Lacoste’a göre Rusya dışında yaşayan 25 Milyon Rus’un varlığı jeopolitik bir problemdir. Kanada, Avusturya, İspanya ve Fransa’da yaşanan ayrılıkçı hareketler, büyük şehirlerde oluşan gettolar ile göçler ve göçmenlerin durumları İslam ülkelerinde meydana gelen ve fundamentalizmi hedefleyen hareketler, İran ve Arap ülkelerindeki örnekleriyle jeopolitik problemlerdir. Burada Lacoste, 25 milyonluk Rus nüfusunu düşünürken Türkiye ve bağımsız Türk Devletleri dışında yaşayan 50 milyonluk Türk nüfusu görmezden gelmektedir.
Jeopolitik problemleri mevzii, bölgesel, ulusal ve dünya düzeyinde tanımladıktan sonra doğru bir yaklaşımla jeopolitiğin ilgi alanının geçmiş değil bugün olduğunu vurgulamaktadır. Jeopolitiği ulusal sorunlar ve azınlık sorunları etrafında odaklayarak da mikro milliyetçiliği körüklemektedir.
Jacque Attali; güç ve güç olabilmenin şartları üzerinde durmakta, 21. yüzyılın jeopolitiğinin iki şeye sık sıkıya bağlı olacağını ve bunlarında AB ve ABD arasındaki ortaklığın alacağı şekil ile Rusya ve Çin’in pozisyonları olacağını vurgulamaktadır.
Fransız Michel Foucher, yeni uluslararası konjonktür içinde sınırların önemini tartışmaktadır. “Mekânlar, tarihin bir aktörü değil sadece dayanağıdır” diyerek mekânların önemini sorgulamaya açmaktadır. Foucher’e göre bugün jeopolitik, dinamik bir dış politika coğrafyası halini almıştır.
Son dönemlerin ünlü stratejistlerinden Zbigniew Brzezinski’nin eserlerinde, küresel çapta jeopolitik ve jeostratejik açıdan yaptığı değerlendirmeler ilgi çekmektedir. Brzezinski açıkça; “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur” demektedir.
Samuel Huntington 1993’de kaleme aldığı bir incelemede, 21. yüzyıldaki büyük savaşların medeniyetler arasında meydana geleceğini ileri sürerken, karşıt medeniyetlerin de Katolik Dünyası, Ortodoks Dünyası, İslam Dünyası ve Konfüçyen devletler olduğunu belirtmektedir. İleri sürdüğü tezin özeti; 19. yüzyılda devletler, 20. yüzyılda ideolojiler çarpışmıştı, 21. yüzyılda ise kültürler çarpışacaktır.
Huntington bu tezinde 1960’larda Fransız filozof Raymond Aron ve 1940’lı yıllarda İngiliz Arnold Toynbee ile Christophe Rufin’in benzer görüşlerinden de destek almaktadır.
1990’lı yıllarda oluşan jeokültür kavramı Huntington’ın tezi ile jeopolitik tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Huntington’a göre dünya dini ve etnik blok teşkillerinin ve çatışmalarının eşiğinde olduğu bir çağa giriyordu. Sınırlar artık ulusal devletleri değil kültür bölgelerini gösterecekti. Geleceğin global politik çatışmaları uygarlıkları birbirinden ayıran çizgiler üzerinde olacaktı.
Rufin bir “Avrupa Kalesi” eğiliminden bahsederken, Huntington benzer şekilde; her kim batıyı bir arada tutmak istiyorsa ülke içinde batılı kültürü sadece muhafaza etmemeli, aynı zamanda batının sınırlarını da tarif etmelidir.
Uluslararası güç mücadelesinde kültür bilinçli olarak bir araç haline getirilmektedir.
Günümüzde uluslararası ilişkilerde ekonomi önemli bir yere sahiptir. Edward Luttwak için Jeokonomi, çatışma mantığının ticari alana taşınmasıdır. Luttwak, “devletler arasındaki eski rekabet şimdi jeokonomi diye adlandırdığım yeni bir biçim aldı” diyerek konuya açıklık kazandırmaktadır.
Karşılıklı ülkeler arası bir rekabetten çok ekonomik bölgelerin jeoekonomik rekabeti ve çatışması söz konusu olmaktadır.
AB, NAFTA, APEC jeoekonomik nedenlerle kurulmuşlardır. Bu oluşumların bir amacı da karşılıklı bağımlılık yoluyla muhtemel çatışmaları önlemeye yöneliktir.
Gelişen pazarlar, ordular ve diplomasinin yerini almaya başlamıştır ve “ekonomik diplomasi”den söz edilmektedir.
Bu ve benzeri söylemler sık sık ifade edilirken, bunun tam tersinin hazırlıklarının bu gelişen pazarlardan geçme olasılığının da dikkatten uzak tutulmaması gerektiğini hatırlatan söylemler de dile getirilmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Albright’ın “Yeni ekonomik gruplaşmalar, 21. yüzyılın askeri ittifaklarıdır” sözleri unutulmamalıdır.
Özetle tarihi gelişimine değindiğim jeopolitiğin kronolojik sıra ile birkaç tanımına yer vererek bu bölümü sonuçlandırmak istiyorum.
Kelimenin evrensel olarak kabul edilmiş bir tarifi yoktur ve siyasi coğrafya faktörlerinin objektif bir çalışması ile jeopolitik çevredeki siyasal güç spekülasyonları arasında dikkatli bir analize ihtiyaç vardır.
Kjellen: Jeopolitik, coğrafi teşekkül veya mekân içinde ilmi olarak devletin tetkikidir. Devlet varlığının tabiat kanunları ve insanların davranışları açısından tetkik ve kıymetlendirilmesidir .
Devlet, vasıf ve kabiliyetlerini toprağından, bölgelesinden alan bir canlı organ, sahada tezahür eden bir hayat şeklidir.
Siyasetin gayesi, bu canlı varlığın mahiyetini kavramak, mukavemetli ve ebedi olması için gereken faaliyet ve icraatı sarf etmektir.
Haushofer: Jeopolitik, içinde yaşadığı coğrafi bölgenin ve tarihi gelişmelerin etkisi altında değişen siyasi hayat şeklinin (yani devletin) üzerinde yaşadığı yer ile münasebetidir.
Spykman: Jeopolitik, bir ülkenin güvenlik politikasının coğrafi unsurlara göre planlanmasıdır.
Kieffer: Jeopolitik, bir devletin sosyal, politik, ekonomik, stratejik ve coğrafi unsurlarının, bu devletin dış politikasının tayin ve takibine tatbikidir.
Bu tanımlarda başlangıçtan günümüze doğru;

Kjellen, devletin tetkikini yapmakta,
Haushofer, daha ileri bir tanıma ulaşmakta,
Spykman, jeopolitiği tatbikat sahasına doğru yöneltmekte,
Kieffer ise, jeopolitiğin kapsamını genişletmekte ve uygulamayı ön plana çıkarmaktadır.
Jeopolitiğin hemen yanı başındaki koltukta yer alan ve onun bir türevi olan jeostrateji’yi de tanımlamak gerekir. Çünkü politika ve strateji gibi iki önemli fonksiyondan politikaya yön veren jeopolitik, stratejiye yön veren de jeostratejidir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=103139
Jeostrateji, stratejik açıdan coğrafi unsurların incelenmesini ve stratejik sonuçlar çıkarılmasını kapsar.
Jeostrateji, coğrafya ile strateji arasındaki münasebetlerin ilmidir.
Jeostrateji, jeopolitik çıkarların stratejik yönetimidir.
3. Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam
Dünyada meydana gelen büyük sosyal olaylar; siyasi, askeri, sosyo-kültürel ve ekonomik alanlara yansır, siyasi coğrafyada değişiklikler yaratır ve mevcut dengelerin bozulmalarına sebep olur. Bozulan dengelerin yeniden tesisi için yeniden şekillenme ve düzenleme arayışları başlar. Bu arayışlar uzun zaman alır, hatta devamlı olduğunu söyleyebiliriz. Her seferinde güçlü ülkelerin/galiplerin öngördüğü şekilde bir düzen oluşturulur ve bu düzen de “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılır.
Her “yeni dünya düzeni”, oluşumunu sağlayan güçlerin milli menfaatlerini gerçekleştirecek düzendir. Düzen, güç dengelerini sağlayamamışsa, adil değilse (güç odakları açısından) yeni bir düzeni aratacak büyük olaylar yola çıkıyor demektir.
Soğuk Savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeninin geldiği aşamaya bugün “Küreselleşme” deniyor. Küreselleşmenin temelleri; aslında, İkinci Dünya Harbini müteakip atılmaya başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi dünya ekonomisinin kontrolünü elinde tutacak oluşumlardan sonra kurulan uluslararası örgütler günümüze kadar küreselleşmenin örgüsünü ve ağını tamamladılar, 1980’den itibaren de ekonominin küresel çapta tam kontrolünü sağlayacak enstrümanların (özelleştirme... gibi) düğmesine basılmaya başlandı.
Ekonomide, kültürel alanda ve politikada küreselleşme / küreselleştirme devam ederken Soğuk Savaşı sona erdiren Sovyetlerin çöküşü, Varşova Paktı’nın dağılması ve komünizmin iflası ile Avrasya’da, daha doğrusu Türkiye’yi çevreleyen jeopolitik koşullarda önemli ve bazı alanlarda köklü değişiklikler oldu.
Bu değişiklik ve gelişmelerin başlıcaları; küresel ve bölgesel boyutlarda yeni kuvvet dengeleri, Rusya'nın toprak kayıpları ve siyasal, ekonomik ve askeri gücünün küçülmesi, Avrupa'da yeni siyasal oluşumlar, Orta Asya ve Kafkaslarda Türkiye ile etnik, tarihi ve kültürel bağları bulunan ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Balkanlar ve Kafkaslar’daki etnik gerilim ve savaşlar ve Körfez Savaşından beri daha da karmaşık hale gelen Ortadoğu’nun istikrarsız ve belirsiz durumudur.
Diğer bir boyutta ise; küresel alanda mevcut iki kutuplu güç dengesi dengesizliğe dönüştü, ABD’nin müttefiki olan ülkeler Avrasya’da stratejik konumlara sahip ülkeler olarak ABD’nin gücünü artıran faktörler oldu; dünya GSMH’dan %30 pay sahibi olan, özellikle askeri amaçlara uygulanan teknoloji, araştırma ve enformasyon teknolojisi alanlarında ön safta bulunan, iyi ve kötü tarafları ile bütün dünyaya yayılan kültürü ve askeri gücü ile ABD küresel güce ve etkinliğe sahip tek devlet konumuna geldi.
Bir diğer olgu ise; küreselleşmenin temel ögesi olan mal, sermaye hizmetlerin uluslararası dolaşımının serbestleşmesi ve teknolojik ilerlemelerin etkisi ile dünyanın gittikçe daha fazla entegre olmasıdır. Bu gelişmenin Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için avantajları olduğu kadar riskleri de vardır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, Rusya’nın oluşturduğu askeri tehdit uzun bir süre için ortadan kalkmıştır. Rusya’nın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda eski SSCB hudutları dışında kuvvete başvurması düşünülemez. Avrupa’da eylem imkanları, NATO’nun genişlemesi ile büsbütün kısıtlanmaktadır. Ancak Kafkasya’da durum farklıdır. Burada Ruslar daha fazla askeri hareket imkanına sahiptir ve bu da yaşanmaktadır. Orta Asya’da ise Rusları engelleyecek bir güvenlik sistemi mevcut değildir.
Balkanlar ve Kafkasya’daki gerginlik ve çatışmalar, Orta Asya’daki istikrarsızlık, Ortadoğu’daki kronik bunalım ve çatışmalar, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunlara iç istikrarsızlıkları ve Batının içinde tortulaşan kinini, hor görmesini ve Haçlı zihniyetiyle oluşturduğu hâlâ bitmeyen “Doğu Sorunu”nu da eklersek Türkiye’nin içeride, batıda, güneyde ve doğuda potansiyel tehlikelerle karşı karşıya olduğu gerçeği kaçınılmazdır.
Türkiye Cumhuriyeti, zor bir coğrafyada yer almaktadır ve uzun vadeli politikalar üretmesi kolay değildir. Çünkü bu politikalar çok yönlü, çok seçenekli ve bağımsız politikalar olmayı gerektirir. Türkiye’nin politika üretiminde yakın çevresi, Avrasya’daki güç odakları ve küresel güç ve aday güçler etkin faktörlerdir. Bu nedenle, Türkiye için seçenekler sunmadan önce, Türkiye’yi çevreleyen coğrafyadaki jeopolitik gelişmeleri ve Avrasya’dan başlayarak ABD, AB Rusya Federasyonu, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Çin’in bölgesel ve Avrasya çapındaki muhtemel politikaları ve stratejileri ile Türkiye’ye bakış açılarına özetle yer verilecektir.
a. Avrasya
Brzezinski, “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur” demektedir.
Avrasya neden önemlidir ve neden bu ölçüde ilgi alanıdır?
Avrasya, dünya tarihini yazan coğrafyadır.
Avrasya, eski ve yeni medeniyetlerin çok büyük kısmına beşiklik yapan topraklardır.


Avrasya, dünya nüfusunun yaklaşık %75’ine sahiptir.
Avrasya, dünya kara kütlesinin %37’sini teşkil eder.
Avrasya, dünya GSMH’nın %60’ına sahiptir.
Avrasya, bilinen dünya enerji kaynaklarının ¾’üne sahiptir.
Avrasya, ekonomik girişimler ve yer altı zenginlikleri bakımından, fiziksel zenginliklerin çoğuna sahiptir.
Avrasya, ABD’den sonra dünyanın 6 büyük ekonomisine sahiptir.
Dünyanın en büyük 6 silah alıcısı Avrasya’dadır.
ABD hariç, dünyanın resmi olarak bilinen tüm nükleer ve gizli nükleer güçleri Avrasya’dadır.
Avrasya, tarihinde bütünüyle barışı hemen hemen, yaşamamış bir coğrafyadır.
Avrasya demek savaş demektir.
Avrasya Jeopolitiği dünya jeopolitiğinin esasıdır.
Avrasya, üzerinde küresel öncelik mücadelesinin sürdürüleceği bir satranç tahtasıdır.
Avrasya’sız politika ve strateji düşünülemez.
b. ABD’nin Avrasya’da Jeopolitik Hedefleri ve Araçları
Soğuk Savaş döneminin süper güçlerinden biri olan SSCB’nin dağılması ve bu özelliğini kaybetmesi ile dünyada meydana gelen ani güç değişimi, yeni yapılanmaları zorunlu hale getirdi. ABD, beş kıta üzerinde siyasi, askeri, ekonomik yeni dengeler arayışına önderlik edebilecek tek güç olarak kendini kabul ettirdi.
ABD’nin bu misyonu yerine getirebilecek imkan ve kabiliyetleri nedir?
ABD’nin iç siyasi istikrarı, ekonomik durumu, askeri gücü, yüksek teknolojiye dayalı sınai ve üretim potansiyeli, kaynakları ve müttefiklerinin desteği ile bu misyonu yerine getirebilecek güce sahip olduğunu göstermektedir.
ABD’nin 1999 yılı GSYİH’sı 9 trilyon dolar ve son beş yıllık büyüme hızı ortalama %3 dolaylarındadır. 1987 – 1991 yılları arasında, yılda 300 milyar dolar olan savunma harcamaları, 1992 yılından itibaren kuvvet indirimine paralel olarak ortalama 265 milyar dolar düzeyine inmiştir.
Bu dönemde ABD’nin savunma harcamaları GSYİH’nın %6.3 ile %6.5 arasında değişmiştir.
ABD’nin görünebilir gelecekte 2010 yılına kadar mevcut ekonomik ve askeri gücünü devam ettireceği değerlendirilmektedir .
ABD’nin Milli Güvenlik Stratejisinin üç ana hedefi vardır. Bunlar ;
* ABD’nin güvenliğini güvence altına almak,
* ABD’nin ekonomik refahını sağlamak,
* Dışarıda demokrasinin ve kurumlarının yerleşmesini teşvik etmek.
ABD, Soğuk Savaş sonrasında muhtemel bunalım ve tehditleri şöyle değerlendirmektedir :
*Bölgesel etnik bunalımlar,
* Terörizm,
* Kitle tahrip silahlarının saldırgan eğilimli devletlerin veya terör gruplarının, suç örgütlerinin eline geçme tehlikesi,
* Uyuşturucu trafiği,
* Uluslararası organize suç faaliyetleri
ABD, silahlı kuvvetlerini görünür gelecekte, tercihan müttefikleri ile uyum içinde, birbirinden uzak iki deniz aşırı alanda aynı zamanda vukua gelecek büyük çaplı askeri tecavüzleri caydıracak veya bertaraf edecek büyüklük ve güçte idameye kararlıdır.
ABD’nin Avrasya Politikasında Beş Temel Husus
Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası’nda, ABD’nin Avrasya kıtasındaki politikalarının tayininde şu beş sorunun cevabını bulmaya çalışmaktadır.
* Amerika nasıl bir Avrupa’yı tercih etmelidir ve dolayısıyla desteklemelidir?
* Nasıl bir Rusya ABD’nin çıkarına uygundur ve ABD bu konuda neyi ne kadar yapabilir?
* Orta Avrasya’da yeni bir “Balkanlar”ın ortaya çıkma ihtimali nedir ve ABD bunun doğuracağı risklerin en aza indirilmesi için ne yapmalıdır?
* Çin, Uzakdoğu’da hangi rolü üstlenmeye cesaretlendirilmelidi r ve bunun sonuçları yalnızca ABD için değil, Japonya için de ne olabilir?
* Hangi yeni Avrasya koalisyonları olasıdır, hangileri ABD çıkarları için en tehlikeli olabilir ve bunların önüne geçmek için ne yapılabilir?
ABD’nin Küresel Strateji ve Hedeflerinde Türkiye’nin Yeri
Brzesinki, aynı eserinde Türkiye’nin önemini aşağıdaki gibi değerlendirmektedir.
“Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkaslarda dengelemekte, hala İslâmi kökten dinciliğe karşı bir panzehir oluşturmakta ve güneydeki dayanak noktası olarak NATO’ya hizmet etmektedir.
İstikrarsız bir Türkiye, olasılıkla Güney balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına sebep olur. Diğer taraftan Kafkasya’da bağımsızlıklarını yeni kazanmış devletler üzerinde Rus kontrolünün yeniden sağlanmasına yol açar.”
“ABD, istikrarlı bir Güney Kafkasya ile Orta Asya’yı teşvik bakımından Türkiye’yi yabancılaştırmamak konusunda dikkatli olmalı ve Amerikan-İran ilişkilerinde bir düzenlenmenin yapılabilirliğini

araştırmalıdır.”
“Katılmak istediği Avrupa Birliği’nden dışlandığını hisseden bir Türkiye daha İslamcı olacak, daha büyük bir olasılıkla inadına NATO’nun genişlemesini veto eğilimi gösterecek ve laik bir Orta Asya’yı dünya ile bütünleştirmekte ve istikrarını sağlamakta Batı ile daha az işbirliği yapacaktır. Bu sebeple ABD, Türkiye’nin AB’ne kabulünü cesaretlendirmek için Avrupa’da etkisini kullanmalı ve Türkiye’ye Avrupa’lı bir devlet gibi davranmaya özen göstermelidir.”
Bu görüşler gerçekte ABD yönetimi tarafından uygulanır durumdadır. Ancak, Hazar havzasının petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına ulaştırılmasında kullanılacak boru hatlarının güzergahı konusunda yeni hükümetin tutumu henüz net olarak bilinmemektedir.
Bununla beraber, 1964’den itibaren Kıbrıs olaylarıyla başlayan süreç içinde inişli çıkışlı dönemler yaşanmıştır. 1980’li yıllar ve SSCB’nin dağılmasını müteakip dönemde ise bu ilişkilerin daha uyumlu bir seyir takip etmesine rağmen özellikle ABD’nin İran ve Irak’a karşı yaptırımlarına verdiği destek Türkiye’nin maddi kayıplarına sebep olmuştur.
c. Avrupa Birliği (AB)
Üç yanı denizlerle çevrili ve kara sınırları Kafkas Dağları, Ural Dağları gibi engellere dayanan Avrupa, güçlü bir coğrafi bütünlüğe sahiptir. Coğrafi bütünlük güvenlik ve beşeri değerler açısından önemlidir. Avrupa kültürü bu coğrafya ile şekillenmiştir.
Avrupa’ya dış tehdit, İspanya’nın Araplar tarafından işgali hariç, daima doğudan gelmiştir. Avrupa’yı doğudan zorlayan güçler hemen hemen sadece Türkler olmuştur.
Avrupa yeterince geniş alana, uygun iklim koşullarına sahiptir. Avrupa daha önce sahip olduğu kömür-demir stratejik kaynakları ve sömürgelerinden sağladığı kaynaklar ile güçlenmiştir. Bugün ise Kuzey Deniz Petrolleri hariç stratejik kaynağa sahip değildir. Önemli diğer kaynağı ise vasıflı insan ve bunun yarattığı değerler ile bilgi ve deney birikimi, teknolojik üstünlük, sahip olunan sermaye ve dış yatırımlardır.
Türkiye’nin AB’ne katılması ile AB coğrafyasının hudutları Asya’ya, Ortadoğu’ya doğru uzanacak; Ortadoğu, Kafkasya güneyi ve Doğu Akdeniz AB’nin hudutlarını teşkil edecektir.
Türkiye’nin AB üyesi olması halinde AB; Kafkaslarda, Ortadoğu’da, İranlılarla, Araplarla kısaca İslam dünyası ile karşı karşıya gelmiş olacak ve bu bölgedeki bütün sorunlarla ve sorunların Türkiye’ye yansıyan şekilleri ile ilgili politikalar üretmek zorunda kalacaktır.
AB aynı zamanda bu bölgenin olanaklarına Türkiye üzerinden ulaşabilecek, sayılan bölgeler üzerindeki etkinliği artacak, siyasi ufku genişleyecektir. Türkiye-AB entegrasyonunun, Türkiye’nin politik ufku üzerindeki etkisi ise AB’nin aksine sınırlayıcı ve kısıtlayıcıdır .
Türkiye’nin jeostratejik ufku ve stratejik ilgi alanları içinde bulunan Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya; AB’nin stratejik ilgi alanları içerisine bugünkünden daha büyük ağırlıkla girecektir.
Avrupa kıt’asının sahip olduğu coğrafi bütünlüğe Avrupa Birliği tam olarak sahip değildir. Bu coğrafyada, AB ve NATO üyelikleri söz konusu olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri dışında Beyaz Rusya, Ukrayna ve Avrupa Rusyası da yer almaktadır. Avrupa Birliğinin güneydoğusu Türkiye tarafından örtülmektedir. Avrupa Birliğinin Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu ile ilişkilerinde Türkiye ve Rusya ya engeldir ya da yardımcıdır. Bu istikametlerdeki güvenliği de aynı çerçevede görülmelidir.
Fransız yazar Pierre Behar, “Yeni Bir Avrasya’ya Doğru, Avrupa İçin Yeni Bir Jeopolitik” adlı eserinde, Avrupa için Asya’nın önemini vurgulamakta ve bir güç olabilmesi için şu değerlendirmeyi yapmaktadır.
“Avrupa kendi coğrafyasının tahditlerini değerlendirerek yeni bir politika üretmelidir. Önce kendi iç dengelerini kurmalıdır. İkincisi kuzeydoğusundaki Slav Dünyası (Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna) ve güneydoğusundaki Türk dünyası (Türkiye ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri) ile ilişkilerini yeniden belirlemek, belirlemenin ötesinde bu bölgelerle çok sıkı bir ilişkiye girmek zorundadır. Bunun amacı, kendi çevresindeki istikrar kuşağını yaratabilmek ve ABD’ye bağımlı olmaktan kurtulabilmektir. Çünkü Avrupa coğrafi, ekonomik ve kültürel açıdan bir bütünlüğe ulaştığı takdirde bir güç olabilecektir.”
Avrupa Birliği Türkiye’yi Nasıl Görmektedir?
İhtilaflı veya ihtilafa gebe bölgelerle çevrili bir Türkiye... Kuzeydoğuda Azerbaycan–Ermenistan sorununa ilaveten SSCB’nin dağılmasının ortaya çıkardığı sorunlar, doğuda İran ve Afganistan olayları, güneyde Kuzey Irak meselesi ve Arap-İsrail ihtilafı, Arap ülkelerindeki istikrarsızlıklar, Kıbrıs sorunu, Bosna Hersek ve Kosova olaylarının bölgedeki etkileri ve kitle imha silahlarının yarattığı tehlikeler ile karmaşık bir ortam içinde olan Türkiye...
Mevcut ve muhtemel tehdidin kaynağı salt askeri olmaktan çıkmış, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıkları, sınır anlaşmazlıkları, etnik çatışmaları, dini aşırılığı ve terörizmi de içine alan ve güvenlik ihtiyacı eskisine oranla daha da artmış olan bir Türkiye....
Demokrasi ve insan hakları alanlarında aşama sıkıntıları, Güneydoğu sorunu, ekonomik güçlükler, yüksek enflasyon, işsizlik gibi sorunları yaşayan bir Türkiye.....
Bunların yanı sıra büyük olduğu kadar genç ve dinamik bir nüfusa sahip Müslüman bir ülke olan Türkiye...
Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Türkiye’nin eskisi kadar önemsenmediği kanaati yayılıyor ve Almanya eski Başbakanı Kohl, Türkiye’nin ayrı bir kültüre ve dine sahip olması nedeniyle AB üyesi olamayacağını açıkça söylüyordu.
Türkiye’ye yönelik genel tutum böyle iken 1997’de Lüksemburg zirvesinde reddedilen, ancak 1999’da

Helsinki’de kabul edilen Türkiye’nin AB üyeliği ve iki yıl içinde meydana gelen bu ilginç değişimin nedenleri üzerinde durmak gerekir.
* AB dışında olan bir Türkiye’nin, AB içindeki Türkiye’den Yunanistan için daha büyük tehlike taşıyabileceği görüşünün Yunanistan’da ağırlık kazanması,
* Balkanlar’daki gelişmeler ve Balkanları AB’ye dahil etme kararının yanında Türkiye’nin dışarıda bırakılamayacağı,
* Almanya’da Sosyal Demokrat bir hükümetin iş başına gelmesi,
* ABD’nin Türkiye’nin adaylığını yıllardır desteklemesi,
* Türkiye’nin içeri alınabileceği intibaı ve beklentisinin yaratılmasının dışarıda bırakmaktan daha yararlı olacağı fikri, adaylık kararının alınmasında etkin rol oynadığı düşünülebilir .
Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesi ile istenen kriterleri ve çözümleri yerine getirmekle sosyal ve ekonomik alanlardaki eksikliklerini gidermiş olacak ve Kıbrıs Sorununu çözmede daha azimli ve kararlı olabilecektir.
AB üyesi olacak Türkiye, AB çerçevesinde savunma ve güvenlik alanında karşılaştığı güçlüklerin de üstesinden gelmiş olacak, ekonomisine çeki düzen vererek halkının refah seviyesini yükseltecektir.
Türkiye’nin AB üyeliğinden beklentileri bunlardır. Ancak Helsinki kararları ile ilgili yukarıdaki yorumlar yazılırken bu kararın bir oyalama siyaseti olabileceği bu süreçte öncelikle Kıbrıs ve Ege sorunlarının Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda çözüme ulaştırılmasını müteakip, Türkiye’yi daha büyük açmazlara sürükleyebilecek dayatmalarla karşı karşıya bırakacak gelişmelerden duyulan endişeler de seslendirilen düşüncelerdir.
Hiçbir ülke diğerinin refahını yükseltmek ve güvenliğini sağlamak yükümlülüğünü üstlenmez. Eğer üstlenirse bunun faturası çok yüksek olur.
Avrupa Birliği üyeliği; ticari yolsuzluklara, adam kayırmaya, toplumsal çürümeye, işsizliğe, doğal kaynakların israf edilmesine, banka soygunlarına, hayat pahalığına, bölgesel dengesizliklere, gelir dağılımının düzeltilmesine, insanın insan sayılmasına, eğitimde fırsat eşitliğine, sağlık sorunlarına, birliği korumaya, vergi gelirlerinin artırılmasına, düşünce özgürlüğüne, çağdaşlaşmaya ve demokratikleşmeye çözümler getirecek mi?
Bu çözümleri Türkiye üretecektir. Uygun çözümleri bulup uygulamaya koyduğumuz zaman ülke bütünüyle kalkınmaya ve gelişmeye başlayacaktır. AB Türkiye’ye bunu söylüyor. Eğer Türkiye bu beceriyi gösteremiyorsa, karar verme iradesine sahip değilse şikayetçi olunan sorunları kimse Türkiye için çözmeye çalışmaz.
Rusya
1991 sonlarında dünyanın toprak bakımından en büyük devleti olan Sovyetler Birliği’nin dağılması, Avrasya’nın tam ortasında muazzam bir jeopolitik karışıklık ve boşluk yarattı. Bu dağılma ile Rusya Sovyetler dönemindeki topraklarının önemli bir kısmını, nüfusunun hemen hemen yarısını ve en önemlisi de dünyanın iki süper gücünden birisi olma özelliğini kaybetti. 15 Cumhuriyetten oluşan SSCB, 14 Cumhuriyetinin bağımsızlıklarını ilanını müteakip geriye sadece Rusya Federasyonu olarak kaldı.
SSCB’nin dağılması Rusya için ;
* Kafkasya’nın kaybı, yeniden dirilen Türk etkisi hakkındaki stratejik korkuyu canlandırdı,
* Orta Asya’nın (Türkistan) kaybı, bölgenin anormal enerjisi ve maden kaynaklarıyla ilgili eksiklik duygusunu yaratırken bir yandan da potansiyel bir islami meydan okuma hakkında endişe yarattı,
*