hüseyin Nazmi varlıklı bir ailenin çocuğudur.
    Babasının vefatından sonra evin geçimini üstlenmek zorunda kalan Ahmet Cemil önce kitabevlerine çeviri yapar ancak eline fazla para geçmez.
    Mir’at-ı Şuun gazetesinde bir romanın tefrika edileceği haberini alan Ahmet Cemil, gazeteye başvurur ve bir hafta içinde bir romanı çevirmesi istenir. Gazeteye girişi böyle başlar.
    Son sınıfta olan Ahmet Cemil, okul dönüşü sabahlara kadar çeviri yapar, derslerini ihmal eder ve gitgide zayıflar. Üstelik arkadaşı Hüseyin Nazmi ile de pek görüşmezler. Biri gündüzlü, diğeri yatılıdır.
    Ahmet Cemil bir gün bir basımevi kuracağı ve önemli bir şair olacağı hayalleriyle durmadan çalışır. Üstelik haftada üç gece altı yaşlarında bir çocuğa evinden uzak bir mesafede, ders vermeye başlar.
    Tüm bu şartlar altında diplomasını almayı da başarır.
    Şölenin verildiği gecenin sabahı Ahmet Cemil gazeteye gittiğinde, Raci’nin oğlu ve karısını görür. Raci uzun zamandır sabaha karşı evine sarhoş gelmekte, başka kadınlara takılmaktadır. Kadın çocuğunun geleceğinden endişe etmektedir.
    Gazeteye gelen Sait’le Saib, Raci’yi bir gece önce bir Alman şarkıcı kadınla gördüklerini söylerler. Bunun üzerine Ahmet Cemil ve Ahmet Şevki oraya gitmeye karar verirler.
    O gün işini erken bitiren Ahmet Cemil, Hüseyin Nazmi’ye gider. Kapıda onu küçük kız kardeşi Lamia karşılar. Arkadaşı hakkında yapılan haksız eleştirilerden bahseder ancak Hüseyin Nazmi bunlara pek kulak asmaz.
    Ahmet Cemil’in en büyük hayali insanlığın hayatını anlatan, yeniliklerle dolu bir şiir yazmaktır. Öyle ki bir gülümsemeyle başlasın, bir damla göz yaşıyla sona ersin.
    Ahmet Cemil’in şiirde olmasını istediği şudur:
    Örneğin hüzünlü bir parça; Faülün, faülün, faülün ölçüsüyle giderken, mefailiün, failatün, mefailün, failün ölçüsüyle bir duygusallık coşması, sonra; müstef’ilün, müstef’ilün ile bir durgunluk, daha sonra bir ıstırap hıçkırığı gibi tek bir ulün..... tıpkı bir müzik gibi.
    Onun istediği tek düze bir anlatım değil, serbest kafiyeli ama birbirine uygun ve ahenkli bir şiir yazmaktır.
    Hüseyin Nazmi, şiirini bitirdiğinde Ahmet Cemil için evinde bir şölen vereceğini söyler. Daha sonra Lamia’nın çaldığı piyanonun sesleri gelir ve onu dinlemeye giderler.
    Ahmet Cemil Lamia’yı dinlerken onun bir kız oluşunu, büyüdüğünü hayal eder ve kendisinin karşısına çıkacak kızın kim olacağını düşünür. Küçük konser bitince Ahmet Cemil evden ayrılır.
    Ertesi gün, akşamüstü Ahmet Şevki Efendi, onbeş yıldır hiç uğramadığı Beyoğlu’na gitmek istediğini söyler Ahmet Cemil’e. Hem de Raci’yi görebilmek için bir fırsattır bu. Raci’yi hiç sevmeyen bu iki dost, karısına ve oğluna üzülmektedirler.
    Dolaşırken Raci’yi bir eğlence yerine giderken görürler. Onlarda içeri girerler. Burası Almanya’dan, Romanya’dan, Avusturya’dan geçinmek için gelen kadınların çalıştığı, müzikli bir yerdir.
    Raci burada şarkıcılık yapan bir Alman kadına deliler gibi aşıktır. Ancak kadından hiç yüz bulamaz, üzüntüden kendini içkiye verir. Raci’nin bu durumu onları çok üzer ve oradan ayrılırlar.
    Raci’nin oğlu Nedim artık gazetede çalışmaktadır. Raci’den başka herkes çocuğa güleryüz gösterir.
    Mayıs başlarında bir Cuma günü, Ahmet Şevki Efendi, Ahmet Cemil’le konuşmak ister. Konu kızkardeşi İkbal’le ilgilidir. Basımevi sahibi Tevfik Efendi’nin, oğlu Vehbi Bey’i evlendirmek istediğini, uygun bir kız olup olmadığını, kendisinin de Ahmet Cemil’in kızkardeşi İkbal’i tavsiye ettiğini söyler.
    Ahmet Cemil bir yandan evde yabancı bir insanın yaşamasından duyacağı rahatsızlıkları düşünürken, bir yandan da kızkardeşinin bu varlıklı insanla evlenerek hayatını kurtaracağını düşünür.
    İkbal’e görücülüğe gidilir, beğenilir, ardından da istenir. Kısa süre içinde düğün yapılır. Ahmet Cemil ilk bir hafta hiç eve uğramaz, arkadaşı Hüseyin Nazmi’de kalır. Bir hafta sonra bir akşam yemeğinde aileye katılan Ahmet Cemil, bu evde kendini bir yabancı gibi hisseder ve artık haftada dört gece ders vermeye gider, eve geç vakit gelip, sabah erkenden çıkar.
    İki ay kadar sonra, bir sabah annesi Sabiha Hanım gelir ve ikbal’in gizli gizli ağladığını, mutsuz olduğunu söyler. Ahmet Cemil kızkardeşinin ağzından birşeyler almak ister ama İkbal hiçbirşey belli etmemeye, mutlu görünmeye çalışır.
    Aynı gün basımevine gittiğinde, Vehbi Bey’in babası Tevfik Bey’in on altı yaşında bir kızla evlendiğini duyar ve çok şaşırır.
    O yılın kışı Ahmet Cemil’in dayanma gücünü tüketen bir sefillik dönemi olur. Bir yandan basımevindeki iş hayatı, bir yandan artık yetişemez olduğu ders vermeler ve evde bir türlü ısınamadığı eniştesi Vehbi Bey. Üstelik bütün gücüyle artık bitirip yayınlatmak istediği şiiri bütün vaktini alır. Nihayet bir haftalık ayıklamadan sonra artık şiiri küçük bir defter halini alır. Sonunda rahatlamıştır.
    Şiirini en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’ye okumak üzere yola çıkar. Yolda bir yıldır hiç görmediği Lamia’ya rastlar. Lamia artık bir genç kız olmuştur. Ona şiirinden bahseder. Yıllardan beri içinde tutuşan özlemlerin, tutkunun, sevginin gerçek sahibini arayan Ahmet Cemil, bu kişinin Lamia olduğunu fark eder ve ona delicesine sevdalanır.
    Bir gece herkes yatmak üzere odasına çekilmek üzereyken kapı çalar ve Vehbi Bey’in babası Tevfik Bey’in felç olduğu haberi gelir.
    Vehbi Bey daha ertesi sabah, basımevi yönetimine el koyar, hesapları sorar ve çalışanlara çirkin davranışlarda bulunur. Herkesi derin bir kaygı alır.
    Akşam basımevine uğrayan Hüseyin Nazmi,Ahmet Cemil’i alarak evine götürür. Yolda basımevin de olanları anlatan Ahmet Cemil, bir taraftan da Lamia’yı görebilme umudu içindedir. Hüseyin Nazmi, arkadaşının şiir kitabını okuma törenini bir ay sonra yapacağı haberini alır.
    Ertesi sabah basımevine girdiğinde, Raci’nin perişan halde olduğu haberini alır Nedim’den. Sevdiği Alman kadından yüz bulamayan Raci, iyice kendini içkiye vermiştir. Üstelik ciğerleri sökülürcesine öksürmekte ve günden güne erimektedir.
    Vehbi Bey tarafından yönetimden çıkarılması düşünülen Ali Şekip, eniştesinden gelecek bir miktar parayla bir kağıtçı dükkanı açmak için girişimlere başlamıştır bile. Artık istenmediği yerde kalmak istemez.
    Sıra Hüseyin Baha Efendi’dedir. Vehbi Bey onu da bir aylığa bağlayarak yönetimi tümden Ahmet Cemil’in idaresine bırakıp, boş yere çalışanlara para ödememeyi düşünür.
    Sıra gazete müdürü Hüseyin Baha Efendi’dedir. Vehbi Bey’e göre, Ahmet Cemil, Sait ve Saib gazeteyi pekala yönetebilir, kendisi de memurluğa devam edebilirdi. Ancak kafasın da daha başka planlar vardır.
    Vehbi Bey bir gün Ahmet Cemil’e, evini ipoteğe vererek kendisiyle ortak olmasını, basımevine bir taş makinesi ve benzinle çalışan bir makine alınarak daha çok kazanabileceklerini, her ay 25 lira ödeyerek evin borcunu ödeyebileceklerini söyler. Çaresiz Vehbi Bey kabul eder. Alınan yeni makineyle gerçekten iyi kazanç sağlanır ve geceleri üç arkadaş Sait, Saib ve Ahmet Cemil sırayla gazetede kalır, orada yer içerler.
    Artık kitabını tamamlayan Ahmet Cemil, arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin Erenköy’deki evinde verdiği şölene, edebiyat dünyasından birkaç kişiyle katılır. Hüseyin Nazmi’nin açılış konuşmasından sonra sıra Ahmet Cemil’in kendi şiirini okumasına gelir.
    Hasan Latif Bey, İlhami Efendi, Raci, Süleyman Vahdet Efendi ve Hüseyin Nazmi; Ahmet Cemil’in okumaya başladığı şiiri, biraz kıskançlık, biraz şaşkınlıkla ve büyük bir dikkatle dinlemeye koyulurlar. Ahmet Cemil birara Lamia’nın kapıda belirdiğini görür, o an kanı donar ama belli etmemeye çalışarak okumaya devam eder.
    Okuma bittikten sonra, herkes Ahmet Cemil’i kutlar ve bahçeye çıkılır. Raci, Ahmet Cemil’in kendisini eniştesine kovdurttuğunu ima eder. Ahmet Cemil büyük bir üzüntü duyarak yürürken, Lamia’nın yemek odasına girdiğini görür. Geri dönüp ona sevgisini açmayı düşünür ancak vazgeçer.
    Düşünceler içinde geçen bir gecenin ardından sabaha karşı uyuyabilen Ahmet Cemil, birden defterinin olmadığını görür ve yemek odasın da unutulan defter, uşak tarafından getirilir.
    Ertesi gün ev de İkbal’in ağlama sesini duyan Ahmet Cemil, kardeşinin derdinin ne olduğunu, bir yıldır süren evliliğin de neden mutsuz olduğunu sorar ama hiçbir cevap alamaz.
    Odasına gelen annesi Sabiha Hanım, İkbal’in hamile olduğunu, Vehbi Bey’in hizmetçi kız Seher’i sıkıştırdığını, Lamia’yı sürekli aşşağılayıp dövdüğünü ve haftada birkaç geceyi yatalak babasının evin de, onun genç karısıyla geçirdiğini anlatır.
    Ahmet Cemil ve annesi; İkbal’i kurtarmanın bir yolunu düşünmeye başlarlar. Eniştesinden artık iyice nefret eden Ahmet Cemil, evi kurtarmak için gazete de çalışmaya devam etmek zorunda olduğunu düşünür. Daha çok çalışacak, evin parasını kurtaracak, Lamia’yla evlenecek ve kızkardeşini bu adamdan ayırarak, ailece yeniden mutlu bir hayat sürecekler. Bu düşünceler içinde Lamia aklına gelir Ahmet Cemil’in, şiir defterini yeniden okumaya başladığın da, en son sayfada Lamia’nın el yazısını görür. “Tebrik ederim....” Artık Lamia’nın da kendisini sevdiğini ümit eder.
    Sabah uyandığında, söküklerini tamir etmesi bahanesiyle İkbal’i odasına çağıran Ahmet Cemil, kızkardeşiyle azda olsa konuşma fırsatı bulur.
    Gazeteye gittiğinde; önceki akşam okuduğu şiir hakkında, hiç de hoş olmayan eleştirilere arkadaşlarının gülüştüğünü, alay ettiğini görür. Sabah gazetelerde çıkan bu yazının Raci’ye ait olduğunu anlar.
    Ahmet Şevki Efendi ona, üzülmemesi gerektiğini söylese de, o, bu yazıların herkes tarafından özellikle Lamia tarafından okunacağı düşüncesiyle kahrolur.
    Ahmet Şevki Efendi şiirin anlaşılamamasının bu kadar önemli olmadığını, önemli olanın kız kardeşinin sorunu olduğunu söyler. Ahmet Cemil’in basımevinden ayrılamayacağını, makinaların parasını çıkarana kadar çalışarak evi kurtarmasını, sonrada İkbal’i kocasından boşattırabileceğini söyler.
    Makinaların başına giden Ahmet Cemil, biraz dizgi düzeltme işleri yaparak avunmaya çalışır. O sırada Raci’nin çok kötü bir durumda yattığını öğrenir. Artık Onu bir hastaneye yatırmak gerekir. Her gün biraz daha ölüme yaklaşan Raci, Gureba Hastanesine yatırılır.
    Akşam evde Vehbi Bey’in, diğer günlere göre daha farklı olduğu gözlenir. Odalarına çekildiğinde, kızkardeşiyle eniştesi arasında ciddi bir tartışma duyulur. Vehbi Bey, gazetelerde Ahmet Cemil hakkında çıkan haberlerin gazetenin onuruna dokunduğunu, bunu İkbal’in ağabeyine söylemesi gerektiğini söyler. İkbal bunu Ahmet Cemil’e çok zorlanarak söyler. Bu; gazeteden kovulduğu anlamına gelir.
    Ertesi gün gazetede yönetim memuru Ahmet Şevki Efendi, Mir’at-ı Şuun gazetesinde yer alan bir yazıda, başyazarlığın Ahmet Cemil’den alınarak, daha önce üç dört kez kovulan Osman Tayyar’a verildiği haberini gösterir.
    Ahmet Cemil makinaları alıp, kiraya vermek ya da bir basımeviyle ortak olmak, kendisinin de ders vermeye devam edeceğini düşünür ancak beş parasızdır. Üstelik makinaların borcu kendisine aittir. Evi kurtarmak için çaresiz, Vehbi Beyle çalışmak zorundadır.
    Daha sonraki günlerde basımevine hiç uğramaz, eve geç gelir, erken çıkar, eniştesiyle yüz yüze gelmek istemez. Bu durumdan yararlanan Vehbi Bey, evin geçiminin kendisine yüklendiğini, Ahmet Cemil’in hiçbir işe yaramadığını bahane ederek, içkinin de dozunu kaçırarak İkbal’i daha fazla haşlar.
    Makinaları vermeyeceğini söyleyen Vehbi Bey, evinde bir asalak besleyemeyeceğini söyleyip, kızı durmadan döver. Olanlara daha fazla dayanamayan Ahmet Cemil, Vehbi Bey’i dövmek ister ancak annesi bırakmaz. Eniştesi evden çıkınca İkbal’i görmeye giderler. İkbal böğrüne yediği tekme ile acılar içinde kıvranmaktadır.
    Başka çare yoktur. Annesinin yüzük ve küpelerini Emniyet Sandığı’na rehine bırakıp, aldığı paralarla makinaları, dolayısıyla evi kurtarmak zorundadır. Elindeki paralarla telaşla eve gider. Telaş içinde Ahmet Cemil’i kapıda karşılayan Seher, İkbal’in durmadan kan kaybettiğini söyler.
    Çocuk düşmüştür. Tekrar doktoru çağırır. İlaçlar alınır. Doktor durumunu pek iyi görmez. Ateşi bir türlü düşürülemeyen İkbal gitgide kötüleşmekte, ateşler için de sayıklamaktadır. Bir gece ağabeyini yanına çağırır ve o geceden sonra Ahmet Cemil kızkardeşini gece gündüz hiç yalnız bırakmaz
    Ve bir gece İkbal, annesi ve Seher’in kolları arasında çırpınmaya başlar. Ahmet Cemil kardeşini kolları arasına alarak, sımsıkı sarılır ve iki kardeşin kolları son bir kez buluşur. İkbal, ağabeyinin kolları arasında can verir.
    İkbal, derin bir yas içinde toprağa verilir. Ahmet Cemil eve döndüğünde kızkardeşinin odasına girip doya doya ağlar. Hayatından yarım yüzyıl geçmiş gibi çökmüş ve yaşlanmıştır Ahmet Cemil.
    Ertesi gün Ali Şekip’in dükkanına giden Ahmet Cemil orada Ahmet Şevki Efendi’yle de karşılaşır. Arkadaşları herkesin başından mutlaka bir kere yas geçtiğini, bu kadar kendisini bırakmaması gerektiğini söyler.
    Bu sırada Raci’nin oğlu Nedim’in gazete sattığını görürler ve Ahmet Cemil hep birlikte Raci’yi ziyarete gitmelerini ister.
    Düşüncelerle geçen bir yolculuktan sonra, hastaneye varırlar. Raci’yi küçük bir odada, yatağa büzülmüş, iyice kötüleşmiş bulurlar. Çıkışta doktorlara durumunu sorduklarında pek umut olmadığını öğrenirler.
    Ali Şekip’in dükkanına tekrar döndüklerinde, Ahmet Cemil, Hüseyin Nazmi tarafından yazılıp, cama iliştirilmiş bir not bulur. Hüseyin Nazmi, bu büyük felakete üzüldüğünü ve yasını paylaştığını, kendisine ulaşamadığını, verilecek pek çok haberi olduğunu söyler.
    Ahmet Cemil bu haberin Lamia ile ilgili olduğunu düşünür. “Lamia’da beni sevdiğini ağabeyine söyledi ve evlenmek istediğini mi belirtti acaba? ” Bu düşünce ile akşamı zor eder.
    Erenköy’e arkadaşının köşküne gider ve büyük bir merakla, vereceği haberleri söylemesini ister. Hüseyin Nazmi, Avrupa’da herhangi bir başkente atanmak üzere olduğunu ve bu arada Lamia’yı bir subayla evlendireceklerini söyleyerek, bu gencin bir resmini de gösterir.
    Ahmet Cemil’in bütün hayalleri yıkılmıştır. Keşke daha erken davranıp Lamia’yı kendisine isteseydi. Ama evlenmek için yeterince kazancı olmadığı için, bunu yapamamıştır.
    Bu yıkımın ardından, sabah erkenden kardeşinin mezarına gider ve orada kardeşi gibi kendisinin de umutsuzluğuna ağlar.
    Dönüşte Raci’nin karısıyla karşılaşır. Kadın, oğlu Nedim’in geleceği için, babasından kalan hisse senetlerini bozdurarak, Raci’nin tedavi masraflarını karşılamak ister. Ahmet Cemil; kadınların neden bu kadar bağışlayan ve bu kadar yüce varlıklar olduğunu düşünür. Demek ki; eğer yaşasaydı, İkbal de kocasını affedecekti.
    Babıali Caddesi’ni çıkarken, uzun zamandır hiç görmediği Vehbi Bey’le karşılaşan Ahmet Cemil, kendine alaycı bir gülümseme atan Vehbi Bey’in suratına olanca gücüyle, bütün intikamını alırcasına bir yumruk patlatır.
    Artık rahatlamıştır. Ali Şekip’in dükkanına girer. Orada, Hüseyin Baha Efendiyle, Vehbi Bey’in kapıştığını öğrenir. Vehbi Bey artık aylığını ödemek istemez. Çünkü gazete haciz altındadır ve belki de kapatılacaktır. Ahmet Cemil, az önce attığı yumruğun verdiği memnuniyetle evine döner.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/turkce-dersi/7507-kitap-ozetleri-post11537.html
    Ahmet Cemil, babasının ölümünün üzerinden geçen şu beş yılda, çok büyük hayaller peşinde koşup, en büyük acıları yaşamıştır. Artık Lamia da yoktur, İkbal de.Bir zamanlar bütün umudunu bağladığı eserini, şiir defterini eline alır. Okumak içinden gelmez.
    Kemiklerini kırmak istediği bir düşman gibi defteri elinde sıkar ve sayfaları rastgele yırtarak sobada yakar.
    Ne yapması gerektiğine karar verir. O da çok uzaklara gidecektir, Hüseyin Nazmi gibi. Birden aklına, bir gün arkadaşlarıyla Taksim Bahçesi’nde ellerine aldıkları şiir kitabından okudukları bir parça gelir. ”Mezarlığım başka bir hayat gürültüsünün ve kavgasının mahvolmuş kuvvetleriyle dolu; ama daha ölümlerinin bir birini izlemesi bitmiş olmadı.”
    O zaman yüzüne son bir umutsuzluk direnişinin dayanma gücü gelir. Diplomasını alır eline. Bununla vilayetlerden birine gidecektir. Annesine düşüncelerini söyler. Sabiha Hanım, çaresiz, çok uzaklara gitme fikrini kabul eder.
    Sirkeci’den ayrılacak sandala binmek üzereyken, Hüseyin Nazmi ile karşılaşır. Arkadaşı Avrupa’ya, kendisi ise herşeyden uzak olmak için; çok uzak ve her tarafı çöllerle kaplı bir vilayeti seçmiştir.
    Bir saat sonra Loyd gemisi, Ahmet Cemil’i, annesini ve Seher’i, Kızıldeniz’e götürmek üzere yola çıkar.
    Annesi ile Seher’i yerlerine yerleştirdikten sonra yukarı çıkan Ahmet Cemil, güverte de bütün hayatının muhasebesini yapar.
    Bu siyah bir gecedir. Birden aklına Tepebaşı Bahçesi’nde, Haliç’e bakarak seyrettiği mavi gece ile yıldızlardan oluşan elmas yağmuru gelir.
    Gözlerinin önünde o mavi gece ile bu siyah gece karşı karşıya gelir. MAVİ ve SİYAH.
    O vakit denize bakar. Siyah bir deniz. Bu siyahlığın içine atlamak ve derinliklerine gitmek ister. Dalgalar onu çağırır gibidir. Ancak o derinliklere girdiğinde huzura kavuşacağını düşünür.
    Evet, bir karar atılımı, küçük bir hareketle vücudunu denizin derinliklerine bırakmayı düşünürken bir sesle irkilir. Annesi yanı başında, neden yalnız oturduğunu sorar. Annesine geleceğini söyleyerek, bu siyah geceden ayrılarak, annesini izler.


    ~SON~









    Romanın Biçimsel İncelemesi


    Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ı, onun “İstanbul Dönemi” romanlarının ilkidir. Kent soylu romantik aydın Ahmet Cemil’in düşleri ve düş kırıklıkları anlatılan romanın çıkış noktası karşıtlıklardır.
    Romanda kahramanların yaşadıkları çevre, giyim kuşamları, davranış biçimleri, ruhsal durumları, çoğu zaman birbiriyle ilişkili olarak ve ayrıntılı biçimde betimlenmiştir.
    19. yüzyıl İstanbul’unun semtler, kişiler, gelenek ve görenekler bakımından kimi gerçek çizgileri ve görüntüleri, eserde başarılı bir biçimde yerini almıştır.
    Romanda Ahmet Cemil’in iç dünyasından çok, iç dünyası sergilenmekte, diğer kahramanların da ruh tahlilleri, duygu ve düşünce betimleri, fazlaca yer almaktadır.

    Romana Has Özellikler


    Romanın adı simgeseldir. Mai, romanın kahramanı, Ahmet Cemil’in umutlarını ve düşlerini, siyah, bu umutlarının ve fantezilerinin kırılışını simgeler. Roman; mavi ve siyah arasında bocalayan, ikilem içinde kalan, mücadele eden ve bu mücadeleden yenik çıkan Ahmet Cemil’in yaşamından bir bölümü anlatır.
    Romanda gerek baş kahramanın canlandırılışında, gerek betimlemelerin şiirsel yapısında da romantizmin etkisi görülür. Ayrıca Servet-i Fünun Topluluğu sanat anlayışının da etkisi vardır.

    Roman Hakkındaki Eleştiriler


    Yazar, zaman zaman romancılık yönünü unutarak yada bunu yana iterek, bir edebiyat tarihçesi, bir eleştirmen gibi davranmakta, o yıllarda yenilikçi Servet-i Fünun Edebiyatı’nın karşıtı olan tutuculara karşı, kendi topluluklarının şiir ve roman anlayışının bir tür savunmasını yapmaktadır. Bu hal kimi zaman bilimsel bir edebiyat dersi niteliğinde, kimi zamanda Ahmet Cemil’le romanın olumsuz kahramanlarından Raci arasındaki tartışmalarda kendisini göstermektedir.

Benzer Konular

  1. Rüzgârla Gelen - Cathy Lamb Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:13
  2. Nehirlerin Kadını - Philippa Gregory Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:12
  3. Sensiz Bir İlkbahar - Agatha Christie Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:11
  4. Gitmene Asla İzin Vermeyeceğim - Hope Tarr Kitap Özetleri
    By Mustafa Uyar in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.Nisan.2015, 11:11
  5. kitap özetleri ...
    By soleil in forum Kitap Özetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.Ocak.2009, 23:13

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.